Etiket arşivi: said nursi

Müslümanın Zırhı “Takva” ve “Amel-i Salih”

Kur’an-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarıdır. (1) Bu sebeple Allah’ın dostları, iman edipte takvaya sarılmış olanlardır. (2) Takvâyı Bediüzzaman Hazretleri şöyle izah eder: Takva; Menhiyattan (dinen yasak olan şeylerden) ve günahlardan içtinab etmek (çekinmek) ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.(3) Allah katında insan için en önemli şeref ve kıymet kaynağı takvâdır. “Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda (Allah’ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olandır.” (4) ayeti bu hakikate işaret eder. Dini yaşamada bu şekilde hassas davranan müslümana da “muttaki” denir (5). Evet, manâ ve muhtevâ itibariyle takvâda öyle bir büyü var ki, ona sığınmadan Kur’ân’ı tam anlamak ve Kur’ân yörüngesinde yürümeden ona ulaşmak mümkün değildir. Başta, Kur’ân, kapısını müttakîlere aralar ve: “huden lil muttekin” (Bakara/3) fısıldar; neticede, Hz. Furkan ekseninde yaşamaya işaret eder ve nazarları “Lealleküm tettekun” (Bakara/21) ufkuna çevirir. (6)

Şu zamanda en mühim vazife, imana hizmettir. İman saadet-i ebediyenin anahtarıdır.(7) Fakat ona iman etmek: Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ders verdiği gibi, o Hâlık’ı sıfatları ile isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.(8) Toplumu “imansızlık” gibi bir felaketten korumak, bütün ömür dakikalarını sırf iman hizmetine vakf ve hasretmek ve ihlasa tam muvaffak olmak için, Bediüzzaman Hazretleri kendini dünyadan tecrid ederek mücerred kalmıştır. Evet, Bediüzzaman iman ve İslâmiyet hizmeti için, her şeyden bu derece fedakârlık yapan, fakat bütün bunlarla beraber; ubudiyet, zühd ve takvada da bir istisna teşkil eden tarihî bir İslâm fedaisi ve Kur’an-ı Hakîm’in muhlis bir hâdimi payesine yükselmiştir.(9) Onun izinden giden Risale-i Nur talebelerinin de bu zamanda tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmaları en mühim vazifeleridir. (10) Üstad Hazretleri  Risale-i Nur’un takvadarane meşrebini (11) ders verir ve şöyle der :  “Ey ehl-i iman! Bu müthiş düşmanlarınıza karşı zırhınız: Kur’an tezgâhında yapılan takvadır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyesidir. Ve silâhınız, istiaze ve istiğfar ve hıfz-ı İlahiyeye ilticadır.” (12)

Takva üzerine tesis edilmiş bir mescid hükmünde olan yeryüzünde (13) Allah’ın halifesi olarak yaşayan biz müslümanların onun hoşnutluğunu kazanması takva ve salih amele bağlıdır.. Bu yoldan bizi alıkoymak isteyecek insi ve cinni şeytanlar karşımıza çıkacaktır. Onları razı etmek hedefimiz değildir. Çünkü takva ve amel-i sâlih ile Hâlıkını razı etti isen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur; o kâfidir. (14)

Sonuç:

Hakk’ın, en çok beğendiği iş takvâ, en temiz, en nezih kulları da müttakîlerdir.. takvâ adına müttakîlere en saf, en duru mesajı da Hz. Furkan-ı Bedîu’l-Beyan’dır. (15) Kur’an’ın hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur  bu manayı talebelerine şu şekilde ders verir: “Risale-i Nur gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terk edilmez.” (16)

Zafer KARLI

www.NurNet.Org                                                                                                          

Kaynakça :

1- Kastamonu Lahikası – 148

2- Yunus 10/63 :

3- Kastamonu Lahikası – 148

4- Hucurât/13

5- Rağıb el-İsfahânî, el-Müfredât fi Caribi’l-Kur’an, Mısır, 1961, s. 530

6- F.G., Sızıntı, Haziran 1993, Cilt 15, Sayı 173  

7- Barla Lahikası – 328

8- Emirdağ – 1 – 203

9- Sözler – 758

10- Kastamonu Lahikası – 148

11- Şualar – 503

12- Lem’alar – 72

13-İşarat-ül İ’caz – 203 

14- Mesnevi-i Nuriye – 185

15- F. G., Sızıntı, Haziran 1993, Cilt 15, Sayı 173  

16- Kastamonu Lahikası – 77-78

Risale-i Nur’daki Orjinal Tefsir Metodu

Öncelikle şunu belirtmek gereklidir ki; dine ait her mesele “Kur’an ve Sünnet”  perspektifinde değerlendirilir, oradaki ölçülere göre yorum yapılır. Bir Kur’an tefsirinin sınırları ve ölçüleri Kur’an-ı Kerim’de ve Sünnette belirtilmemiştir. Sahabelerden başta dört halife olmak üzere İbni Abbas, İbni Mes’ud, Übeyy b. Ka’b gibi ilimde şöhret bulmuş sahabeler, Peygamberin sünnetiyle, sünnette bulamazlarsa ilmi melekelerinin verdiği içtihatlarla tefsir yapmışlardır. Sahabe döneminde Kur’an’ın tümü tefsir edilmemiş ve tefsir ilmi, daha sonraları hadis ilmi içinde bir bölüm olarak yerini almıştır.(1)

Kısacası ne hadis-i şeriflerde ne de Kur’an’da “şu ölçülere uyan çalışmaya tefsir denir, uymayana denmez” gibi bir yaklaşım söz konusu değildir. Bu sebeple Risale-i Nur’a tefsir değildir denemez… Risale-i Nur’un tefsirdeki yeri ve kıymeti hakkında detaylı bilgi almak isteyenlerin Dr. Niyazi Beki tarafından telif edilmiş “Kur’an’ın Yüksek ve Parlak Bir Tefsiri Risale-i Nur” isimli kitaba müracaat etmelerini tavsiye ederiz.

Risale-i Nur Külliyatından İşârâtü’l- İ’caz’ın dışındaki diğer kitaplar bilinen tefsir kitaplarından farklı bir yol izlemiş; Kur’an’ın tamamını değil sadece imana dair ayetlerini tefsir etmiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin niçin îmana ve îmanî meselelere dair bir tefsir te’lif ettiği akla gelebilir. Resulullahın (a.s.m.) hayatını, İslâmiyet’in ilk zuhurunu ve yeryüzüne yayılmasını inceleyen insan bu sorunun cevabını bulacaktır. Yüce Peygamberimizin (a.s.m.) hayatında, îman meselesi esas teşkil eder. Bütün faaliyetleri îmana dayanır ve îman içindir. İslâmiyet’in ilk çıkışı da, insanları îmana davetle başlamış ve bütün dünyaya îmanı neşrederek yayılmıştır. (2)

Öte yandan ahirzamanın dehşetine işaret eden “Kıyamet kopmazdan önce gece karanlığının parçaları gibi fitneler olacak. (O vakit) Kişi mümin olarak sabaha erer de kâfir olarak akşama kavuşur. Mümin olarak akşama erer, kâfir olarak sabaha kavuşur. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık mukabilinde dinlerini satarlar.” hadis-i şerifi ahirzamanda imanı muhafaza etmenin en önemli mesele olduğunu bildirmektedir. (3)

İşte bu sebepten Risale-i Nur Külliyatı Kur’ân-ı Kerim’in imanı işleyen âyetlerini hareket noktası kabul etmiştir, bunu da, idrak araçlarını bir taraftan fıtrî şeriat olan tabiatla irtibatlandırarak yapmaya çalışmıştır. Bunu da fıtratı ön plana çıkararak, imanî şuuru uyandıracak çağrıda bulunarak ve imanî-amelî sorumluluk dairesi arasında tekâmülü sağlama suretiyle mahlûku halıkıyla irtibatlandırarak yerine getirmeye çalışır.(4) Çünkü hakiki iman, bütün mevcudatın gerçek yönlerini gösteren bir dürbün, aynı zamanda hayattar âlemlere açılan bir penceredir.

Risale-i Nur’un diğer tefsirler gibi ayetleri sırası ile tefsir etmeyip farklı bir yöntem izlemesi dikkat çekici bir unsurdur. Bu tarzı anlamakta zorlananlara İslâm düşüncesinin özelliklerinden ve en önemli vasıflarından olan insanın içinde bulunduğu dünya ile kâinatı, şehadet âlemiyle gayb âlemini, madde ile ruhu temiz, berrak ve nezih İslâm akîdesinin şemsiyesi altında bir arada mütâlâa etme yöntemini hatırlatmak isteriz.  (5)

Buna bir misal vermek gerekirse Kur’an’ın en azam meselesi olan tevhid akidesi Risale-i Nur’da “Kâinattan Halıkını Soran Bir Seyyah” üslubuyla işlenmiştir. Böylelikle Risale-i Nur ilimlerin diliyle sâbit olan bu intizam ve nizamın, ittifak ile Kâinat Sultânı’nın saltanatını ve san’atını ilân ettiğini, görmeyen gözlere gösterir. Bu tarz ise Kur’an’a aittir. Evet, Kur’an akaid kitabıdır, fakat kalbi hep inançla meşgul edip, aklı çalıştırmaktan ve bedii (estetik) güzelliği tatmaktan uzaklaştıran ard arda bahislerden ibaret değildir. Aksine, yaratılanı ve ondaki güzelliği incelemek yoluyla Yaratan’ı bulmak işlemi içinden, inancı yerleştiren ayetlerdir. (6) Çünkü Kur’an iman hakikatine insanın, öncelikle objektif ve sübjektif delillerden hareketle ulaşmasını tavsiye etmektedir. Kur’ana göre bütün âlem Allah’ın gerçek ilah oluşunu haykıran delillerle doludur. Yani Allah tabiat aracılığı ile insanla konuşmaktadır. İnsana düşen, Kur’an’ın ayet olarak isimlendirdiği bu işaretleri doğru bir şekilde okumak, inancını söz konusu işaretlerden edindiği ilmi verilerle temellendirmekten ibarettir.(7)Bu sebeple Risale-i Nur Külliyatında imana dair meseleler izah edilirken teşrii ayetler olan Kur’an ayetlerinin perspektifinde tekvini ayetler olan kâinat mütalaa edilmiştir.

Risale-i Nur’daki bu dersleri alan kimsenin Cenab-ı Hakk’ın yaratıklarındaki sırlara vakıf oldukça Allah’ın isimleri hususunda ilim ve irfanda derinleşir. Bu ilahi isimler vesilesiyle insan, her türlü yaşayışında ulûhiyetle arasında bir bağ kurma imkânına kavuşur. İnsan bu isimleri tanıdıkça Allah’a olan şevk ve incizabı artar. (8) Bunun neticesinde mü’min, Risale-i Nurların irşadıyla canlı, aksiyoner bir inanca erişip ibadete yönelir. Marifetten mahrum kalan ise ibadetin tadına varamaz. (9) Risale-i Nur verdiği Kur’ani ders ile muhatabını marifete eriştirip ebedi saadetin kapısını aralar.

Sonuç :

Risâle-i Nur, sadece kelamda değil, Kur’ân’ın maksatlarını ve iman hakikatlerini izahta ve marifet-i Sâni hususunda da, bir tecdit hareketidir ve kökü mazide ve Asr-ı Saâdette olan yeni bir iman mektebidir. Risâle-i Nur yeni bir iman mektebi olarak sadece Kur’ân’ın hakikatlerini asrın idrâkine uygun olarak izah etmekle kalmamakta, kâinat kitabından misaller vererek, ilimlerin ışığında Kur’ân’ı tefsir etmekle, Kur’ân’ın ezelî tercümesi olduğu kâinât kitabının her bir mevcut ilimlerinde de konusu olmakla, İslâmiyet’in hakiki ilimlerin zübdesi ve özü olduğunu da ortaya koymaktadır.

Öte yandan Risale-i Nur, Kur’ân’ın hakikatlerini kâinat kitabından misallerle izah ve tefsir etmekle, kelam sıfatından doğan Kur’ân kitabı ile kudret kaleminden doğan kâinat kitabının kanunları ve kaideleri arasında tam bir mutabakat bulunduğunu ispat eylemektedir. Böylece, bu özelliğiyle İslâmiyet’in, hevâ ve heves içinde dönüp dolaşan, bazen ışık ve bazen zulmet veren ve çabuk değişen diğer din ve doktrinlerden mümtaz ve serfirâz olduğunu akıllara anlatmaktadır.(10)

Zafer KARLI

www.NurNet.Org

Kaynaklar :

1-http://www.kubacami.com/konular/akademi/alak_tefsir/5_tarihsel_surec.htm

2-İmanın Kuvvetlenmesinde Bediüzzaman Faktörü Makale Yazarı: Prof. Dr. Ahmed Abdurrahim Es-Sâyih (Katar Üniversitesi – KATAR)

3-Tirmizi, Fiten 30, (2196)

4- Nursî’ye Göre Kur’ân Ve Kâinat Kitabı Makale Yazarı: Dr. Sami ‘Afifi Hijazi

5-Nursî’ye Göre Kur’ân Ve Kâinat Kitabı Makale Yazarı: Dr. Sami ‘Afifi Hijazi

6- Prf. Dr. Suat Yıldırım, Kur’an’a Bakışlar 1 s. 17, Işık Akademi Yayınları 2011

7-Prf. Dr. Muhsin Demirci; Kuranın Ana Konuları s:203 İstanbul 2010

8-Prf. Dr. Veli Ulutürk; Kur’an-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor, s:96–97 Yeni Akademi Yayınları 2007

9- İbrahim Refik; Vecizeler Kitabı s.43 Ferzan Kitaplığı 2007

10- Yeni Bir Îman Mektebi Olarak Risâle-İ Nur Makale Yazarı: Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ

Risale-i Nur’da “Cevşen”

“Çok Esmâya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara mübtelâ olan insan, münâcâtında, istiâzesinde çok isimleri zikreder. Nasıl ki, nev-i insanın medâr-ı fahrı ve elhak en hakiki insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî (aleyhissalâtü vesselâm), Cevşenü’l-Kebîr nâmındaki münâcâtında bin bir ismiyle duâ ediyor, ateşten istiâze ediyor.” Sözler; Yirmi Dördüncü Söz s.302

“Hem meselâ, Kur’ân’ın hakiki ve tam bir nevi münâcâtı ve Kur’ân’dan çıkan bir çeşit hülâsası olan Cevşenü’l-Kebir namındaki münâcât-ı Peygamberîde (aleyhissalâtü vesselâm) yüz defa (Sen aczden ve şerikten münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin. El-aman, el-aman! Bizi azap ateşinden ve Cehennemden halâs et, kurtar ve bize necat ver.) cümlesinin tekrarında, tevhid gibi kâinatça en büyük hakikat ve mahlûkatın rububiyete karşı tesbih ve tahmid ve takdis gibi üç muazzam vazifesinden en ehemmiyetli bir vazifesi ve şekavet-i ebediyeden kurtulmak gibi nev-i insanın en dehşetli meselesi ve ubudiyet ve acz-i beşerin en lüzumlu neticesi bulunması cihetiyle, binler defa tekrar edilse yine azdır.” Sözler; Yirmi Beşinci Söz s.419

“Hem, binler dua ve münacatlarından Cevşenü’l-Kebir ile öyle bir marifet-i Rabbaniye ile öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur.” Mektubat: 212

“Risale-i Münacatın başında, Cevşenü’l-Kebirin doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, Cevşen’in dahi misli yoktur diyecek.” Mektubat: 213

“…yüz hâsiyeti ve faydası bulunan Evrâd-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendîyi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşenü’l-Kebîr’i…” Lemalar: 136

“Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm), Cevşenü’l-Kebîr namındaki münâcât-ı âzamında, marifetullahta gayet yüksek ve gayet câmi derece-i marifetini göstererek…” Lem’alar:332

“Kur’ân’dan ve münâcât-ı Nebeviye olan Cevşenü’l-Kebîrden aldığım bu dersimi, bir ibâdet-i tefekküriye olarak, Rabb-i Rahîmimin dergâhına arz etmekte kusur etmişsem, kusurumun affı için, Kur’ân’ı ve Cevşenü’l-Kebîri şefaatçi ederek, rahmetinden, affımı niyaz ediyorum. “ Lem’alar: 363

“Cenâb-ı Hakka, ilmelyakîn ve hattâ aynelyakîn derecesinde iktisâb-ı mârifet ederek ubûdiyetin (kemâhiye hakkıhâ) iktizâ ettiği acz ve fakr-i tâmını izhar ederek dergâh-ı İlâhiyeye ilticâ ve huzur-u Rahmâna takarrüb gibi mezâyâ-yı insâniyeyi bihakkın tâlim; ve dünya ve mâfihâya mâlik ve kenz-i mahfîye mutasarrıf olan Ekrem-i Enbiya (aleyhi ekmelüttahiyyat) Efendimizin münâcatından ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyânın tesbih ve tahmid ve sena ve duaya münhasır yedi yüz adet âyâtından me’huz nazirsiz şu münâcâtın menba-ı mânevîsi, evvelâ, başta hilkat-i âlem hakkında âyât-ı adîdeden ve âyet-i celileden; saniyen, Cevşenü’l-Kebir’in bin bir esmasından hilkat-i mevcudatla münasebettar birkaç ukdelerinden; salisen, “ilim şehrinin kapısı” tabir-i senaiye-i Nebeviyesine bihakkın mazhar İmam-ı Ali Kerremallahu Vechehu Radıyallahu Anh’ın ecram-ı semaviye ve mevcudat-ı arziye ile vücub-u vücud, Vahid-i Ehadi ispat ettiği muhteşem bir hitabeyi muktedâ-bih ittihaz ederek mevzu ve gâye-i maksadı o kadar ta’mik ve tevzi eder ki, bu hakaika ait takdirat ancak müellifinin lisan ve kalemine menut ve mütevakkıf olup yalnız mükerreren sadır olan emre mutavaat niyet ve kastıyla şuru’ edilen şu fihristte deriz:

Birinci Fıkrada: Semavattaki deveran ve bu kesret içindeki acib sükûnetle kemâl-i faaliyet, Ma’bud-u Bilhak olan Vacibü’l-Vücud, Vahid-i Ehade delâlet ettiğini;

İkinci Fıkrada: Fezanın; bulut, şimşek, yıldırım, rüzgâr, yağmurlarla faaliyet ve icraat-ı hayret-efzası yine mezkûr biküll-i lisan olan Vacibü’l-Vücud, Vahid-i Ehade dâll bulunduğunu;

Üçüncü Fıkrada: Unsurlar sâir müştemilâtıyla ve küre-i arz umum mahlûkatıyla ve teferruâtıyla;

Dördüncü Fıkrada: Edille-i sâbıka gibi, denizler, nehirler, pınarlar, mâruf bikülli ihsân olan Vâcibü’l-Vücud, Vâhid-i Ehade delâlet ettiğini;

Beşinci Fıkrada: Geçen şehâdet gibi, dağlar, zelzele tesirâtından zemînin muhâfaza ve sükûnetine ve içindeki inkılâbat fırtınalarından selâmetine ve denizlerin istilâsından halâsına, hem havanın muzır gazlardan tasfiyesine ve suların iddihârına ve zîhayatlara lâzım maddelerin hazinedarlığına ettiği hizmetler ve hikmetler ile Vâcibü’l-Vücudun vücuduna ve vahdetine şehâdet ettiğini;

Altıncı Fıkrada: Geçen deliller gibi, zemindeki ağaçların ve nebâtâtın, yapraklar, çiçekler ve meyvelerin cezbedarâne hareket-i zikriyeleri ve kemâl-i sühûletle giydirilen cihazât ve zînetleri bilbedâhe vücûb-u vücud ve vahdet-i Bârîye delâlet ettiğini;

Yedinci Fıkrada: Kezâ zîrûhun ve husûsan nev-i beşerin cisimlerinde mevcut ve muntazam saatler ve makineler gibi işleyen ve işlettirilen dâhilî ve hâricî âzâ ve cevârih ve bilhassa havass-ı hamse-i zâhire gibi kemâl-i faâliyetle iş gören duygularıyla Vahdâniyeti ispat ettiğini;

Sekizinci Fıkrada: Kâinatın hülâsası olan insan ve insanın zübdesi olan enbiyâ ve evliyâ ve asfiyânın hülâsalan olan kalblerinin ve akıllarının müşâhedât ve keşfiyât ve ilhâmât ve istihrâcâtıyla, yüzler icmâ’ ve tevâtür kuvvetinde ve katiyetinde vücûb-u vücud ve vahdet-i İlâhiyeye şehâdet ettiklerini kemâl-i vuzuh ile beyân ve tahaccür etmiş kalbleri ıslah, hem Cenâb-ı Kibriyâ’ya münâcât olan şu yektâ ravza-i hakîkat, hâtime-i tazarru ve niyâzını şöyle bağlar ki:

“Ya Rabbî ve yâ Rabbe’s-Semâvâti ve’l-Arâdîn! Yâ Hâlıkî ve yâ Hâlık-ı Külli şey!

Gökleri yıldızlarıyla, zemîni müştemilâtıyla ve bütün mahlûkatı bütün keyfiyâtıyla teshir eden kudretinin ve irâdetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle! Ve matlubumu bana musahhar kıl! Kur’an’a ve îmâna hizmet için, insanların kalblerini Risâle-i Nur’a musahhar yap! Ve bana ve ihvânıma, îmân-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver! Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrahim Aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Dâvud Aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm)’a şems ve kameri teshir ettiğin gibi, Risâle-i Nur’a kalbleri ve akılları musahhar kıl! Ve beni ve Risâle-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azâbından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennetü’l-Firdevste mes’ud kıl! Âmin, âmin.”

“Bin bir esma-i İlahiyeye sarihan ve işareten bakan ve bir cihette Kur’an’dan çıkan bir harika münacat olan ve marifetullahta terakki eden bütün ariflerin münacatlarının fevkinde bulunan ve bir gazvede “Zırhı çıkar onun yerine bu Cevşeni oku” diye Cebrail vahiy getiren Cevşenü’l-Kebir münacatı içindeki hakikatler ve tam tamına Rabbine karşı tavsifler, Muhammedin (aleyhissalâtü vesselâm) risaletine ve hakkaniyetine şahadet ettiği gibi, Kur’an dan tereşşuh eden ve bir cihette Cevşenden feyiz alan ve tevellüd eden Resailin-Nuriye, yüz otuz parçasıyla risalet-i Muhammediyeye (aleyhissalâtü vesselâm) birtek hüccet ve risaletinin bütün hakikatlerini aklen ve mantıken ispatıyla, hatta felsefenin nazarında akıldan pek uzak meselelerini göz önünde gibi gayet kolay ve makul bir tarzda ders vermesiyle Muhammedin (aleyhissalâtü vesselâm) sadıkıyetine ve risaletine külli bir surette şahadet eder.” Şualar: 541

“Nur iskelesinin nâzır-ı bînazîri Sabri, basiret-i basîrin hususi mektubunda yazdığı mübarek bir hemşiremin Cevşenü’l-Kebîri ezber etmesi, eskiden beri o hemşire, Risale-i Nur talebeleri içinde bulunduğuna istihkakını gösteriyor.” K. Lahikası: 86

“Hazret-i Hasan (radıyallahu anh)’ın altı aylık hilafetiyle beraber Risale-i Nur’un Cevşenü l-Kebirden ve Celcelutiyeden aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz.” E. Lahikası: 65

“Kardeşlerim, merak etmeyiniz, Cevşen ve Evrad-ı Bahaiye bu defa dahi o dehşetli zehrin tehlikesine galebe etti.” E. Lahikası: 123

“Bir biçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhur dua-i Nebevi olan Cevşenü’l Kebir hakkında ve akıl haricindeki sevap ve faziletine dair bir hadisi görmüş, şüpheye düşmüş. Demiş:

“Ravi, Ehl-i Beytin imamlarındandır. Hâlbuki hadsiz bir mübalağa görünüyor. Mesela içinde der: Bu duaya Kur’ân kadar sevap verilir. Hem Göklerdeki büyük melaikeler, o dua sahibini gördükçe kürsilerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler. Bu ise, aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez” diye, Risale-i Nur’dan imdat istedi. Ben de Kur’ân’dan ve Cevşen’den ve Nur’lardan gayet kat i ve tam akıl ve hikmete mutabık bir cevap verdim. Size gayet kısa bir icmalini beyan ediyorum.” E. Lahikası: 142

“Yeni Said in hususi üstadı olan İmam-ı Rabbani, Gavs-ı Azam ve İmam-ı Gazali, Zeynelabidin (radıyallahu anh) hususan Cevşenü’l Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Veche den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü’l Kebirle daima onlara manevi irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım.” E. Lahikası: 183

“Nazif büyük bir hayır yapmak için Nurcuların ehemmiyetli bir virdi olan Cevşenü’l-Kebir’i makine ile teksir etmiş. Bunun sevabına dair, haşiyesindeki pek harika ve müteşabih hadislerden faziletine dair olan parçayı beraber teksir etmek için bana yazmıştı. Ben de dedim: Otuz beş seneden beri hergün Cevşen’i okuduğum halde o haşiyeyi üç dört defadan ziyade okumadım. Onun için onun aynı münasip olmaz. Tâ muarız ve zındıklar itiraz parmaklarını uzatmasınlar. İnşaallah yakında o mübarek Cevşenü’l-Kebir Nurcuları şevkiyle tenvir edecek.” E. Lahikası: 284

“Hakikaten, o kardeşimizin Cevşenü’l Kebîri ve Hizb-i Nuriyeyi Salâvat ile beraber neşri, Nurculara ve ehl-i imana büyük bir hizmettir.” E. Lahikası: 300

“Ben daha fırtına ve yağmur başlamadan evvel hiss-i kablelvuku ile hazine-i rahmete bir anahtar olacak dehşetli ve heyecanlı bir musibet hissettiğimden, mütemadiyen Cevşen’i ve Şâh-ı Nakşibend’in virdini okuyordum.” E. Lahikası: 415

“Birinci gecede Evrad-ı Bahaiye ve Tesbihat ve Sekîne ve Delâil-i Hayrat ve Cevşenü’l Kebîr gibi ders ve virdlerimize çalıştık.” Sikke-i Tasdik-i Gaybi:150

“Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm)’ın münacat-ı meşhûresi olan “Cevşenü’l Kebîr” namındaki münacatını…” Tarihçe-i Hayat: 149

“Hem, Üstadımız taharet ve nezafet-i şer’iyeye son derece riayet eder; her zaman abdestli olarak bulunur. Asla mübarek vaktini boş geçirmez; ya Risale-i Nur telifiyle veya tashihiyle meşgul veya münacat-ı Cevşeniyeyi kıraat ve secdegah-ı ubûdiyete kaim veya tefekkür-ü ala-i İlahî bahrine müstağrak bulunurdu.” Tarihçe-i Hayat: 286

“Bir siyasî memurun iğfali ve “İmhası için yukarıdan emir aldık” demesine aldanan bir bekçibaşı, Üstadın penceresine geceleyin merdivenle çıkarak yemeğine zehir atmış; ertesi gün Üstad zehirlenerek kıvranmaya başlamıştır. Zehirin tesiri çok azîm olduğu halde; kendisi, “Cevşenü’l-Kebîr gibi evrâd-ı kudsiyelerin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat hastalık, ıztırap çok şiddetlidir” derdi.” Tarihçe-i Hayat: 401

“Cevşenü’l-Kebîr ve Risâle-i Nur ve Hizb-i Nûrî dahi kâinatı baştanbaşa nurlandırıyor, zulümât karanlıklarını dağıtıyor, gafletleri, tabiatları parça parça ediyor; ehl-i gaflet ve ehl-i dalâletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında envâr-ı tevhîdi gösteriyor.” Hizmet Rehberi: 37

Derleyen: Zafer KARLI

www.NurNet.Org

Bediüzzaman’ın Gözünde “İslami Semboller”in Önemi!

Bir Ramazana daha kavuştuk. 18 Haziran’da oruç için ilk sahura kalkıldı, iftarlarla oruçlar açıldı ve yatsıyla beraber teravihler kılındı. Minareler arasında mahyalar yandı. Bambaşka manevi bir atmosfere girdik. Ve tutulan oruçlar 30 günün sonunda Bayramla taç giyecek, sonra da Hac mevsiminin gelmesi ve Kurban Bayramı beklenecek.

Oruç adı verilen ibadet, sağlığı yerinde her Müslüman için İslamın 5 farzından birisidir, hem de o, İslamın şeair adı verilen sembollerinden biridir. Bundan başka İslamda başka semboller de vardır.

*Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır. (MEKTUBAT, 29.Mektup)

Semboller tarih boyunca var olmuştur. Her dinin, devletin veya mesleğin kendine özgü sembolleri vardır. Bayraklar da milletler için birer semboldür. Onlar için özel anlamları vardır. Hıristiyanlıkta çan, Yahudilikte boru ve Mecusilikte ateş onlara özgü sembollerdir.

İslamiyet’te de “Şeair” adı verilen semboller, sembol sözcükler, yapılar ve davranışlar vardır. Toplumlar tarafından benimsenmiş ve hayatlarının parçası olmuş bu sembolleri değiştirmeye kimsenin hakkı da yoktur.

İslamdaki bu semboller bilgili bir hocanın öğrencilere verdiği fayda kadar değerlidir. Çünkü İslamın ruhu ve nuru onların içindedir, bakanlara onları açıkça gösterir. Asırlar geçse de o zamanın aynen devam ettiğini anlatır. İslamın tatlı suyu, sanki mabetlerin içinde katılaşmış birer imani sütun gibi durmaktadır.

*Herbir şeâir bir hoca-i dânâdır; ruh-u İslâmı dâim enzâra ders veriyor. Mürûr-u a’sâr ile sebeb-i istimrâr-ı zaman;

Güyâ tecessüm etmiş, envar-ı İslâmiyet, şeâiri içinde. Güyâ tasallüb etmiş, zülâl-i İslâmiyet, maâbidi içinde. Birer sütun-u imân. (SÖZLER, Lemaat)

İslamdaki bu semboller Allah’ı ve Dini, her an Müslümanlara anlattığı gibi Müslüman olmayanların da dikkatini, merakını ve ilgisini çekerler. Onları İslamiyeti araştırmaya yöneltirler. Bunların bir kısmı Oruç ve Hac gibi farz olabildiği gibi, bir kısmı da sünnettir. Mesela Arapça Ezan ve Hutbe okumak, namazda sarık sarmak ve camilere minare yapmak sünnet olan sembollerdir.”

*Nasıl “hukuk-u şahsiye” ve bir nevi hukukullah sayılan “hukuk-u umumiye” namıyla iki nevi hukuk var. Öyle de, mesâil-i şer’iyede bir kısım mesâil, eşhâsa taallûk eder; bir kısım umuma, umumiyet itibarıyla taallûk eder ki, onlara “şeâir-i İslâmiye” tabir edilir. Bu şeâirin umuma taallûku cihetiyle, umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa, onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeâirin en cüz’îsi (sünnet kabilinden bir meselesi) en büyük bir mesele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum Âlem-i İslâma taallûk ettiği gibi, Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslâmın bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler, düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa titresinler!(29.Mektup)

Mesela Arapça ezan okunması, Asr-ı Saadetten beri bütün İslam dünyasında uygulanmıştır. Ezan, içindeki sözcüklerle Allah’ın yüceliğini, Hz. Peygamber’in şanını ilan eder. İlahi ve tevhidi bu anlamıyla İslamın bir sembolüdür. Ancak bizim ülkemizde, Cumhuriyetle beraber ezan ve salalar kanun zoruyla halkın arzusu olmadığı halde 18 yıl boyunca Türkçe olarak (1932-1950 arası)  zorla okutulmuştur. ”Allahuekber” in Arapça dilindeki manevi ritmi ve ruhları etkileyen musiki etkisi yerine, ruhsuz bir sözcük olan “Tanrı uludur” sözleri ile Allah’ın Rububiyeti ve Ulûhiyetinin üstü örtülmeye çalışılmıştır.

*Mesâil-i şeriattan bir kısmına “taabbüdî” denilir, aklın muhakemesine bağlı değildir, emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir.

Bir kısmına “mâkulü’l-mânâ” tabir edilir. Yani, bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebep ve illet değil. Çünkü hakikî illet, emir ve nehy-i İlâhîdir.

Şeâirin taabbüdî kısmı, hikmet ve maslahat onu tağyir edemez. Taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor; ona ilişilmez. Yüz bin maslahat gelse onu tağyir edemez. Öyle de, “Şeâirin faydası yalnız malûm mesâlihtir” denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faydası olabilir.

Meselâ, biri dese, “Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır. Şu hâlde bir tüfek atmak kâfidir.” Halbuki, o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezâniye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi o maslahatı verse, acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahâlisi namına, hilkat-i kâinatın netice-i uzmâsı ve nev-i beşerin netice-i hilkati olan ilân-ı tevhid ve rububiyet-i İlâhiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak? (MEKTUBAT, 29.Mektup)

Körü körüne Batı taklitçiliğini kendine örnek almak isteyen bazı reformcular, Batıda Ezan ve Kamet gibi şeylerin kendi dillerine çevrilerek okunduğunu örnek göstererek bizde de aynı şeyi savunanları Bediüzzaman şöyle uyarır:

*Şeâir-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senetleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi, ecnebîleri körü körüne taklitçilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki: “Londra’da ihtidâ edenler ve ecnebîlerden imana gelenler, memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek bir cevaz-ı şer’î var ki sükût ediliyor.”

Elcevap: Bu kıyasın o kadar zâhir bir farkı var ki, hiçbir cihette onlara kıyas etmek ve onları taklit etmek zîşuurun kârı değildir. Çünkü, ecnebî diyarına, lisan-ı şeriatta “dâr-ı harp” denilir. Dâr-ı harpte çok şeylere cevaz olabilir ki, diyar-ı İslâmda mesağ olamaz.

Hem frengistan diyarı, Hıristiyan şevketi dairesidir. Istılahât-ı şer’iyenin maânîsini ve kelimât-ı mukaddesenin mefâhimini lisan-ı hâl ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından, bilmecburiye, kudsî maânî, mukaddes elfâza tercih edilmiş; maânî için elfaz terk edilmiş, ehvenüşşer ihtiyar edilmiş. (MEKTUBAT, 29.Mektup)

Cuma ve Bayram namazlarında okunan hutbeler de böyle sembollerdendir. Minberlerden okunan bu hutbeler, kesinlikle Arapça okunmalı ve her zaman da o yüksek makamlar, “ilahi vahyin insanlara anlatıldığı yerler” olarak kalmalıdır. Bu makamlar günlük siyasetin kendi diliyle insanlara ulaştığı bir yer değil, imanın ve İslamın temel meselelerin anlatıldığı yer olmalıdır ki o hutbeleri dinleyenlerin kalplerini kendine çevirip fethetsinler. Kur’an nasıl Arapça okunuyor ve ulviyetle dinleniyorsa, hutbeler de aynı duygularla okunmalı ve dinlenmelidir. Hutbelerin sözleri, öğütler ve Kur’an ayetlerinin açıklandığı, tefsir edildiği sözler değil, kudsi hükümlerin ihtar ve teşvik edildiği, İslamiyetin ana damarını ve iman duygusunu harekete geçiren sözlerden ibaret olmalıdır. “Namaz, Zekat ve Orucun farz oluşu” ile “Adam öldürmek, Zina ve Alkolün haram oluşu” gibi konular zaten hocalar tarafından camilerdeki vaaz kürsülerinden en ince noktalarına kadar halk diliyle dinleyicilere anlatılmaktadır. Bu konuların hutbelerde tekrardan ana dilleriyle açıklanmasına bu zamanda ihtiyaç yoktur.

*Meselâ, bâzı gâfiller, hutbe gibi bâzı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp her milletin lisâniyle söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar.

Birincisi: “Tâ siyâset-i hâzıra avâm-ı Müslimîne de o sûretle tefhim edilsin.” Halbuki, siyâset-i hâzıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytânât, içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir. Halbuki, minber, vahy-i İlâhînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyâsiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âlîye çıkabilsin.

İkinci sebep: “Hutbe, bâzı suver-i Kur’âniyenin nasihatları anlaşılmak içindir.” Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zarûriyâtı ve müsellemâtı ve mâlûm olan ahkâmını ekseriyet itibâriyle imtisâl edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer’iye ve mesâil-i dakîka ve nasâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisân ile hutbe okunması ve suver-i Kur’âniyenin – eğer mümkün olsaydı – tercümesi Haşiye belki müstahsen olurdu. Fakat, namaz, zekât, orucun vücûbu ve katl, zinâ ve şarabın haramiyeti gibi mâlûm olan ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nâs, onların vücûbunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve İmân hissini tahrik etmekle imtisâllerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki, bir âmî ne kadar câhil dahi olsa, Kur’ân’dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki: “Herkese ve bana mâlûm olan imânın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini hatip ve hâfız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor” der; kalbinde onlara karşı bir iştiyak hâsıl olur. Acaba kâinatta hangi tâbirât var ki, Arş-ı âzamdan gelen Kur’ân-ı Hakîmin i’câzkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?(SÖZLER, 27.Söz)

Haşiye: İ’câza dâir Yirmi Beşinci Söz, Kur’ân’ın hakiki tercümesi mümkün olmadığını göstermiştir.

İslamın sembollerini değiştirmek, mesela ezanın, kametin, salatın Arapçada değil de her müslümanın kendi konuştuğu anadili ile okunması bidattır. Peygamberimizin hadisine göre her bidat ise bir sapıklıktır ve kendini Cehennem ateşine atmaktır. Bu açık hüküm karşısında hangi Müslüman buna cesaret edebilir ki?

*Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, rehberimiz ferman etmiş ki: “kullubidatin delaletun vekullu vekilun delaletin finnari”(*)

Acaba bu ferman-ı katîye karşı, ulemâü’s-sû’ tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar, hangi fetvâyı veriyorlar ki, lüzumsuz, zararlı bir surette şeâir-i İslâmiyenin bedîhiyâtına karşı geliyorlar, tebdili kabil görüyorlar? Olsa olsa, muvakkat bir cilve-i mânâdan gelen bir intibah-ı muvakkat, o ulema-i sû’u aldatmıştır.

Meselâ, nasıl ki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlâhiye, hayattar ve sevabdar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak, bir derece görünür. Fakat, ciltten cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır. Her ne ise…

(*)”Her bid’at dalâlettir ve her dalâlet Cehennem ateşindedir.”(MEKTUBAT, 29.Mektup)

“Bismallah, Allahuekber, İyyakenağbudu ve Esselamunaleyküm” gibi sözcükler Müslümanlar arasında hem çok kullanılan sözcükler ve hem de önemli sembollerdir.

*Bismillâh her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübârek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisân-ı haliyle vird-i zebânıdır. (SÖZLER, 1.Söz)

*Ve “Bismillâh” ne kadar kıymettar bir şeâir-i İslâmiye olduğunu gösteriyor. (SÖZLER, 1.Söz)

Günde 5 vakit namazda söylenen “ Allahuekber, Subhanellah, Elhamdulillah,   Lailaheillallah ” ve “İyyakenağbüdü” sözcükleri de,  böyle sembollerdendir ki insanı, namaz esnasında manen ve hayalen Miraca yükseltebilir, ilahi huzura götürebilirler. Bu iki sözcük, küçük olsa da insanı namazda ulvi makamlara taşıyan, anlamı çok büyük sözlerdir.

“Allahuekber” sözcüğü namazdan başka Hac’da da bütün hacılar tarafından çok tekrar edilir. Burada da o sözler insanları çok ulvi makamlara taşır. Hacdan başka Bayram namazlarında, Yağmur namazında ve Husuf-Küsuf namazında da bu sözcük insanları aynı duyguları yaşatır.

Sembollerin farz olanlarının değil sünnet olanlarının bile toplumun tümüne bir bakıma mesela farz olan namazı kılan Müslüman’ın kendisine kazandırdığı faydadan daha fazla fayda verdiği söylenebilir.

*Hacdan sonra, şu mânâ-i ulvî ve küllî, muhtelif derecelerde, bayram namazında, yağmur namazında, husûf küsûf namazında, cemaatle kılınan namazda bulunur. İşte, şeâir-i İslâmiyenin, velev Sünnet kabîlinden dahi olsa, ehemmiyeti şu sırdandır. (SÖZLER, 16.Söz)

“Allahuekber “ sözcüğü Kurban Bayramında da söylenen tekbirler içinde defalarca toplu olarak sesli okunur. Aynı anda Arafat’ta da aynı sözcükler söylenir ve onlar oradan gökyüzüne yükselir.1300 sene önce Peygamberin Arafat’da söylediği aynı sözler hatırlanır ve sanki onun bir aksi gibi algılanır ve tekrarlanır, o sözlere asırlar ötesinden hep bir ağızdan katkı da bulunulur. Alemlerin rabbine sunulan kulluk görevleri ile O’nun Rububiyet dairesinin kapısı çalınır. Bütün Müslümanlar bu “Allahuekber” sesleriyle aynı ortak duyguları paylaşırlar.

*Bu makam yazıldığı zaman Kurban Bayramı geldi. Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber’lerle nev-i beşerin beşten birisine, üç yüz milyon insanlara birden Allahu ekber dedirmesi; koca küre-i arz, büyüklüğü nisbetinde o Allahu ekber kelime-i kudsiyesini semavattaki seyyarat arkadaşlarına işittiriyor gibi, yirmi binden ziyade hacıların Arafat’ta ve iydde beraber birden Allahu ekber demeleri, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bin üç yüz sene evvel âl ve sahabeleriyle söylediği ve emrettiği Allahu ekber kelâmının bir nevi aks-i sadâsı olarak, rububiyet-i İlâhiyenin Rabbü’l-Arz ve Rabbü’l-âlemîn azamet-i ünvanıyla küllî tecellisine karşı geniş ve küllî bir ubûdiyetle bir mukabeledir diye tahayyül ve his ve kanaat ettim.

Sonra, acaba bu kelâm-ı kudsînin bizim meselemizle dahi münasebeti var mı diye tahattur ettim. Birden hatıra geldi ki:

Başta bu kelâm olarak sâir bâkiyat, salihat ünvanını taşıyan Sübhanallah, ve’l-hamdü lillâh ve Lâ ilâhe illâllah gibi şêairden çok kelâmlar cüz’î ve küllî, meselemizi ihtar ve tahakkukuna işaret ederler.(11.Şua)

Allahuekber” sözcüğü İslam’da bir sembol olmakla beraber tekrarla söylendikçe Şeytanın insanın aklına, kalbine attığı bütün şüphelerin önünü kesen bir sözcüktür. Dillerde çok tekrar edilen bu sembol, insanın acz ve zaafını, Rabbinin güç ve kudretiyle birlikte anlatan en güzel sözcüktür.

*Şeytanın bu desisesini susturan sır Allahu ekber’dir. Ve cevab-ı hakikîsi de Allahu ekber’dir. Evet, Allahu ekber’in ziyade kesretle şeâir-i İslâmiyede tekrarı, bu desiseyi mahvetmek içindir. Çünkü, insanın âciz kuvveti ve zayıf kudreti ve dar fikri, böyle hadsiz büyük hakikatleri Allahu ekber nuruyla görüp tasdik ediyor ve Allahu ekber kuvvetiyle o hakikatleri taşıyor ve Allahu ekber dairesinde yerleştiriyor ve vesveseye düşen kalbine diyor ki (LEMALAR, 13.Lema)

*Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı

Hikmetteki desâtir, hükümette nevâmis, hakta olan kavânîn, kuvvetteki kavâid birbiriyle olmazsa müstenid ve müstemid,

Cumhur-u nasta olmaz ne müsmir ve müessir. Şeriatta şeâir kalır mühmel, muattal; umûr-u nasta olmaz müstenid ve mu’temid.(Lemaat)

Müslümanlar için Günde 5 vakit namaz, ezan ve kamet, Regaip, Miraç ve Berat Kandilleri ile Kadir gecesi aynı zamanda İslamın sembollerindendir.

*Evet, ezan ve namaz gibi ekser şeâir-i İslâmiyede (ŞUALAR,7.Şua)

*ezan ve kamet gibi şeâirde ismullah (5.Şua)

*Leyle-i Regaip ve Leyle-i Miraca …bu geceler gibi şeair-i İslamiyeye(E.LAHİKASI)

Müslümanlar birbirlerini gördüklerinde selam verirler  “Esselamualeyküm”  derler, böyle selam vermek hem sünnettir hem de bu selam şekli islamın sembollerinden biridir.

*Ve ümmet mabeyninde şeâir-i İslâmiyeden olan birbirine “ Esselamualeyküm”    demeleri sünnet olması, (E.LAHİKASI)

Bütün İslam büyüklerinin, evliyaların, asfiyaların ve alimlerin Kur’andaki bazı ayetleri bir araya getirerek oluşturdukları ve her gün okudukları kendi virdleri vardır, onları okurlar, onunla Rablerini anarlar.

Bediüzzaman da geceleri bu virdini okurken bunu gizli değil sesli okumanın bile bu zamanda İslami bir sembol gibi algılandığını ve böyle önemli bir görevi de üstlendiğini  şöyle anlatır:

*Aziz kardeşlerim,

Bu gece evrad ile meşgul olurken nöbetçiler ve başkalar işitiyorlardı. Kalbime geldi ki: “Acaba bu izhar, sevabını noksan etmiyor mu?” diye telâş ettim. Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâli’nin meşhur bir sözü hatıra geldi. O demiş: “Bazan izhar, çok defa ihfâdan daha ziyade efdal olur.” Yani âşikâre yapmakta başkalar, ya istifade veya taklit etmek veya gafletten uyanmak veya dalâlette ve sefahette muannid ise, karşısında şeâir-i İslâmiye nev’inde izhar etmek, izzet-i diniyeyi göstermek gibi çok cihetle, hususan bu zamanda ve ihlâs dersini tam alanlarda değil riya, belki gizliden tasannu karışmamak şartıyla çok ziyade sevaplı olabilir diye bir teselli buldum. (ŞUALAR, 13.Şua)

*Belki, şeâir-i İslamiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevaplı olduğunu, Hüccetü’l-İslam İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi zatlar beyan ediyorlar. Sâir nevafilin ihfası çok sevaplı olduğu halde, şeaire temas eden, hususan böyle bid’alar zamanında ittibâ-ı sünnetin şerafetini gösteren ve böyle büyük kebâir içinde, haramların terkinde takvâyı izhar etmek, değil riya, belki ihfâsından pek çok derece daha sevaplı ve halistir. (K.LAHİKASI)

İslamiyetin başlangıcından bugüne kadar şeair adı verilen, farz veya sünnet  olan bu sembollerin hepsi, İslam toplumları için çok önemlidir  ve  kimselerin onları değiştirme, yozlaştırma gibi davranışlara hakkı yoktur. Baskıyla, şiddetle veya dinde reformist anlayışla onları değiştirmeye çalışanlar bidalar içindedirler. Bidalar ise Cehenneme giden yolların önemli taşlardır. Müslümanlara düşen şuurlu bir anlayışla bütün bidalardan uzak durmaktır.

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Üstadımız Ramazanı Nasıl Değerlendirirdi

1954 yılında Bediüzzaman Hazretleri’nin yanına giden ve O’na talebe olma şerefine erişen Mustafa Sungur ağabey, Üstad Hazretleri’nin Ramazan’ını anlatırken şu ifadeleri kullanıyor:
“Üstadımız Ramazan ayında uyumazdı. Bütün bir gece hiç durup aralık vermeden, Kur’an, Cevşen, Risale-i Nur, Hizbu’l-Envar, Hakaiku’l-Nuriye okurdu. Geceleri arada bir 15-20 dakika gibi kısa dalmalar dışında hiç uyumazdı.”

Mehmet Fırıncı ağabey bir Ramazan ayında Üstad Hazretleri’nin özellikle geceleri hiç uyumadığını, onun bu mübarek aya has bir usulünün olduğunu belirterek söz konusu usulünü şöyle izah ediyor:
Üstad Hazretleri bize derdi ki: ‘Ramazan’da insan oruçla ibadet halinde olduğundan, uykuda da olsa farz bir ibadeti ifa etmiş oluyor.’ Her dakikası bire bin verilen bir ayda ibadetsiz bir zaman boşluğu bırakmak istemiyordu. Onun için iftardan sonra zaten akşamla yatsı arası kendisinin her zaman normal olarak evrad vaktidir. Tâ sahura kadar, imsak vakti girer girmez hemen sabah namazını kılar, tesbihatı kendisine mahsus ifadan sonra istirahata çekilirdi. Tâ kuşluğa kadar. Ondan sonra kalkar, gene Nur dersleri ve evrad u ezkâr ile meşgul olurdu. Üstad Hazretleri geceleri çok parlak ışıkta evrad ve ezkâra devam ederdi. Loşluktan hoşlanmadığını görürdüm.

Bediüzzaman Hazretleri’yle 1947 yılında tanışan rahmetli Bayram Yüksel ağabey de Üstad’ın Ramazan’ını anlatırken şu ifadeleri kullanıyor:
Üstad’ımız Ramazan’ın on beşinden sonra kendisi yatmazdı, bizi de yatırmazdı. Hattâ çok gece kontrol ederdi. Eğer uyurken yakalarsa, bize su döker, uyandırırdı. Bizleri uyumamaya alıştırırdı. Mübarek geceleri ihya ettiğimiz zaman sabah namazını kılar, yatardık.

Cüz taksim ederek hatim yapardı
Mübarek, mualla Üstadımız üç aylar girdiğinde Isparta’daki Nur talebelerine hatim için Kur’ân-ı Kerim taksim ettirir, herkese bir cüz vererek vazife taksimi yapardı. Isparta, Sav, Kuleönü, Atabey, Bozanönü gibi Nur hizmeti ile müşerref olmuş, mübarek köylere cüzleri taksim ettirir, böylece mübarek şuhur-u selasede her gün hatim indirilirdi. Bütün duasını umum Nur talebeleri namına kendisi yapardı. Başta Peygamberimiz (sas) ve ashabı olmak üzere bütün ehl-i iman ve Nur talebelerine bağışlardı.