Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Günümüz Sorunlarına Çözümler : Milliyetçilik

İslam tarihinde bilindiği gibi ilk milleyitçilik hareketi Emeviler döneminde başlamış ve çok acı neticeler verdirmiştir. Fakat; asıl meselemizi ilgilendiren milleyetçilik ise, 1719 Fransız ihtilali ile başlamıştır. Ve Avrupa’da dalga dalga yayılıp, Avrupa devletlerinde uzun süre savaşlara neden olup 1. dünya savaşı gibi umumi bir felakete sebep olmuştur. Hoşgörü ve adaletin hakim olduğu Osmanlı Devleti 30 civarında milleti 6 asır bünyesinde barındırmış ve idare etmiştir. Avrupa’nın dessas zalimleri dışardan bir türlü yıkamadıkları Osmanlı Devleti’ni ırkçılık taunuyla zamanla yıkmayı başarmışlardır.

İlim ve irfan abidesi olan Bediüzzüman bütün ömrü boyunca asrımızdaki iman hastalığının tedavisi için çalıştığı gibi bu milliyetçilik illetinin de çaresi için müminler arasında uhuvvet ve muhabbetin tesisine bütün ruh-u canıyla çalışmış ve birliğimizi bozan milliyetçilik fikrinin Avrupa’dan geldiğini şöyle ifade eder:

“Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan Avrupa dessas zalimleri bunu İslamlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar. Ta ki parçalayıp onları yutsunlar.” (Mektubat 298)

Ve demiş ki: “Ben, ‘El islamiyetu cebetil asabiyetel cahiliyete’ ferman-ı kat’isiyle, eski zamandan beri menfi milliyet ve unsuriyet perverliğe, Avrupa’nın bir nevi Frenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazariyle bakmışım. Ve Avrupa o Frenk illitini İslam içine atmış; ta tefrika versin, parçalansın, yutmasına hazır olsun.” (Mektubat 59).

Kısacası, ırkçılık bütün güzel hasletleri yıkar, muzır hasletlerin türemesine sebep olur. Bediüzzaman, tüm milliyetçilik hareketlerine karşı sergilediği temel ilke, İslam toplumunun birliği, beraberliği ve rahatıdır. Ve hayatı boyunca müsbet hareket tarzıyla buna çalışmıştır. Yanlış olarak gördüğü idarecileri de ikaz etmiştir. Dahilde silahla mücadele yolunu kapatıp anarşiye sebebiyet verecek her türlü yolu engelleyip asayişi muhafazaya çalışmıştır.

Hatta bir gün on kadar aşiret reisi Bediüzzaman’a gelerek Şeyh Said’in yanında olduklarını ve ona iştirak etmek istediklerini söylediklerinde, Bediüzzaman onlara şiddetle karşı çıkmıştır. Dinimizde Müslümanların birlik ve beraberliğini bozacak ve harici düşmanlara karşı kuvvetlerini kıracak hiçbir dahili isyana yer olmadığını izah etmiştir. Ve bu tür girişimlerin arkasında ecnebi parmağının olabileceğini hatırlatmıştır. Aşiret reislerini ikna edip vazgeçirmiştir.

Yine Bediüzzaman uhuvvet risalesi adlı kitabında, mümine karşı kin ve düşmanlık yapmanın çok büyük bir zulüm olduğunu şöyle ifade eder: “Ey insafsız adam, şimdi bak ki, mümin kardeşine kin ve adavet ne kadar zulümdür. Çünkü nasıl ki sen adi küçük taşları Kabeden daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhuttan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öylede; Kabe hürmetinde olan iman ve Cebeli Uhut azametinde olan İslamiyet gibi çok evsaf-ı islamiyeye muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mümine karşı adavete sebebiyet veren ve adi taşlar hükmünde olan bazı kusuratı iman ve İslamiyete tercih etmek o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük zulüm olduğunu aklın varsı anlarsın.” (Mektubat 65)

Evet, birlik ve beraberliğimizi iktiza eden sebepler yüzlerdir, ayrılığımıza ise birdir. Mesala, Allah’ımız bir, dinimiz bir, kıblemiz bir, peygamberimiz bir, binlerce bir bir birliğimizi gerektirdiği halde, sırf unsuriyetperverlik fikriyle ona karşı cephe almak, düşman nazırıyla bakmak ne derece büyük bir zulüm olduğunu aklı olan, vicdanı sönmeyen herkes anlar.

Mehmet Naci Sonmez

www.NurNet.org

 

Bediüzzaman’ın gözüyle Hz.Muhammed (s.a.v)

Üstad Nursî’nin gözüyle Hz. Muhammed (s.a.v) efendimiz

Üstad Bediüzzaman her neyi ele almışsa onu en güzel ve en mükemmel bir şekilde izah etmiştir. Onu okuyup da hayran olmamak mümkün değil. Onun, Allah’ı, ruh ve melekleri, kitapları, özellikle Kur’an’ı, kaderi, öldükten sonra dirilişi, nübüvvet meselesini, özellikle Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizi anlatmasına doyamazsınız.

Yaklaşık 1184-1272 yılları arasında yaşayan Şeyh Sadi-i Şirazî çok iddialı bir söz söylemiş ve demiştir ki: “Mâna gülistanı açıldı açılalı hiçbir bülbül Sadî kadar güzel terennüm etmemiştir.” (1)

Bu sözün sahibi Sadî’nin doğru ve haklı olduğuna inanırım. Ama inandığım bir şey daha var. O da şudur: Eğer Sadî kendisinden 9 küsür asır sonra gelen Bediüzzaman Said Nursi’yi görse ve eserlerini okusaydı eminim aynı sözü Bediüzzaman için söyleyecek ve şöyle diyecekti: Osmanlı’dan sonra hiçbir bülbül Bedüzzaman gibi şakımadı, onun kadar hiç kimse gür sedalı olamadı, Hiç kimse kâinatı onun kadar güzel okuyamadı. Peygamber ve Kur’an hakkında onun kadar hiç kimse güzel söz söyleyemedi.

Bediüzzaman, Peygamberimizin hayatını bir siyerin, bir İslam tarihinin anlattığı gibi anlatmaz. Fakat O, peygamberimizle ilgili öyle tahliller (ve analizler) ortaya koyar ki o analizlerde kullandığı kelimelerden Peygamber’in yaşadığı tarihi, hayat seyrini, verdiği mücadeleyi, takvasını, ahlakını, şemailini, ruhî ve fizikî gerilimini, Hak’la ve halkla ilişkilerdeki mükemmelliğini, çevre anlayışını ve çevreye getirdiği muhteşem düzenlemeleri çok rahat görmeniz mümkündür.

Bediüzzaman, Hz. Peygamberi anlatırken kullandığı her bir kelimesine adetâ İslam tarihini ve Peygamber’in hayatını yükler. Onun her bir kelimesi bir ekran ve bir penceredir. Oradan asr-ı saadeti âdeta görür ve seyredersiniz.

Onun her bir kelimesi, bir çekirdek gibidir. Açarsanız içinden meyvelerle yüklü bir ağaç çıkar. Veya filaş bellek gibidir. Bilgisayara takarsanız, onda bir çok kitabın yüklenmiş olduğuna şahit olursunuz.

Misal mi istersiniz? Buyurun:

19. sözün birinci reşhasında Peygamberimizi, kâinat kitabının Allah’ı anlatan “en büyük ayeti” (2) İlan eder. Bu ilanıyla Bediüzzaman şunu demek ister:

Kitap ve içindeki her bir cümle yazarını anlattığı gibi; kâinat kitabı ve onun içindeki her bir varlık da yazarını ve yaratanını anlatmaktadır. Tabii bunların içinde bir varlık, yani bir âyet var ki Onun gibi Allah’ı anlatan yok. O da, Hz. Muhammed (s.a.v) efendimizdir. Peygamberimiz, Allah Tealâ’yı sadece diliyle değil, haliyle ve ahlakıyla anlatmıştır. Peygamberimiz, Allah ahlakının bir yer yüzünde tezahürüdür. Yüce kitabımız Kur’an’ın da bir ayet-i kübrası=en büyük ayeti vardır. O da âyetü’l-kürsidir. Neden âyetü’l-Kürsî, âyetü’l-kübra olmuştur? Çünkü ayetü’l-kürsî, diğer ayetlere göre Allah’ı daha güzel, daha kapsamlı anlatmakta, birkaç satırla bütün özellik ve güzelliklerini ortaya koymaktadır.

Gelip geçen varlıklar içinde Allah’ı en iyi Peygamberimiz anladığından ve anlattığından dolayı o da kâinat kitabının ayetü’l-kübrası yani en büyük ayeti olmuştur.

Gördünüz mü efendim, Üstad’ın, “kitab-ı kebirin ayet-i kübrası” ifadesinden neler çıktı?

Aynı yerde Üstad, yer yüzünü, Peygamberimizin manevi şahsiyetine bir mescid, Mekke’yi bir mihrab, Medine’yi bir minber, Peygamberimizi, bütün müminlerin imamı ve bütün insanların hatibi, peygamberlerin reisi, evliyanın seyyidi gösterir. Medine minberinde irad ettiği hutbenin adı: “Hutbe-i Ezeliye” dir ki o da Kur’andır. Bu hutbenin müellifi Allah, müfessiri de Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Kur’an, ezelîdir, çünkü Ezel’den gelmiştir; ebedîdir, çünkü ebede gidecektir.

İkinci reşhada, yine içinden kitaplar çıkacak ve üzerinde saatlerce konuşabileceğimiz kelimeler görüyoruz. Üstad Bediüzzaman’a göre Sevgili Peygamberimiz, “Nurânî bürhanî tevhid” (3) yani Allah’ın birliğinin nurlu delilidir. Allah’ı inkâr etmek için bu delili karartmanız gerekmektedir. Bu delili karartamayacağınıza göre öyleyse Allah’ı inkâr etmek de mümkün olmayacaktır. Varlık âleminde hiçbir şey olmasa sadece Hz. Muhammed (s.a.v) kalsa, Allah’ın varlığına, birliğine, güzelliğine, mükemmelliğine delil olarak yeter. Güneş inkâr edilemediğine göre, güneşin sahibi ve sanatkârı hiç inkâr edilemez.

Güneş, Süleyman Çelebî’nin de dediği gibi Peygamber’in çevresinde dönen sadece bir pervane olabilir. Güneş bir lambadır. Yüce Allah da Peygamberini bir lamba olarak tanımlamıştır.(4) Güneşi gökte, Hz.Peygamber’i yerde aşkıyla tutuşturan Allah’tır. Yüce Allah kendisini yerdeki ve gökteki güneşlerle tanıtmak istiyor. Bu şahitleri susturmak ve bu lambaları söndürmek mümkün olabilir mi ki Allah da inkâr edilebilsin?

İşte Üstad Bediüzzaman’ın ifadeleri böylesine yüklü. Gördünüz mü efendim onun “Nûrânî bürha-ı tevhid” terkibinden neler çıktı?

Üstad Bediüzzaman diyor ki:

Onun Şeriatını:

1-Nebiler ve veliler,

2-Tevrat ve İncil gibi semavî kitaplar,

3-Dünyaya geldiği gün meydana gelen harikulade olaylar (irhasat),

4-Görünmeyen varlıkların, (hatiflerin) ve kâhinlerin ihbarları,

5-Ayın ikiye bölünmesi gibi mucizeleri tasdik etmektedir.

6-Gayet kemaldeki övülmüş ahlakı, (şefkati, merhameti, vefakârlığı, fedakârlığı, Hilmi, sabrı, affı, tevazuu, adaleti, şecaati vs.),

7-Tam güveni ve tam güvenilirliği,

8-Fevkalade takvası,

9-Fevkalade kulluğu ve ibadeti,

10-Fevkalade ciddiyeti,

11-Fevkalade metaneti (Allah’tan başka hiçbir şeyden ve hiçbir kimseden korkmaması)… gibi yüksek seciyeleri de onun davasında son derece doğru olduğunu göstermektedir.

Yine 3. Reşhada: “Hüsn-ü sîret ve cemal-i sûret ile mümtaz bir Zât’ı görüyoruz.” (5) diyor. Yani içi güzel, dışı güzel Muhammed (s.a.v) demektir. Ben Peygamberimizin iç güzelliği ve dış güzelliğine misaller vermeye kalkarsam bir kitap, iki kitap, üç kitap meydana gelir.

Bunun açılımından şemail, ahlak ve siyer kitapları çıkmıştır. Veya onca kitap bu cümlenin izahıdır, diyebiliriz.

Bediüzzaman 4. Reşhada da nefis bir yoruma yer veriyor ve diyor ki:

Hz.Peygamber gelmeden önce kâinat bir matemhane idi. Varlıklar birbirinin düşmanı, cansız varlıklar birer cenaze, canlılar yokluk ve ayrılık sillesiyle ağlayan yetimlerdi. Peygamberimizin verdiği dersle matemhane olan kâinat, şevkli ve cezbeli bir zikirhaneye döndü. Varlıklar, hepsi bir Allah’ın eseri olduğu için birbirinin dostu ve kardeşi oldu. O sessiz, cansız varlıklar birer itaatkâr memur, o ölüm ve ayrılık korkusuyla ağlar görünen yetimler, birer zikreden zakir veya vazife paydosundan şükreden şâkir suretine dönüştü.

Üstad Bediüzzaman’a göre Peygamberimiz,

1-Ebedi saadetin müjdecisi,

2-Bir rahmeti sonsuzun kâşifi, göstericisi,

3-Allah’ın güzelliklerinin dellalı, seyircisi,

4-İlahî isimlerin hazinelerinin keşşafı ve ilancısıdır. (Bu maddelerin her biri bir makale konusudur.)

Kulluğu açısından ona bakıldığı zaman o, bir muhabbet misali, rahmet timsalidir. (Yani sevgi örneği, rahmet ve merhamet sembolüdür.) Peygamberliği açısından bakıldığında Hakk’ın delili, hakikat lambası, hidayet güneşi ve saadet vesilesidir. (6)

(Bu cümlelerde de koca bir İslam tarihi ve peygamber şemaili yatmaktadır.)

Yine der ki Üstad Bediüzzaman: “Hz. Muhammed (s.a.v), güneş gibidir; Zât’ını, Zât’iyle ışıklandırarak gösterir.” (7)

Bu cümle lafzı itibariyle çok kısadır, ama manası itibariyle çok uzundur. İddiası ve isbatı içinde olan cümlelerden biridir. Cümle bedi’dir. Çünkü onu Bediüzzaman söylemiştir. Ve demek istemiştir ki: Güneşin güzelliğini göstermek için hiç başka ışığa ihtiyaç duyulur mu? Güneşin ışığı, kendisini göstermeye yeter.

Yukardaki sözü manası itibariyle destekleyen Bediüzzaman’ın bir bedi sözü de şudur: “Mucize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammed’dir. (s.a.v)” (8)

Bu söz, Peygamber’den hak olduğuna dair mucize isteyen zavallılara bir cevap mahiyetinde söylenmiş bir sözdür. Bu cümle ile denilmek istenmiştir ki: Peygamberden mucize istemeye ne gerek vardı? Mucize karşınızda duruyor: Muhammed. (s.a.v)

Adı güzel, tadı güzel, yadı güzel Muhammed. (s.a.v)

Eli güzel, yolu güzel, dili güzel Muhammed. (s.a.v)

Sireti güzel, sûreti güzel, kalbi güzel, kalıbı güzel Muhammed. (s.a.v)

Halkı güzel, hulku güzel. Ahkâmı güzel, ahlakı güzel Muhammed. (s.a.v)

Şeriatı güzel, medeniyeti güzel Muhammed.(s.a.v)

Üstad Nursî’nin, bir makalenin boyutlarına sığmayacak derinlikte ve güzellikte bir cümlesi bu günkü yazımızın hitam-ı miski olsun. Buyurmuşlar ki:

Evet,evet,evet !…Eğer kainattan Risalet-i Muhammediye’nin (ASM) nuru çıksa, gitse kainat vefat edecek !!! Eğer Kur’an gitse, kainat divane olacak ve küre-i arz, kafasını, aklını kaybedecek. Belki,şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak,bir kıyameti koparacak.!” (9)

Aman herkes dikkat etsin ve çok çalışsın. Kâinatımızdan Peygamberimizin nuru, dünyamızdan da Kur’an çekilip çıkmasın.

(Devam edecek)

DİPNOTLAR:

1-Şirâzî, Sâdî, Bostan ve Gülistan, terc. Rifat Bilge, 2

2-Nursî, Said, Sözler (19.söz)

3-Aynı yer

4-Bkz Ahzab, 33 / 46

5-Nursî, aynı yer

6-Nursî, Said, Sözler, 19. Söz, 6. reşha

7-Nursî, M.Nuriye, (Rşhalar, 3.reşha), 23

8-Nursî, Şuaat-ı Marifetü’n-Nebi (6.şua, zeyl )üç noktaya cevap 2

9-Nursî, Sözler, (10.söz, 2. Zeyl) 107

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Günümüz Sorunlarına Çözümler : Siyaset

Bediüzzaman’ın hayatı boyunca Kur’an ahlakındaki sevgi, barış ve huzur dolu bir hayatın tüm insanlara yayılması için çalıştığı ve bunun sağlanması için de bizzat devlet yönetimindeki insanlara başta olmak üzere her halk tabakasına dersler vermiştir. Aşiretleri teker teker dolaşarak sorunlarını dinleyerek müspet Kur’an anlayışına göre dersler vermiştir. Hayatı boyunca Kur’an’ı kendisine rehber tutarak ve onun çizgisinden zerre kadar sapmadan hizmetini devam ettirmiştir.

Siyasete gelince; bilindiği gibi siyasetin kelime anlamı ülke idare etme sanatı, devlet idaresini düzenleme, devletin yönetim bilimi gibi anlamlara gelir. İşte Bediüzzaman her şeyde olduğu gibi siyasetin de usulünün nasıl olması gerektiğini ve Kur’an’ın meşru gördüğü tarzı bize göstermiştir. Ve kendisi de az da olsa bizzat dine hizmet etmek için siyasetin içinde bulunmuştur.

Fakat asıl amacı siyasesti dine alet ve hizmetkar yapmaktı. Bazı siyasiler gibi dini siyasete alet etmek değildi. Ve 1922’de Mustafa Kemal Paşa tarafından Ankara’ya davet edilip, resmi törenle karşılanır ve birinci millet meclisinde hizmetini sürdürmeye çalışır. Bir gün bakar ki bin seneden beri İslamiyet’e bayraktarlık yapan bir milletin vekillerinin çoğu namaz kılmıyor, bunun üzerine on maddelik bir beyanname neşreder(1923) ve mecliste 60 kişi daha namaza başlar. Fakat Bediüzzaman umduğunu bulamayınca ve ahir zaman fitnesinin haber verdiği hadisin mealine göre “o zamana yetiştiğinizde siyaset ile onlarla galebe edilmez.” Ve edilemeyeceğini anlar. Kendisine verilen bütün teklifleri redderek Van’a döner, hatta o zamandaki çok büyük siyasi yanlışlıkları gördükten sonra “Euzübillahiminneşeytani ve siyaseti” diyerek talebelerine de bunu tavsiye eder.

Aslında Bediüzzaman’ın burada kastettiği siyaset menfi siyasettir. Yani şahsi menfaatlerin esas alınması, din ve mukaddesatın bu uğurda feda edilmesidir. Ve bu gibi siyasetçiler hırs ile kendi fikirlerini hak, başkalarının fikirlerini batıl telakki ederek böylece akıllarından ziyade his ve heveslerine kapılıp kendi ihtiraslarının tatmini için haysiyetini ve şerefini hatta mukaddesatını bile feda ederler. İşte muzır siyaset olarak nitelendirdiği budur.

Yoksa siyaset, eğer mükemmel anlamda vatan ve millete hizmet etmek ve huzur, emniyeti tesis ile fert ve cemiyetin maddi ve manevi terakkileri için yapılırsa, muhakkak ki çok kutsal bir vazife ve büyük bir hizmettir. İşte Bediüzzaman da Eski Said olarak tabir ettiği, Kur’an tefsiri olan Risalei-Nur’u telif etmeden önce sırf dine hizmet etmek için biraz siyasette bulunmuş; fakat siyasetin menfi tarafgirliğini ve şahsi menfaatlerinin ön planda tutulduğunu görünce Kuran’a ve imana bu yolla hizmet edilmez deyip siyaseti tamamen bırakmış ve şöyle buyurmuştur:

“Bir zaman bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki; mütedeyyin (dindar) bir ehl-i ilim, fikr-i siyasisine muhalif bir âlim-i salihi tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı hürmetkârane methetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm ve e ‘Euzübillahi minneşeytani ve siyaseti’ dedim.O zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.” (Mektubat 247)

Evet, burada Üstadımız siyaset ölçüsünün de Kur’an ve iman muvacehesi dışında olmasının ne kadar tehlikeli olduğunu da bize ders veriyor. Demek siyaset yaparken ölçümüz Kur’an ve iman olacak. Hatta bir oy kullanırken bile bu ölçü esas olmalı yoksa zalime taraftarlık ile onun zulmüne şerik edebilir.

“Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi, o geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder; hakiki ve büyük vazifelerini onlara unutturur. Veya noksan bıraktırır; hem herhalde bir tarafgirlik meyli verir, zalimin zulmünü hoş görür şerik olur.” (Emirdağ lahikası)

Bediüzzaman’ın bu tür siyesetten çekilmesinin diğer bir nedeni de bölücülüğe yol açması ve İslam kerdeşliğini bozmasındandır. “Sakın sakın dünya cereyanları, hususen siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihat etmiş dalalet fırkalarına karşı sizi perişan etmesin. ‘Elhubbu fillah velbuğzu fillah’ Düstur-u Rahmani yerine, el-iyazubillah- ‘elhubbu fissiyaseti velbuğzu fissiyaseti’ düstur-u şeytani hükmedip melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve elhannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine şerik eylemesin.” (Kastamunu Lakikası 34)

Burada Bediüzzaman’ın asıl olarak üzerinde durduğu diğer bir husus, asrın hastalığı olan iman eksikliğidir. Ve bütün problemin ana kaynağı bu olduğunu ve her şeyden önce merak ve gayretimizi buna sarfetmemiz gerektiğini bildiriyor.

Bir gün 1.Dünya Savaşı döneminde talebeleri tarafından soruluyor: ‘Neden tüm dünyayı ilgilendiren bir savaşı merak edip sormuyorsunuz? Halbuki cami cemaati ve dindarlar, cemaati bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan büyük bir mesele mi var veya bununla meşgul olmanın zararı mı var. Cevap olarak demiş:

“Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hakimiyet-i amme davasından daha ehemmiyetli bir dava herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilatereddüt sarfedecek.” Hatta maddiyunluk taunuyla cokları o davayı kaybediyor.”

Cayı hayret! Başımıza dava acılmış haberimiz yok ! Hem de nasıl bir dava ebedi bir hayatı kazanmak veya kaybetmek ? Bir de bizi yokluktan varlığa çıkaran Allah; her iki hayatımızın da saadetini; ebedi hayatımızı düşünüp ve ona göre çalışmakla mümkün olduğunu bildiriyor. işte Bediüzzaman bu büyük eksikliğimizi hissetmiş, ve hayatı boyunca bu ali değerlerin tekrar dirilmesi için çalışıp Risalei-Nur gibi eserleri bize bahşetmiştir. Toplum ve millet olarak da bu tarzda çalışmalarımızı tavsiye edip, birlik ve beraberliğin sağlanması için hayatı boyunca gayret sarf etmiştir.

“Evet şimalden gelen küfr-ü mutlak cereyanını durduracak yalnız Risale-i Nur’dur. Siyaset, diplomatlık bu vazifeyi göremez, onun için vatanperver ve milliyetçi ve siyasetçilerin nurlara sarılma mecburiyeti var.” (Emirdağ Lahikası 217)

Kısacası günümüz gündemini oluşturan bu siyaset karmaşasının her bir müslümanın İslamiyet çerçevesinde akıl ve vicdan müvacehesinde değerlendirip ve asıl vasifesini unutmadan öyle hareket etmesi gerekmektedir. Yoksa maddi manevi çok büyük hasaretlere neden olabilir.

Mehmet Naci Sonmez

www.NurNet.org

Bizi geri bırakan İslam mı?

BİR ZAMANLAR sıkça gündeme taşınan şimdi de yer yer nükseden bir hastalık var: Dinin, terakkiye mani olduğunu sanmak ve Hıristiyan ülkelerden geri oluşumuzun sebebini İslâm dininde aramak.

Bu iddiaya cevap vermeden önce bazı noktalara işaret etmek isterim. Bunlar arasından geçireceğimiz hat bizi sorunun ilk cevabına ulaştıracaktır.

Birinci nokta: İslâm dini ilk zuhur ettiği dönemde müslümanlar bir süre müşriklerin baskılarına, zulümlerine maruz kalmışlar, daha sonra devlet haline gelmiş ve bir asır öncesine kadar sürekli ilerlemişlerdir. Asr-ı saadetin bir iman, ahlâk, fazilet, adalet ve huzur asrı olması bunun ilk delilidir. Daha sonra Endülüs Emevî devletinin Avrupa’ya ilimde önder olması, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının hem ilim hem de sanatta yükseldikleri şahikalar bu tür iddialarla örtülecek, saklanacak cinsten değildir.

Burada İslâm ve müslüman kavramlarını birbirinden ayırma gereği ortaya çıkıyor. İlerleyen de müslümanlardır, gerileyen de. İslâm ne ise odur.

Ekmeltü…. dineküm….

O zaman şu sorunun cevabını aramak gerekiyor:

İmparatorluklar kurduğumuz dönemlerde mi İslama daha çok bağlıydık, geri kaldığımız dönemlerde mi?

İkinci nokta: Geri kalışımızın sebebi olarak İslamı gösterenlerin, müslümanları bir tarafa bırakıp İslâm üzerinde konuşmaları ve “Kur’anın şu hükümleri, Resulullahın şu hadisleri terakkiye manidir.” diye yola çıkmaları ve delillerini ortaya koymaları lazım gelir.

Meselâ, yalanı, zulmü, içkiyi, kumarı, zinayı, stokçuluğu, faizi, gıybeti, ırkçılığı kısacası her türlü kötülüğü yasaklamanın terakkiye engel olduğunu ispat etmeleri gerekir.

Üçüncü nokta: Hıristiyanların bizden ileri olmalarını İslama hamledenlere bir vazife daha düşüyor. O da, bugünkü teknolojinin, maddî kalkınmanın esaslarını İncilde arayıp bulmak ve “Biz bunlardan yoksun olduğumuz için geri kaldık” diye bir gerekçe ile ortaya çıkmak. Bunu yapmaları mümkün değil. Zira İncil’de ne iktisadi hayata ne de devlet yönetimine dair bir tek ayet mevcut değil.

Son bir noktaya da işaret edip cevaba geçelim:

Bu iddiayı ortaya atanların, dünün çalışkan, cevval, hamiyetli, dürüst, vatansever insanını, bugünün hak hukuk tanımaz, soygunculuğu hüner sayan, şehvet düşkünü, her şeyi nefsine feda eden, egoist insanı haline getiren eğitim düzeninin İslâmdan kaynaklandığını da ispat etmeleri gerekir.

Şimdi, söz konusu sorunun cevabını Nur Müellifinin tespitlerini esas alarak ortaya koymaya çalışalım:

Nur Külliyatından Lemaat adlı eserde şöyle bir soruya yer verilir:

Bir zaman bir sâil dedi: “Madem El-Hakku Ya’lu haktır. Neden kâfir, müslime; kuvvet hakka galibdir?

Yani, “Madem ki hak üstündür, ona üstün gelinmez. Kâfirlerin müslümanlara, kuvvetlinin haklıya galip gelmesine ne dersiniz?

Bu sorunun cevabı dört ayrı yönüyle çok öz ama çok doyurucu olarak verilir.

Önce vesileler üzerinde durulur ve bu hikmet dünyasında vesilelerin, sebeplerin çarpıştığına dikkat çekilir. Müslüman olsun kâfir olsun, her kim ulaşmak istediği sonucun ön şartlarını yerine getirir, sebeplerine vesilelerine tam riayet ederse başarı onun olacaktır. Hangi üründen hangi şartlarda hangi tekniklerle ve nasıl bir planlama ile verim alınacağı bellidir. Bu şartlara kim uyar, bu vesileleri kim yerine getirirse başarı onundur.

Soruda geçen kuvvet kavramına da şöyle değinilir: “Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var.

Başarılı olmak, düşmanınıza yahut rakiplerinize galip gelmek istiyorsanız kuvvetli olmaya çalışmanız gerekir. Zira, kuvvetin de bir hakkı vardır. O hakkı kim elinde tutarsa galip gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Çelikle tahtayı çarpıştırırsanız tahtanın mağlup düşeceği bellidir.

İkinci olarak, mesele insandaki sıfatlar alemi yönünden ele alınır. Bütün güzel sıfatlar Allah kelamında zikredilmiş ve Resulullah (a.s.m.) tarafından da en güzel şekilde sergilenmiştir. Şu var ki uygulamada nefsin, şeytanın, bozuk toplum yapısının ve daha nice faktörün tesiriyle, bir müslüman bu güzel sıfatların tümünü hayatında sergilemeyi başaramayabilir. Yine bir gayr-ı müslimde, gördüğü eğitimin ve toplum yapısının bir ürünü olarak bazı güzel sıfatlar bulunabilir. Bunlar ondaki müslim sıfatlardır. Bir iş görüleceği zaman, kalplerdeki inançlar değil, bu sıfatlar çarpışırlar.

Ticaret hayatını örnek verelim: Bilgi, dürüstlük, çalışkanlık, mesai tanzimi, prensiplilik gibi sıfatlar ticaretin sonucuna doğrudan tesir ederler. Bir gayri müslim bu sıfatlara sahipse ve yine bir müslüman bu sıfatlardan mahrumsa o gayri müslimin müslümandan daha zengin olması beklenen bir sonuçtur. Burada kâfir müslümana değil, müslim sıfatlar gayri müslim sıfatlara galip gelmişlerdir. Ve sonuç, sıfatlar âleminde, yine hakkın olmuştur.

Bu konu işlenirken fikrimize ufuklar açan şöyle bir tespite yer verilir:

Hem dünyada, hayatın hakkı şamil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i manidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mani değildir.

Hayatın hakkı umumidir, şamildir. Yani bu noktada mümin, kâfir, insan, hayvan farkı yoktur. Kime hayat verilmişse ona rızık da verilir. Rızık, imanın ve ibadetin değil hayatın hakkıdır. Onların hakkı ahiret yurdunda ebedi saadettir.

Bu ufukta düşüncelerimizi şöyle sürdürebiliriz:

Allah’ın her isminin tecellisi için farklı aynalar, ayrı zeminler söz konusudur. Bunların çoğu, kişinin inancıyla ilgili değildir. Meselâ, Rezzak isminin tecellisinden daha fazla nasip almak isteyen bir çiftçi bunun için gerekli şartları yerine getirdiğinde tarlasına daha fazla mahsul verilir. Burada kişinin inancına bakılmaz. Yine, Şafi isminin kendisinde tecelli etmesini isteyen birisi, hastalığına faydalı ilacı kullanır. Onun şifa bulmasında da inancına bakılmaz. Çünkü kişi bu ismin tecellisini istemeyi bilmiştir ve bunun karşılığı olarak kendisine şifa ihsan edilmiştir. Bu yola girmeyen bir insan, kâmil bir mümin de olsa, şifaya kavuşmayabilir.

Buna göre bir müslüman, dünya hayatında İlâhî isimlerin feyzinden faydalanmayı diliyorsa, o tecellilere layık bir ayna olma yolunu tutmalıdır. Bunu yapmazsa sonuç alamaz. Ama aynı mümin ibadet, salih amel ve ihlas şartlarını yerine getirmekle ahiret yurdundaki İlâhî lütuflara talip olmuş olur.

Bu şartları yerine getirmeyen bir insan da dünyada ne kadar başarılı olursa olsun, cennetten nasip alamaz.

Aynı parçada konunun bir üçüncü boyutuna da dikkat çekilir:

Allah’ın iki ayrı kanunlar manzumesi olduğu nazara verilir. Bunlardan birisi insanın iradî fiillerini nizam altına alan Kur’an hükümleridir. Diğeri ise kâinatın ve içindeki eşyanın nizamını sağlayan kanunlardır. Birincisi bildiğimiz şeriattır. İkincisine de şeriat-ı tekvini deniliyor. Tabiat kanunları bu ikinci şeriattandır. Kur’an hükümlerine itaat ve isyan edenlerin mükâfat ve cezalarını ekseriyetle ahirette görecekleri, tekvini şeriata uyanların yahut uymayanların ise büyük çoğunlukla karşılıklarını bu dünyada görecekleri ifade edilir. Buna göre tekvini şeriata uymayan bir mümin cezasını başarısızlık, sefalet, perişanlık olarak bu dünyada çeker. Bu kanunlara uyan bir gayr-ı müslim ise İlâhî iradeye bilmeyerek de olsa uygun hareket etmesinin mükafatını bu dünyada görür.

Bu üç madde başarının yahut başarısızlığın temel sebepleridir. Ve olayların çok büyük çoğunluğu bu maddelerin biriyle yahut bir kaçıyla açıklanır. Şu var ki, bazen bütün şartları yerine getirdiğiniz halde mağlup düşebilirsiniz. Burada İlâhî takdirin gizli bir rahmet hikmet cihetini aramakla mükellefiz. İşte cevabın dördüncü bölümünde bu noktaya işaret edilir; konunun kader ve İlâhî irade yönüne dikkat çekilir.

Dördüncü maddede, batılın kısa süreli de olsa bazen hakka galip gelmesinin, hakkın inkişafına yardım ettiği, onu daha da güçlendirdiği, parlattığı nazara verilir.

Bu maddenin şu noktadan önemi büyüktür:

Bir hadisi-i şerifte “Belaların çoğu peygamberlere, sonra derecesine göre Allah’ın diğer sevgili kullarına gelir” buyrulur. Peygamberlerin çoğunun ümmetlerinden hakaret görmeleri, ülkelerinden kovulmaları, işkencelere tabi tutulmaları Rabbanî bir sır, İlahî bir hikmettir. Onların çektikleri sıkıntılar, Nur Müellifinin ifadesiyle birer menfi ibadettir. Sabır esasına dayanan, tevekkül ve rıza esasına dayanan ama katlanılması oldukça zor olan bu ibadetin mükafatı da aynı ölçüde büyüktür. Bu sıkıntılarla başta peygamberler olmak üzere Allah’ın sevgili kulları hem manen terakki ederler, hem de çoğu zaman bunun karşılığı olarak hak davaları geç de olsa insanların kalplerinde yer tutar. Onlara zulmedenler kabirlerinde azap çekerlerken, onların ümmetleri yer yüzünde hakkı yaşar ve yaşatırlar.

Bir bitkinin gelişmesinde gecenin ve gündüzün ayrı faydaları olduğu gibi insan ruhunun inkişafında da celal ve cemal tecellilerinin tesirleri öyledir.

Bu bir İlâhî hikmettir. Ve Hak dostlarına, bu sır ile gelen bela ve musibetlerin ilk üç maddeyle bir ilgisi yoktur.

Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

On İkinci Gezegene Doğru

“Güneş ile muhtelif on iki seyyârenin muvâzenelerine bak. Acaba bu muvâzene, güneş gibi,Adl ve Kadîr olan Zât-ı Zülcelâli göstermiyor mu?” (Risale-i Nur)

Kur’an’dan aldığı feyizle nurlanan ve ortaya koyduğu fikirlerle çağımızı aydınlatan büyük alim Bediüzzaman Hazretleri, zamanın geçmesiyle daha iyi anlaşılıyor ve zaman onun fikirlerini doğrulayan büyük delillerin ortaya çıkmasına hizmet ediyor.

Bediüzzaman, öğrenime başladığı ilk zamanlardan itibaren dinin ve ilmin imtizaç ettiği bir eğitim sistemini benimsemiş ve savunmuştur. Telif ettiği altı bin sayfalık Risale-i Nur Külliyatında imani bir hakikati ispatlarken matematik, kimya, fizik, astronomi veya biyoloji gibi disiplinlere ait bilgileri kullanması onun eğitim sisteminin elle tutulur örnekleridir. Bu yazının konusunu da Üstadın kullandığı verilerden biri oluşturmaktır. Batı dünyasının henüz 9. gezegen olan Plüton’u bulduğu 1930’lu yıllarda O, yazdığı risalelerin muhtelif yerlerinde gezegen sayısını 12 olarak bildirmiştir. Bunlardan ikisini 33. Söz’ün 21. Pencere’sinde yer alan; “Manzume-i Şemsiye denilen küremizle beraber on iki seyyare..” ve 30. Lem’a’nın 2. Nükte’sinde söylenen; “Güneş ile muhtelif on iki seyyârenin muvâzenelerine bak” ifadeleri ile başlayan yerler oluşturur.

Şüphesiz her şeyin yazılı olduğu Kur’an’da da On iki seyyare (gezegen) konusuna işari olarak değinilmiştir. Yusuf Suresi’nin 4. ayetinde mealen şöyle buyurulmaktadır: “Hani Yusuf babasına demişti ki: Babacığım, ben rüyamda on bir yıldızın, güneşin ve ayın bana secde ettiklerini gördüm.” Yakup aleyhisselamın tabirine göre, Güneş babasına, ay annesine ve de 11 yıldız 11 kardeşine işaret etmektedir. Yusuf’da(a.s.) eklenince toplam sayı 12 etmektedir.

Batı’da Astronomi ile ilgilenen uzmanlar sadece gök cisimlerini, yapılarını ve hareketlerini keşfe çalışmakla yetinmemiş, Güneş Sisteminde yer alan gezegen sayısı üzerine de bir çok araştırma yapmışlardır. Bu araştırmalardan birisi Zecharia Sitehin’in 1977’de yayımladığı “The 12th Planet” (On İkinci Gezegen) adlı kitapta görülmektedir. Kitapta, ‘Güneş Sisteminde On İki Gezegenin olduğu’ iddiası İncil’den ve Sümer tabletlerindeki yazılı kaynaklardan deliller işlenerek ispat edilmeye çalışılmaktadır.

Altı bin yıllık Sümer tabletlerindeki yazılar ve şemalar çözüldükten sonra, Sümerlerin bir fazla gezegenin de içinde bulunduğu şu anki gezegen diyagramına çok benzeyen kabartmaları olduğu belirtilir. Hatta araştırmacı, Sümer kayıtlarında görülen bu gezegenin dönüş devrini 3600 yılda tamamladığını onların hesapladıklarını kaydediyor. Şunu da belirtmek gerekir ki, kitabın adını aldığı on iki gezegen sayısına güneş ve ay da dahildir.

Tüm bunları belirttikten sonra şimdi de astronomi dünyasına kısa bir göz atalım. 1846 yılında Neptün’ün Le Verrie tarafından keşfi, Neptün ötesi gezegenlerin arayışlarını hızlandırdı. Bunlardan en ilginci 1909-1915 yılları arasında Percival Lovell’in sonuç alamadığı araştırmalardır. Lowell’in gözlemlerinde Plüton’un iki belirsiz görüntüsü kayıtlı olmasına rağmen bunlar, 1930 yılında Plüton’un keşfine kadar fark edilmedi.

Güneş sistemindeki gezegen büyüklüğünde cisimler için yürütülen araştırmanın 1930 yılında Plüton’un keşfiyle sona erdiği sanılıyordu. Gel gelelim kimi astronomlar geçmişten gelen bazı birikimlerin boşa çıkmasına aldırmadan onuncu bir gezegeni bulma çabalarını inatla sürdürüyorlar.

Geçen yılın Ekim ayı başlarında ABD’li ve İngiliz araştırmacılar, birbirlerinden bağımsız olarak yürüttükleri çalışmaların sonunda Onuncu Gezegenin yeri ve büyüklüğü konusunda benzer görüşler ileri sürdüler. Bu görüşlere göre gezegen öyle yakınlarımızda falan değildi ve üstelik Plüton gibi bir enkaz parçasına da benzemiyordu. Aksine, Onuncu Gezegen Jüpiter’den bile kat kat büyük olabilecek bir gök cismi idi.

Yeni teknolojilerin gelişmesiyle uzmanların gezegen ve uzay araştırmaları artarak devam edecektir. Ama onların on birinciden sonra Kur’an ve Bediüzzaman ile karşılaşınca takınacakları tavrı doğrusu merak ediyoruz.

risaleinurenstitusu.org