Etiket arşivi: said nursi

Muhakemat’ın BÜYÜK CÜMLELERİ

Asrın imamı ve mürşidi olan Bediüzzaman Hazretleri Muhakemat isimli eserinde “Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur. Hakikati tanımayan, hayalâta sapar. Sırat-ı müstakîmi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer. Muvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır.”der. (1) Bu, öz ama hakikat ve hikmet yüklü beyanı bir nebze olsun açmaya çalışacağız.

1“Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur.”

Dinin esası, özü imandır. İman ise imanın şartları olarak bilinen altı esasın insanın akıl, kalp, ruh dünyasında kök salması ve bunun neticesi olan amelin hayattaki tezahürüdür. İmanın pratik hayata dökülmüş hali olan amelin kuvveti iman ilmine ve hakikate erişme seviyesine bağlıdır.

Nitekim Yüce Peygamberimiz “Allah’ım ilmimi artır!” (2) Faydalı olmayan ilimden, korkmayan kalpten,  doymayan nefisten, kabul olmayan duadan sana sığınırım.” (3) şeklinde dualar etmiştir.

Peygamberimiz (sav) burada İman ve Yakîn ilminin artırılmasını istemiştir. Zira bu ilmin tamamı faydalı ilimdir. Amel edilsin edilmesin kişiye faydası vardır. Öyleyse, asıl olan, hakikate erişmek için “iman ilmini” tahsile odaklanmaktır.

Bu konunun izahını Bediüzzaman Hazretleri şöyle yapmıştır: “Bilirsin ki, ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faydasız, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faydalı, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenab-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin.” (4) İmanı kuvvetlendirmekle meşgul olmak, marifetullah yolunda çaba sarf etmek bu zamanda en elzem vazifedir. Hakikate eriştiren en kısa yol ise Risale-i Nur’dur.

2-“Hakikati tanımayan, hayalâta sapar.”

Evet, kişi hak ve hakikati tanımaz ise kendi dünyasında canlandırdığı hayallerin peşinden gider. Mesela; kendini dindar olarak görür ama dindarlık ile alakası yoktur. Nur talebesiyim der ama risalelerde geçen Nur Talebesi modeli ile hiç alakası yoktur. Kısacası kendi çalar kendi oynar! Hakikat aynasına bakıp kendimize çeki düzen vermeden güzelleşmek mümkün değil…

3-“Sırat-ı müstakîmi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer.”

Gidilecek yol Kuran ve Sünnet ile sabittir. İstikamet belli iken keşfedilmiş Amerika Kıtasını keşfetmek cinsinden kendine ayrı bir yol çizmeye çalışmanın bir anlamı yoktur. Şu kısa tarîkın evrâdı, ittibâ-ı sünnettir; ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa, namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmaktır. (5)

Formül bu kadar kısa ve özdür. Bu cümleyi tüm nur talebeleri bilir ama acaba kaç nur talebesi her namazdan sonra tesbihatını yapıyor ve namazı tadil-i erkâna göre kılmayı esas edinmiştir. Bildiklerimizin 1/5’ini hayata gerçek anlamda tatbik etsek salih / saliha kullardan oluruz.

4-“Muvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır.”

Kuran ve Sünnet Işığında telif edilmiş Nur Risaleleri gibi bir ölçü, mizan varken kendi hayalimizi esas alır; okunanı anlamaz veya anlamak istediğimiz gibi anlayınca çok aldanır ve farkına varmadan aldatan durumuna düşeriz.

ZAFER KARLI

www.NurNet.Org

Kaynaklar :

1- Muhakemat, s.43

2- Tirmizi ,5, 540/ 3599

3- Tirmizi, Müslim, Ebu Davud , Nesei, Tac Tercümesi,410

4- Barla Lâhikası, Yirmi Yedinci Mektubun Üçüncü Zeyli s: 57

5-Sözler; 26. Sözün Hatimesini Zeyli

Leyle-i Kadîr’de İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme

On Üçüncü Sözün İkinci Makamının Zeyli

Leyle-i Kadîrde kalbe gelen pek geniş ve uzun bir hakikate, pek kısaca bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Nev-i beşer bu son Harb-i Umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadıyla ve merhametsiz tahribatıyla ve birtek düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle ve galiplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni vemuvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğuumuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın ve mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve gaflet ve dalâletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur’ân’ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla ve gaflet vedalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyaset-i rû-yi zeminin pek çirkin, pek gaddârâne hakikî sureti görünmesiyle, elbette ve elbette, hiç şüphe yok ki: Şimalde, garpta, Amerika‘da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşerinmâşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak.

Ve elbette, hiç şüphe yok ki: Bin üç yüz altmış senede, her asırda üç yüz elli milyon şakirdi bulunan ve her hükmüne ve dâvâsına milyonlar ehl-i hakikattasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hafızların kalbinde kudsiyet ile bulunup lisanlarıyla beşere ders veren ve hiçbir kitapta emsali bulunmayan bir tarzda beşer için hayat-ı bâkiyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde veren ve bütünbeşerin yaralarını tedavi eden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki sarihan ve işareten on binler defa dâvâ edip haber veren ve sarsılmaz, kat’î delillerle, şüphe getirmez hadsiz hüccetleriyle hayat-ı bâkiyeyi kat’iyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi ders vermesi; elbette nev-i beşerbütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya mânevî bir kıyamet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere‘nin Kur’ân’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika‘nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi rû-yi zeminin geniş kıt’aları ve büyük hükûmetleri Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında, kat’iyen Kur’ân’ın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mucize-i ekberin yerini tutamaz.

Saniyen: Madem Risale-i Nur, bu mucize-i kübrânın elinde bir elmas kılıç hükmünde hizmetini göstermiş ve muannid düşmanlarını teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hem hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’âniyenin dellâllığını yapan ve ondan başka me’hazı ve mercii olmayan ve bir mu’cize-i mâneviyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi tam yapıyor. Ve aleyhindeki dehşetli propagandalara ve gayet muannid zındıklara tam galebeçalmış. Ve dalâletin en sert, kuvvetli kalesi olan tabiatı, Tabiat Risalesi ile parça parça etmiş. Ve gafletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Mûsâ’daki Meyvenin Altıncı Meselesi ve Birinci, İkinci, Üçüncü, Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi göstermiş.

Said Nursi

Eski ve Yeni Said Dönemi Eserleri

Ortadoğu’daki İslam Âlimleri tarafından kitleleri manevi yola sürükleyebilecek kudsi kuvvete ve ilmi dirayete sahip olan âlim anlamına gelen “İmam” ünvanı verilen Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin “Eski Said” olarak ifade ettiği 82 yıllık ömrünün ilk 45–46 senesinde telif etmiş olduğu belli başlı eserlerinin isimlerini ve tarihlerini verip Yeni Said Dönemi eserlerinin isimlerini ve tarihlerini derleme halinde sunmaya çalışacağız.

Eski Said Dönemi Eserleri :

-İlk eseri : 1899 yılında telif etmiş olduğu “Kızıl İcaz”dır

-İkinci kitabı : 1909 yılında telif ettiği “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” dir.

-Üçüncü eseri : Meşrutiyetin ilanıyla vermiş olduğu nutuk ve bir kısım makalelerinin derlenmiş olduğu 1910 yılında telif edilen “Nutuk” isimli eseridir.

Bundan sonra;

-1911 yılında “Münazarat” ,“Hutbe-i Şamiye” daha sonra da  “Muhakemat

-1912 yılında  “Devaü’l- Yeis Zeylinin Zeyli”,

-1913 yılında “Talikat”,

-1914-1916 yılları arasında telif edilip 1918’de basılmış olan “İşaratü’l İ’caz”,

-1919 yılında “Tarihçe-i Hayat” sonra da “Nokta” isimli eseri,

-1920 yılında sırasıyla “Hutuvat-ı Sitte”, “Sünuhat”, “Rumuz”, “Şuaat”, “Tuluat”, “İşarat”,“Hakikat Çekirdekleri 1

-1921 yılında “Hakikat Çekirdekleri 2” ve “Lemeat” isimli eserleri yayınlanmıştır.

Eski Said döneminden Yeni Said Dönemi’ne geçiş olarak kabul edebileceğimiz 1922-1926 yılları arasında da arapça olarak “Mesnevi-i Nuriye” isimli eserini telif etmiştir.

Yeni Said” dönemine ait eserlere “Risale-i Nur” ismi verilmiştir. Bu ismin veriliş sebebi Bediüzzaman tarafından şöyle açıklanmıştır: “Otuz üç adet sözlerin, otuzüç adet Mektubatın mecmuuna Risaletü’n-Nur namı verilmesinin sırrı şudur ki: Bütün hayatımda “nur” kelimesi her yerde bana rast gelmiş. Ezcümle: Karyem Nurs’tur. Merhum Validemin ismi Nuriye’dir. Nakşı üstadım Seyyid Nur Muhammed’dir. Kadiri üstadım Nureddin; Kur’an üstadlarımdan Nuri; talebelerimden benimle en ziyade alâkadar Nur isimli bulunanlardır. Kitaplarımı en ziyade izah ve tenvir eden nur misalidir. Kur’an-ı Hakim’deki en evvel aklıma, kalbime parlayan ve fikrimi meşgul eden (Nur) âyetidir. Hem Hakaik-i İlahiyede müşkilatımın ekserisini halleden Esmaü’l-Hüsna’dan Nur İsm-i Nuranisidir. Hem Kur’an’a şiddet-i şevk ve inhisar-ı hizmetim için hususi üstadım Zinnureyn’dir.”

Yeni Said dönemi eserleri 1926’dan 1949’a kadar yaklaşık 22-23 yıllık bir zaman zarfında peyderpey yazıldığı gibi, peyderpey de neşredildi. Ulaşabildiğimiz kadarıyla telif tarihlerini vermekle yetineceğiz.

Eserin Adı (Telif Tarihi)

  • Et-Tefekkürü el-İmaniyyu er-Refi’ (1918-1930)
  • Nur’un İlk Kapısı (1925)
  • Sözler (1926-30)
  • Mektûbat (1929-34)
  • Barla Lahikası (1926-35)
  • Lem’alar (1932-36)
  • Şualar (1936-49)
  • Kastamonu Lahikası (1936-43)
  • Emirdağ Lâhikası-I (1944-47)
  • Emirdağ Lâhikası-II (1949-60)
  • Nur Âleminin Bir Anahtarı (1953)

Yukarıda zikredilen risalelerin çoğu Barla ve Isparta merkezinde telif edilmiştir. Bediüzzaman burada ikamet ettiği yaklaşık dokuz sene zarfında 126 eser telif etmiştir.

Abdulkadir Badıllı’nın yaptığı araştırmaya göre Bediüzzamanın gerek Eski Said ve gerekse Yeni Said döneminde telif ettiği eserlerin toplam sayısı 196’dır.

ZAFER KARLI

www.NurNet.Org

Dipnot : Bu çalışmadaki Yeni Said Dönemine ait bilgiler Kur’anın Parlak Bir Tefsiri : Risale-i Nur isimli eserden alıntı yapılmıştır.

Risale-i Nur’da İçtihat Hatası Var Diyenlere Cevap!

“Ben, senin içtihadında hata var diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım. Fakat şimdiye kadar o içtihadımı tamamıyla kanaatle tam tasdik edenler, binler ehl-i iman ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettikleri ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda, sırf ehl-i imanın imanını Risale-i Nur ile muhafaza niyet-i hâlisasıyla ve Necmeddin-i Kübra, Muhyiddin-i Arab gibi binler ehl-i işarat gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur’aniyeyi kendine gelen bir kanaat-ı tâmme ile, hem mahrem tutulmak şartıyla beyan ettiğim ve o içtihadımda en muannid dinsizlere de isbat etmeğe hazırım, dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheble fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar? Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlahiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helâl etmem! Titresin!.. Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyesini muhafaza için hayatını ve herşeyini feda eden bir mazlûmun şekvası, elbette cevabsız kalmayacak!..

İllâ bir şart ile helâl edebilirim ki: Bu Ramazan-ı Şerifte bana ve hâlis kardeşlerime verdiği endişe ve telaşı, hakperestlik damarıyla, büyüklere lâyık ulüvv-ü cenabla, enaniyet-i taassubkâranesini hakikata ve insafa feda edip tamire çalışmasıdır; müşfik ve munsıf bir hoca tavrıyla, kusurumuz varsa bize lütufkârane ihtar ve ikazdır. Cenab-ı Hak Settar-ul Uyûb’dur, hasenat seyyiata mukabil gelse afveder. İman hizmetinde yüzbinler insanın imanını tahkikî yapmak hasenesine karşı, benim gibi bir bîçarenin hüsn-ü niyetle, kuvvetli emarelerle inayet-i İlahiyeden tasavvur ettiği bir müjde-i Kur’aniyenin tefehhümünde bir yanlış, belki yüz yanlış varsa da, o hasenata karşı gelemez, setr-i uyûb perdesini yırtamaz! Her ne ise…

Bu mes’ele yalnız şahsıma taalluk etseydi, ben cidden nefs-i emmaremi tam kırmak için ona minnetdar olurdum. Mesleğimiz, bu zamanda hakka hizmet, bütün bütün terk-i enaniyetle olabileceğini kat’î kanaatımız olduğu gibi; yirmi senedir nefs-i emmarem ister istemez o mesleğe itaate mecbur olmuş. Risale-i Nur ve mukaddematları, buna bir hüccet-i katıadır. Fakat garaz ve inad ve bir nevi taassub-u meslekiyeyi ihsas eden ve esrar-ı mestûreyi işaa suretinde gelen itiraz ve ayıblara karşı Eski Said (R.A.) lisanıyla derim: İşte meydan! En mutaassıb ülemadan ve en büyük veliden tut, tâ en dinsiz feylesoflara ve müdakkik hükemalara, Risale-i Nur’daki davaları isbat etmeğe hazırım ve hem de isbat etmişim ki, benim mahvıma ve i’damıma mütemadiyen çalışan zındık feylesoflar ve mülhidler, o davaları cerhedemiyorlar ve edememişler!

Hem bütün hayatımda delilsiz davaları zikretmediğim, sizin gibi eski ve yeni arkadaşlarım biliyorlar. Bâhusus Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’dan aldığım bir kuvvetle, Avrupa feylesoflarına Risale-i Nur meydan okur. Risale-i Nur bu zamanda medar-ı nazar bir hâdise-i Kur’aniye olduğundan, bir-iki işaret değil, belki benimle beraber Risale-i Nur şakirdleri tarafından istihraç edilen beş risalede yazılan işaretler, bir cihette bine yaklaşıyor. Bin incecik saçlar dahi toplansa kuvvetli bir ip olduğu gibi, sarahata yakın bir delalet oluyor. Vahdet-i mes’ele cihetiyle o işaretler birbirine kuvvet verir. Bazı işaratı zaîf görmekle onu inkâr etmek, insafa, hakperestliğe muvafık olamaz. İnkâr eden mazur olamaz. Hususan lüzumsuz ve zararlı ve müfritane bir gıybet olsa, bu zamanda ehl-i ilim ortasında ehl-i hakikatı ağlattıracak bir hâdise-i elîmedir.”

Said Nursi

Sikke-i Tasdik-i Gaybi (61- 62 )

Üstad Said Nursi’yi Nasıl Anlatıyorlar?

Lâdikli Ahmet Ağa :

Reşat Bey arkadaşı ile birlikte mübarek bir zat olan Ladikli Ahmed Ağa’nın yanına gidiyor ve kanaatlerini sunuyorlar. Ahmed Ağa şu şekilde karşılık veriyor:

“Ben size onu nasıl anlatayım ki? O bizim gibi herhangi bir tarikat silsilesine bağlı değildir. O ne Kutbü’l-Aktab’a, ne de herhangi bir kutuba bağlıdır. O doğrudan doğruya Peygamberimizden (a.s.m.) Feyiz alır, ona göre hareket eder. Bir hatıramla onun manevî makamını size anlatmaya çalışayım.

“Birgün Hızır (a.s.) gelerek, ‘Eskişehir’de zelzele olacak. Taş üstünde taş kalmayacak. Gel, Bediüzzaman’a gidelim ve dua etmesini isteyelim ki, bu zelzele hafiflesin’ dedi.

Beraberce gidip, Bediüzzaman’a vaziyetini anlattık. ‘Haberim var,  haberim var’ dedi. Hızır (a.s.), ‘Dağlara gidip dua edelim’ dedi. Bediüzzaman, ‘Ben hastayım, siz dağlara çıkıp dua edin, ben buradan dua edeceğim’ dedi. Eğer onun duası olmasaydı, Eskişehir’de gerçekte taş üstünde taş kalmazdı.’

Bu sözleri dinleyen Yarbay Reşat Beyin arkadaşı ikna olup Bediüzzaman ve eserlerine taraftar bir vaziyete giriyor. (1)

Gavs-ı Hizan Seyyid Sıbğatullah :

“Üstad Bediüzzaman’ın muhterem babası Sofi Mirza Efendi, Nurs köyünden kalkarak Gayda’ya Seyyid Sıbğatullah Hazretlerinin ziyaretine gelirdi.

Bir defasında muhteşem mecliste Seyyid Sıbğatullah ayağa kalkarak, Sofi Mirza’ya meclisin başköşesinde yer göstermişti. Orada bulunan ulema ve hulefâ, bu basit, ümmî Nurs’lu köylüye neden bu kadar alâka ve hürmet göstediğini Seyyid Sıbğatullah’tan sordukları zaman, Gavs-ı Hizan şu cevabı veriyordu:

“Bu Sofi Mirza ileride öyle bir zata baba olacak, bunun sulbünden öyle bir zat gelecek ki, o zata baba olmayı ben on gavslığa tercih ederim. Gavs olmaktansa, o gelecek zata böyle bir baba olmayı tercih ederim!” (2)

Gönenli Mehmed Efendi :

“Denizli Hapishanesinden tahliye olduktan sonra, içimde Üstadla beraber bir namaz kılma arzusu belirdi. Bir müddet sonra Üstad, kalbi arzuma muvafık olarak, ‘Beraber namaz kılalım’ diye beni çağırttı. Otelin önünde de kalabalık bir cemaat, ‘İstanbullu hoca vaaz verecekmiş’ diye bekliyordu. Ben o sırada gerçekten mütereddit kalmıştım. Sonra Üstaddan beni rahatlatan haber geldi: ‘Vazifesini yapsın. Sonra gelsin, namaz kılarız.’

“Tahliyeden sonra Denizli’de bir hafta kadar kalmıştım. Müftü ‘Sen hangi camii istersen orada vaaz ver, hutbe oku’ diyerek bana müsaade vermişti.

“Aradan yıllar geçti. İstanbul’a geldiğini haber aldım. Fatih Camiine davet ettim. ‘Başkalarına haber vermez ve beni halka göstermezse gelirim’ demiş. Derhal Hünkâr mahfilini hazırlattım. Sonra camiye geldi. Hünkâr mahfilinde, imamlığında namaz kıldık. Allah’a şükür, arkasında namaz kılmak da nasip oldu. (3)

Şeyh Muhammed Celalî’nin Oğlu: Şeyh Nizameddin Arvasî

Doğubeyazıt’ta üç ay Bediüzzaman’a ders veren zat, Şeyh Muhammed Celâlî idi. Aslen Arvaslıydı. Uzun müddet Celâlî kabilesi arasında kaldığı için kendisine “Celâlî” denilmekteydi. l85l yılında dünyaya gelmişti. On biri erkek, dokuzu kız olmak üzere yirmi evlâdı vardı. Birinci Cihan Harbinin başlarında, yani l9l4’te Siirt’in Şirvan kazasındayken vefat etmişti.

Oğlu Nizameddin Arvasî, Üstad Bediüzzaman ve babası Şeyh Muhammed Celâlî ile alâkalı olarak bizlere şu bilgileri verdi:

“Babamın doksan civarında talebesi varmış. Talebelerin en küçüğü Bediüzzaman’mış. Ama o zaman kendisine Molla Said denmekteymiş. Talebelerin en küçüğü olmasına rağmen, bütün talebeler tarafından çok hürmet görürmüş. Diğer talebelerin hepsine müderris ve müftü Sadullah Efendi tarafından dersler verilirken, tek başına yalnız Bediüzzaman babamdan ders alırmış. Ders esnasında kimseyi de yanlarına almazlarmış. Bediüzzaman babama, ‘Bu kitaplar okuyup öğrenmekle baş olmaz, bu ilmin hazinesinin anahtarı sizdedir,’ diyerek her ilimden sadece birer ders almış. İlimde ve zekâda bütün talebelerin fevkinde imiş. Gündüzleri babamdan ders alırken, Perşembe geceleri de Ahmed Hanî’nin türbesine gidermiş. Şüphelenen babam, küçük Said’in arkasına Halife Yusuf ve Molla Şerif’i takipçi koymuş, Türbeye varan takipçiler, küçük Said’i göremezler, fakat içeriden; ‘Belî Seydâ, belî Seydâ (evet hocam, tamam hocam)’ diye sesler duymuşlar. Durumu gelip babama bildirmişler. Babam talebelerine ‘Bundan sonra Said’e kesinlikle kimse karışmayacak’ diye emir vererek, yaşça büyük olan Molla Şerif’i de Bediüzzaman’ın hizmetine vermiş. Molla Şerif’in anlattığına göre, ders esnasında bazen babam, bazen de Bediüzzaman sinirlenirmiş. Bediüzzaman sinirlendiği zaman dışarı çıkarak medreseden uzaklaşırmış. Talebeler Bediüzzaman’ın medreseyi terk ettiğini söyleyince, babam, ‘Bırakın Said’i, bırakın Said’i, ona sizler karışmayın, o biraz sonra yine gelir’ diyerek cevap verirmiş. Gerçekten de Üstad sinirleri yatışınca tekrar medreseye dönermiş. (4)

ZAFER KARLI

www.NurNet.Org

Kaynaklar :

1- Şahidlerin Dilinden 3. Cilt, s. 203

2- Son Şahitler 1 / 22

3-http://www.risale-inur.org/yenisite/moduller/sonsahitler/bolgeindex.php?id=199

4- http://www.risale-inur.org/yenisite/moduller/sonsahitler/bolgeindex.php?id=43