Etiket arşivi: ümit şimşek

En Tehlikeliden Daha Tehlikelisi!

En Tehlikeli Üç Harfliler” başlıklı yazımızda, asıl korkulması gereken üç harflinin “ben” olduğu üzerinde durmuştuk. Kelimenin Arapçadaki ve Batı dillerindeki “ene” ve “ego” şeklindeki karşılıkları da, dikkat çekici bir şekilde, yine üç harfli olarak karşımıza çıkıyor. 

Fakat en tehlikeliden daha tehlikeli bir üç harfli daha var.

Daha doğrusu, en tehlikelinin daha da tehlikeli bir hali. Yazımızın devamında bu konuya geliyoruz:

Ben’in daha tehlikeli bir hali vardır ve o da bir başka üç-harfli olan “biz” halidir. Her ne kadar Bediüzzaman Hazretleri “ene’yi nahnü’ye çevirmek” denen bir hadiseden söz ediyor ve bunu talebelerine hedef olarak gösteriyorsa da, bu, bir buz parçası halindeki ene’nin havuzda erimesi halinde söz konusudur. Yoksa, erimemiş ben’lerin bir araya gelmesinden beklenecek sonuç bir havuz değil, olsa olsa buzdağları olabilir. Aynı hakikate Martin Luther King de hapishaneden yazdığı meşhur mektubunda temas etmiş ve Reinhold Niebuhr’a atıfta bulunarak, “toplulukların fertlerden daha fazla ahlâksızlaşmaya meyyal olduğundan” yakınmıştır.

Mesele topluluğun kendisinde değil, ne suretle bir araya geldiğindedir. Cemaatlerin fertleri, eğer ben’lerini eriterek hak bir yolda bir araya gelmişlerse, artık o topluluktan işiteceğiniz ses, Hüve’den başkası olmayacaktır. Bu takdirde cemaat ne kadar büyürse, tevazu da o kadar büyür ve Hüve’ler o nisbette gür bir sadâ olur:

“Meselâ nasıl ki küçük Hüve, Hüve, Hüve’lerden mürekkep büyükçe Hüve, Hüve yazılır. Sonra bu Hüve’lerden mürekkep çok büyük bir Hüve olur. Hem nasıl ki bir taburun hücumunda veya bir halka-i zikrin cezbesinde Allah Allah Allah derler ve onların seslerinden terekküp eden büyük ve cemaat sadâsıyla büyük bir tarzda Allah Allahkelimesi işitilir. Ve bunların seslerinden terekküp eden taburun sadâsı dahi büyük ve geniş bir telâffuzla Allah Allah Allah dediğini işittirebilir. . . .”

Bu pasajı, bir de Hüve’lerin yerine ene’leri koymak suretiyle okumaya  çalışın. Bu şekilde, ene’lerden meydana gelen bir “nahnü” ile kibir yarışına çıkabilecek kim vardır? Fâil-i Hakikî bütünüyle ihmal edilmiş, her türlü tevfik ve inayet doğrudan doğruya cemaate atfedilir olmuş, erişilen muvaffakıyetlerin birer haddini bilme imtihanından ibaret olduğu gerçeği unutulmuş, “Bunu bilgimle kazandım” diyen Karun’un tavrını hatırlatan övünmeler topluluğun şiarı haline gelmiştir.

İşin gerçeğine nüfuz edebilenler, bütün bunların bir büyüklük göstergesi olmadığını görmekte güçlük çekmezler. Çünkü insanda kibir büyüklüğün değil, küçüklüğün alâmetidir. İnsanlar küçüldükçe kibirleri de o nisbette büyür. Ne var ki, küçük insanların topluluklarına bu gerçeği anlatmanın yolu henüz keşfedilmiş değildir.

İlk Yazı: En Tehlikeli Üç Harfliler

Ümit Şimşek

yazarumitsimsek.com

Kar Yağar Çiçek Çiçek.. (Şiir)

Bir bahar sabahı uyanmışlardı.

Aylarca gülümsediler.

Bazan yağmur okşadı yüzlerini.

Bazan güneş öpücükler kondurdu yanaklarına.

Kucaklarında nice konuklar ağırladılar.

Bir yaz böylece geçti.

Yorgun düştü çiçekler.

Ve uyumak istediler.

•••

Bu defa gökte çiçekler açtı.

Bulutlarda nakışlar işlendi.

Herbiri ayrı bir desenle süslenmiş beyaz çiçekler usulca inmeye başladı yeryüzüne.

Ve yerde uyuyan çiçeklerin üzerini örttü incitmeden.

Donmasınlar diye, onları toprağın sıcaklığıyla baş başa bıraktı.

•••

Bem beyaz bir yorgan, dağlardan ovalara doğru serildi.

Renkler de çiçekler gibi gözlerden kayboldu.

Sadece beyaz kaldı ortada. Bir de güneşin kızıllığı zaman zaman.

Yorganın altında mışıl mışıl uyudu çiçekler.

Yukarıda olup bitenlerden haberleri bile olmadı.

•••

Gün geldi, bir diriliş müjdesi ulaştı uyuyanlara.

Bir tebessüm yukarıdan, bir tebessüm aşağıdan, deliverdi karları.

Önce güneş gülümsedi semâda.

Ona çiçekler cevap verdi.

İkisinin arasında dağlar eridi, gitti.

•••

Toprak, suyu yanı başında hazır buldu.

Kana kana içti.

İçtikçe coştu.

Coştukça güldü.

Dinlenmiş yüzlerle güldü.

Çiçekleri özleyenler, o gülen yüzde bir haşir müjdesi buldu.

Ve ölümü de, tıpkı kar gibi, kış gibi, bir diriliş habercisi bildi.

Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltendir. O herşeye kadirdir.

Rûm Sûresi, 50

Ümit Şimşek

yazarumitsimsek.com

Gerçek Risale-i Nur Talebelerini Nasıl Anlarız?

Bir zamanlar “Nur cemaati” denince Risale-i Nur okuyan ve Risale-i Nur’un hizmet tarzını uygulayan homojen bir topluluk akla gelirdi. Şimdi ise, bu tabir, insanların hatırına birbirinden çok farklı grupları getiriyor. Çünkü adı Risale-i Nur ile beraber anılan cemaatlerin bu eserlerle olan ilişkileri birbirinden çok farklı şekil ve seviyelerde ortaya çıkıyor. Bu kargaşada ise kimin gerçekten Nur cemaati olduğu, kimin bu unvan altında başka tür faaliyetler icra ettiği konusu herkes tarafından kolayca anlaşılamıyor. Bununla beraber, bahsi geçen toplulukların Risale-i Nur’a yaklaşım tarzı ve ona hangi seviyede rol biçtikleri dikkate alındığında, bunlardan hangilerinin Nur cemaati olarak anlaşılabileceğini belirlemek hiç de zor olmayacaktır.

Risale-i Nur ile ilgisi bulunan kişi ve toplulukları üç sınıfta toplayabiliriz:

  1. Risale-i Nur cemaatleri / Nur talebeleri / Nurcular: Bunlar, hizmet metodu olarak bütünüyle Nur Risalelerinde belirlenmiş esasları benimseyen kişi ve topluluklardır. Bunların hiyerarşisinde en üst noktayı — tabii ki Kur’ân ve Sünnetten sonra — Risale-i Nur işgal eder. Referanslar doğrudan doğruya Risale-i Nur’dan ve Üstad Bediüzzaman’ın tatbikatından alınır. Her ne kadar bu şemsiye altında muhtelif cemaatler faaliyet gösteriyor olsa da, bunların her biri Bediüzzaman’ın hizmetinde bulunarak Risale-i Nur hizmetini bizzat ondan ders almış kimselere dayanmaktadır.
  2. Risale-i Nur okuyan cemaatler: Kendilerine ait bir hizmet tarzına ve kendi hiyerarşisine sahip olan cemaatlerdir. Risale-i Nur’dan istifade etmekle birlikte, bu konuda bir iddiaları olmadığı için, Nur cemaatleriyle karıştırılmazlar ve onlarla herhangi bir ihtilâfları da bulunmaz.
  3. Risale-i Nur’u kullanan cemaatler / kişiler / topluluklar: Bunlar genellikle prim yaptığı zaman Risale-i Nur’a sahip çıkan, fatura istediği zaman da ondan uzak görünmeyi tercih eden kişi ve topluluklardır. Hiyerarşinin tepe noktasında her türlü kusurdan ve hatâdan münezzeh olduğu farz edilen kişiler bulunur; o kişilerin Risale-i Nur ile, hattâ zaman zaman Kur’ân ve Sünnetle açıkça çatışan söz ve eylemleri bile tereddütsüzce cemaat tarafından benimsenir ve diğer kaynaklar ona tâbi kılınacak şekilde tevil edilir. Gerçekte bunları Risale-i Nur cemaatlerinden ayırt etmek çok kolaydır: Kamuoyunda her ne kadar Risale-i Nur ile ilgili görünse de, bir cemaat eğer kendisine referans olarak bu eserleri değil de bir şahsı benimsemiş ve onu tartışılmaz bir değer olarak kabul etmişse, onun bir Risale-i Nur cemaati değil, Risale-i Nur’u daha başka hedefler doğrultusunda kullanan bir cemaat olduğunu söyleyebilirsiniz.

***

Bir başka ölçü:

Eğer bir topluluğun gerçek bir Nur cemaati olup olmadığını anlamak istiyorsanız, o topluluğun neyle uğraştığına, neyi dert ettiğine, neyin uğrunda savaştığına bakın. Bu son derece basit ve basitliği nisbetinde de şaşmayan ve şaşırtmayan bir ölçüdür.

Risale-i Nur talebeleri sadece iman hizmeti verirler. Onların bütün gayreti, ehl-i imanın imanlarını şüphe ve vesveselerden kurtarmak, insanlara ebedî hayatlarını kazandıracak bir imanı Risale-i Nur ile ders vermektir. Hayatının her ânı en amansız düşmanların tarassutu altında yaşanmış Bediüzzaman Hazretleri ile talebeleri bu konuda nice zorlu imtihanlardan geçmiş ve insanlara Allah rızası için iman hizmeti vermekten başka ne maddî, ne manevî, ne dünyevî, ne uhrevî hiçbir gaye peşinde olmadıklarını  bütün cihana karşı defalarca ispat etmişlerdir. Mektuplarındaki mükerrer ve şiddetli ikazları, Bediüzzaman’ın bu konudaki hassasiyetinin hiçbir şeyle kıyas edilemeyecek bir seviyede bulunduğunu açıkça göstermektedir.

Risale-i Nur vasıtasıyla Kur’ân’a hizmeti gaye edinmiş ve Bediüzzaman’ın mirasını hayatlarının en aziz varlığı olarak benimsemiş olan Risale-i Nur talebeleri, o gün bu gündür, Risale-i Nur hizmetini bu hassas ölçüler içinde devam ettirmişler, zamanın değişen şartlarına rağmen bu değişmez esaslara sadık kalmışlar ve ellerindeki bu kudsî emaneti maddî veya manevî hiçbir şeye âlet etmemişlerdir. Risale-i Nur’un bugün yurt içinde ve dışında milyonlarca okuyucu bulması ve bir o kadar insanın imanını kurtarması bu sayede mümkün olmuştur. Bediüzzaman’ın talebelerinden Abdullah Yeğin, Emirdağ Lâhikasındaki bir mektubunda, bu durumu baharın sessizce gelişine benzetir. Siz bu satırları okumaktayken yeryüzünün saymakla bitmeyecek kadar çok yerinde iman dersleri okunuyor; nice insan evlâdı bu eserlerle imanını kurtarıyor, dünyasını ve âhiretini aydınlatıyor. Bunların sayısını Allah’tan başka bilen yok, olması da gerekmez. Çünkü Nur talebeleri yaptıklarını sadece Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için yaparlar.

İman hizmetinin kâinatta hiçbir şeye âlet olmaması sebebiyledir ki, Risale-i Nur cemaatleri ne dünyevî, ne de uhrevî makamların peşinde koşmazlar, siyasete girmezler, maddî veya manevî menfaat peşinde koşmazlar, zehirli yılandan kaçar gibi şan ve şöhretten kaçarlar, kadrolaşmak ve birtakım mevkileri elde etmek gibi heveslere kapılmazlar, derslerine gelen kimseler arasında hiçbir ayırım yapmazlar, onlardan hiçbir şey istemez ve onlara hiçbir şey satmaya kalkmazlar. Bunlardan herhangi birinin işlendiği bir yerde Risale-i Nur hizmetinin en temel ilkesi ihlâl edilmiş ve bu hizmet başka gayelere hizmet eder bir hale dönüşmüş demektir.

Yine de bu konuda bir tereddüt taşıyan olursa, Bediüzzaman Hazretlerinin hayatta olan talebelerinden hangisine soracak olsa, alacağı cevap onun bütün tereddütlerini izale edecektir.

Ümit Şimşek / yazarumitsimsek.com

Aynı Konuyla İlgili Çok Önemli Meşveret Notları İçin Tıklayınız.

Ruh Üflendi Kainata..

Big bang’dan sonra 10.000.000.000 senesi civarıydı. Bugünkünden daha küçük, ama daha hızlı ve hareketliydi kâinat. Büyüyor, serpiliyor, genişliyor, bir hedefe doğru aceleyle koşuyordu. Yuvasından henüz çıkmış genç kuşlar gibi uçuşan yıldızlar, ışıl ışıl kandillerini yakmış dev filolar misâli birbiriyle yarışan galaksiler… Hepsi o kadar. Güzel, muhteşem, muazzam bir kâinat. “Fakat birşeyler eksik” derken, Yerel Galaksi Kümesi içinde, tıpkı yüz bin milyon kardeşi gibi uzun saçlarını savura savura dönüp duran bir galaksi güzeli, bir yıldıza hâmile kaldı. Görünüşte diğerleri gibi, fakat istikbâli farklı bir yıldızdı bu.

B.B.S. 10.000.000.000 yılında birgün, Samanyolu nurtopu gibi bir güneş doğurdu. Güneşle beraber bir dizi gezegen ve içinde bir de mavi dünya doğdu. Minik ve mavi yavru, doğar doğmaz özel bir ilgiye mazhar oldu. İlk andan itibaren çehresi şekilden şekle girmeye başladı. Jeolojik takvim milyarları birer saat gibi sayarken, onun üzerinde denizler yaratıldı, kıt’alar kaydırıldı, dağlar dikildi, nehirler ve vadiler açıldı. Görünmez bir Sanatkârın elinde şekilden şekle giren dünyanın simasında hatlar ve kıvrımlar belirmeye başladı. Sonra kayalar ufalandı, yeryüzüne toprak serpildi. Etrafına kat kat koruyucu bir atmosfer geçirildi. Ve mavi dünya, milyarlarca sene boyunca bir beşik gibi hazırlandı.

Sonra da hayale gelmeyen şeyler geçti dünyanın başından. Yerden hayat fışkırdı! Hiçten, yoktan, görünmezden ortaya çıkan canlılar birbiri ardınca beliriverdi. Yine de birşeyler eksikti. En sonunda insan manzarayı tamamlar gibi oldu. Çünkü etrafında olup bitenlere bir anlam verebilen sadece o vardı. Bütün bu hazırlıklar birisi için yapılmışsa, bu ancak insan olabilirdi. Nitekim binlerce sene boyunca yüz binlerce muallim, insanlara etrafındaki varlıkları anlattı ve mânâlarını öğretti. Ama gün geldi, insanlık bütün öğrendiklerini unuttu. Ve kâinat, milyarlarca yıl erişmek için çabaladığı şeyi bulduğu anda yeniden kaybetti.

Sonraki yüzyıllar boyunca güneş ve yıldızlar hergün doğdu, fakat gören bir göz göremeden battı. Çiçeklerde, dağlarda, denizlerde nakış nakış Esma dokundu; ama okuyan nerede? Kuşlar yine cıvıldaştı, kuzular yine meledi, hiçbiri tesbihatını eksik etmedi; ama işiten kim? Yüzyıllar geçtikçe karanlık da bastırdıkça bastırdı. Canlı canlı nişan tâlimlerine hedef yapılan develerin, babasının eteğindeki tozları minik elleriyle temizlemeye çalışırken kendisini toprak altında bulan diri kız çocuklarının feryatları eklendi hazin çığlıklara. Asırlar boyunca her gece ve her gün, melekler yeryüzünden Arşa dualar taşıdı. Gökler ve yer, gözü yaşlı Hazret-i Âdem’in Cennet kapısındaki sözlerine hep beraber âmin dedi: ‘Çabuk gel evlât, gel de bizi felâketlerden kurtar!’  Garibiz, gel! Yetimiz, gel! Mazlumuz, gel! Yeter artık; biz bunun için yaratılmadık. Gel de niçin yaratıldığımızı göster!

Sonra, beldelerden bir mutlu beldede, gecelerden bir mutlu gecede dualara cevap geldi. Âlemlerin Rabbinden, Âlemlere Rahmet geldi. Yerel Galaksi Kümesinin kuşlarından Samanyolunun merkezine 30 bin ışık yılı uzaktaki bir yıldıza 150 milyon kilometre mesafedeki bir mavi gezegenin üzerinde, Mekke sokaklarından birindeki bir mütevazi evde Muhammed Aleyhisselâm doğdu. B.B.S. 15.000.000.000 yılında kâinata ruh üflendi. O gelince herşey yerli yerine oturmaya başladı. Bir elindeki kitabın sayfasını çevirdi, bir kâinat kitabının. Okudu ve okuttu: ‘Yedi gök ve yer ve içindekiler Onu tesbih eder. Hiçbir varlık yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin.’

Bir elinde güneşi, diğer elinde mehtabı tuttu: ‘Güneşi bir ışık, ayı bir nur yapan, vaktinizi ve hesabınızı bilesiniz diye ona menziller takdir eden Odur. Allah bütün bunları hak ve hikmetle yarattı. O, bilgi sahibi olanlar için âyetlerini işte böyle açıklar.’

Gökyüzünü gösterdi: ‘Gecenin karanlığını yarıp sabahı çıkaran da Odur.’ Bir daha gösterdi: ‘Karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye yıldızları sizin için var eden de Odur.’

Bulutları işaret etti: ‘Gökgürültüsü hamd ederek, melekler de Allah korkusuyla Onu tesbih eder.’

Yağmuru gösterdi: ‘Gökten size bir su indiren Odur. O suda sizin için hem bir içecek vardır, hem de ağaç ve otlar yeşerir; siz de hayvanlarınızı otlatırsınız.’

Sonra başka bir yeri işaret etti: ‘İçindeki taze balıklardan yiyesiniz ve süs eşyalarını çıkarıp takınasınız diye denizleri sizin hizmetinize veren de Odur.’

Sonra dünyayı gösterdi: ‘Yeryüzü sizi sarsmasın diye dağları O dikti; yolunuzu bulasınız diye nehirler ve yollar, daha nice alâmetler yarattı.’

İnsanlara ellerini uzatmış ağaçları ve yüzlerine gülümseyen çiçekleri gösterdi: ‘Daneleri ve çekirdekleri çatlatan şüphesiz Allah’tır. O ölüden diriyi çıkarır; diriden ölüyü çıkaran da Odur.’

Kuşları, kuzuları, böcekleri, balıkları tek tek gözler önüne serdi: ‘Yeryüzünde hareket eden hiçbir hayvan, havada kanat çırpan hiçbir kuş yoktur ki sizin gibi birer topluluk olmasın. Sonra onların hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.’

İnsanlığa göklerle beraber kendi simasını gösterdi: ‘Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da yine Onun âyetlerindendir.’

Sonra, nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen ve bütün sevdiklerinden ebediyen ayrılıp yokluğa karışmak üzere olan insana en büyük müjdeyi verdi: ‘Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye kadirdir.’

Sonra da, dâvetine koşup gelen asırları ve kıt’aları ‘Ümmetim’ deyip bağrına bastı. Hepsini arkasında topladı ve ciğerlerinden kopup gelen bir feryatla onlar için Âlemlerin Rabbine yalvardı: ‘Sen aczden ve şerikten münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki bize imdad etsin. El-aman, el-aman! Bizi azap ateşinden ve Cehennemden kurtar!’

Artık kâinat garip değil. Dünyada yetim ağlayışları, mazlum hıçkırışları işitilmiyor. Çünkü tenlere can, canlara canan geldi. Hepsi sahibini buldu, hepsi ruhunu buldu, hepsi de ‘Muhammedim’ diye kucağına atılacak bir sevgili buldu. Bu güneş onun doğuşunu gördü. Bu yıldızlar onun başı üzerinde dolaştı. Bu dünya ona beşiklik etti. Ama o güneşin ve o yıldızların altında, o mavi dünyanın üzerinde, hepsinden daha talihli biri var. O benim. Çünkü ben onun ümmetiyim. Sıkıntıya düştüğümde, bilirim ki ona pek ağır gelir. Hastalandığımda o yanı başımda, derdimde o benimledir. O benimle üzülür, benimle sevinir. Selâm gönderdiğimde selâmımı alır. Duasına âmin dediğimde o beni bilir. Çünkü ben onun ümmetiyim.

Her peygamberin bir duası vardı; o duasını benim için sakladı. Eğer mahşerde bütün ümmeti kurtulup da tek ben sıkıntıda kalacak olsam, bilirim ki o beni elimden tutup kurtarmadıkça Cennete adım atmaz, Havuzdan bir yudum içmez. Çünkü boğazından geçmez. Çünkü ben onun ümmetiyim.

Onun ümmeti olana herşey dost olur. Çünkü herşey onun dostu ve müştakıdır. Onun dostlarıyla dolu bir dünya, onun ümmetine bir cennet olur. İşte güvercinler, işte örümcekler: Hani dedeleri Hirâ Mağarasında onu beklemişlerdi. Ne zaman bir güvercine yem versem, bir Peygamber dostuna ikramda bulunmanın hazzını yaşarım. Ne zaman bir örümcek bulsam evimde, bir Peygamber yadigârını bana misafir gönderene hamd ederim. ‘Böyle dostluğun firakı yok, hep visaldir.’ Nerede olsam, ondan ne hâtıra bulsam, bilirim ki o benimledir.

Onu gören güneşe ve yüzündeki tebessümüne merhaba! Onun parmak izini taşıyan aya ve nuruna merhaba! Sabaha ve ışığına, geceye ve âyetlerine merhaba! Gökkubbeye ve ışıl ışıl kandillerine merhaba! Onu bağrında büyüten dünyaya ve içindekilere merhaba! Meleklere merhaba, cinlere merhaba! Onun ümmetinden bir vücudun parçası olabilmek için ellerini uzatıp bana meyvelerini sunan ağaçlara merhaba! Benim için süslenen çiçeklere merhaba! Dalgalarıyla ona selâm gönderdiğim denizlere merhaba! Cıvıldaşan kuşlara ve gürleyen göklere merhaba! Onu bekleyen güvercine, örümceğe ve torunlarına merhaba! Ayağı altında konuşan dağlara ve avucunun içinde tesbih eden taşlara merhaba! Milyonlar dillerle bana Rabbimi tanıtan bütün varlıklara tek tek ve hep beraber merhaba! Hayata merhaba, ölüme merhaba, haşre merhaba! Âyetü’l Kübrâ’ya ve seyyahına merhaba!

Biz dostuz ve kardeşiz. Münkirlerin dünyasındaki yabancılıklar ve düşmanlıklar yok bizim dünyamızda. Çünkü O geldi ve bizi Allah’ın kulluğunda birleştirdi. Onunla mesut olan asra merhaba! O asır semâsında doğan yıldızlara merhaba! O yıldızlarla yolunu bulanlara merhaba! Ve şimdi başlarımızın üzerinde yeniden yükselen Saadet Asrının güneşine merhaba! Hoş geldin, uğurlu geldin, nurlarınla, lem’alarınla, şualarınla geldin. Yirminci yüzyılın fetret geceleri artık bizi ürkütmüyor. Ol taze güneş ülkeye serptikçe ışıklar, Hep şâd olacak, şevk bulacak kalbi kırıklar.

Ümit Şimşek / Zafer Dergisi

Eğlenen İnsanların Yaklaşan Hesapları!

Hesapları yaklaştı; ama insanlar hâlâ gaflette, aldırmıyorlar. (Enbiyâ Sûresi, 21:1)

BİR ŞOK verircesine, hayatımızın gerçekleriyle bizi yüz yüze getiren Kur’ân ifadelerinden birini de bu âyette buluyoruz.

Âyet topyekûn bir hesaptan söz ediyor. Ve bu hesabın pek yakın olduğunu ve yaklaşmaya devam ettiğini bildiriyor.

Fakat insanlığın haline, kendi halimize bakıyoruz:

Umursayan yok…

Herkes gaflette, vurdumduymazlık içinde. Nereden gelip nereye gittiğini kimse düşünmüyor. Yarın ne olacağını bilen yok, ama bunu düşünen de yok.

Eğer önümüze bu dünya hayatı içinde elde edilebilecek büyük bir hedef konsaydı, biz bunu ciddîye alırdık. Meselâ dünyanın güzel bir köşesinde birkaç dönümlük arazisiyle birlikte bir saray vaad edilse ve bunun için yıllar boyu çalışmamız istense, bu fiyatı ödemekte cimrilik göstermezdik. (Şu sıralarda ABD’de, “Kırk Yıl Sonra Nasıl Milyoner Olabilirsiniz?” başlıklı bir kitap satış rekorları kırıyor!) Oysa, öyle bir mülk, insanın eline, ömrünün büyük kısmını, üstelik en güzel çağlarını harcadıktan sonra geçer ve insan orada göz açıp kapayıncaya kadar geçen birkaç yıl yaşadıktan sonra, kazandığı şeyi ardında bırakıp gider.

Bizim ciddîye almadığımız şey ise, Âlemlerin Rabbi tarafından vaad edilen ve hiçbir zaman elden çıkmayacak olan, dünya büyüklüğünde, belki ondan çok daha büyük bir Cennet mülküdür. Dünyadaki hiçbir hükümdar öyle bir mülke sahip olmamış; sahip olduğu daha küçük dünya parçası üzerinde de fazla kalamamıştır. Öyle bir mülkü kazanmak ne büyük bahtiyarlık, fırsat ayağımıza gelmişken kaçırmak ne büyük felâket olur!

Böyle bir ödül, eğer kazanılacaksa burada kazanılacak, kaybedilecekse yine bu dünyada iken kaybedilecektir. Çünkü bu kazanç veya kaybı belirleyecek olan, bu dünya hayatının hesabıdır. Ve hiç kimsenin bu hesaplaşmadan kurtulması mümkün değildir.

Ne gariptir ki, insanlar, yegâne sermayeleri olan ömürlerini, bu hesaplaşmaya hazırlanmak yerine, onu unutturacak şeyler icad etmek için harcıyorlar.

Her sene, bir yılı daha geride bıraktıklarında, sanki ömürlerinden bir yıl eksilmemiş de ilâve edilmiş gibi, vur patlasın çal oynasın eğleniyorlar.

Bir ömrün hesabına hazırlanmayanlar, bir gaflet gecesinin hazırlığına haftalar öncesinden başlıyorlar.

Halkı Allah yolundan saptırmak için servetler ortaya dökülüyor, yarışlar açılıyor. Kim daha çok saptırırsa, rating savaşlarının galibi ilân ediliyor.

Kitleler ise, kendilerini saptıranları sadece alkışlamakla kalmıyorlar; ömür dakikalarını harcayarak elde ettikleri kazançlarıyla onları besliyorlar. Kaçınılmaz bir hesaplaşma için harcanması gereken ömrün mahsulâtı, hesabı kaybettirenlerin hesabına yatırılıyor, daha çok çalışsınlar, daha çok saptırsınlar diye!

Kur’ân’ın uyarıları ise, her devirden çok, bizim zamanımızı tasvir eder gibi:

Hesapları yaklaştı; ama insanlar hâlâ gaflette, aldırmıyorlar.”

Neyi kutluyor insanlar?

Ömürlerinin tükenişini mi? Hesaplarının biraz daha yaklaşmış olmasını mı?

Aslında, zaman içindeki dönüm noktaları, bizi ciddî bir muhasebeye sevk etmesi gereken kilometre taşlarıdır. Bir günün kapanışı, bir yılın sona erişi, doğum günleri, mübarek gün ve geceler, yıldönümleri, bu bakımdan insanın eline çok iyi değerlendirilebilecek fırsatlar sunarlar.

Hesaba çekilmeden önce kendi hayatlarını sorgulayabilenler, bu dönüm noktalarını kaçırmak istemezler. Onlar, böyle muhasebe zamanlarında, ömürlerinin artılarını ve eksilerini önlerine koyarak gerçekçi bir değerlendirme yapabilen, sonra bu değerlendirmenin ışığında kararlar alıp ellerinden geldiğince bu kararları uygulamaya çalışan kimselerdir. Onlar, kendilerine ömürlerinin geçmekte olduğunu hatırlatan kilometre taşlarının değerini de, kendi hayatlarının değerini de gerçekten bilen insanlardır.

Gerçi bu ara muhasebelerin hiçbiri, onları birden bire mükemmel hale getirmez.

Ama her adımda, her dönüm noktasında, onlar biraz daha kusurlarını azaltmış, biraz daha iyilik kazanmış olarak ölüme yaklaşırlar.

Zaten insandan beklenen de tümüyle kusurlardan arınmak değil, iyiye doğru sürekli bir gelişim içinde bulunmaktır.

Ama bunun için, insanın önce bu dünyada ne aradığını bilmesi gerekir.

Ömürlerinin tükenişini güle oynaya kutlayanların en büyük eksiği işte budur.

Ümit Şimşek

www.yazarumitsimsek.com