Etiket arşivi: said nursi

Alparslan Açıkgenç – Said Nursi – Diyanet Ansiklopedisi

TENKİD ve TAHLİL

ALPARSLAN AÇIKGENÇ –

DİYANET ANSİKLOPEDİSİ 35. Cilt – SAİD NURSİ

Evvela: AÇIKGENÇ’in yazdığı araştırması için tebrik ederim. 2008’de tahlil ettiğim bu araştırmayı kendisine ulaştırmak için birisine vermiştim.

 

Ulaşmadığına bugğnlerde kanaat getirdiğim için güncellemek istedim ve kamuoyuna arz ediyorum.

 

AÇIKGENÇ’ten de çalışmalarının devamını beklerim.

Muhammed Numan ÖZEL / YOZGAT – Haziran 2015

__________________________

1 –Tahsil hayatı onun zeki ve kabiliyetli bir öğrenci olduğunu gösterir. Konuları çok hızlı kavrayabildiği için hocaları kendisinin dersleri atlayarak takip etmesinden hoşlanmıyordu ve bu durum onun sık sık hoca değiştirmesine yol açıyordu. Sonunda Doğubayazıt’ta Şeyh Muhammed Celâlî’nin ders halkasına girerek 1892 yılında henüz on dört yaşında iken icâzet aldı. (35/566p.4)

 

C:burada sanki tahsil hayatı kesintisiz devam etmiştir gibi bir izlenim kazandırmaya çalışılmış. Bu izlenim kazandırma çalışması ise Külliyatını buralardan alıntılar yaparak yazdı gibi bir fikri akla kapı açtırmak içindir.

1/a:Kesintisiz eğitiminin sadece üç ay olduğu, diğerlerinin daha kısa sürdüğü kendi beyanından anlaşılmaktadır. (35/565p.4)

C:Bu cümleyi madde 1’in devamında kullanması ise bir tenakustur. Çünkü madde 1 de ki metinde kesintisiz bir tahsil havası, akabinde ki cümlede sadece 3 aydır demekle çelişmektedir.

2:1915’te bir milis gücü oluşturarak kaymakam rütbesiyle orduya katıldı. (35/566p.3)

C:Harb-i Umumîde GönüllüAlayKumandanı olarak iki sene çalıştım, çarpıştım. Mektubat ( 75 )”demektedir Said Nursi. Bu ise Albay rütbesine tekabül etmektedir Kamakam’a değil.

 

3: özellikle üniversite gençleriyle görüşüp onlara İslâm’ı anlatmaya çalıştı. Fakat yaşının çok ilerlemesi sebebiyle bu faaliyetler sağlığını etkiledi. Ağır hasta olduğu halde kendi isteğiyle Emirdağ’dan Urfa’ya nakledildi ve 23 Mart 1960 tarihinde vefat etti. Urfa’daki mezarına halkın yoğun ilgisi dolayısıyla endişelenen dönemin askerî yönetimi tarafından cesedi bilinmeyen bir yere nakledildi. (35/567p.1)

 

C:Said NURSİ ömrünün son dönemini Emirdağ’da değil, Isparta’da geçirmiştir. Hayatının bu dönemi ise gene rahat geçmemiştir. Göz hapsi ve takipler ve ziyaretine gelenlere eziyetler devam etmiştir.

4:Said Nursi’ye göre felsefe ve kelâmın önemli bir sorunu olan âlemin varlığı ve yaratılış amacı, insanın âlem içindeki konumu problemi ancak Kur’ân-ı Kerîm’in hidayeti ışığında tatmin edici bir izaha kavuşturulabilir. Kur’an’a dayanan bir düşünür şunu anlar ki insan geçmiş zamanın derinliklerinden gelen, varlık alanına uğrayıp geleceğin güzelliklerine doğru yürüyen bir mahlûktur. Bu büyük yolculuk sırasında kâinat durağı onun sadece maddî boyutunu teşkil etmektedir. Said Nursi’ye göre insanlığın nereden gelip nereye gittiği gibi teorik soruları felsefe seslendirmiş, Hz. Muhammed de kâinatı yaratan ve idare eden gücün Allah olduğunu bildirmiştir (Külliyât, s. 1159). (35/567p.2)

C:varlığın yaratılış ve dünya macerası kısmını ve torik sorulara cevap veren sadece Hz. Muhammed (asv) değil 124.000 enbiya cevaplamıştır bunu sadece Hz. Muhammed (asv)’a atfetmek teorik olarak yanlıştır. Buna dair yüz yirmi dört bin enbiyanın ona dair ihbarını keşf ile tasdik eden evliyadan ve asfiyadan hadd ü hesaba gelmez sadık muhbirler haber verdikleri halde..Asa-yı Musa (12)

 

5:Buna göre rabbimizi bize tanıtan üç büyük öğretici vardır: Tabiat, hâtemü’l-enbiyâ Hz. Muhammed ve Kur’ân-ı Kerîm (Külliyât, s. 91-96). (35/567p.Son)

 

C: Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var. Birisi: Şu kitab-ı kâinattır ki..

Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrası olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm’dır..

Birisi de Kur’an-ı Azîmüşşan’dır. Sözler ( 235 )

 

Burada sadeleştirme yaparken dünyada ki sisteme mataryalistler tarafından verilen tabiat ismi kullananılması Çok geniş bir kapsamı olan kainat’ı, içerisinde var olan kasır ve nakıs bir kuvvete indirgenmiştir. Bu bir hatadır.

 

6:  “Risâle-i Nûr” adını verdiği külliyatını Sözler, Mektûbât, Lem‘alar ve Şualar olmak üzere dört temel eserden teşkil etmiştir. Arapça yazdığı eserleri hariç diğerlerinin neredeyse tamamı iki cilt halinde Risale-i Nur Külliyatı adıyla yayımlanmıştır. (35/569p.Son)

 

C:Risale-i Nur Adını verdiği külliyatı tamamı 20 ciltten oluşmaktadır. Nesil yayınlarının nakıs bir çalışması olan 2 ciltlik çalışmayı nazara vermesi Risale-i Nur Külliyatının muazzamlığını küçültmekten öte bir şey değildir. Bu bir psikolojik küçümseme taktiğidir.

 

7:Etkileri ve Nurculuk Hareketi. Said Nursi, Türkiye’de büyük bir kitleyi etkilemiş olmasına rağmen onun İslâm ve Batı dünyasındaki tesiri başlangıçta oldukça az olmuştur. Bunun önemli sebeplerinden biri, Nursi’nin vefat ettiği 1960 yılından 1980’li yıllara kadar eserlerinin ve talebelerinin takibe uğramasıdır. Diğer bir sebebi de talebelerinin onun görüşlerini yayabilecek ve bunlar üzerine yeni görüşler geliştirebilecek birikime sahip olmamasıydı. (35/570p.2)

 

C:Bu metinde Risalelerin ve Nurculuk akımının gelişmesinin önündeki bir engel de Nurcuların bilgisizliği olarak ileri sürmektedir. Nurcuların birikimsiz olduğunu iddia etmek ise basiretsizlikten öte bir şey değildir. Lakin o takip ve Tevfik ise bir realite olmasına rağmen nurcular faaliyetlerinden geri durmamıştır.

 

8:Risâle-i Nûr hareketinin bir bilgi geleneği oluşturduğu söylenebilir. Ancak bunun İslâm medeniyeti içerisinde yeni bir düşünce geleneğine dönüşüp dönüşmeyeceği henüz belli değildir.

(35/571p.4)

C:Risale-i Nur eserleri 1908’den beri Osmanlı ve Anadolu Topraklarında kendisini göstermiş olan bir telifattır. Hal böyle iken böyle bir iddiada bulunmak ise nurun tarihini bilmemekten kaynaklanmaktadır. Veya kıskançlık eseri bir sözdür.

 

9:Fethullah Gülen, Risâle-i Nûr’dan etkilenmesi dolayısıyla Nurculuk hareketi içinde mütalaa edilmektedir. Gülen de Said Nursi gibi medrese eğitimi almış, daha sonra felsefe, sosyoloji, edebiyat, sanat ve tarih bilimlerinde kendini yetiştirmiştir. Hayat felsefesinde ve İslâm’a hizmet yönteminde önder ve hedef insan olarak Hz. Peygamber’i seçtiğini belirten Gülen’in bu yaklaşımından kendisini bağımsız bir hareket olarak takdim etmeyi ve böyle algılanmayı istediği anlaşılmaktadır. Fethullah Gülen, Said Nursi’yi kendi ifadesiyle “asrın beyin yapıcısı” olarak görmüş, fakat hiçbir zaman Nurculuk tabirini onaylamamıştır. Said Nursi’nin çizdiği hizmet anlayışı çerçevesinde hareket ederek Risâle-i Nûr metinlerinde belirlenen düsturları birer rehber olarak seçtiğini açıkça belirtmiştir (Gündem, s. 132, 173). Fethullah Gülen ilk defa İzmir’de lise ve üniversite öğrencilerinin barınabileceği bir yurt yapma girişiminde bulunarak bugün dünyaya yayılan okul ve eğitim hizmetlerini başlatmıştır. Her zaman yeni hizmet yöntemleri geliştirip insanlara yeni hedefler göstermeye çalışan Gülen’in bu arayışları Gülen hareketinin basın ve kitlesel iletişim hayatına yönelmesini sağlamış, bu hareket çerçevesinde günümüz Türk eğitim sistemi içinde çeşitli kurslar ve dershaneler açılmıştır. 1991 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği dağılıp Orta Asya’daki Türk cumhuriyetleri bağımsızlıklarını elde edince eğitim kurumları bu ülkelere taşınmış.. (37/576p.Son)

 

C:burada mevzu bahis Bediüzzaman Said Nursi iken Fethullah Gülen’den reklamvari bu madde içinde bahsetmek Gülen’i Nurculuğun sanki Said Nursiden sonra ki üstadı gibi göstermek çabası gibi durmaktadır. Gülen nurcular arasında olmadığını, kendisinin nurcu olmadığını da belirtmiştir. Bura da bunun yazılması ise bir yere yaranmak veya nurculuğun sistemini Gülene bağlamaya çalışmak gibi bir gayret olmuştur.

 

10:Sonuç olarak bilimsellik günümüzde en önemli sorun olarak Risâle-i Nûr hareketinin önünde durmaktadır. (37/577p.2)

 

C:Din madde ile analiz edilecek bir oble veya nesne değildir. Bu sebeple tün islami hareketleri ve savundukları islam davasını “bilim ile din çelişir, çatışır.” Paranoyasının ekmeğine bal kaymak sürmektir.

 

11: bilimsellik günümüzde en önemli sorun olarak Risâle-i Nûr hareketinin önünde durmaktadır. Bunun farkında olarak bu dönemde bazı yeni oluşum ve faaliyetler ortaya çıkmıştır. Said Nursi’nin fikir ve eserlerinin bilimsel açıdan ele alınması için sarfedilen bu tür gayretler, ulusal ve uluslararası düzeyde yapılan toplantılar, akademik sempozyumlar ve makale, kitap türünde yayınlar bu ihtiyacı gidermeye çalışmaktadır. (37/577p.2)

 

C:Kur’an Tilmizleri olan Risale-i Nur Talebeleriislami hizmetler eden tüm camialar içerisinde ilim, fen ve teknolojiye en çok değer veren ve kültürel seviyesi en yüksek olan bir akademik hizmettir. Kitap makale.. gibi çalışmalar ise düşünen beyinlerin istifadelerinden hasıl olup istifadeye sunulan mataryallerdir.

 

12:diğer ihyâ hareketleriyle benzer özellikler taşıdığını ve aynı sorunlarla karşı karşıya kaldığını, bununla birlikte yeni açılımlarla hayatiyetini sürdürdüğünü söylemek mümkündür. (37/577p.2)

 

C:Bediüzzamanın öğretileri, temelde itikadi ve ameli meselelerde diğer öğretilerle benzerlik gösterir. Lakin Bediüzzaman öğretilerinde getirdiği izah tarzları ve vermiş olduğu akli ve mantıki delil, bürhan ve hüccetler ile diğer ihya hareketlerinden farklılık arz eder. Bediüzzaman sistemini LAHİKA eserlerinde öğretmiştir.

 

13:..yeni açılımlarla hayatiyetini sürdürdüğünü söylemek mümkündür. (37/577p.2)

 

C:Risale-i Nur,  klasik skolastik bir usul ile gitmediği için tarihten silinmekle yüzyüze kalmamıştır. Böyle bir iddiada bulunmak Risale-i Nur hareketini ve Bediüzzamanın öğretilerini tam manasını bilmemenin neticesidir.

 

 

              AÇIKGENÇ’in tezinin analizidir. Çalışmasını okumak isteyenler Diyanet islam ansiklopedisin 35. Cilt said nursi maddesine bakabilir.

 

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.Org

Oruç ile Nefis Firavunluğunu Bırakır

BEŞİNCİ NÜKTE

Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşâne muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevâle maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Adeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemûtâne, kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedit bir hırs ve tamahla ve şiddetli alâka ve muhabbetle dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.

İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor; midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü mânevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır-eğer gaflet kalbini bozmamış ise!

www.NurNet.org

İdamlıklar Nerede İse Orasını İstiyorum!

Gönenli Mehmet efendi l905’de Gönen’de dünyaya geldi. Hafız, hoca, ehl-i Kur’ân, büyük bir İslâm âlimi ve hizmetkârıdır. Sultanahmed Camii Baş imamlığı yaptı. Süleymaniye, Eyüp Sultan, Kadıköy ve Üsküdar camilerinde ve pek çok camilerde vaazlar ve dersler vermiştir….

Bediüzzaman’la ilgili hatıralarını şöyle anlatır:

Üstad baştan aşağıya fevkalâde bir insandı. Baştan aşağı mükemmel, mine’l-bâb ilel-mihrâb.

Hareketleri, kıyafeti, garib ve misilsizdi. Eskidenberi bu zata fevkalâde hürmetim vardı. Eserlerini okuyor, vecizelerini ezberlemeye çalışıyordum. Gittikçe iştiyakım artıyordu…

l943’deki Denizli hapsinin arefesinde bir rüya gördüm. İşte polislerin gelmesi bu rüyanın akabinde idi. ‘Emir böyle. Fakat yanlış anlamayın. Benim dine karşı saygım var. İki gün size müsaade. Sonra gelip teslim olun‘ dediler. Denizli Hapishanesine gidişim böyle oldu…

Üstadın yanına gidince, bana ‘Hoş geldin Muhammed Efendi, hoş geldin. Sen burada lâzımdın. Korkma! Korkma! dedi. ‘Korkum yok efendim‘ dedim.

Hapishaneye girenlere sorarlar mı bilmiyorum. Bana ‘Neresini istiyorsun?’ diye sordular. İdamlıklar nerede ise, orasını diye cevap verdim. Katillerin arasında yaşadık. Üstadla görüştük. Mahkemeye gidip geldik, beraber kelepçelendik. Bazen Üstada Kur’an okudum. İşte böyle, elhamdülillâh…

Mahkemede ifade verirken, müddeimûmî ‘Sus! Edebiyat yapma!‘ dedi. Ben de cevaben, Konuşma selâhiyeti verdiniz ya! Ben de konuşuyorum. Bizim âdetimiz, Müslümanların âdeti budur dedim…

Denizli Hapishanesinden tahliye olduktan sonra, içimde Üstadla beraber bir namaz kılma arzusu belirdi. Bir müddet sonra Üstad, kalbi arzuma muvafık olarak, ‘Beraber namaz kılalım‘ diye beni çağırttı. Otelin önündede, kalabalık bir cemaat, İstanbullu hoca vaaz verecekmiş diye bekliyordu. Ben o sırada gerçekten mütereddit kalmıştım. Sonra Üstad’dan beni rahatlatan haber geldi: Vazifesini yapsın. Sonra gelsin, namaz kılarız…

Tahliyeden sonra Denizli’de bir hafta kadar kalmıştım. Müftü ‘Sen hangi camii istersen orada vaaz ver, hutbe oku‘ diyerek bana müsaade vermişti…

Aradan yıllar geçti. İstanbul’a geldiğini haber aldım. Fatih Camiine davet ettim. ‘Başkalarına haber vermez ve beni halka göstermezse gelirim‘ demiş. Derhal Hünkâr mahfilini hazırlattım. Sonra camiye geldi. Hünkâr mahfilinde, imamlığında namaz kıldık. Allah’a şükür, arkasında namaz kılmak da nasip oldu…

Üstad bendeki kısmetini almaya geldi

Bir husus daha vardı. Yâ Rabbi! Bu zâtın bende hiç kısmeti yok mu? diye düşünürdüm. Evime davet ediyordum, gelmiyordu. Devamlı olarak ‘Söyleyin Hafız Mehmed’e, Sakın sakın yanıma gelmesin‘ diye hocalarla haber gönderiyordu…

Bir Kurban bayramındaydı. Sabah namazından sonra kapı çalındı. ‘Muhammed kardaşım! Muhammed kardaşım!‘ diye bir ses çağırıyordu. Kapıya çıktım. Baktım ki Üstad. Boynuma sarıldı ve ‘Sen Kur’ân’a çok hizmet ediyorsun. Benim yanıma gelenleri çok tâciz ediyorlar. Seni tâciz etmemeleri için, benim yanıma gelmesin, diye haber gönderdim‘ dedi. Yanında talebeleri de vardı. ‘İstanbul’da hiçbir kimsenin evine gitmemeye karar vermiştim‘ dedi. Yanındaki talebeye işaret etti. ‘Ver kabımı, kısmetimi versin‘ dedi. Keramete bakınız. Daha önce ‘Bu zatın kısmeti yok mu?’ demiştim ya. Kısmetini almaya gelmişti. Evde yumurta tatlısı vardı. Ondan verdim…

Orada dedi ki: ‘Bir Müslüman bir beldede bulunduğu sırada bayram olsa, oranın din büyüğünü ziyaret etmek ona vâcibdir. Madem ki bu kardaşımız Hazret-i Kur’ân’a hizmet için ortaya çıkmış. Ben de onu bu beldenin şeyhülislâmı kabul ederek ziyarete geldim‘ dedi. İşte böyle geçti aramızdaki konuşmalar. Elhamdülillâh. Allah şefaatine nail eylesin. Ona çok şey borçluyum. Cesaret ve kuvveti kendisinden aldım…

Biz Kur’an’ın mânâsına çalışıyoruz, Gönenli Mehmet Efendi ise lâfzına çalışıyor. Onun talebelerini kendi talebelerim gibi Nur talebesi kabul ediyorum’ diyordu…

Hatta Üstad bunu söylediği vakit bir talebesi içinden, “Üstadım onlar Risale-i Nur okumuyor” deyince. “Cidden talebem olarak kabul ediyorum” diyordu…

Bizim eskiden edebiyat, Arabiye hocamız İhsan Bey vardı. O zata ‘Nasıl bir zattır?‘ diye Üstadı sormuştum. ‘Vallahi kardeşim, benim anlayabildiğim kadarıyla bu zat İbnü’l-vakittir’ dedi. Allah şefaatine nail eylesin. Hayatımın kıymetli yâdigârı olarak saklıyorum onunla görüşebildiğim zamanları…”

Ben hapisteyken, Üstad ise avludan beni dinlerdi. Muhammed Efendi Kur’ân okusun der, benim Kur’ân okumamı arzu ederdi…

Denizli hapsinden tahliyeden sonra ben başka bir otelde kalıyordum. Ama Üstadın kaldığı otele gidip geliyordum. Orada bir vak’aya şâhit oldum. Oranın dinden uzak bir doktoru, Üstadın karşısında diz çökmüş, kuzu gibi nasihatlarını dinliyordu. Ben orada iken Belediye reisinden selâm getirdiler.İsterse para verelim. İsterse lokantadan ne istersen gönderelim diye Üstada haber gönderdiler. Üstad, Yirmi kuruşluk bir ekmek bana dört gün yeter diye cevap verdi…

Paylaşım: Edip

Bediüzzaman’ın Dindarları ve Dine Dost Olan Siyasîleri İkazı

Siyaseti dine hizmetkâr yapmak ve ehvenüşşer ve siyaset-i İslamiye gibi hususlarda dindarları ve dine dost olan siyasîleri ikaz mahiyetindeki mektuplardan bazı parçalardır.

Said Nursî’nin ve Nur Talebelerinin Siyasi Fikri

Nurcuların Nazarını, Siyasete ve Dünyaya Çevirmek Hatadır. Avamın, Siyasi Mes’elelere Merakla Meşgul Olmasındaki Zararlar

Bu mektuplarla, siyasetçiliğe teşvik edildiği veya siyasetten men eden mektuplar ile aşağıdaki mektuplar arasında tenakuz bulunduğu şeklinde düşünülmemelidir. Çünkü: bu gelecek mektuplarda esas gaye, dost siyasilere, siyaset sahasındaki doğruyu ve istikametili yolu gösterip, tehlikelerden muhafaza ve ikaz etmektir. Yoksa manevi ve imanî hizmetlerde çalışanların siyasî çalışmalara iştirak etmeleri veya girmeleri lazım geldiği manasında değildir. Çünkü bu mektuplarda muhatap, vazifedar siyâsîlerdir, manevi hizmetler erbabı değildir.

[Ehemmiyetli bir hakikat ve Demokratlarla Üniversite Nurcularının bir hasbihalidir.]

Şimdi milletin arzusuyla şeair-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çare-i yegânesi; İTTİHAD-I İSLÂM CEREYANINI kendine nokta-i istinad yapmaktır. Eski zamanda İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız olmakla mani olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muarız değil; belki muhtaçtırlar. Çünki KOMÜNİSTLİK, MASONLUK, ZINDIKLIK, DİNSİZLİK; doğrudan doğruya ANARŞİSTLİĞİ İNTAÇ EDİYOR. Ve bu dehşetli tahrib edicilere karşı, ancak ve ancak hakikat-ı Kur’aniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmağa vesile olduğu gibi, bu vatanı istila-yı ecanibden ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur. Ve bu hakikata binaen Demokratlar bütün kuvvetleriyle bu hakikata istinad edip komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almaları zarurîdir.

Bir EZAN-I MUHAMMEDÎ’nin (A.S.M.) serbestiyetiyle kendi kuvvetlerinden yirmi defa ziyade kuvvet kazandılar. Milleti kendilerine ısındırdılar, minnetdar ettiler. Hem manen eski İttihad-ı Muhammedî‘den (A.S.M.) olan yüzbinler Nurcularla, eski zaman gibi farmason ve İttihadcıların mason kısmına karşı ittifakları gibi; şimdi de aynen İttihad-ı İslâm‘dan olan Nurcular büyük bir yekûn teşkil eder. Demokratlara bir nokta-i istinaddır. Fakat Demokrat’a karşı eski partinin müfrit ve mason veya komünist manasını taşıyan kısmı, iki müdhiş darbeyi Demokratlara vurmaya hazırlanıyorlar. Eskiden nasıl Ahrarlar iki defa başa geçtiği halde, az bir zamanda onları devirdiler. Onların müttefiki olan İttihad-ı Muhammedî (A.S.M.) efradının çoklarını astılar. Ve Ahrar denilen Demokratları, kendilerinden daha dinsiz göstermeye çalıştılar. Aynen öyle de: Şimdi bir kısmı dindarlık perdesine girip Demokratları din aleyhine sevketmek veya kendileri gibi tahribata sevketmek istedikleri kat’iyyen tebeyyün ediyor. Hattâ ülemanın resmî bir kısmını kendilerine alıp, Demokratlara karşı sevketmek ve Demokratın tarafında, onlara mukabil gelecek Nurcuları ezmek; tâ Nurcular vasıtasıyla ülema, Demokrata iltica etmesinler. Çünki Nurcular hangi tarafa meyletseler ülema dahi taraftar olur. Çünki onlardan daha kuvvetli bir cereyan yok ki, ona girsinler.

İşte madem hakikat budur, yirmibeş seneden beri ehl-i ilmi, ehl-i tarîkatı ezen, ya kendilerine dalkavukluğa mecbur eden eski partinin müfrit ve mason ve komünist kısmı, bu noktadan istifade edip Demokratları devirmemek için; Demokratlar mecburdurlar ki hem Nurcuları, hem ülemayı, hem milleti memnun ve minnetdar etmek, hem Amerika ve müttefiklerinin yardımlarını kaybetmemek için bütün kuvvetleriyle Ezan mes’elesi gibi ŞEAİR-İ İSLÂMİYEYİ İHYA için mümkün oldukça tamire çalışmaları lâzım ve elzemdir.

Maatteessüf bazı müfrit ve mason ve komünistler, Demokrat aleyhinde olduğu halde kendini Demokrat gösteriyorlar ki; Demokratları tahribata sevketsin ve din aleyhinde göstersin, onları devirsin.

Nur Talebeleri ve Nurcu Üniversite gençliği namına
Sadık, Sungur, Ziya
(Emirdağ Lâhikası -2)

[Kardeşlerim! Sizce münasib ise Başvekil’e ve dindar meb’uslara verilmek üzere, ihtara binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli bir hakikattır.]

Mukaddeme: Kırk seneye yakın SİYASETİ TERKETTİĞİMDEN ve ekser hayatım bir nevi inzivada geçtiğinden, hayat-ı içtimaiye ve SİYASİYE İLE MEŞGUL OLMADIĞIMDAN büyük bir tehlikeyi göremiyordum. Bugünlerde o tehlikenin hem millet-i İslâmiyeye ve hem de bu memleket ve hükûmet-i İslâmiyeye büyük bir zarar vermeye zemin hazırlamakta olduğunu hissettim. Mecburiyetle, İslâmiyet milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i siyaset ve cem’iyet-i beşeriyeye hamiyet ile çalışanlar için bana manevî bir ihtar edildiğinden üç noktayı beyan edeceğim:

Birinci Nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde bir-iki senedir “irtica ile ittiham” kelimesi mütemadiyen tekrar edildiğini işitiyordum. Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyyen gördüm ki: Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedeviliğin bir kanun-u esasîsine irticaa çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları gaddarane bir ittiham ile; ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle değil dini siyasete âlet yapmak, belki de siyaseti dine âlet ve tâbi’ yapmakla; tâ İslâmiyet’in kuvvet-i maneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dörtyüz milyon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım zalim Avrupa’nın dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak irtica damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır.
(Emirdağ Lâhikası -2)

Kalbe ihtar edilen içtimaî hayatımıza ait bir hakikat
Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâm’dır.

İttihad-ı İslâm Partisi:
Yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini, siyasete âlet etmemeğe, belki siyaseti dine âlet etmeğe çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeğe mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.

Halk Partisi ise:
Hakikaten acib ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için, yirmisekiz senelik bütün cinayatıyla başkaların cinayatı ve İttihadcıların mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galib hükmündedirler. Çünki ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrudçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık olduğu halde; bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrudçuluk ile nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acib cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber bana yapılan muamelelerinden hissettim ki bir cihette manen Demokratlara galib geliyorlar. Halbuki İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan hadîs-i şerifte
ﺳَﻴِّﺪُ ﺍﻟْﻘَﻮْﻡِ ﺧَﺎﺩِﻣُﻬُﻢْ
yani: Memuriyet, emirlik ise reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyet’in bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünki kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad mutlak keyfî olur.

Millet Partisi ise:

Eğer İttihad-ı İslâm’daki esas olan İslâmiyet milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezcolmuş bir millet olsa; o Demokrat’ın manasındadır. Dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur. Firenk illeti tabir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu firenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedar bir halet-i ruhiye verdiği için pekçok zararları ve tehlikeleriyle beraber, bu zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.

Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin za’fiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başa geçerse; ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakikî Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar; hem hakikî Türklerin hem hâkimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar. Çünki İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerime:
ﻭَ ﻻ‌َ ﺗَﺰِﺭُ ﻭَﺍﺯِﺭَﺓٌ ﻭِﺯْﺭَ ﺍُﺧْﺮَﻯ
dır. Yani, birisinin günahıyla başkası muahaze ve mes’ul olmaz. Halbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle masum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünki “Bir masumun hakkı, yüz câniye feda edilmez” diye İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mes’ele-i vataniyedir ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.

Madem hakikat budur, ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve cazibedar nokta-i istinadlarına mukabil, daha ziyade maddî ve manevî cazibedar nokta-i istinad olan hakaik-i İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa sizin yapmadığınız eskiden beri cinayetleri, nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip; Halkçılar ırkçılığı elde edip, tam sizi mağlub etmeye bir ihtimal-i kavî ile hissettim ve İslâmiyet namına telaş ediyorum.

(Haşiye:) Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve sû’-i istimalleri neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî mes’elesini ve ağır cezalarını dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:

Nasıl Ezan-ı Muhammediye‘nin (A.S.M.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de AYASOFYA’yı da beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zalimane kabahatı da onlara yüklenmez fikrindeyim.

Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zâtların hatırları için, otuzbeş seneden beri terkettiğim siyasete bir-iki gün baktım…
Said Nursî

Ve bu hakikata yakînen şahid olup tasdik eden Risale-i Nur Talebeleri: Mehmed Çalışkan, Mustafa Acet, Hamza, Sadık, Halîm, Raşid, Ahmed Hüsrev, Sungur, Tahirî, Nuri vesaire…
(Emirdağ Lâhikası -2)

Sayın Adnan Menderes!

Otuzbeş seneden beri siyaseti terk eden Üstadımız Bedîüzzaman Hazretleri, şimdi Kur’an ve İslâmiyet ve vatan hesabına bütün kuvvetiyle ve talebeleriyle, dersleriyle Demokrat Parti’nin iktidarda kalmasını muhafazaya çalıştığına, biz Demokrat Parti mensubları ve Nur Talebeleri kat’î kanaatimiz gelmiştir.

Üstadımızdan, ne için Demokrat Parti’yi muhafazaya çalıştığını sorduk, cevaben:

“Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki Halk Partisi, İttihadcıların bozuk kısmının cinayetleri ve hem cumhuriyetin birinci reisinin Sevr Muahedesiyle ve çok siyasî desiselerin icbarıyla, onbeş senede yaptığı icraatının kısm-ı a’zamı tamamıyla eski partiye yüklendiği için, bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat’iyyen iktidara getirmeyecek. Çünki Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslüman kat’iyyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese edilemez. İşte bunun için hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum” dedi.

Milletçilere gelince:
Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, Demokrat Parti’ye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu partide ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakikî Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısmı da başka milletlerle karışmıştır. O zaman Hürriyetin başında olduğu gibi bu asil ve masum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek, o vakit hakikî Türkler’i ecnebiler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcud ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir ecnebiye istinad ile masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise dehşetli, tehlikeli olduğundan; Kur’an ve vatan ve millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Parti’nin iktidarda kalmasını temin etmeleri için ders veriyorum.” dedi.

Sayın Adnan Menderes,

Bütün gayesi vatan ve milletin selâmeti uğruna çalışan ve ders veren Üstadımız Bedîüzzaman gibi mübarek ve muhterem bir zâtın Demokrat Parti’ye yaptığı yardımı kıskanan Halk Partisi ve Millet Partisi elemanları, iktidar partisi yapıyormuşçasına çeşit çeşit bahane ve eziyet yaparak Üstadımızı Demokrat Parti’den soğutmak için var kuvvetleriyle çalıştıklarına kat’î kanaatımız gelmiş.

Sizin gibi “Dinin îcablarını yerine getireceğiz, din bu memleket için hiçbir tehlike teşkil etmez” diyen bir başvekilden; vatan, millet, İslâmiyet adına partimize maddî ve manevî büyük yardımları dokunan bu mübarek Üstadımızın kitablarının ve kendisinin tamamen serbest bırakılarak bir daha rahatsız edilmemesinin teminini saygı ve hürmetlerimizle rica ediyoruz.
{(Haşiye): İslâmiyet milleti her şeye kâfidir. Din, dil bir ise, millet de birdir. Din bir ise, yine millet birdir.}

Demokratlar a’zâlarından Nur talebeleri:
Mustafa, Nuri, Nuri, Hamza, Süleyman, Hasan, Seyda, Receb, İbrahim, Faruk, Muzaffer, Tahir, Sadık, Mehmed
(Emirdağ Lâhikası -2)

Demokratlara büyük bir hakikatı ihtar

Şimdi Kur’an, İslâmiyet ve bu vatan zararına üç cereyan var:

Birincisi: Komünist, dinsizlik cereyanı. Bu cereyan yüzde otuz-kırk adama zarar verebilir.

İkincisi: Eskiden beri müstemlekâtların, Türklerle alâkalarını kesmek için, Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek için; ifsad komitesi namında bir komite. Bu da yüzde on-yirmi adamı bozabilir.

Üçüncüsü: Garplılaşmak ve Hristiyanlara benzemek ve bir nevi Purutluk mezhebini İslâmlar içinde yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmayan bir kısım siyasîler heyetidir. Bu cereyan yüzde belki binde birisini, Kur’an ve İslâmiyet aleyhine çevirebilir.

Biz Kur’an hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana karşı daima Kur’an hakikatlerini muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu. Gördük ki:

Demokratlar, evvelki iki müdhiş cereyana karşı bize (Nurculara) yardımcı hükmünde olabilirler. Hem onların dindar kısmı daima o iki dehşetli cereyana mesleklerince muarızdırlar. Yalnız dinde hissesi az olan bir kısım garblılaşmak ve garblılara tam benzemek mesleğini takib edenler ise, üçüncü cereyana bir yardım ediyorlar. Madem o cereyanın yüzde ancak birisini belki binden birisini Purutlar ve Hristiyan gibi yapmaya çevirebilirler. Çünki İngiliz ikiyüz sene zarfında tahakküm ettiği ikiyüz milyon İslâm’dan ikiyüz adamı Purutluğa çevirememiş ve çeviremez.

Hem hiçbir tarihte bir İslâm, Hristiyan olduğunu ve kanaatle başka bir dini İslâmiyete tercih etmiş olduğu işitilmediğinden, iktidar partisinde bulunan az bir kısım, dinin zararına siyaset namıyla üçüncü cereyana yardım etse de; madem o Demokrat Partisi, meslek itibariyle öteki iki cereyan-ı azîmenin durmasında ve def’etmesinde mecburî vazifeleri olmasından, bu vatana ve İslâmiyete büyük bir faidesi dokunabilir.

Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’an menfaatına kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil; belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muârız oldukları için; onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebeb oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz. Ve dinde lâübali kısmını dahi cidden ikaz edip “Aman çabuk hakikat-ı İslâmiyeye yapışınız” ihtar ediyoruz ki; vatan ve millet ve onların hayatı ve saadeti, hakaik-i Kur’aniyeye dayanmak ve bütün âlem-i İslâmı arkasında ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İslâmiye ile dörtyüz milyon kardeşi bulmak ve Amerika gibi din lehinde ciddî çalışan muazzam bir devleti kendine hakikî dost yapmak, iman ve İslâmiyet’le olabilir.

Biz bütün Nurcular ve Kur’an hizmetkârları, onlara hem haber veriyoruz, hem İslâmiyet’e hizmette muvaffakıyetlerine dua ediyoruz, hem de rica ediyoruz ki: Bu memleketin bir ehemmiyetli mahsulü ve vatanda ve şimdi âlem-i İslâmda pek büyük faidesi ve hizmeti bulunan Risale-i Nur’u, müsaderelerden kurtarıp neşrine hizmet etsinler. Bu vatandaki dindarları kendine taraftar etsinler ve selâmeti bulsunlar.
Said Nursî
(Emirdağ Lâhikası -2)

… Kardeşlerim! Hastalığım pek şiddetli, belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan -bazan men’olduğum gibi- men’ edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, EHVEN-ÜŞ ŞERR deyip bazı bîçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil. Çünki dâhilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; ehven-üş şerr olarak bakınız. Daha A’ZAM-ÜŞ ŞERDEN kurtulmak için; onlara zararınız dokunmasın, onlara faideniz dokunsun.
(Emirdağ -2)

… NUR TALEBELERİ SİYASETLE İŞTİGAL ETMEZ, SİYASETTEN KAÇIYORLAR. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar; tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. SİYASÎ BİR CEM’İYETLERİ ASLA MEVCUD DEĞİL.
(Emirdağ-2)

Ey kardeşlerim! Kırkbeş sene evvel Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki; o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki; o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: “DİNİN BİR HAKİKATİNİ BİN SİYASETE TERCİH EDERİM.” Evet o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeğe teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikına bir hizmetkâr, bir âlet yapmağa çalışmış.

Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garblılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeğe çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki:

Bir sâlih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir sâlih hocayı tenkid ve tefsik etti.

Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin.” Bunun için Eski Said: “EÛZÜ BİLLAHİMİNEŞŞEYTANİ VESSİYASETİ” dedi. Ve OTUZBEŞ SENEDEN BERİ SİYASETİ TERK ETTİ.
Said-i Nursî
(Hutbe-i Şamiye – Arabî Hutbe-i Şamiye Eserinin Tercümesi/Üçüncü Kelime)

… Sakın kardeşlerim! Tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben bu sözlerimle siyasetle iştigal için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ! HAKİKAT-I İSLÂMİYE BÜTÜN SİYASÂTIN FEVKİNDEDİR. BÜTÜN SİYASETLER ONA HİZMETKÂR OLABİLİR. HİÇBİR SİYASETİN HADDİ DEĞİL Kİ, İSLÂMİYETİ KENDİNE ÂLET ETSİN.
(Hutbe-i Şamiye – Arabî Hutbe-i Şamiye Eserinin Tercümesi/Beşinci Kelime)

(Haşiye-1: Siyaseti Yeni Said bütün bütün terkettiği için bakmadığından, Eski Said’in siyasete temas eden HUTBE-İ ŞAMİYE dersinin (onun yerine) tercümesi yazıldı.

(Haşiye-2: Hem üstadımızın yirmi yedi senelik hayatı ve yüzotuz parça kitabı ve mektubları, üç mahkeme (şimdi bin mahkeme) ve hükûmet memurları tarafından tam tedkik edildiği ve aleyhinde çalışan zalim mürted ve münafıklara karşı mecbur da olduğu halde, hattâ i’damı için gizli emir verildiği halde, dini siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emare bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat’î isbat ediyor. Ve hayatını yakından tanıyan biz Nur Şakirdleri ise, bu fevkalâde hâle karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki hakikî ihlasa bir delil saymaktayız.

Nur Şakirdleri

Nurcuların Nazarını, Siyasete ve Dünyaya Çevirmek Hatadır

… Şimdiye kadar çok tecrübelerle Risale-i Nur’un serbest intişarıyla BELALARIN REF’İ ve ona ilişmek ve susturulmakla belaların gelmesi sabit olmuş. Hattâ mahkemede isbat edilmiş. Anlaşılıyor ki; bu bahar fırtınasında iki haricî, iki dâhilî dört cereyan, herbiri bir maksada göre ve Nurcuların şevkine ve sa’ylerine ilişmek ve yüzlerini dünyaya ve SİYASETE ÇEVİRMEK İSTEMELERİNDEN KURAKLIK BAŞLADI, inşâallah yakında ref’ olur.
(Emirdağ Lâhikası -1)

Umum Nur Talebelerine Üstad Bedîüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son derstir.

Aziz kardeşlerim!
Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, VAZİFE-İ İLÂHİYEYE KARIŞMAMAKTIR. Bizler ASAYİŞİ MUHAFAZAYI netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Meselâ kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, bir çok hâdiselerle sabit olmuş. Meselâ: Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfî’de i’dam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve VAZİFE-İ İLÂHİYEYE KARIŞMAMAK hakikatı için; bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim.

Cercis (A.S.) gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi sabır ve rıza ile karşıladım.

Evet meselâ: Seksenbir hatasını mahkemede isbat ettiğim bir müddeiumumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünki asıl mes’ele bu zamanın CİHAD-I MANEVÎSİDİR. Manevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

Evet mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir.
ﻭَ ﻻ‌َ ﺗَﺰِﺭُ ﻭَﺍﺯِﺭَﺓٌ ﻭِﺯْﺭَ ﺍُﺧْﺮَﻯ
düsturu ile ki: “Bir câni yüzünden; onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mes’ul olamaz.” İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturu ile vazifemiz, DÂHİLDEKİ ASAYİŞE BÜTÜN KUVVETİMİZLE YARDIM ETMEKTİR. Onun içindir ki, âlem-i İslâm’da asayişi ihlâl edici dâhilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da, aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da; vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.

Ben de Celaleddin-i Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir.” deyip ihlas ile hareket etmeyi Kur’andan ders almışım.

Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünki düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganîmet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. BU ZAMANDA DÂHİL ve HARİÇTEKİ CİHAD-I MANEVİYEDEKİ FARK, PEK AZÎMDİR.
(Emirdağ Lâhikası -2)

Hem dâhildeki CİHAD-I MANEVÎ; manevî tahribata karşı çalışmaktır ki; maddî değil, manevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok.

Meselâ: Bir parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği halde, hattâ otuz senede hapisler de tazyikler de olduğu halde, hakkımı helâl ettim. Ve azablarına mukabil, o bîçarelerin yüzde doksanbeşini tezyif ve itirazlara, zulümlere maruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum ki,
ﻭَ ﻻ‌َ ﺗَﺰِﺭُ ﻭَﺍﺯِﺭَﺓٌ ﻭِﺯْﺭَ ﺍُﺧْﺮَﻯ
âyeti hükmünce kabahat ancak yüzde beşe verildi. O aleyhimizdeki partinin şimdi hiçbir cihetle aleyhimizde şekvaya hakları yoktur.

Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamları ile; bizi, yetmiş kişiyi, mahkûm etmek için sû’-i fehmiyle, dikkatsizliğiyle Risale-i Nur’un bazı kısımlarına yanlış mana vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde isbat edildiği gibi, en ziyade hücuma maruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müddeiumumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu. Dediler: “Bu müddeiumumînin kızıdır.” O masumun hatırı için o müddeîye beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler; o Risale-i Nur’un, o mu’cize-i maneviyenin intişarına, ilânına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılab etti.
(Emirdağ Lâhikası -2)

Risale-i Nur‘daki şefkat, vicdan, hakikat, hak, BİZİ SİYASETTEN MEN’ETMİŞ. Çünki masumlar belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz. Bazı zâtlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harbden gelen istibdadat-ı askeriye ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdad meydan almış ki, ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak, o halette o da ezlem olacak veyahut mağlub kalacak. Çünki mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir-iki adamın hatasıyla yirmi-otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlub vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir-ikinin hatasıyla yirmi-otuz bîçareleri ezseler, o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.

İşte Kur’anın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle SİYASETTEN ve İDAREYE KARIŞMAKTAN KAÇINDIĞIMIZ hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik. Hem madem herşey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve zahmet ise rahmete kalboluyor; elbette biz, sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz. Zor ile, icbar ile sükûtumuzu bozdurmak ise; insafa, adalete, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıddır, muhaliftir.
(Şualar – Onikinci Şua)