Etiket arşivi: said nursi

Bediüzzaman’ın Şeytanla Münazarası! (Video)

Şimdi, “Kur’an’ın Sönmez Ve Söndürülmez Bir Nur Olduğunu Âleme İspat Edeceğim” Diyerek Tüm Hayatını Bu Gayeye Adayan Üstad Bedîüzzaman Hazretleri İle Şeytan Arasında Geçen Bir Konuşmayı Nakil Edeceğiz.

Osmanlıca bilmeyenler için üslubu bozmadan bazı kelimeleri sadeleştireceğiz. Bununla şeytanın şüpheler ile insanları nasıl kandırmaya çalıştığını daha iyi anlayacağız:

“Ramazan-ı Şerifte, İstanbul’da Beyazıt Cami-i Şerifinde hafızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat manevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim, baktım ki bana der:

-“Sen Kur’an’ı pek âli, çok parlak görüyorsun. Tarafsızca muhakeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farz et bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?” dedi. Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farz edip, öyle baktım. Gördüm ki: Nasıl Beyazıt’ın elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer. Öyle de o farz ile Kur’an’ın parlak ışıkları gizlenmeğe başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır. Beni uçuruma yuvarlandırıyor. Kur’an’dan yardım diledim. Birden bir nur kalbime geldi. Müdafaaya kat’î bir kuvvet verdi. O vakit şöylece şeytana karşı tartışma başladı. Dedim:

-Ey şeytan! Tarafsızca muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Hâlbuki hem senin, hem insanlardan senin talebelerinin dediği tarafsızca muhakeme ise; karşı tarafı tutmaktır, tarafsızlık değildir. Geçici olarak bir dinsizliktir. Çünkü Kur’an Allah kelamıdır. Böyle bir kitaba tarafsız bak demek onu beşer kelamı kabul et demektir ki bu geçici bir dinsizliktir. Bâtılı kabullenmektir, tarafsızca muhakeme değildir, belki bâtıla taraftarlıktır Şeytan dedi ki:

-Öyle ise, ne “Allah’ın kelâmı”, ne de “beşerin kelâmı” deme. Ortada farz et, bak. Ben dedim:

-O da olamaz. Çünkü tartışma konusu olan bir mal bulunsa, eğer iki iddia sahibi birbirine yakın ise ve mekân yakınlığı varsa; o vakit o mal, ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse o alır. Eğer o iki iddia sahibi birbirinden gayet uzak, biri doğuda, biri batıda ise; o vakit kaideye göre, malı elinde tutan kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak mümkün değildir.

İşte Kur’an kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı, Cenâb-ı Hakk’ın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, yerden, Süreyya yıldızına kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir.

Hem ortası yoktur. Çünkü varlık ve yokluk gibi ve birbirine zıt iki şey gibi iki zıttırlar. Ortası olamaz.

Öyle ise, Kur’an için mal sahibi, taraf-ı İlâhîdir, Allah’tır. Öyle ise, onun elinde kabul edilip, öylece ispat delillerine bakılacak. Eğer öteki taraf onun Kelâmullah olduğuna dair bütün delilleri birer birer çürütse, elini ona uzatabilir. Yoksa uzatamaz. Heyhat! Binler kat’î delillerinin çivileriyle Arş-ı âzam’a çakılan bu muazzam pırlantayı, hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip onu düşürebilir?

İşte ey şeytan! Senin aksine ehl-i hak ve insaf bu şekildeki hakikatli muhakeme ile muhakeme ederler. Hatta en küçük bir delilde dahi Kur’an’a karşı imanlarını artırırlar.

Senin ve talebelerinin gösterdiği yol ise: Bir kere beşer sözü farz edilse, yani Arş’a bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa; artık bütün mıhların kuvvetinde ve çok delillerin metanetinde bir tek delil lâzım ki, onu yerden kaldırıp arş-ı manevîye çaksın. Ta küfrün karanlıklarından kurtulup, imanın nurlarına erişsin. Hâlbuki bunu başarmak pek güçtür. Onun için senin hilen ile şu zamanda, tarafsızca muhakeme sureti altında çokları imanını kaybediyorlar.

 Şeytan döndü ve dedi:

Kur’an beşer sözüne benziyor. Onların konuşması tarzındadır. Demek beşer sözüdür. Eğer Allah’ın kelamı olsaydı ona yakışacak, her yönden harikulâde bir tarzı olacaktı. Onun sanatı nasıl beşer sanatına benzemiyor, kelâmı da benzememeli?

Cevaben dedim:

-Nasıl ki Peygamberimiz (S.a.v.) mucizelerinden ve özelliklerinden başka, fiil ve halleri ve tavırlarında beşeriyette kalıp, beşer gibi ilâhi adetlere ve yaratılış kanunlarına boğun eğmiş ve itaat etmiş. O da soğuk çeker, elem çeker ve bunlar gibi. Her bir hali ve tavrında harikulâde bir vaziyet verilmemiş. Ta ki ümmetine halleriyle imam olsun, tavırlarıyla rehber olsun, umum hareketleriyle ders versin. Eğer her tavrında harikulâde olsa idi, bizzat her cihetçe imam olamazdı. Herkese mürşit olamazdı. Bütün halleriyle “Rahmeten lil-âlemîn” (âlemler için rahmet) olamazdı.

Aynen öyle de: Kur’an-ı Hakîm akıl sahiplerine imamdır, cin ve insanlara yol göstericidir, Ehl-i kemâle rehberdir, Ehl-i hakikate muallimdir. Öyle ise, beşerin konuşması ve üslubu tarzında olmak zarurî ve katîdir. Çünkü cin ve insanlar yakarışını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, meselelerini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşeretini ondan öğreniyor ve bunlar gibi. Herkes onu kaynak yapıyor. Öyle ise, Allah’ın kelamı eğer Hazret-i Musa (a.s.)’ın Tur-i Sina’da işittiği tarzda olsa idi, beşer bunu dinlemeye, işitmeye tahammül edemez ve kendine rehber yapamazdı.

Hazret-i Musa Aleyhisselâm gibi büyük bir peygamber dahi ancak birkaç kelamı işitmeye tahammül etmiştir.

Şeytan döndü, yine dedi ki:

Kur’an’ın meseleleri gibi çok kişiler o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir insanın, din namına böyle bir şey yapması mümkün değil mi?

Cevaben Kur’an’ın nuruyla dedim ki:

Evvelâ, dindar bir adam din muhabbeti için “Hak böyledir. Hakikat budur. Allah’ın emri böyledir” der. Yoksa Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, onun yerinde konuşmaz. “Allah’a iftira atandan daha zalim kimdir?” tehdidinden titrer.

Ve ikinci olarak, bir insan kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir. Belki, yüz derece imkânsızdır.

Çünkü birbirine yakın kimseler birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar, birbirinin şekline girebilirler. Mertebece birbirine yakın zatlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler. Geçici olarak insanları aldatırlar, fakat daimî aldatamazlar. Çünkü dikkat ehli nazarında, eninde sonunda tavırları ve halleri içindeki yapmacık hareketleri ve zoraki davranışları sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.

Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan; ötekinden gayet uzaksa, meselâ basit bir adam, İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa elbette hiç kimseyi aldatamayacak. Belki kendisi maskara olacak. Her bir hali bağıracak ki: Bu sahtekârdır.

İşte, hâşâ yüz bin defa hâşâ! Kur’an, beşer kelâmı farz edildiği vakit: Nasıl bir yıldız böceği bin sene hakikî bir yıldız olarak gözlem ehline görünsün.

Hem bir sinek bir sene tavus şeklini kendini seyredenlere göstersin.

Hem sahtekâr, âdi bir asker; namlı, âlî bir generalin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini hissettirmesin.

Hem iftiracı, itikatsız bir adam; ömründe daima en sadık, en emin, en güvenilir bir kimsenin vaziyetini inceden inceye araştıran gözlere karşı telaşsız göstersin, dâhilerin nazarında yapmacık hareketlerini saklansın?

Bu yüz derece imkânsızdır, buna hiçbir akıl sahibi mümkün diyemez.

Aynen öyle de, Kur’an’ı insan sözü farz edildiği zaman lâzım gelir ki: İslâm âleminin semasında pek parlak ve daima hakikat nurlarını yayan bir hakikat yıldızı, belki bir kemâlât güneşi kabul edilen Kur’an-ı Kerim’in mahiyeti;

Hâşâ bir yıldız böceği hükmünde bir beşerin hurafeli bir düzmesi olsun ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın ve onu daima yüksek ve hakikatlerin madeni bir yıldız bilsin.

Bu ise yüz derece imkânsız olmakla beraber, sen ey şeytan! Yüz derece şeytanlıkta ileri gitsen buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın! Yalnız mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun! Yıldızı, yıldız böceği gibi böyle küçük gösteriyorsun.

Şeytan döndü, dedi:

Nasıl kandıramam? Birçok insanlara ve insanın en meşhur akıllılarına Kur’an’ı ve Muhammed’i inkâr ettirdim.

 Cevaben dedim ki:

Evvelâ, gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir.

“Bir yıldız, bir mum kadardır “denilebilir. İşte sende, Kur’an’a uzaktan baktırmakla insanları aldatıyorsun, O büyük yıldızı bir mum gibi gösteriyorsun.

İkinci olarak: Hem kasti olmayan ve üstünkörü bir nazarla bakılsa, gayet imkânsız bir şey, mümkün görünebilir.

Mesela, bir zaman ihtiyar bir adam Ramazan hilâlini görmek için semaya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı Ay zannetmiş. “Ay’ı gördüm” demiş. İşte mümkün değildir ki; o beyaz kıl, hilâl olsun. Fakat kasten ve bizzat aya baktığı ve ay’ı görmek istediği ve o saç, ikinci derecede ve dolayısıyla göründüğü için, imkânsızı mümkün telakki etmiş, beyaz kıla “ay” demiş.

Aynen bunun gibi, sende Kur’an’a kastî olmayan bir nazarla baktırıyorsun. Üstün körü inceletiyorsun. Bir kılı göze örtüp, gözün dağı görmesine mani oluyorsun.

Üçüncü olarak: Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Kabul etmemek bir lakaytlıktır, bir göz kapamaktır ve cahilce bir hükümsüzlüktür. Bu surette çok imkânsız şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.

Amma inkâr ise; o kabul etmemek değil, belki o kabul-ü âdemdir, yani yok olduğunu kabul etmektir. Bu bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur. O halde senin gibi bir şeytan onun aklını elinden alır. Sonra inkârı ona yutturur.

Hem ey şeytan! Batılı hak ve imkânsızlığı mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inat ve mugâlata ve kendini büyük görüp hakkı kabul etmeme ve aldatma ve görenek gibi şeytanî hilelerle, çok imkansızlıkları netice veren inkâr ve küfrü o bedbaht insan sûretindeki hayvanlara yutturmuşsun.

Hem Kur’an öyle bir kitaptır ki:

-Kuvvetli kanunları ve esaslı düsturlarıyla ruha işleyen emirleri ile ümmeti Muhammed’e iki cihanı fethedecek bir intizam vermiştir.

-Kendisine tabi olanların akıllarını talim ve kalplerini terbiye etmiş, ve ruhlarına hakim olmuştur.

-Bununla da kalmamış vicdanlarını temizleyip tüm aza ve duyguları hak vazifelerde çalıştırmıştır.

-İnsaniyet âleminin semasında yıldızlar gibi parlayan alimlere, sıddıklara, kutuplara ve hakiki insanlara rehberlik etmiş.

-Her vakit hakkı, doğruluğu, emaneti ve emniyeti insanlığa ders vermiş.

-İmanın hakikatleriyle, İslam’ın düsturlarıyla iki cihanın saadetini temin etmiştir.

Ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz icraatlar ile kendini âleme kabul ettirmiştir.

Şimdi böyle yüksek meziyetlere sahip bir kitabı haşa yüz bin defa haşa kıymetsiz ve asılsız bir

Düzmece farz etmek şeytanları dahi utandıracak ve titretecek çirkin bir küfür saçmalığıdır.

Hem o kitabı bizlere getiren peygamber öyle bir peygamberdir ki;

-Hayatının sonuna kadar ciddi hareketleriyle Allah’ın kanunlarını âdemoğullarına ders vermiştir.

-Samimi filleriyle hakikatin düsturlarını tüm beşeriyete öğretmiş

-Halis ve makul sözleriyle istikameti ve ebedi saadetin yollarını göstermiş.

-Dost ve düşmanların tasdikiyle en küçük bir hileye işaret eden haline rastlanmamış ve

-Emin bir zat olduğu bizzat düşmanları tarafından kabul edilmiş.

-Hayatının her bir safhası şahittir ki Allah’ın azabından çok korkmuş

-Herkesten çok Allah’ı bilmiş ve bildirmiş, sevmiş ve sevdirmiştir.

-İnsanlık âleminin beşte birisine, yeryüzünün yarısına 1400 sene haşmetle kumandanlık etmiş ve halende etmektedir.

Şimdi Kur’an’a beşer kelamı demek,

-İnsanlık âleminin bir defa gördüğü ve bir daha da göremeyeceği tüm kâinatın iftihar kaynağı olan bir zatı yani Hz. Muhammed(S.a.v.)i hâşâ yüz bin defa hâşâ sahtekâr, itikatsız, Allah tan korkmaz ve Allah’ı bilmez ve insaniyetin en adi mertebesinde kabul etmek demektir ki bu küfrün ve sapıklığın en karanlık ve en çirkin bir suretidir.

İşte ey şeytan ve ey şeytanın talebeleri!

Kur’an, ya arş-ı âzamdan ve ism-i âzamdan gelmiş bir kelâmullahtır veyahut -hâşâ sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ- yerde sahtekâr Allah’tan korkmaz ve Allah’ı bilmez, itikatsız bir beşerin düzmesidir.

Bu ise ey şeytan! Geçmiş delillere karşı bunu sen diyemedin ve diyemezsin ve diyemeyeceksin. Öyle ise mecburiyetle ve şüphesiz Kur’an, kâinatı yaratan Allah’ın kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur ve imkânsızdır ve olamaz. Bunu kat’î bir surette ispat ettik, sen de gördün ve dinledin.

Hem Muhammed (S.a.v.), ya Resulullah’tır ve bütün Resullerin en mükemmeli ve bütün mahlûkatın en üstünüdür. Bu kabul edilmediği taktirde hâşâ yüz bin defa hâşâ Allah’a iftira ettiği ve Allah’ı bilmediği ve azabına inanmadığı için itikatsız, aşağıların aşağısına sukut etmiş bir beşer farz etmek lâzım gelir.

Bu ise ey İblis! Ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa filozofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek dünya da yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o filozofların en fesatçıları ve o münafıkların en vicdansızları dahi diyorlar ki:

“Muhammed çok akıllı idi ve çok güzel ahlâklı idi…”

Mâdem şu mesele iki şıkka münhasırdır ve mâdem ikinci şık imkansızıdır ve hiçbir kimse buna sahip çıkmıyor ve mâdem kat’î delillerle ispat ettik ki, ortası yoktur. O halde elbette Hz. Muhammed (S.a.v.) Resulullah’tır ve bütün Resullerin en mükemmelidir ve bütün mahlûkatın en faziletlisidir.

İşte ey şeytan! Şimdi bir sözün daha varsa söyle.

Şeytan der:

Bunlara karşı gelemem, müdafaa edemem. Fakat çok ahmaklar var, beni dinliyorlar ve insan suretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar ve filozoflardan çok firavunlar var, benliklerini okşayan meseleleri benden ders alıyorlar.

Senin bu gibi sözlerinin yayılmasına set çekerler. Bunun için sana silâhımı teslim etmem!

Dinin Şiddetle Men Ettiği Şey; “Anarşi – Terör”

Biz Nur mekteb-i irfanı şakirtlerinin Kur’ân-ı Hakîmden aldığımız hakikat dersi şudur ki:
Evde, yahut bir gemide, bir mâsum, on câni bulunsa, adalet-i Kur’âniye, o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi, o gemiyi yakmayı men ettiği halde, on mâsumu bir tek câni yüzünden mahv için, o hâne, o gemi yakılır mı?
Yakılırsa en büyük zulüm, en büyük hıyanet ve gadir olmaz mı?
Bu sebeple, âsâyişi ihlâl yolunda yüzde on câni yüzünden doksan mâsumun hayatını tehlikeye ve zarara sokmayı adalet-i İlâhiye ve hakikat-i Kur’âniye şiddetle men ettiği için, biz bütün kuvvetimizle bu ders-i Kur’ânîye ittibâen âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliriz. 
İşte bizi böyle haksız isnatlarla ittiham eden devr-i sabıktaki gizli düşmanlarımız, şüphe yok ki, ya siyaseti dinsizliğe âlet etmek istediler, yahut bilerek, bilmeyerek bozuk ideolojileri memleketimize yerleştirmek gayretine düştüler. Görülüyor ki, nizam ve intizamı bozan, maddî, mânevî memleketin emniyet ve âsâyişini ihlâl eden bizler değil, asıl onlardı.
Hakikî bir Müslüman, samimî bir mü’min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle men ettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü, anarşi hiçbir hak tanımaz.
İnsanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir ki, bunun âhirzamanda Ye’cüc ve Me’cüc komitesi olduğuna Kur’ân-ı Hakîm işaret buyurmaktadır.
Said  Nursi

İlk Nur Eleştirmeni, Hulusi Yahyagil (2)

(İlk Yazı için Tıklayınız..)

Barla Lahikası’nda Hulusi Bey’in Bediüzzaman’a yazdığı kırk mektup var.

Bediüzzaman da Hulusi Bey’in kırk mektubundan gerekli gördüklerine cevaplar verir, bazı soruları açıklar, bu ayrı bir bahistir.

Bediüzzaman ve Hulusi Bey mektuplaşmaları” diye bir araştırma olarak ortaya konabilir. Üstad-ı muhterem lahikaları kendileri tamim etmişlerdir. Dünya edebiyatında mektuplar önemli yer tutar.

Bütün büyük adamların mektupları vardır ve mektupları ile davalarının, felsefelerinin, müntesiplerinin, hayranlarının, talebelerinin yetişmesini sağlamışlar ve onları yönetmişlerdir. Lahikada mektuplara tarih konmamış sona doğru Bediüzzaman Hazretleri Refet Bey’e yazdığı mektuba 11 Temmuz 1934 Çarşamba tarihini koymuştur.

Din-i Mübin İçin Yapılan Kahramanlık

Barla’ya Bediüzzaman 1925’ten sonra nefyedilmiştir. Bu ihata edilmez büyük mücadele adamı dağlara sürgün edilmiş, adeta “orada ölür gider biz de kurtuluruz” diye. Ama asırlarca dini mübinin kahramanlığını yapmış bir milletin çocukları için kader büyük bir plan yapmıştır.

Takdir-i Huda kuvve-i bâzu ile sönmez;

Bir şem’a ki Mevla yaka üflemekle sönmez

mucibince o aslında eserlerinin laboratuvarına sürgün ediliyordu.

Barla’nın tabiatı Bediüzzaman’ın eserlerini dolduran bütün gözlemlerin kaynağı idi.

Tabiatla düşünceyi ve dini birleştirememiş hem batı hem de doğu düşüncesinin bu eksiğini büyük dava adamı Barla’ya düşmanlarının eli ile sürgün ettirildikten sonra görüyor ve o gözlemler ile nesneler ile eserlerini inşa ediyordu.

Sekiz buçuk sene kalmış bu dağlarda, güzelim yerlerde. Zaten bu eserler şehirlerin kasvetli ortamında yazılamazdı.

O yıllarda eserlerini telif eden ve çevresine kurduğu posta ağı ile dağıtan Bediüzzaman Hazretleri çevresinde oluşan talebeleri ile mektuplaşıyor, onları teşvik ediyor, zulüm ve istibdad ve ceberut devrinde bir dava adamları çekirdeği oluşturmaya gayret ediyordu.

Birbirimize Nasıl Ümit Verebiliriz?

Bundan sonraki mektupların başlarında olmadığı kadar teşvik cümleleri vardır. Bediüzzaman ümit adamıdır, hiç ümitsiz olmayan bu insan, büyük bir davanın âlemşümul çekirdeğini oluştururken çok ince bir dil ve sevgi lisanı kullanır.

Bizim hiç yapmadığımız teşvik lisanını kullanır, kusurları görmez, her şeyi umumi hedefe endeksler.

Nasıl bu adamı okuruz da hep birbirimizi eleştiririz?

Garip kalmış küçük su damlalarını bir göle çeviren bir mantık nerede?

Büyük gölleri bile eleştiri ile kurutmaya çalışan mantık nerede…

Bu sekiz buçuk yıl içinde onun önde gelen muhatapları:

Hulusi Bey, Abdülmecit, Sabri, Abdurrahman, Ali, Tevfik, Seyyid Şefik, Hakkı, Hafız Zühtü, Refet Bey, Hüsrev Abi, Emrullah oğlu Bekir, Doktor Yusuf Kemal, Zekai, Asım, Süleyman, Ahmet Zekai, Hafız Sabri, Rüştü, Mehmet Reşit, Saatçi Lütfü, Ahmet Galip, Murat, Küçük Zühtü, Bekir, Hafız Ali, Şeyh Mehmet, Zeki, Muhammed Sabri, Mustafa Hulusi, Hafız Halid, Hafız Ahmet, Ali Ulvi, Hacı Mehmet, Hafız Mustafa, Şamlı Hafız, Muhacir Hafız Ahmet, Osman Nuri, Ahmet Feyzi, İbrahim, Babacan, Müzeyyene, İsmail, Doktor Şevket, Ahmet Nazif, Mesud’tur.

Bunlar mektuplarını gönderirler, Bediüzzaman da yazdığı mektuplarda hem bunlara cevap verir, hem davanın çeşitli sorunlarını çözer.

Onlara dava ruhu,

Metanet,

hizmet-i imaniye,

ibadet- taat

daha bir çok mesele hakkında fikirler öne sürer.

Bir dava nasıl oluşturulur, bu insanlar bir davanın etrafında güneşin etrafındaki gezeğenler gibi nasıl döndürülür bu kitabın büyük bir yönetim derinliği var.

Bir Bina ve Küçük Taş

Bediüzzaman’ın dava stratejisini anlatacak şahıslar bunları tahlil etmeli ve bir de dünya tarihindeki benzer olayları –benzeri de yok ya– bulup sonuçlara varmalılar.

Bediüzzaman’ın çevresindeki bu insanlara olan tavrının her biri bir değişik dünya ve yönetim mantığıdır.

Hepsinin derinliğini biliyor ve ona göre konuşuyordu.

Nazik ve kibar, beyefendi bir üslupla!

Bir binaya bakıp sadece çürük taşı görmek gibi değil.

Hakikata Açılan Yol

Hulusi Bey’in Barla Lahikasında kırk mektubu var, Bediüzzaman’a hitaben yazılmış. Bunlar yüz sahifeye yakın tutuyor. Kitabın üçte birlik kısmı Hulusi Abiye ayrılmış. Mektuplardaki en büyük muhatabı Hulusi Bey’dir ve Bediüzzaman böyle eleştiren, değerlendiren bir muhatab istediğini ona yazdığı bir mektubunda söyler.

Bediüzzaman da her yazar gibi yazdıklarının nasıl karşılandığını anlamak ister, böyle bir eleştirmen olarak Hulusi Bey’i görür.

Yazdığım bazı şeylere dair fikrinizi soruyordum.

Maksadım gördüğüm hakikat acaba hakikat mıdır diye sormuyorum.

Belki hakikata açılan yol acaba umuma yol açabilir mi? diye soruyorum.

Çünkü umumun telakkisini sizin kadar bilmiyorum.” (Barla 252)

Özellikle son cümle Bediüzzaman’ın umumun telakkisini merak ettiğini gösteriyor.

Hulusi Bey onun umuma açılan kapısıdır, çünkü o harp okullarında okumuş, farklı eğitim almış insanlar ile muhatap olduğundan onu kendinden farklı bir dünyanın temsilcisi görüyor ve nasıl karşılandığını merak ediyor.

Bazı yazarlar zeki okuyucuları yüzünden yazarlar.

Bunu kitabın başında da bu mealde yorumlar. Bu Bediüzzaman’ın telif hayatında önemli bir sorundur. Eleştirilerden müferrah olur.

Sözler hakkında hüsn- i şahadetiniz bana büyük bir teselli verdi” der. (Barla 255)

Kur’an ve İman Hizmetinde Bir Talebe ve Muin

Hulusi Bey asker olduğu için Bediüzzaman onun askerliği ile eserleri arasında bağlantı kurar.

Ben onu görmeden epey zaman evvel Sözler’i yazarken, onun aynı vazifesiyle muvazzaf bir şahs-ı manevi bana muhatap olmuşçasına, ekseriyet-i mutlaka ile temsilatım onun vazifesine ve mesleğine göre olmuştur. Demek oluyor ki bu şahsı Cenab-ı Hak bana hizmet-i Kur’an ve imanda bir talebe, bir muin tayin etmiş ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum.” (Barla 21)

Adeta Bediüzzaman’la Hulusi Bey bir müellifin iki parçası gibi.

Hulusi Bey, yaptığı hizmetin civar vilayet ve kasabalardaki yayılmasından dolayı sevinir.“Fesubhanallah bu kadar cüz’i ve nakıs hizmetten, bu derece faide elde edilmesi de gösteriyor ki bu Sözler ve Mektuplar hakikaten Nur isminin tecellisidir ki suhuletle intişar ediyorlar.” (Barla 244)

Hulusi Bey daha önce de bahsettiği Birinci Söz hakkında hissettiklerini kaleme alır. “Dünyaya arkasını çeviren Üstad Hazret-i Gavs’ın teşviki ile belki delaletiyle Kur’an’ın gayr-i mekşuf bir hazinesinden Bismillah ile giriyor.

Kur’anî tarlaya Bismillah diyerek Sözler tohumunu ekiyor.

Furkanî bahçeye Bismillah diyerek nurlu mektuplar çekirdeğini dikiyor.

Emr-i ilahiye imtisalen ekilen tohum ve dikilen çekirdeklerin inkişaf ve intişarları şüphesiz harika asa olur.

Birinci Sözdeki seyahat eden mütevazi zat tamamen Üstadımızdır.

Nebat, ağaç ve otların ipek gibi yumuşak, kök, damarları nasıl Bismillah‘ın tesiriyle, yer altında sert taşı, toprağı delip geçiyor aynen onun gibi Bismillah ile mevki-i intişara vazolunan Sözler de harika bir tarzda arza yayılıyor ve en mükemmel ve münevver meyve olan beşerin müminlerinin kalplerine nüfuz ediyorlar.

Bu bidatların kesreti muharrilerin bolluğu devrinde Bismillah ile gars olunan nur fidanının yaprakları olan, diğer sözler ve Mektuplarla bu kudsi fidanın dal ve budakları olan Hizb’ül Kuran ve bu hizbin esası ve seyyidi olan mubarek Üstad da bu hıfz-ı gaybiye mazhar bulunuyorlar.“ (Barla 245)

Bediüzzaman Hulusi Bey ile ruhsal bir birlik hissettiğini söyler.

Şimdi anladım ki şuurî ve ihtiyarî olmayan çok in’ikasat vardır.”

Daha sonra Bediüzzaman Hulusi Bey hakkında kanaatlerini açıklar.

Bunlar baştaki Mukaddemenin biraz daha gelişmiş bir izahıdır.

Kardeşim sen şimdi iki vazifeyi görmekle mükellefsin, biri kardeşim Hulusi Bey’in vazifesi, bir de evlad-ı maneviyem ve biraderzadem ve bir deha-yı nurani sahibi olmak pek muhtemel olan Abdurrahman’ın vazifesi de size ilave edildi.

O benim hakiki bir varisim idi. Yazdıklarımı ve malımı kendi malı telakki ederdi. Öyle de sahib oluyordu.

Sen de bundan sonra yazı ve sözleri senin hocanın yazısı diye tutma, kendi malın ve senin sözlerindir bil, öyle sahib ol.” (Barla 251)

Aynı kısımda Bediüzzaman eserleri hakkında kıymetli beyanlarda bulunurlar.

Biyografik bilgiler otobiyografik karakterlidir.

Bediüzzaman Hulusi Bey’i yüz ciddi talebe hükmünde görür. Hatta Hulusi Bey ve Hakkı Efendi‘yi kendi niyetini güçlendirdiğini söyler. “Siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşallah niyet-i haliseniz benim müşevveş niyetimi dahi tashih edecektir.” (Barla 252)

Bediüzzaman Risale-i Nur okuyanların tebliğ makamındaki tutumunu anlatır.

Sözleri okumak zamanında sendeki hissiyat-ı âliye fazla inkişaf ve fedakarane hamiyet-i diniye galeyanının sırrı şudur ki velayet-i Kübra olan veraset-i nübüvvetteki makam-ı tebliğin envarı altına girdiğin içindir. O vakit sen dellal-ı Kur’an Said’in vekili, belki manen aynı hükmüne geçtiğin içindir.” (Barla 255)

Hulusi Bey Hastalar Risalesini maddi manevi bütün hastalıklara mükemmel deva olarak görür. (Barla 305)

Bediüzzaman Hulusi Bey’e özel bir önem verir.

Aziz kardeşim çendan Abdülmecit benim nesebi kardeşim ve yirmi sene talebemdir. Fakat ne o ne hiçbirisi benim Hulusi’me yetişemiyor.” (Barla 315)

Barla Lahikasında en çok mektup Hulusi Bey’e aittir.

Bediüzzaman da en fazla soru-cevap tarzında onunla konuşur.

Bunlar hem onun eserleri hem de biyografisi, ruh dünyası ile ilgili önemli bahislerdir. Hem de Hulusi Bey’in Bediüzzaman yanındaki kadrini ve hizmetteki yerini tavazzuh ettirir.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Bediüzzaman Hazretlerinin Zikir Hayatı Nasıldı? Hangi Duaları, Nasıl ve Ne Zaman Okurdu?

Bazı kardeşlerimizin Bediüzzaman Hazretlerinin evrad ve zikir hayatını öğrenmek için “Üstad hangi duaları okurdu?, Ne zaman okurdu?, Nasıl Okurdu?” gibi sorular yönelttiğini görmekteyiz. Oysaki Bediüzzaman Hazretleri gibi muazzam bir evliyanın fikir, kalp ve ruh dünyasındaki zikir hakikatini anlamak için yaptığı münacatların isimlerini veya münacat saatlerini öğrenmek yeterli değildir. Üstad Hazretlerinin hizmet tarzını bilmek, telif ettiği eserleri incelemekle onun evrad hayatındaki derinlik bir derece anlaşılabilir. Biz de Bediüzzaman Hazretlerinin evrad ve zikir hayatının hakikatinin anlaşılmasına katkı olması amacıyla bu perspektifte bir yazı hazırlamaya çalıştık.

Bediüzzaman Hazretlerinin mesleği / manevi hizmetlerdeki hizmet esası:

Risale-i Nur’da Bediüzzaman Hazretleri hakiki medeniyete erişmenin temel şartının “Ahlâk-ı Ahmediye” olarak ifade ettiği Peygamber Efendimizin (asm) yaşantı tarzını ve tabiatını hem şahsi hem de toplumsal olarak kazanmamız ile mümkün olacağını beyan eder ve şöyle der : “Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Peygamberîyi ihyâ etmektir.”(1) Peygamberimizin ahlakı ile ahlaklanmak ve sünnet-i Peygamberîyi ihyâ etmek en büyük hedefimiz olduğundan Efendimiz’in (asm) konumuzla alakalı olan, zikir, evrad ve ubudiyet hayatından ders almak için şu kesitlere bakalım:

Peygamberimizin (asm) en yakınlarında bulunan sahabeler Kudsî Nebîyi birçok günlerde ve gecelerde dilinden Kur’ân âyetleri dökülür halde kâinatı tefekkür ederken bulmuşlardır. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın cihad için sefere çıktığı bir vakitte Kudsî Nebî’nin geceyi nasıl geçirdiğini gözlemleyen bir sahabi ise, gördüklerini şöyle anlatır: “Dedim ki: Resûlullah’ın nasıl namaz kıldığına bakıp dikkat edeceğim. [Yatsı namazını kıldıktan sonra] Resûlullah uyudu. Sonra uyanıp başını kaldırdı ve göğün ufkuna baktı. Âl-i İmran sûresinin sonlarından dört âyet okudu: ‘Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini kovalamasında akıl sahipleri için âyetler vardır.” Bu âyetten başlayarak dört âyet okudu. Sonra elini su kabına doğru uzatıp misvak aldı ve iyice bir misvaklandı. Sonra abdest alıp namaz kıldı. Yattı, sonra uyandı. İlk defa yaptığı gibi yaptı. Sonra göğe baktı, Kur’ân’dan okuduğu kadar okudu…” Başka bir gece, yine Abdullah b. Abbas, onu uyandığında ilk önce üç kere “Sübhâne’l-Meliki’l-Kuddûs” diyerek Rabbini zikrederken işitir. Sonra avluya çıkan kudsî nebî yine gökyüzünü seyre koyulur ve yine aynı âyetleri okur; sonra yine gece namazını kılıp yeniden yatağına döner ve uyur. Yalnızca bu gece tabloları bile, Peygamberin bir gününde iki ilâhî kitabın, kâinat kitabı ile Kur’ân’ın nasıl buluştuğunun açık bir şahididir. Peygamberin her günü, kâinat kitabıyla Kur’ân’ın buluştuğu bir tefekkür ve ubudiyet zemininde geçmektedir. (2)

İşte bunun için Bediüzzaman Hazretleri imana dair meseleleri tekvini ve teşrii ayetler olan Kur’an ve kâinat kitabını birlikte mütalaa eden bir yaklaşımla ders vermiştir. Bu ders ile Kelam-ı İlahi olan Kur’an-ı Kerim’in verdiği ölçü ile kudret kitabı olan kâinatı mütalaa ederek hakikat yolunu açmıştır. Bu sebeple kâinat kitabı kavramı ve onun tefekkür ile okunması Risale-i Nur’un merkezinde ve Bediüzzaman’ın açtığı “hakikate giden yol”un kalbinde yer alır. (3) Risale-i Nur’larda iman ve Kur’an hakikatleri böyle bir metotla ders verilmiş, bunun sebebini de Bediüzzaman Hazretleri şöyle izah etmiştir:

“Kâinat terkiplerindeki intizam, cereyan-ı ahvaldeki nizam, suretlerdeki garabet, nakışlarındaki ziynet, yüksek hikmetler, eşyadaki muhalefet ve mümaselet, câmidattaki muavenet, birbirinden uzak olan şeylerdeki tesanüd, hikmet-i âmme, inayet-i tâmme, rahmet-i vâsia, rızk-ı âmm, hayatlar, tasarruf, tahvil, tağyir, tanzim, imkân, hudus, ihtiyaç, zaaf, mevt, cehil, ibadet, tesbihat, daavat ve hâkezâ, pek çok sıfatlar lisanlarıyla Hâlık-ı Kadîm-i Kadîrin vücub ve vücuduna ve evsaf-ı kemaliyesine şehadet ettikleri gibi; Esmâ-i Hüsnâyı tilâvet ederek, Cenab-ı Hakka tesbih ve Kur’ân-ı Hakîmi tefsir ve Resul-i Ekremin (a.s.m.) ihbaratını tasdik ediyorlar.” (4)   Bu pasajdan anlaşılıyor ki; Kâinatın parçaları arasındaki nizam ve intizam, her parçanın kendi vazifesine mahsus bir hareket tarzı, varlıkların hepsinde söz konusu olan harika şekiller, süslü nakışlar, yüksek hikmetler, tüm varlıkların bir yandan benzerliği, bir yandan farklılığın olması, ezelî olmadığı gibi, var olmaları zorunlu olmamasına rağmen yani imkân ve hudus dairesinde olmalarına rağmen varlığa çıkmaları gösteriyor ki; bu işler arkasında sonsuz bir ilim ve kudret sahibi olan Allah’ın varlığına şehadet edip, Kur’ân-ı Hakîmi tefsir ve Resul-i Ekremin (a.s.m.) ihbaratını tasdik ediyorlar.

Hazret-i Bediüzzaman ve Zikir

Bediüzzaman Hazretleri, geceleri, Kur’an-ı Kerîm’den vird edindiği sûreleri ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın münacat-ı meşhûresi olan “Cevşenü’l-Kebîr” namındaki münacatını ve Şah-ı Geylanî ve Şah-ı Nakşibend gibi eazım-ı evliyanın münacat ve hizblerini ve salâvat-ı Nuriyeleri ve bilhassa Risale-i Nur’un menbaı olan “Hizbü’n-Nuriye”yi ve ayat-ı Kur’aniyenin lemeatı olan ve bir silsile-i tefekkür bulunan ve Yirmi Dokuzuncu Lem’ada cem edilen hizb ve münacatları okur, bunları tamam edince de yine Risale-i Nur’la meşgul olurdu.” (5) Görüldüğü gibi, bilinen evrad ve zikirlerden başka Risale-i Nur’un esası ve kaynağı olan ayet ve kelimat-ı mübareke ile de ayrıca meşgul olurdu. Böylelikle Risale-i Nur, tasavvuftaki murakabe dairesini Kur’an-ı Kerîm yolu ile genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilave etmiştir. (6) Bu noktayı biraz daha açacak olursak: Kalbi işletmek için lisanen yapılan zikr-i ilahi ile Bediüzzaman Hazretlerinin açtığı hakikat yolunun zikri arasındaki fark şudur: Zikrederken, hem kâinatın bir bütün olarak hem de onun bütün parçaları ve parçacıklarının Vücub ve Vücud-u İlahi ve Vahdaniyet-i İlahiye şahadet ettiği elli beş lisan ile Cenab-ı Hakk’ın esma ve sıfatlarını tefekkür ve tefeyyüz edebilmektir.(7) Bu yüksek hakikati yaşayan büyük zatların zikir derinliği Risale-i Nur’da şöyle anlatılır:

“Kur’ân, kendi şakirtlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerrâtını, birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin ellerine verir, “Evradlarınızı bununla okuyunuz” der. İşte, Kur’ân’ın tilmizlerinden Şah-ı Geylânî, Rufâî, Şâzelî (r.a.) gibi şakirtleri, virdlerini okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerrâtı, katarat adetlerini, mahlûkatın aded-i enfâsını tutmuşlar, onunla evradlarını okuyorlar, Cenâb-ı Hakkı zikir ve tesbih ediyorlar.” (8)

Aynen o büyük zatlar gibi hatta biraz daha farklı bir tarzda evrad ve zikir derinliğine sahip olan Bediüzzaman Hazretleri zikir anında akıl, kalp, ruh ve hayal dünyasındaki cereyan eden hadisat hakkında şunları söyler:

“Evet, ben, Hülasatü l-Hülasa’yı okuduğum zaman, koca kâinat, nazarımda bir halka-i zikir oluyor. Fakat her nevin lisanı çok geniş olmasından, fikir yoluyla sıfat ve esma-i İlahiyeyi ilmelyakin ile iz’an etmek için akıl çok çabalıyor, sonra tam görür. Hakikat-ı insaniyeye baktığı vakit, o cami mikyasta, o küçük haritacıkta, o doğru numunecikte, o hassas mizancıkta, o enaniyet hassasiyetinde öyle kat’i ve şuhudi ve iz’ani bir vicdan, bir itminan, bir imân ile o sıfat ve esmayı tasdik eder. Hem çok kolay, hem hazır yanındaki aynasında hiç uzun bir seyahat-ı fikriyeye muhtaç olmadan iman-ı tahkikiyi kazanır.

Evet, nasıl ki ehl-i tarikat, seyr-i enfüsi ve afakî ile marifet-i İlahiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolunu enfüside, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar. Aynen öyle de, yüksek ehl-i hakikat dahi, marifet ve tasavvur değil, belki ondan çok âli ve kıymetli olan imân ve tasdikte, iki cadde ile hareket etmişler.

Biri   : Kitab-ı kâinatı mütalaa ile Ayetü’l-Kübrâ ve Hizbün-Nuriye ve Hülasatü’l-Hülasa gibi afaka bakmaktır.

Diğeri : En kuvvetli ve hakkalyakin derecesinde vicdani ve hissi, bir derece şuhudi olan hakikat-i insaniye haritasını ve enaniyet-i beşeriye fihristesini ve mahiyet-i nefsiyesini mütalaa ile imanın şüphesiz ve vesvesesiz mertebesine çıkmaktır ki, sırr-ı akrebiyete ve veraset-i Nübüvvete bakar. Ve enfüsi tefekkür-ü imani hakikatinin bir parçası, Otuzuncu Sözün ve “ene” ve “enaniyet”te ve Otuz Üçüncü Mektubun Hayat Penceresinde ve İnsan Penceresinde ve bazı parçaları da sair ecza-yı Nuriyede bir derece beyan edilmiş.” (9)

Bu şekilde beyanda bulunan Bediüzzaman Hazretleri yaptığı her zikrin nasıl birer marifet kaynağı ve kapısı olduğunu ve eriştiği marifet ile telif ettiği eserlerin hakikatine işaret etmiştir. Te’lif ettiği eserlerdeki birçok imanî meselenin namaz tesbihatından sonra kalp dünyasında inkişaf ettiğini (10) bildiren Üstad Hazretlerinin namazdan sonra tesbihatta yaşadığı anlam ve maneviyat derinliği ise şöyledir:

“Nasıl zikir dairesinde bir mecliste veyahut hatme-i Nakşiyede bir mescidde birbiriyle alâkadar heyet-i mecmuada nuranî bir vaziyet hissediliyor… Kalbi hüşyar bir zat namazdan sonra sübhânallah, sübhânallah deyip tesbihi çekerken, o daire-i zikrin reisi olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselamın müvacehesinde yüz milyon tesbih edenler, tesbih elinde çektiklerini manen hisseder. O azamet ve ulviyetle sübhânallah, sübhânallah der. Sonra o serzâkirin emr-i manevisiyle, ona ittibaen elhamdülillâh, elhamdülillâh dediği vakit, o halka-i zikrin ve o çok geniş dâiresi bulunan hatme-i Ahmediyenin (aleyhissalâtü vesselam) dairesinde yüz milyon müridlerin elhamdülillâh, elhamdülillâh’larından tezahür eden azametli bir hamdi düşünüp içinde elhamdülillâh ile iştirak eder ve hâkezâ Allahu ekber, Allahu ekber ve duadan sonra lâ ilâhe illâllah, lâ ilâhe illâllah otuz üç defa o tarikat-ı Ahmediyenin Aleyhissalâtü Vesselam halka-i zikrinde ve hatme-i kübrasında o sabık manayla o ihvan-ı tarikatı nazara alıp o halkanın serzâkiri olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselama müteveccih olup “Milyon kere salât ile milyon kere selam Senin üzerine olsun ey Allah’ın Resûlü ” der, diye anladım ve hissettim ve hayalen gördüm.” (11)

Namazdan sonra Yüce Peygamberimizin (asm) öncülüğünde tüm ehl-i imanla birlikte tesbihat yapmak gibi mana derinliğine sahip olan Bediüzzaman Hazretleri kâinattaki tüm varlıkların da kendine has bir lisan ile Allah’ı zikrettiğini şöyle bildirir:

“ Baktım, umum mevcudat, bir salât-ı kübrâda, bir tesbihât-ı uzmâda, her taife kendine mahsus salâvat ve tesbihatla meşgul bir cemaat içindeyim. “Vezâif-i eşya” tabir edilen hidemât-ı meşhude (görülen vazifeler, işler), onların ubudiyetlerinin ünvanlarıdır. O hâlde “Allahu Ekber” deyip hayretten başımı eğdim, nefsime baktım…” (12)

Sonuç:

Risale-i Nurları okuduktan sonra Bediüzzaman Hazretlerinin evrad u ezkar hayatını merak eden Fas’ın en büyük mütefekkirlerinden biri olan Taha Abdurrahman Bediüzzaman Hazretlerinin okuduğu evrad kitabı Hizb-ül Hakaik-i Nuriye’deki münacatları ve zikirleri görünce şunları söyler:

“İşte bu, Muazzam Külliyat’ın menbaı… Bu derecede kalblerde ve ruhlarda tesir eden böyle bir eserin arkasında, böyle kuvvetli ve kesif bir ibadet olduğunu tahmin ediyordum. Onun için ısrarla Bediüzzaman’ın evradını soruyordum. Kalb etrafında günlük meşgalelerden, günahlardan biriken perdeler, muhatabın kalbinde ve ruhunda tesir edecek bir cümlenin kalbin ta derinliğinden gelip çıkmasına mani olurlar. Bu sebebden, bu Nurlar’da mademki, külli bir tesir var, bu, o derslerin, kalbin tam umkundan ve derinliğinden geldiğine en büyük delildir. Bu derinliğin arkasında da böyle kuvvetli bir evrad vardır.” (13) Böyle kuvvetli bir evrad hayatı olan Üstad Hazretleri okumuş olduğu başta Kur’an ayetleri olmak üzere tüm kudsi kelimelerin fikir ve kalp dünyasında hangi mana boyutları açtığını şu cümleler ile işaret etmektedir:

“ “Allah göklerin ve yerlerin nurudur.” ayetinin beyanında, seyahat-ı kalbiyeyle, herbir ism-i İlahi bu kâinattaki bir âlemi nurlandırdığını ve zulümatı dağıttığını gördüğüm gibi; aynen ve daha başka bir şekilde, Cevşenü’l-Kebîr ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî dahi kâinatı baştanbaşa nurlandırıyor, zulümat karanlıklarını dağıtıyor, gafletleri, tabiatları parça parça ediyor; ehl-i gaflet ve ehl-i dalâletin altında saklanmak istedikleri perdeleri yırtıyor gördüm, kâinatı envâıyla pamuk gibi hallaç ediyor, taraklarla tarıyor müşahede ettim. Ehl-i dalâletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında envâr-ı tevhidi gösteriyor.” (14)

Allah, bizi, muazzam bir evliya ve bir mürşid-i kâmil olan bu zatın şefaatine mazhar, talebeliğine layık etsin. Âmin.

Zafer KARLI

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

1- Divan-ı Harb-i Örfî; Yaşasın Şeriat-ı Âhmedî (a.s.m ) s:63,

2- Peygamberin bir günü; Metin Karabaşoğlu isimli kitaptan faydalanılmıştır.

3- Şükran Vahide: Kâinat Kitabı, Bediüzzaman’ın Düşüncesinde Yeri Ve Gelişimi

4- Mesnevi-i Nuriye; Katre s. 48

5- Tarihçe-i Hayat; İkinci Kısım: Barla Hayatı s.150

6- Tarihçe-i Hayat; Önsöz s. 20

7- Mesnevi-i Nuriye; Katre s. 48

8- Mesnevi-i Nuriye; Zühre s.132

9- Emirdağ Lâhikası: Dâhiliye Vekili İle Bir Hasb-i Halden Bir Parçadır s.127- 128

10-Emirdağ Lâhikası | Yirmi Yedinci Mektubun Lahikası | 82

11- Sikke-i Tasdik-i Gaybi: Risale-i Nurdan Parlak Fıkralar ve Bir Kısım Güzel Mektuplar s.152

12- Mektubat: Yirmi Dokuzuncu Mektup s.383

13- Fas-Tetvan Sempozyumu Notlarından.

14- Kastamonu Lâhikası; Tahlil s. 179

Cevşenin Dinimizdeki Yeri, Önemi ve Kaynağı Nedir? Sorularla Cevşen-ül Kebir

Bu yazımızda, Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’den süzülmüş bir marifet dersi olan ve cevşen olarak bilinen münacat hakkında soruların cevaplarını vermeye çalışacağız.

—Neden Cevşenü’l-Kebîr duasına bu kadar önem verilmektedir?

Yüce Peygamberimiz (asm) ism-i azamla yapılan duaların kabul olunacağını hadislerinde bildirmiştir. (1) Nitekim Rabbimiz de Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayette bize kendi isimleri ile dua etmemizi emretmiştir. (2) Cevşenü’l-Kebîr duası tamamıyla Allah’ın isimlerinden oluşmakta olduğu gibi bu isimler harika bir tefekküri seyahat içinde kâinatı konuşturmaktadır. Allah’ın isimleri ile örgülenmiş bir marifetullah dersi olan Cevşenü’l-Kebîr bu sebepten önem arz etmektedir.

—Bundan önceki asırlarda Cevşenü’l-Kebîr duası neden meşhur olmamıştır?

Cevşenü’l-Kebîr duası Sünni kaynaklardan değil Şia kaynaklı dua kitaplarından nakledilmiştir. Bu nedenle itibar edilmemiştir. Fakat bir bilginin şia kaynaklı olması onun mutlaka hatalı veya yanlış olduğu anlamına gelmez. Buhârî ve Müslim’in rivayet ettiği pek çok hadis var ki, aynı hadisler çok küçük farklarla, hatta bazen aynı şekliyle (şia kaynaklarından) Küleynî’nin el-Kâfî’sinde yer almaktadır. Ne var ki Ehl-i Sünnet âlimleri Küleynî’den tek bir nakilde dahi bulunmamışlardır. Hâlbuki onda yer alan hadisler, Buhârî ve Müslim’de de yer aldıklarına göre hem senet hem de lafız itibarıyla cerhi söz konusu olmayan hadislerdir. Ancak, el-Kâfî’de yer alan hadisleri daha çok Şiî imamlar nakletmişler ve bu sebeple de Sünnîlerce, o hadisler daha işin başında endişeyle karşılanmışlardır. (3)

Cevşenü’l-Kebîr konusunda da Sünni âlimler temkinli yaklaşmış, kendi kaynaklarına alma ihtiyacı duymamışlardır.

— Bu asırda Cevşenü’l-Kebîr duasını kim meşhur etmiştir?  

Said Nursi Hazretleri meşhur etmiştir.

— Said Nursi Hazretleri nasıl bir ehliyete sahiptir ve Cevşenü’l-Kebîr’i hangi kaynaktan nakletmiştir?

Said Nursi Hazretlerine Osmanlı Devleti zamanında devrin en yüksek ilmî payesi ile “Mahrec” unvanı verilmiştir. Bu unvanın verildiği irade-i seniyye de Ceride-i İlmiyye’nin 38. sayısının 1145. sayfasında yayımlanmıştır. (4) “Mahrec” Kibar-ı Müderrisîne verilen en büyük payelerden birisidir. (5) Osmanlı Devletinin son dönem büyük âlimlerinden olan Said Nursi Hazretleri bu asrımızda da 6000 sayfalık Risale-i Nur Külliyat’ı ile milyonların imanını kurtarmaya vesile olmuştur.

Meselelere çok uzak ve muhakemesiz insanlar sanki Cevşenü’l-Kebîr’i Said Nursi Hazretleri icat etmişçesine onu tenkit etmektedirler. Oysaki Said Nursi Hazretleri Cevşenü’l-Kebîr’i Mecmuatül Ahzab adlı eserden nakletmiştir. Mecmuatül Ahzab’ın müellifi Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri büyük velîlerdendir. Küçük yaşta ilim tahsîline başlamış, beş yaşında Kur’ân-ı Kerîmi hatmetmiştir. Sekiz yaşında Delâil-i Hayrât, Hızb-i A’zam ve Kasâid’i okuyup bitirmiş, Şeyh Sâlim, Şeyh Ömer el-Bağdâdî, Şeyh Ali el-Vefâî ve Şeyh Ali gibi âlimlerden ders almıştır. Mahmûd Paşa Medresesinden icâzet aldıktan sonra Bâyezîd Medresesinde müderrislik yapmış âlim bir zattır. (6) Cevşenü’l-Kebîr’i tenkit etmek Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerini ve tüm Osmanlı ulemasını tenkit etmektir. Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî Hazretlerinin uydurma ve yalan-yanlış bilgileri neşredip buna bütün Osmanlı âlimlerinin ses çıkarmaması beklenemez. Çünkü Padişah dahi dinin asliyetine aykırı iş yaptığı takdirde ulema ikaz etmektedir. (7) Kaldı ki Peygambere (asm) nisbet edilen bir münacatın asılsız ve uydurma olması veya şüpheli görünmesi halinde neşrine izin verilmiş olması mümkün değildir.

Cevşenü’l-Kebîr ve Kur’an’ın bazı surelerinden, âyetlerinden oluşan bir münacat olan “Kenz-ül Arş” duası gibi birçok mühim dua ve münacatların kaynağından şüphe edenler vardır. Bu kişilere hangi prensibi bildirmek lazımdır?

İmam-ı Suyutî Hazretleri “Sened-ü Musafaha” Risalesi Mukaddemesinde, mukarrer bir hadîs kaidesi olarak yazdığı şu düstur göz önünde bulundurulmalıdır:

“Senedi bulunmayan hadîsler görülürse, eğer o hadîs, usûl-u İslâmiyeye zıd, akla münafi ve ayrıca da sair sahih hadîslere muhalif ise, o zaman mevzuluğuna hükmedilebilir. Eğer bu şartlar yoksa o hadîs bir tarafa bırakılır ve ilişilmez.” İşte, bu hadîs kaidesine göre, Cevşen-ül Kebiri ölçtüğümüz zaman, kaidedeki menfi üç kaziyeden hiçbirisinin Cevşenü’l-Kebîr’de bulunmadığını görmekteyiz. Kaideye muhalefet şöyle dursun, baştan sona kadar Kur’an âyetlerini, Esma-i Hüsna’yı ve hakiki hâlis tevhidi terennüm etmektedir. (8)

—Başka büyük zatların eserlerinde de kaynaklarda rastlanmayan hadisler var mıdır?

Nakşibendiye Tarîkatı’nın esasının hafi zikir tarzında Peygamberimiz (a.s.m.) tarafından Hazret-i Ebubekir-i Sıddık’a (r.a.) mağara içinde hususî bir tarzda talim edildiği başta İmam-ı Rabbanî (r.a.)“Mektubat’ında”, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri “Marifetname’sinde”, daha birçok tasavvuf kitaplarında önemle kayıtlı olduğu halde, meşhur hiçbir hadîs kitabında yer almamaktadır. (9) Bu durumda hepsi âlim ve kâmil olan bu zatların görüşlerini ve telâkkilerini asılsız bir hurafe olarak mı kabul edeceğiz?

Cevşenü’l-Kebîr’in metinlerinden bir örnek alarak İslamiyet’in ruhuna uygunluğunu gösterir misiniz?

Cevşenü’l-Kebîr’in tamamı İslam’ın ruhuna, esasına uygundur. Bir örnek olması açısından mademki Cevşenü’l-Kebîri Said Nursi Hazretleri nur risaleleri ile meşhur etmiş öyleyse biz de Cevşenü’l-Kebîr’deki  “nur” babı olarak bilinen kırk yedinci babın tahlilini yapalım:

“Ey nurların nuru, Ey nurları nurlandıran, Ey nurlara suret ve şekil veren,  Ey nurları yaratan,  Ey nurları takdir eden, Ey nurları idare eden, Ey bütün nurlardan evvel olan Nur, Ey bütün nurlardan sonra da var olan nur, Ey bütün nurların üstünde olan nur,  Ey hiçbir nurun kendisine benzemediği nur.”

Görüldüğü gibi kırk yedinci babta Allah; Nur’un kaynağı, şekillendireni, yaratanı, ölçeklendireni, idare edeni olarak anlatıldığı gibi insanların “Nur” olarak bildiği her şeyin Allah’ın Nur’u yanında oldukça kesif ve karanlık kaldığı, ezelden ebede kadar baki olan Nur’un Allah’a ait olduğu da beyan edilmiştir. Nitekim Peygamberimiz (sav)de Allah’ı Nur olarak nitelemiştir. (10) Evet, Allah göklerin ve yerin nûrudur. (11) Allah birine nûr vermezse artık onun hiçbir nûru olamaz. (12) Çünkü Allah, var olan her şeye varlığını armağan eden, her birini kendi yaratılışındaki hikmete uygun niteliklerle donatan, hedefini ve yolunu göstererek onları dâimâ iyiye, güzele yönlendiren; gönderdiği mesajlarla gönülleri aydınlatan, duygu ve düşünceleri arındıran ve böylece, tüm kâinâta nuruyla tecellî edip varlığa anlam ve değer kazandıran mutlak hakikattir, yâni göklerin ve yerin nurudur. (13)

— Cevşenü’l-Kebîr nüshalarında ufak tefek farklılıklar vardır. Bunu nasıl izah edersiniz?

Peygamberimizin (asm) çok hadislerini bizlere ulaştıran kaynaklarda da nüsha farklılığı vardır. Bu gayet doğaldır. Zaten birçok büyük zatın tertiplediği evradların başka nüshalarına baktığımızda da ufak tefek farklılıklar ile yazıldığı bilinen bir gerçektir.

—Peygamberimizin (asm) söylediği her söz umumca bilinmekte midir? Yoksa özel ve sırlı bilgileri bazı kimselere vermiş midir?

Bu mevzua Hazret-i Ebu Hüreyre’nin (r.a.) ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) söyledikleri ve dikkat çektikleri sözleri kat’î delildir. Başka sahabelerin aynı mevzuda ayrı sözleri de vardır. İşte Hazret-i Ebu Hüreyre (r.a.) bu hususta şöyle der: “Ben Resulullah’tan (asm) iki kab ilim hıfzedip aldım. Bunlardan birisini neşrettim, amma ikincisini ise eğer neşretsem şu boyun (kendi boynunu göstererek) kesilir”. (14) Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) ise der ki: “Ben Ebü-l Kasım’ın (Resulullah’ın) ağzından her işittiğimi size söyler, ifşa edersem, sizler benim yanımdan ayrıldığınızda “Ali yalancıların yalancısı, fâsıkların fâsıkıdır diyeceksiniz.” (15) Demek ki sırlı, mahrem ve hususi rivayetler, dualar ve işler vardır ki, bunların meşhur ve umuma açık hadîs kitaplarına geçmemeleri ile asıllarının gayr-ı mevcutluğuna hiçbir delil olamaz. (16) Cevşenü’l-Kebîr duasının da böyle sırlı bir münacat olduğunu bu sebeple umumca bilinmediğini düşünüyoruz.

Sonuç:

Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: “Nev-i insanın medâr-ı fahrı ve elhak en hakiki insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevşenü’l-Kebîr nâmındaki münâcâtında bin bir ismiyle duâ ediyor, ateşten istiâze ediyor. Hem binler dua ve münâcâtlarından Cevşenü’l-Kebîr ile öyle bir marifet-i Rabbâniye ile öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i mârifet ve ehl-i velâyet, telâhuk-u efkârla beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur.”

Zafer KARLI

www.NurNet.Org

Dipnotlar:

1-İbni Mace, Dua:9

2-Taha,8-Haşir,24-İsra,110

3- fgulen.com

4-Dr. Muhsin Toprak, Bediüzzaman’ın Darü’l-Hikmet günleri

5-M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarihi Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İst–1993, 2:385

6-http://www.biriz.biz/evliyalar/ea1502.htm

7-Cemil Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, s. 347-348; Hüseyin Çelik, Türkiye’de Değişim ve Aydınlar Türkiye Günlüğü, S. 62, Ank., 2000, s. 13. 

8-A. Badıllı Cevşen hakkındaki sorulara cevaplar

9-age

10-Müslim, İman 291

11-Kur’an, 24/35

12-Kur’an, 24/40

13-Mahmut Kısa, Kısa tefsirli Meali 24/35

14-Buhari cilt 2.sahife 185

15-Ruh-ul Beyan, Bursevi, cilt 4. sahife 270

16-A. Badıllı Cevşen hakkındaki sorulara cevaplar

Not: BÜYÜK CEVŞEN MEALİ İÇİN TIKLAYINIZ