Etiket arşivi: sevgi

Tebessüm en büyük sadakadır!

Vakkasoğlu, “Riyakârlık yapmadan, gösterişe ve samimiyetsizliğe sığınmadan, ciddiyetsizlik yerine içten gelerek çocuklarınıza ve eşlerinize tebessüm edin, sevginizi gösterin.” dedi.

Vakkasoğlu, Bursa Gemlik Belediyesi’nin Ramazan Ayı Kültür Etkinlikleri kapsamında ilçe halkıyla buluştu. Konuşmasında tebessümün önemine değinen Vakkasoğlu, şunları kaydetti: “Tebessüm en büyük sadakadır. Riyakârlık yapmadan, gösterişe ve samimiyetsizliğe sığınmadan, ciddiyetsizlik yerine içten gelerek çocuklarınıza ve eşlerinize tebessüm edin, sevginizi gösterin. Özellikle hanımlar ve anneler şefkat kahramanlarıdır. Öncelikle anneler yüreklerini açmalıdır. Sevgi azalmamalı. Aile ortadan kalkmamalı. Dünya bu kadar katılaşmamalı. Anne yüreği de giderse kalır mı aile? Bu nedenle içimize, yüreğimize, derinimize samimiyetle bakalım. Sevgiyi, saygıyı, tebessümü ben demiyorum, bu efendimiz Hz. Muhammed’in sünnetidir.

Sevginin paylaştıkça çoğalıp, coşacağını ifade eden Vakkasoğlu, Ramazan ayında gönüllerin açılmasını isteyerek, beddua yerine duaya sığınılması gerektiğini kaydetti.

Eşlere mutlu bir aile adına tavsiyelerde bulunan Vakkasoğlu, şöyle devam etti: “Eşinizle yarışarak, rekabet ederek, inatlaşıp, didişerek aile kurtulmaz. Karşılıklı hoşgörü, sevgi, saygı, samimiyet ve tebessümle, konuşarak aile kurtulur. Ailelerimiz bizim son kalelerimizdir. Onu koruyalım. Batı da karı koca yemek yiyip, herkes yediğini ödemekte. Biz bu durumlara düşmeyelim.

Gemlik Belediye Başkanvekili Refik Yılmaz, programın sonunda Vakkasoğlu’na çiçek takdim etti.

Cihan

Vatan Sevgisi

Milletlerin yurt edinip özgürce hayatlarını sürdürmek için uğrunda nice mücadeleler verdiği toprak parçasına vatan denilmiştir. ”Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır“ veciz sözüyle, anlatılmak istenen de budur. Korunması, Hadisi Şerifle teşvik edilmiştir.

“Bir kimse kendini, dinini, namusunu ve malını korurken öldürülürse şehittir.”( Tirmizi, Diyat / 22)

Vatan, bir amaç ve gaye değil amaç ve gayeye hizmet eden bir araç bir vasıtadır. Amaç ve gaye insan ve onun inançlarının yaşanmasıdır. Hal böyle olunca elbette dinini rahatla yaşadığı vatan rahatla yaşayamadığı vatana tercih edilir. Yalnız tercih yapmak durumunda kaldığı zaman bu böyledir. Yoksa tercih gerektirmeden vatan değiştirmek yanlış ve hatalı olur. Nitekim Peygamber Efendimiz (asv) Mekke de dinini yaşayamaz bir hale geldiği zaman Medine ye hicret etmek durumunda kalmıştır. Ama şartlar değiştiği zaman vatan asıldır, ilk tercih edilecek yer orasıdır.

Peygamber Efendimiz (asv)’in Mekke sevgisi ve orayı arzulaması sadece dini hissiyatla izah edilemez, o arzu ve sevgi içinde vatan hasreti ve vatan sevgisi de vardır. Vatan sevgisi sadece dinin yaşanamaması noktasında geri plana atılır. Yoksa insanların vatanını sevmesinde ve saymasında dini açıdan bir sakınca yoktur. Nitekim vatanı öven ve vatanda kalmaya teşvik eden bir çok hadisler de mevcuttur.

“Vatan sevgisi imandandır” hadis-i şerifi, İslam âlimlerinin en büyüklerinden ve ikinci bin yılın müceddidi olan imam-ı Rabbani Hazretlerinin, Mektubat kitabının 155. mektubunda ve Mevlana Celaleddin Rumi Hazretlerinin Mesnevi’sinde vardır.

“Allah rızası için bir gün nöbet beklemek, dünya ve dünyadakilerden hayırlıdır. Sizden birisinin kamçınsın cennetten işgal ettiği bir yerde, dünyadan ve dünyadaki her şeyden hayırlıdır.’’ ( Buharı. Cihad. 71) Nöbet nerde tutulur, elbette vatan hudutlarında.

Dinin bir çok hükmü vatan ve toprak ile yaşanır. Ordu olup da karargahın olmaması, cemaat olup da mescidin olmaması, zekatın olup da zekatın kazanılacağı çarşı ve pazarın olmaması, ilim ve eğitimin olup da okul ve medreselerin olmaması, miras hukukunun olup da miras edilecek toprak ve tarlaların olmaması elbette düşünülemez.

İnsan dinini ve haysiyetli bir yaşamı ancak özgür ve bağımsız bir vatan üstünde yaşabilir. Vatansızlık çok acı ve kahırlı halettir. Nitekim Yahudiler meskenet zilletini vatansızlık ile yemişlerdir. Yani yersiz ve yurtsuz oldukları için tarihte itilip kakılmışlardır. Şeriat ile vatan bir birlerinin lazımı iki önemli ayrılmaz unsurlardır. Peygamber Efendimiz (asv)’in Mekke den çıkar çıkmaz Medine’yi yurt edinmesi vatan kavramının önemine işaret eder.

Ö. Nasuhî Bilmen, Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamûsu’nda Darü’l-İslâm ve Darü’l-Harb’i şöyle tarif eder :

«Darü’l-İslâm, Müslümanların hâkimiyeti altında bulunup Müslümanların emn ve eman içinde yaşayarak dinî vazifelerini ifa ettikleri yerlerdir. Müslümanlar ile aralarında müsalâha ve muvadecı bulunmayan gayr-i müslimlerin hâkimiyeti altında bulunan yerler de Darü’l-Harb -tir»

Şafiî Mezhebi’ne göre, bir diyar yahut bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmiş ise, o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar «Darü’I-İslâm»dır. Böyle bir memleket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez. Hatta Müslümanlarla barış halinde bulunan gayr-i müslimlerin ülkeleri de «Darü’l-Harb» değildir. ( Bilmen, Ö. N. a.g.e., c. III, s. 335.).

Hanefî Mezhebi’nde, bir «Darü’l-Harb», «ahkâm-ı İslâm’ın bazısının icrası ile «Darül-İslâm»a inkılâp eder ( Kuhistanî, c. II, s. 311.). Bu hususta ittifak vardır. Bir «Dar-ı İslamın, «Dar-ı Harb»e inkılâp etmesi hususunda ise, iki ayrı görüş mevcuttur. Bu görüşlerden birincisi îmamı A’zam Hazretleri’ne, diğeri ise İmameyn’e (İmam Muhammed ve İmam Yûsuf) aittir.

İmam-ı A’zam’a göre «Darü’l-İslâm»-ın «Darü’I-Harb»e inkılâp edebilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte tahakkuk etmesi lâzımdır. Eğer bu şartlardan birisi noksan olursa, yine o diyar, «Dar-ı îslâm»dır, «Darü’l-Harb» değildir.

1. İçerisinde küfür ahkâmı bitemamiha -yani yüzde yüz- tatbik edilecek. Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmediği meselâ, sadece cuma ve bayram namazlarının kılınabildiği bir diyara «darü’l-harb» denemez.

2. O diyar «Darü’l-Harb»e muttasıl olacak, yani o diyarın sınırları ve komşu hudutları tamamen kâfirler tarafından kuşatılmış olacak. Eğer bir diyarın hudutlarından herhangi bir tarafı «Darü’l-İslâm»la muttasıl, yani bir Müslüman memleketine komşu olursa, o diyar «Darü’l-Harb» olamaz. Çünkü İmam-ı A’zama göre «Bir Müslüman memleketle komşu olan Müslümanlar tamamen mağlûp sayılmazlar. O Müslüman memleket ile imanî, ahlâkî, itikadî, içtimaî, siyasî, ticarî ve an’anevî ilişkilerini devam ettirebilirler; İslâmî şeairi yaşatabilirler.»

Bu noktada bir hususun açıklanmasında fayda vardır. Gayrimüslimlerce ihata şartı, müstakil İslâm devletleri için değil, gayrimüslim bir devletin hükmü altında bulunan ve kendini müdafaadan aciz vilâyet, köy ve kasabalar için söz konusudur. (Rusya ve Bulgaristan’daki Müslüman köyler gibi.) Nitekim, fakîhlerin bu mevzuyla ilgili izahlarında «devlet» değil, «belde», «dar» ifadeleri kullanılmıştır. Yoksa kendini müdafaaya muktedir ve müstakil bir îslâm devleti, her taraftan gayr-i muslini devletlerle kuşatılmış olsa da, yine «Darü’l-Harb» olmaz.

3. İçinde eski eman ile emin bir Müslüman veya zımmî kalmamış olacak. Yani o beldede daha önce can ve mal güvenlikleri mevcut olan Müslümanların veya zımmîlerin (gayrimuslim azınlıkların) bu güvenlikleri bir kâfir istilâsıyla ortadan kalkmış olacak.

Bu ince şartlar dahilinde meseleye baktığımızd da Türkiye’nin fıkıh açısından Darü’l-Harb mı yoksa Darü’l-İslâm mı olduğu çok açık bir şekilde sabit oluyor. Bazı müfrit ve mezhepsiz fikri akımların iddia ettiği gibi Türkiye’miz Darü’l-Harb değildir.

sorularlaislamiyet.com

Çocuklarımıza Nasıl Yaklaşmalıyız ?

 Çocuğun aile yaşantısı ile ahlaki yaşantısı arasında çok önemli bir bağ vardır.Çocuklar ilk önceleri ailelerini örnek alırlar.Erkek çocukları için baba, kız çocukları için anne  en büyük idoldür.Onların her yaptığını yapmaya çalışırlar.Bu örnek olma olayını anne ve babalar pek  fark edemez.

    Erkek çocukları babalarının oturuşunu bile örnek alıp babaları gibi oturmaya çalışırlar.Özellikle törelerin baskın bir şekilde etkisini gösterdiği bizim toplumumuzda çok büyük yanlışlıklar yapılmaktadır.Babalar -yanlış ta olsa- kendi doğrularını çocuklarına empoze ettirmeye çalışırlar. Özellikle de kırsalda kesimde erkek çocuklarından beklentiler yaşlarından daha üst düzeyde olmaktadır.Bu durum çocuklar üzerinde çok büyük bir baskı oluşturmaktadır.Şehirde yaşayanlarda da pek farklı değildir.Bu beklentiler belli zamandan sonra çocuğun psikolojisinde çok büyük sıkıntıların yaşanmasına sebep olmaktadır.Çocuklar bu baskılardan dolayı bazen şiddete yönelmektedir.Okul önlerinde çıkan kavgaların çoğu bu yanlış beklentilerin gençler tarafından karşılanma çabasıdır.

       Kız çocuklarında ise durum daha ağırdır.Kız çocuklarında en büyük sıkıntı yine töre baskısıdır.Biraz dozu hesaplanmamış bir şekilde olunca çok olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmaktadır.Konuyu biraz açmak gerekirse Kız çocukları televizyon dizileri,internet vb. araçlar tarafından empoze edilmeye çalışılan  fakat toplumumuzda olumsuz karşılanan davranışları okulda ve çevrede uygulamaya çalışınca başta en yakın çevresi olmak üzere toplum tarafından büyük tepki görmektedir.Bazen bu tepkiler genç kızları intihara bile sürükleyen sonuçlar doğurmuştur.Yakın zamanda okullarımızda yaşanan intihar olayları aslında bu bahsettiğimiz kültürel baskının sonucudur.

     Biz anne, baba ve eğitimciler olarak çocuklarımızla çok iyi ilişkiler kurmalıyız.Çünkü çocuklarımız bizi örnek alır.Onlara karşı yaklaşımız onlar için önemli bir göstergedir.

Unutmayalım:

Eğer bir çocuk kınanarak yaşarsa suçlamayı öğrenir.

Eğer bir çocuk düşmanca davranışlar

içinde yaşarsa kavga etmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk alay edilerek yaşarsa sıkılganlığı öğrenir.

Eğer bir çocuk utanç içinde yaşarsa

suçluluk duymayı öğrenir.

Eğer bir çocuk hoşgörüyle yaşarsa

sabırlı olmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk teşvik edilerek yaşarsa

güvenmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk değer verilerek yaşarsa

saygı duymayı öğrenir.

Eğer bir çocuk eşitlik ortamında

yaşarsa adaleti öğrenir.

Eğer bir çocuk güven duygusu içinde

yaşarsa inanmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk beğenilerek yaşarsa

kendisinden hoşlanmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk kabul ve dostluk içinde yaşarsa dünyada sevgi aramayı öğrenir.

Eğer bir çocuk düşmanlıklar içinde büyürse

saldırganlığı öğrenir.

Eğer bir çocuk sevgi içinde büyürse güvenmeyi öğrenir.

Çocuk ailenin, aile de toplumun ürünüdür;

çocuk yaşadığını öğrenir.

Sonuç olarak biz ebeveynler çocuklarımıza değer vermeliyiz.Onlardan beklentilerimiz yaşlarına uygun beklentiler olmalıdır.Eğer biz değer vermezsek bu değeri ailenin dışında başka kişilerde  ve başka mekanlarda aramaya başlarlar.Çok geç olmadan çocuklarımıza hak ettikleri değeri verelim ve büyümüşte olsalar onlardan sevgimizi eksik etmeyelim.

Hamit DERMAN

Neden Peygamberimize (A.S.M.) salat ve selam ederiz?

O, kâinatı okur, bir elindeki kitabıyla. Tesbihatıyla âlemleri çınlatır. Ve açar ellerini, Rabbinden sonsuzluk ister, kurtuluş ister, kavuşma ister, mutluluk ister.

Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin. (Ahzâb Sûresi, 33:56) “

Bu ayetin tasvir ettiği kâinat, Âlemlerin Rabbinden inen rahmetlere gark olmuş, gökleri ve yeri rahmet dualarıyla çınlayan bir kâinat idi. Ayet, o duaların ve rahmetlerin odak noktasında ise Ahirzaman Peygamberi Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı gösteriyordu.

Bu tasvirleri destekleyen başka âyetler de vardır. Meselâ Enbiyâ Sûresinin bir âyeti, Peygamberimize hitaben, “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” buyurur. Bütün âlemlere bir rahmet olarak—âyetin vurgusuyla: ancak rahmet olarak—gönderilen zat için gökler ve yer dolusu rahmet dualarının edilmesinden daha doğal ne vardır?

Bediüzzaman Hazretleri, eserlerinin çeşitli yerlerinde bu manzarayı pek güzel bir şekilde yorumlar. Onun bu yorumu, geçmiş ve geleceğiyle birlikte tüm zaman ve mekânları kuşatan bir bakış açısından çekilmiş bir fotoğraf gibidir:

Orada, bütün varlık âlemini arkasına almış, Yer ve Gökler Rabbini zikreden ve Ona niyazda bulunan bir büyük zat vardır.

O, göklerde ve yerde ne varsa bir kitap gibi okur ve okutur.

Onun nuru altında hiçbir şey karanlıkta kalmaz.

Herşey canlanır, herşey Rabbini zikretmeye başlar.

Yaratılan ne varsa, onun getirdiği kitapla bir anlama kavuşur, bir değer kazanır.

O, bir kâinatı okur, bir elindeki kitabıyla.

Tesbihatıyla âlemleri çınlatır.

Ve açar ellerini, Rabbinden sonsuzluk ister, kurtuluş ister, kavuşma ister, mutluluk ister.

Bütün bunları, ardınca dizilen insan ve cin âlemleri için ister.

Gökler ve yer onu huşu içinde dinler, ona âmin’ler söyler.

İşte o âmin’ler, göklerden ve yerden ona giden salâvatlardır.

Alemlere rahmet olarak gönderilen için, her an âlemler rahmet duası eder, ona her an Alemlerin Rabbinden rahmetler iner.

Dualar gibi, her an onun arkasında dizilenler de artar.

Mahlûkat kafileleri birbiri ardınca dünyaya gelirler.

Ümmetine hergün yeni yeni fertler katılır.

Katılanlarla beraber, rahmete olan ihtiyaçlar da artar.

İhtiyaçlar arttıkça dualar ve âmin’ler de çoğalır.

Çünkü onu gönderen, onunla bütün âlemlere rahmet etmek istemiştir.

Onun için, o rahmet timsalinin mertebesi de sürekli bir yükseliştedir. Sebep olduğu hayırlar onun defterine geçer; salât ve selâmlar onun kadrini yüceltir.

Böylece, o, arkasına aldığı âmin’lerle, Rabbinin katında, niyazı reddedilmeyecek bir mertebeye erişir.

Nihayet, o içten niyazlarla, o güçlü âmin’lerle bir saadet yurdu açılır.

O gün, onun âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olduğunu herkes gözleriyle görür.

Ve inananlar, salât ve selâmlarıyla kendileri için ne büyük bir yatırım yapmış olduklarını anlarlar.

İşte, salâvatın bu anlamı ve önemi sebebiyledir ki, o Yüce Peygamber, “Kim bana bir salât ederse Allah ona on salât eder” buyurmuştur.

Duamın hepsini salâvata ayırayım mı?” diyen bir Sahâbîye onun verdiği şu cevapta da yine aynı hakikatin ifadesi vardır:

İşte o zaman Allah senin bütün sıkıntılarını giderir ve günahlarını da bağışlar.

Alem dolusu salavat..

Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin. (Ahzâb Sûresi, 33:56)

ALLAH Resulünün büyüklüğünü muhteşem bir tablo içinde tasvir eden bu âyet, biz mü’minlere de bu tablonun içinde yer alma çağrısı yapıyor.

Âyetin ilk olarak verdiği haber, Yüce Allah’ın ona salât ettiği şeklindedir. Allah’ın salât etmesi, rahmet anlamını taşır. Ayetin ifadesinde, bir de süreklilik vardır. Bu ise, “Âlemlerin Rabbi, sürekli olarak ona rahmet ediyor, ona rahmetini indiriyor” demek olur.

Bundan başka, Allah’ın meleklerinin de sürekli olarak Peygambere salât etmekte, yani rahmet duası etmekte oldukları haber veriliyor.

Şimdi, âyetin şu kısmının tasvir ettiği âlemleri bir düşünün:

Öyle bir âlem—yahut âlemler—ki, her an Rabbinden gelen bir rahmet yağmuru altındadır.

Bir yandan Âlemlerin Rabbinden rahmet inerken, bir yandan da, o yüce âlemleri dolduran, hadde hesaba gelmez, tasavvurlara sığmaz melek ordularından Ona rahmet duaları yükselmektedir.

İnen rahmet yağmurlarının, yükselen rahmet dualarının odak noktasında ise bir sevgili kul var:

Âhirzaman Peygamberi Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.

Âyetin ikinci cümlesi, bizi de bu muhteşem tablonun içinde yer almaya çağırıyor:

Ey iman edenler, siz de ona salât edin, tam bir teslimiyetle ona tâbi olun ve ona selâm verin” buyuruyor.

Bu İlâhî buyruğun yeryüzünde nasıl yankılandığını hep beraber görüyoruz:

Âlemlere rahmet olarak gönderilen o Peygamber yeryüzüne ineli beri, bu gezegen, hiç durmadan ona salât ediyor.

Ona teslim olmuş gönüllerden her saniye milyonlarca salât ve selâm yükseliyor.

Hiç durmuyor salât ve selâmlar.

Yeryüzü, bir nefes aralığı bile vermeksizin, geceli gündüzlü onu selâmlıyor, ona rahmet duaları ediyor.

Koca dünya, bir yandan da minarelerinin diliyle onu yad ediyor.

Henüz güneşin doğmadığı yerlerde onun adı yankılanmaya başlıyor.

Günün kapanışındaki ezanlarda yine onun yâdı var.

Gece ve gündüz birbirinin peşi sıra bu gezegeni dolaşıp dururken, ezanlar da dalga dalga birbirini izliyor. Ezansız bir an geçmiyor yeryüzünde.

Ve her ezanda onun elçiliği âlemlere bir kez daha ilân ediliyor.

Gece ve gündüz gibi, ezanlar ve salât ü selâmlar sarıp sarmalıyor bu şirin gezegeni.

Ve dünyamız, yüz binlerce minaresinden ve milyarlarca gönülden yükselen nida ve dualarla uzayın uçsuz bucaksız derinliklerinde uçup giderken, geçtiği her yerde salât ve selâmlardan yankılar bırakıyor.

Şöyle bir manzaranın bir anlık bir kesitini bile bir fotoğraf karesi halinde gözlerimizin önünde canlandırmamız, bu dünya şartlarında elbette ki mümkün değildir.

Düşünün ki, bu hadise, asırlardır gece ve gündüz demeden sürüp gidiyor.

Üstelik artarak, büyüyerek, gittikçe gürleşen sadalarla yankılanıyor bu ezanlar, bu salât ve selâmlar.

Her an, ona rahmet duası eden ve selâm gönderen dillere yenileri ekleniyor.

Yeryüzü onu böylece milyarlarca dille yad ederken, yüce âlemlerin sakinleri de yine ona rahmet duaları ediyorlar—Rablerinin onlara öğrettiği şekilde.

Yeriyle, göğüyle, âlemler rahmet duaları içinde çalkalanıp dururken, bütün âlemlere böyle bir duayı ilham edenin sonsuz rahmeti de onun üzerine inmeye devam ediyor.

Âlemleri kuşatan bütün bu duaların ve İlâhî rahmetin tam odak noktasında bulunan bir kimsenin asırlar boyunca bu salât ve selâmlarla nasıl bir mertebeye yükseleceğini düşünün, düşünebilirseniz!

Veya, bu kadar uzun bir hesaba girişmek yerine, onun herhangi bir andaki yükselişini düşünmeye çalışın:

Siz bir soluk alıncaya kadar, göklerden ve yerden ona edilen salât ve selâmlar, Âlemlerin Rabbinden ona inen rahmetler nasıl bir yekûn tutar?

Çok şükür ki, âyet, bizden böyle ağır bir hesap istemiyor.

Onun yerine, bize bir çağrı yapıyor:

Allah’ın melekleriyle ve iman eden kullarıyla beraber, o muhteşem tablo içinde yer alarak, âlemlere rahmet olan Zâta (A.S.M.) salât ve selâm gönderme çağrısı.

Ümit ŞİMŞEK

Uhuvvet ve muhabbet!

Aslında kalbimize konan hadsiz sevgi potansiyeli, ebedî bir güzelliğe sahip zata yönelmek için verilmiş. Çünkü kalbin yaratılmasının sebebi, sevgiyi yaratan gerçek Sevgililer Sevgilisi’ni sevmektir.

Dünyada yalnız başına yaşadığınızı farz ediniz!

Faraziyesi bile ne sıkıcı!

Birlikteliğin tadı; iletişim, dostluk ve muhabbetle çıkar.

Bundandır ki, mü’minleri kaynaştıran unsurların başında uhuvvet, yani gerçek kardeşlik, hakikî dostluk gelir.

Bediüzzaman, Uhuvvet Risâlesi’nde kardeşliği tesis için, “Mü’minler ancak kardeştirler.” meâlindeki âyetin ışığında birçok prensibi nazara verir.

Uhuvvetin en önemli unsuru ise, sevgidir. Dünyaya gönderilişimizin ana gayesi, ibadettir. İbadet ise, “iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah”, yani Allah’ın varlık ve birliğine iman, isim ile sıfatlarını tanıyıp O’nu sevmeyi ve dahi teşekkür etmeyi kapsar.

Yaratılış ve varoluş gayemizin sevgi olduğu şundan da anlaşılmaktadır: İnsan, kâinatın Sahibinin Esmasına, yani isim ve sıfatlarının tecellisine mazhar. Bu isimlerden ikisi ise Habib ve Vedud’dur. Yani, çok seven, sevilen ve bütün sevgileri yaratandır. Soyut olarak sevgiyi, sevgi mahalli kalpleri, sevenleri, sevgi sebeplerini Habib-i Mutlak olan yüce Allah yaratmıştır.

Sevgi, aynı zamanda bütün unsurlar arasındaki bağ, ışık ve hayattır.

Kezâ, bütün canlıları ayakta tutan unsurdur.

Rezzak-ı Kerîm, yarattığı varlıkları seviyor, rızıklandırıyor. Habib ismi anne-babalarımızda tecellî etmeseydi hayatta olmazdık; kaynaşamazdık; hayatın hiçbir tadı kalmazdı.

Aslında kalbimize konan hadsiz sevgi potansiyeli, ebedî bir güzelliğe sahip zata yönelmek için verilmiş. Çünkü kalbin yaratılmasının sebebi, sevgi ve sevgilileri yaratan gerçek Sevgililer Sevgilisi’ni sevmektir. Meşrû sevgi; sevgi sebeplerini aşarak her şeyi O’nun adına sevmek, O’nu hatırlamaktır. Elbette anne-babamızı, çoluk çocuğumuzu, eşimizi, dostumuzu; peygamberler ile sahabelerini, evliyaları, ilim ehlini ve meşrû olan her şeyi severiz. Fakat, O’nun yarattıklarını ve dünyayı, Esmâsının tecellisi ve ahiretin tarlası olması açısından sevebiliriz, sevmeliyiz.

Her şeyi, yüce Rabbimizin Habib/Rahim/Vedûd gibi sonsuz isim ve sıfatları hesabına seversek; sevgimizin gücü de sonsuzlaşır. O takdirde, Allah’ı tanımaktan gelen sevgi, en büyük maya ve iksir olur. Sevgi, eğer tevhid sırrı yardım etse (yani sonsuz sevgi sahibi Habib’den beslenirse), bizi kâinat kadar büyütür, genişlik verir ve yaratılmışların nazenin bir sultanı yapar.

Kur’ân, sevgiyi, aynı zamanda psiko-sosyal bir güç kaynağı, bir kaynaştırıcı olarak nazara verir:

Allah’a iman edenler, Allah’a olan sevgileri cihetiyle daha kuvvetlidir.

İman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kaleler de sevgi sebebidir.

Allah, sırat-ı müstakim denilen doğru yolda olanları sever, temiz olanları sever, iyilik yapanları sever, merhamet edenleri sever, sevenleri sever. Kendi basit, küçük sevgisiyle O’nun sevgisini birleştirenler, sonsuz bir sevgiyle bağlantı kurar.

Bediüzzaman, sadece mü’min kardeşliğini ihya etmez. Diğer taraftan, iman hakikatiyle, “yaratılmışlar”la bizi kardeş ilân ederek, aradaki vahşeti, yabancılığı kaldırır, dostluğa ve kardeşliğe dönüştürür.

Ali FERŞADOĞLU