Etiket arşivi: huzur

Selamın Fazileti

Esselamü aleyküm!

Esirgeyen ve bağışlayan Yüce Allah(c.c.)’nün adıyla…

Aziz Okuyucularım, bu yazımızda selamın faziletinden söz edeceğiz İnşaallah.

Selam, Mü’minlerin birbirleri üzerindeki karşılıklı haklarıdır. Hakkını ödeyen, ebedi âlemde büyük mükâfatla sevinir, ödemeyen ise, azapla dövünür.

Dinimizde selam vermek sünnet, almak ise farzdır. (farzı kifaye) Bir yere girerken de çıkarken de selam verilir. Selam Allah(c.c.)’nün ve Resulü(s.a.v.)’in bildirdiği şekilde verilip alındığı müddetçe selamdır. Verilen selamı daha güzeli ile almak da farz değil ise de, çok sevaptır. Selamın manası; yani ben Müslüman’ım, benden sana zarar gelmez, selamettesin demektir.

Cenabı Allah(c.c.) Kuran-ı Kerim’de: “Size bir selam verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selam verin veya aynıyle mukabele edin. Allah her şeyin hesabını gereği gibi yapandır.” (Nisa: 86)

Başka bir ayet-i kerimede de: “Evlere girince, kendinize, ehlinize Allah’tan bereket, esenlik ve güzellik dileği olarak selam verin.” (Nur: 61)

Bu nedenle eve girince de evdekilere selam verilmeli, evde kimse yoksa “Esselamü aleyna ve ala ibadillahissalihin” (Allah’ın selamı bizim ve Salih kulların üzerine olsun) demelidir. Çünkü Müslüman’ın evinde rahmet melekleri vardır.

Bir Hadis-i Şerif’te de: “Evine girerken selam veren, Allah’ın himayesinin garantisi altındadır.” Diye buyrulmuştur. (Ebu Davud)

Selam, İslam’ın sevgi ve rahmet kapılarının anahtarıdır, mü’minin gönüllerdeki sevgi hazinelerine o anahtarla girilir. Allah(c.c.)’nün rahmet ve mağfiret deryalarına o anahtarla girilir.

Selam hakkında Peygamber Efendimiz (s.a.v.) başka bir Hadisi Şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız. İşlediğiniz takdirde sevineceğiniz bir şeyi size söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız.” (Müslim, Tirmizi, İbni Mace.)

Başka bir Hadis-i Şerif’te de: “Ey insanlar! Selamı ifşa ediniz. Başkalarına yemek yediriniz, Akrabalarınızı ziyaret ediniz. İnsanlar uykuda iken namaz kılınız. (Bunları yaparsanız) selametle cennete girersiniz.” Buyurmaktadır.

Yukarıdaki hadisi şeriflerden de anladığımız gibi Peygamber efendimiz selamı emretmiş. Selam verdiğimizde hem bir farzı yerine getiriyor hem de Peygamber efendimizin sünnetine uymuş oluyoruz.

Selamda sünnet olan öncelik sırası şöyledir: Rütbe ve nimeti çok olan önce selam verir. Büyük küçüğe, bir araç üstündeki yerdekine, yürüyen durana, ayakta olan oturana, az olan çok olana, amir memura, hoca talebesine, baba oğluna, ana kızına, telefon eden edilene, odaya giren odadakine selam verir.

Selam; emniyet, huzur, selamet, sağlık, barış, rahatlık, iyi netice, kurtuluş gibi manalara da gelir. Selam vermek, bir kimseye yapılan en güzel duadır.

Selam, birbirlerini tanıyanlar arasında muhabbet arttırıcı bir özelliği olmasının yanı sıra, birbirlerini tanımayan insanların ise birbirlerine karşı muhabbet beslemelerine sebep olmaktadır. Selam verilmek suretiyle bireyler arasında sevgi meydana gelmektedir. Selamlaşmak dostluğun, birlikteliğin başlangıcıdır. Selamlaşmak sevgiyi, sevgi kardeşliği, kardeşlik birlik ve beraberliği doğurur. Mü’minlerin birbirlerini sevmesi ise imanın alametidir.

Selam, sadece dünya hayatının değil, Cennet hayatının da esenlik ifadesidir. Kuran-ı Kerim’de, Cennette meleklerin inananlara, inananların birbirlerine selam verecekleri bizlere şöyle bildirilmiştir: “Rablerine karşı gelmekten sakınanlar, bölük bölük cennete götürülürler. Oraya varıp da kapılar açıldığında, bekçileri onlara: – Selam size, hoş geldiniz! Temelli olarak buraya girin. Derler.” (Zümer: 73)

Bu nedenle aziz Dostlar; birbirimize karşı –her türlü afet ve musibetten selamette olmak- dileği olan selamlaşmayı, hiçbir zaman ihmal etmeyelim. Umulur ki bu sebeple, Allah(c.c.)’nun gerçek selamet yeri olan ve Kuranı Kerim’in beyanına göre “selam”dan başka söz işitilmeyecek olan cennetine nail oluruz. Zira hakiki saadet orada, sonsuz huzur orada ve ebedi mükâfat yalnız oradadır.

Yüce Rabbimiz bizleri, birbirini seven, dostlukları pekiştiren, günahları afolunan ve cennete nail olan kullarından eylesin.

Selam Hidayete Tabi Olanlara.
Akibet Muttakilerindir.

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Sosyal Hayatın Çimentosu: Muhabbete Muhabbet

Tarih boyunca insan topluluklarının büyük zaferler elde etmesinde, büyük medeniyetler kurmasında, sonraki nesillere önemli eserler bırakmasında en önemli etkenlerden bir tanesi dayanışma ve bu dayanışma sonrasında oraya koydukları başarı olmuştur. Başarıyı derinleştiren, kökleştiren, şahsilikten, heva ve hevese dayalı olmaktan çıkaran da inanç ve imani esaslar olmuştur. Son ve en mükemmel din olan İslam insanlar arasındaki, özelde iman ehli arasındaki dayanışma ve kardeşliğe çok büyük önem vermiş ve ortaya koyduğu esaslarla bu durumu temellendirmiştir.

İnsanlar arasındaki dayanışma ve işbirliği maddi temellere dayandığı zaman neticesi de maddi olacaktır. Manevi dayanışma ise hem maddeyi hem de manayı biraraya getirmektedir. Manevi değerlerimizin başta gelenlerinden bir tanesi muhabbettir. Kur’an-ı Kerim’in her emrinde muhabbet ve muhabbete davet vardır. Peygamber Efendimizin gönderilişindeki, “en güzel ahlakı tekmil etme”de muhabbet vardır. Hazreti Ebubekir’in (ra) kendi vücudunun büyütülmesini, cehennemin bu şekilde doldurularak müminlerin tümümün cennete gitmesini niyaz etmede muhabbet vardır. İşte bu yüzdendir ki; Risale-i Nurda veciz bir şekilde ifadesini bulunan “muhabbete en layık şey muhabbettir” hükmü ortaya konmuştur.

Muhabbet dostluğun ilacı düşmanlığın da panzehiri olmuştur. Adavet ve düşmanlık ise muhabbetin adeta yok edicileri olmuştur. Muhabbet sosyal hayatta etkili olduğu oranda ittihat ve terakkiyi vücuda getirirken, azalmasına paralel olarak kardeşler arasında kin ve düşmanlık tohumlarının yeşermesine yol açmıştır. Kâinatın özünde var olan muhabbetin nasıl yok edildiğine, normal şartlarda karıncayı dahi incitmekten sakınan insanoğlunun en vahşi canavardan daha vahşi bir hale dönüştüğüne, iki dünya savaşından daha ibret verici bir örnek olamaz. Muhabbetin zerresinin kalmadığı bir ortamda milyonlarca insan yok edildiği gibi, asırlarca vücuda getirilen medeniyetler de yok edildi.

Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur, diyen Bediüzzaman, sadece müminlere değil, tecavüz etmeyen düşmanlarımızın kötü fiillerine dahi düşmanlık edilmemesi gerektiğine vurgu yapmaktadır. Çünkü cehennemle neticelenecek olan İlahi azap kâfidir…

Bilerek veya bilmeyerek insan gururunun, nefsinin etkisiyle iman ehline karşı haksız bir şekilde düşmanlık eder, kendini haklı zanneder. Hâlbuki husumeti değil; muhabbeti gerektiren iman ve İslamiyet yeterlidir. Buna rağmen düşmanlık beslemek bu yüce değerleri hafife almak ve değerden düşürmek anlamına gelir.

İman ehli olan kardeşine kin besleyen, düşmanlık eden insan, bu olumsuz duyguların tedrici olarak kalbini kararttığının farkına varmaz. Uzakta bulunan birilerine beslediği kin ve düşmanlığın bir süre sonra ailesinin içine kadar sirayet edeciğinin farkına vardığında iş işten geçmiş olur. Kin ve düşmanlığın yerleştiği, kökleştiği bir kalpte yeniden muhabbeti ihya etmek hiç de kolay değildir. Onun içindir ki, önceleri basit bir suç işleyen insanın eli titrerken bir süre sonra katil milyoneri olabilmektedir. Çünkü kin ve adavet kalbindeki muhabbetten eser bırakmamıştır. Muhabbetin galebe ettiği kalbi taşıyan insan ise hiç kimseye kin tutamaz sadece acır.

Al-İmran Suresi 3. Ayette; “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin”, buyrulmaktadır. O Yüce Peygamber ki, içlerinde hiç iman ehlinin olmadığı, kendileri davet etmiş olmalarına rağmen taş yağmuruna tuttukları Taiflilerin helakini değil bağışlanmalarını talep etmiştir. Dolayısıyla böyle bir Peygambere (asm) uymanın yolu, adavetten değil muhabbet etmekten geçer.

Risale-i Nur’da dikkat çekilen ve vurgusu yapılan önemli hususlardan bir tanesi de Hazreti Hasan’ın (ra) sadece altı ay süren halifelik müddetidir. Bu süre çok kısa olmasına rağmen çok büyük bir önem arz etmektedir. Çünkü O büyük insan savaşı değil barışı, bölünmeyi değil ittifakı arzu ettiği ve istediği için halifelikten feragat etmiştir. Sıradan bir makam veya mevki bile terk edilmezken Hazreti Hasan’ın (ra) halifelikten çekilmesi büyük bir ehemmiyet arz etmiştir.

İman ehli olanlar arasında nurani bağ olan muhabbet sahibine de çok büyük faydalar sağlar. Kalbe genişlik ve ferahlık verir. İmanın kuvveti nispetinde bu genişlik artar ve manen inkişaf eder. Diğer taraftan kâinatta meydana gelen hiçbir olumsuzluktan dehşete kapılmaz. En büyük musibetlere karşı gelebilir. Ruhi ürperti duymaz. Bunun da en büyük kaynağı Allah’ı bilmek ve iman etmektir. İman şuuru; insana şu ihtarda bulunur: Senin yaratıcın bu memleketin gerçek sahibidir. Her şey onun emri dairesinde hareket eder. Her şeyin dizgini onun elindedir. Bütün bu zahiri bela ve musibetlerden kurtulmak için Yaratıcıya sığınmak ve Ona bağlanmak yeter. Ona dayandıktan sonra, insanı ağlattıran, hazin durumlara sokan şeyler adeta suret değiştirerek düşman sureti yerine dost suretine bürünürler.

Sosyal hayatta farklı guruplar arasında güçlü bağ oluşturan ve her türlü bölünmelere, ayrılıklara engel teşkil eden hususların başında iman kardeşliği gelir. Bu kardeşlik yerine menfi milliyet fikrini aşılamak sadece çatışmalara zemin oluşturur. Devlet bütünlüğünü ve milletin kaynaşmasını değil, toplumun zararında menfaatini görenlerin işine yarar. Örneğin; Kürtlük, Araplık, Türklük tesis etmek; bunun oluşmasına ve gelişmesine engel teşkil eden dini bağları zayıflatmak, sadece toplumsal barışın mahvına yarar. Kardeşin kardeşe düşmesine, muhabbetin buharlaşıp adavetin yaygınlaşmasına vesile olur. Ülkemizde değişik dönemlerde uygulamaya konulan menfi milliyet ülke menfaatine zarar verdiği gibi hiçbir kesime de yarar sağlamamıştır.

Toplumun kaynaşmasını değil ayrışmasını netice veren, ırkçı olmayanları da ırkçılığa sevk eden ve bu yolla toplumda büyük tahribatlara yol açan menfi milliyetçilik iman esaslarına taban tabana zıttır. Toplumumuzda ittifakı sağlayan nurani bağ değil, ayrılıkları netice veren zulmani bir olgudur. Irkçılık fikri müminler arasında mevcut olan nurani bağları tahrip eden en büyük felaketlerin başında gelir. Dolayısıyla iman bağı ayrılıkları değil dayanışmayı gerektirir. İman birliği kalplerin birliğini ister ve gerektirir. Aynı inanca ve iman değerlerine sahip olma da sosyal hayatta birlik ve beraberliği, kardeşliği gerektirir.

Risale-i Nur iman edenler arasındaki manevi ve sağlam bağları dikkate sunarken; Yaratıcımızın, Rızkımızı verenin, taptığımız Allah’ın birliğine dikkatimizi çeker. Devamında; peygamberimizin, dinimizin, kıblemizin, devletimizin, memleketimizin… Birliğine işaret eder. Dolayısıyla birlik ve beraberliği gerektiren manevi bağların sayılamayacak kadar çok olduğu ikazı yapılırken buna karşı ayrılığı ve farklılığı gerektiren şeylerin ise örümcek ağı gibi zayıf ve ehemmiyet olduğu vurgusu yapılır. Dolayısıyla müminlere, bütün bunlara rağmen kin bağlamak söz konusu manevi değerlere karşı hürmetsizlik ve münasebetsizlik olduğu açık bir şekilde ortaya çıkar. Aynı zamanda böyle bir saygısızlığın zulümle eşdeğer olduğu da ifade edilmektedir.

Bediüzzaman muhabbetin nur ve nurani olduğunu, nurani şeylerin mahiyetinde yansıma ve etkileme olduğunu kaydeder. Bu yüzdendir ki, dostumuzun dostu bize de dost olmaktadır. Muhabbet insanlar arasında iyilik ve yardımlaşmayı had safhaya çıkarırken, insanların şahsi hayatında da maddi-manevi huzuru yeşertir. Yirminci yüzyılda zirve yapan sefahat ve dalaletin Cenabı Hakkın gazabına vesile olduğu, ırkçılığı ve tarafgirliği şırınga eden cereyanların kalpleri katılaştırdığı ve akabinde meydana gelen iki dünya savaşının insanları adeta helak ettiğine şahitlik edilmiştir.

Bediüzzaman, bu olumsuz cereyanların etkisi ile imanı zayıf olan bir kısım velilerin dahi birinci sırada görmeleri gereken iman hakikatlerini ikinci, üçüncü sıraya bıraktıkları tespitini yapmaktadır. Siyasi tarafgirlik yüzünden kendi görüşlerinde olmayanları haksız bir şekilde tenkit ettiklerini, dini hisleri ve düşünceleri söz konusu olumsuz cereyanlara tabi kıldıklarını, dolayısıyla insanlar arasında muhabbet yerine tenkit ve düşmanlığın ön plana çıktığı tespitini yapmaktadır.

Yrd. Doç. Dr. Abdulnasır Yiner

risaleakademi.com

Stres

Bazen gazetelerde insanın tüylerini ürperten resimler görürüz. Çoğunlukla Kuzey Afrikalı fakir ve perişan insanların resimleri… Her biri sanki canlı birer iskelet… Kemiklerle etler arasında nerdeyse mesâfe kalmamış. Bu halleriyle bize olanca güçleriyle haykırırlar: “Biz açız, bize yardım elinizi uzatın!” diye…

İşte maddî açlık insanı böyle perişan, böyle zayıf, böyle güçsüz ediyor… Beride maddî problemleri yok denecek kadar az, ama kendilerini eğlenceyle, sefahatle, içkiyle yahut uyuşturucuyla avutmak isteyen huzursuz kalabalıklar. Bunların dertleri öncekilerinden daha ileridir.

Ruh, beden ülkesinin sultanıdır. Açlıktan kıvranan insanlarda hizmetçi zayıf düşmüştür, huzursuz insanlarda ise sultan perişandır. Birincilere her insaf ve vicdan sahibi acır, merhamet eder. İkincileri ise herkes kınar, herkes onlara düşman kesilir. Halbuki asıl acınmaya, el uzatılmaya muhtaç olanlar bunlardır… Çünkü bunlar hem hastadırlar, hem de ilâç düşmanıdırlar. Bunlara karşı, tedavi ehlinin çok şefkatli ve çok sabırlı olması gerekir. “Fâsıklara ancak ârifler acır.” Abdulkadir Geylâni (ks.)

Bugün huzur ve saadet arayanlar sadece bu insanlar değildir. Hemen herkes bu dertten bir iz taşımaktadır. Öyle ise biz öncelikle kendi nefsimize bir şeyler söylemeye çalışalım:

Neden yer yer ruhî sıkıntılara giriyor, sabırsızlanıyor ve bir şeyler yapamamanın ıstırabıyla ruhumuzu kıvrandırıyoruz. Beden sıhhatimizden, mali durumumuza, toplumdaki itibarımızdan dünyevî zevklerimize kadar her şeyi kendimize dert ediniyor ve bunları çözemeyince de üzülüyor, rahatsız oluyoruz…

Niçin, dünyanın üstünde gezeceğimize altına giriyor, bize hizmet etmesi gereken eşyaya biz hizmetçi oluyoruz.

Bu halimiz ruhumuzu hayli yoruyor ve takatten düşürüyor. Bütün bu olup bitenlere karşı sabırla karşı koymayı da başaramıyoruz. Zira, Üstat Bediüzzaman’ın o güzel teşhisiyle, biz sabır kuvvetimizi maziye ve müstâkbele dağıtıyoruz; hâle karşı sabrımızda güç kalmıyor ve sonunda sıkıntıya, ümitsizliğe düşüyoruz.

Bütün bunların kaynağına indiğimizde şu yanlışla karşılaşırız: “Biz nefsin doymasıyla, kalbin tatmin olmasını birbirine karıştırmışız.”

Yanlış yoldan giden yorulur. İşte bizi yoran, sıkıntıya düşüren ve sonunda perişan eden bu büyük hatadır. Bundan döndüğümüz an huzur ve saadete yönelmiş olacağız.

Nefis şerle beslenir. Şer ise kalbi yaralar, vicdanı rahatsız eder ve huzuru kaçırır. İşte bu fasit daire, stresin ve huzursuzluğun önemli bir kaynağıdır. Bu çemberi aşamayanlar, nefislerini besledikçe kalp ve vicdanlarında huzur melekesini kaybederler. Ve bunun çaresini yeniden nefsin tatmininde ararlar.

Sadece birkaç misâl:

Nefis cimrilikten yanadır. Para biriktirdikçe mutlu olacağını zanneder. Halbuki, kalp ve vicdan muhtaçları doyurmaktan zevk alırlar.

Nefis büyüklenmekten hoşlanır. Kalp ve ruhun rahatı ise tevazuda, alçakgönüllü olmaktadır.

Nefis oyun ve eğlence düşkünüdür. Akıl ise çalışmayı ve gayreti emreder, onunla rahat bulur.

Ve nihayet nefis, fâni ve geçici eşyanın meftunudur. Kalp ise bekâya, ebediyete aşıktır. İşte bütün huzursuzluklar bu çelişkilerin ürünüdür. Ve insan, nefsini beslemekle değil, kalbini tatmin ile saadet bulur.

Ve her türlü bunalım ve huzursuzluğun İlahî reçetesi:

“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur (Allah’ı anmakla sükûnet bulur). (Ra’d Sûresi, 28)

Maddî ve manevî nice rızıklara muhtaç olan insanoğlunun kalbini, ancak Allah’ı zikir, yâni Onu yâd etme, Onu hatırlama tatmin edebilir. O halde insan, Ondan başka neyi yâd etse mahlûku yâd etmiş, Ondan gayri neyi sevse fâniyi sevmiş olur. O ulvî kalp, bu süflî eşya ile tatmin olmadığı içindir ki, gafil insanı daima rahatsız eder. İşte can sıkıntısı, huzursuzluk, bunalım, stres dediğimiz şeyler hep bu doymayan kalbin açlık feryatları, ölüm çığlıklarıdır.

Adnan Şimşek – Zafer Dergisi

Risale-i Nur Aile Terapisi İçin Başvuru Kaynağıdır

 

Mehmet Paksu, halk tabiri ile hem derin bir hoca hem de gündemi yakalamayı bilen etkili bir yazar. Lisans eğitimi öncesi hem medrese tahsili yapmış, hem İmam Hatip lisesi okumuş. Türkiye’nin çok ünlü şair ve edebiyatçının çıktığı İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden mezun. Yazarlığı öğrencilik yıllarından başlamış otuz küsür yıldır yine otuz küsür kitaba imza atmış.

 Birkaç yıldır aile sorunlarına dair yazıyor, radyoda program yapıyor.

Gerek radyo programları sırasında, özellikle de elektronik posta ile gelen sorulardan oluşan üç kitabı var. Paksu hoca ile aile sorunları ve Nesil Yayınları arasında çıkan Mahremiyet Okulu seti hakkında konuştuk.

NİKAH YOLU KAPANINCA GÜNAH YOLU AÇILIYOR

Gerek gazetedeki yazılarınızda, gerekse radyo programlarınızda aile sorunları ile ilgilisiniz. Özellikle son yayınlanan “Mahremiyet Okulu” adında üç seri kitabınız çıktı. Bu konulara eğilmeniz hangi ihtiyaçtan doğdu?

Bu ihtiyaç şundan doğdu. Ülkemizde boşanmaların arttığı aile problemlerinin haber yapıldığı, özellikle son beş aştı yıldır televizyon programlarına taşındığını görüyoruz.

Bizim de bu konulara eğilmemizin nedeni, ailenin karşılaştığı sıkıntılardır. Bu sıkıntılara nasıl çözüm bulabiliriz? Özellikle Kur’an ve Sünnet boyutundan ele alıyoruz. Bizim toplumumuzun yüze 99’u Müslüman. Nikâh kavramı da İslâmi bir kavram.. Boşanma olayı da “talak” yine İslâmi bir kavramdır. Müslüman bir toplumuz, Kur’an’dan besleniyoruz. Bu gelişmelere karşı, bu sorunlara nasıl çözüm bulabiliriz?

Çözümü de yine Kur’an ve Sünnette aramamız gerektiğiniz düşündük.

Bana elektronik posta ile gelen sorular, özellikle evlilik öncesi ve evlilik sonrası yaşanan problemlerle ilgili.

Evlilik öncesi ne tür sorunlar yaşanıyor? Nasıl sorular geliyor?

Evlilik öncesi ailelerin yaşadığı sorunlar gençleri korkutuyor, evlilikten kaçırıyor. Aile yuvasını sanki problem yuvası olarak algılanıyor.  Sonra nikah zorlaşıyor, nikah yolu kapanıyor. Nikâh yolunun kapanması, haramların işlenmesine, günah yolunun açılmasına, cinsel sapmalara neden oluyor.

EVLİLİK ZORLAŞTIRILIYOR

Evlilik zorlaştırılıyor mu?

Evlilik zorlaştırılıyor. İki şekilde zorlaştırılıyor.

Birincisi bilerek zorlaştırılıyor. Nedeni maddi boyutundan kaynaklanmıyor. Mânevi boyutudur.

Yoksa insanlar bir şekilde geçinebiliyorlar. Bir kişi nasıl geçinirse iki kişi de geçinebilir. Burada problem, nikâhın sadece maddi bir konu olarak bilinmesidir.

Maddi problem birkaç ayda bilemedik bir iki senede bir şekilde aşılabilir. Nikâhın mânevi yönü ve öneminin bilinmeyişi. Maddi menfaat gerekçeleriyle evlenenler zaten üç beş yıl sürdürebiliyorlar.

Mânevi beraberlik söz konusu olunca, ebedi hayat kavramı ve inancı, ebedi beraber olabilmenin bilinmesi birlikteliği devamlı kılıyor. Ahirette de, cennette de hayat arkadaşı olduğunun bilinmesi evliliği cazip ve sürekli kılıyor. Yoksa insanların maddi beklentileri bir süre sonra bitiyor.

Asıl sorunun mânevi boyutun önemini bilmemek diyebilir miyiz?

Nikâh yolunun kapanması, iman yolunun yara almasından kaynaklanıyor. İman hayata ne kadar girerse, imanın versiyonu olan amel-i Salih de hayatımızda etkin oluyor.

Amel-i Salih Allah’ın razı olduğu şekilde yaşamaktır. İman hayata hayat olursa hayat daha anlamlı ve cazip oluyor.

 ŞEYTANIN ASIL UĞRAŞTIKKLARI DİNDAR İNSANLAR

 Size gelen sorularda dindar ailelerden de sorular geliyor. Hatta umulmayan kesimden “olamaz!” dedirtecek şekilde sorular gelmiş. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

 Olamaz diye bir şey yok. Hz. Adem ile Havva’yı cennetin dışındaki şeytan cennetteki bu iki insanı aldatabilmiş, kandırabilmiş. Cennetten çıkarılmalarına neden olmuş.

Tabii şeytan dindar insanla uğraşır. Dinden imandan uzak olan insanla şeytanın ne işi var?

Bize maillerin çoğu İslâmi kesim denilen dindar kesimden geliyor. Niye geliyor? Çünkü bunları dindar insanlar problem olarak görüyor. Diğerleri problem saymıyor.

Ama imanlı insan konunun önemini biliyor kabul ediyoruz.

Şeytan uğraşıyor. Şeytanla mücadelede yenik düşüyor. Yenik düşünce bocalama dönemine giriyor. Diyelim bocalama döneminde bir günah işliyor. Bir harama giriyor, yanlış yapıyor. “Ben bundan nasıl geri dönebilirim?”diyor.

İşte o sırada “Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez” olan Kur’an’ın hükmü aklına gelmiyor. Şeytan vesvese veriyor. Ümitsizliği aşılıyor. “Ben tevbe etsem de bu kötülükten, bu günahtan kurtulamam” düşüncesini aşılıyor. Mesele ümitsizlik meselesidir.

İşte bu durumda ümit aşılamak. “Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez” ayetini hatırlamak. Teğbe istiğfar etmek, istiaze etmek, ameli salihle düzeltmek.

Ayağınız kaymış, düşmüş olabilirsiniz. Üstünüz kirlenebilir. Temizleyeceksiniz.

Aynen öyle de aileler arasında tartışmalar olabilir, münakaşa olabilir. Onu hemen geri, kavgayı barışa, münakaşayı anlaşmaya çevirebilirsiniz. Bizim insanımız kavga etmesini de barışmasını da bilmiyor.

Dini bilgiler yanında psikolojik bilgilere de ihtiyaç oluyor mu?

 Psikolojik yönü var elbet şöyle ki, Herkes “Ben haklıyım, ben haksızlığa uğruyorum, ben eziliyorum, benim isteğim yerine getirilmiyor…” diyor.

Egoizm denilen bencillik öne çıkmış. Ailede şefkat, merhamet, muhabbetin fedâkarlığın yerine egoizm ve bencillik karışınca kavga oradan çıkıyor.

“Ben haklıyım karşı taraf yüzde yüz haksız” dediğiniz zaman çatışma kaçınılmaz oluyor.

AİLE FERTLERİ DE AYNI ZAMANDA MÜ’MİN KARDEŞİMİZDİR

Burada imanın hayata hayat olmasının gerektiğinin yeterince anlaşılmadığından kaynaklandığı söylenebilir mi?

 Kur’an’da “Mü’minler kardeştir” ayetini herkes bilir. Bu ayetin devamında “Kardeşlerinizin arasını düzeltin” diyor.

Kardeşler arasında münakaşa olabilir, kavga çıkabilir, tartışma olabilir.

Her kavga, tartışma, münakaşa; barışmaya, anlaşmaya, uzlaşmaya dönüştürülebilir, dönüştürülmelidir de... Birbirlerini affetme yolunu seçmelidirler.

Aile hayatı ile ilgili Kur’an-ı Kerim bize “Eşlerinizden ve çocuklarınızdan sizin için düşmanlar vardır, onlardan sakının” diyor.

Eşlerinizden ve çocuklarınızdan diyor. Sonra ne yapın diyor.

Onları affedin diyor. “Kusurlarını görmeyin, bağışlayın. O zaman da Allah da sizi affeder ve bağışlar” diyor. Çok net olarak ayette söylüyor.

Yine Nur suresinde bir ayet var;

“Allah’ın sizi affetmesini ister misiniz? Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz? ”

“Siz de kardeşlerinizi bağışlayın” diyor. İman boyutu işte bu…

Ben günah işleyince Allah’ın beni bağışlamasını istiyor muyum? Tevbe istiğfar ediyor muyum?

O halde ben de kardeşlerimi bağışlamalıyım” denilmeli.  Her Müslüman biri birinin kardeşi değil mi? Kardeşi kim? Babam, annem, eşim, çocuklarım diye uzuyor.

BEDİÜZZAMAN: AİLEYİ SEVMEK ALLAH’A YAKLAŞTIRIR

 Demek sadece kardeş denilince aile dışındakiler değil, aile içindekiler de kardeşlerimiz?

Elbette. Asıl olay bu zaten. Kendi babası, annesi, eşi, erkek kardeşi, kız kardeşi, amcası dayısı gibi en yakındakilerin öncelikle hukuku önemli. Önce eşin ve çocukların beraber olduğun. Bunları affedeceksin ki Allah da seni affetsin. Biz bu sırrı bilemediğimiz için sıkıntı buradan çıkıyor.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi sevgi konusunda “Anneni seversin, babanı seversin, eşini seversin, çocuklarını seversin vs…” diyor.

Niçin seversin?

Onların sevgisi seni Allah’ın sevgisine vesile olduğu için seversin. Onları sevmek seni Allah’a yaklaştırırda ondan seversin.

Rum suresinde evlilik için şöyle bir ayet var. “Evlilikte eşlerin kalblerine, ünsiyetin ve sevginin konulması Allah’ın birlik delilleridir” deniliyor. Onun için iman boyutu, “Nerde olursanız olun Allah sizinle beraberdir ayetini bilmek lazım. Allah sadece namaz kılarken mi beraber? Her an beraber. Eşimle çocuklarımla beraber iken de Allah’la beraberiz.

Size gelen sorulara verdiğiniz cevaplardan sonra nasıl geribildirimler alıyorsunuz?

Hemen enteresan bir örnek veriyim. Bizim bu son çıkan kitaplarımızı okuyan birisinden gelen mailde bir tespit. Bu “Mahremiyet Okulu“ kitaplarını okuduktan sonra diyor ki, “İnsanın bilmesi yetmiyormuş.. İnsanın bilinçli olması da yetmiyor muş… İnsanın bazı şeyleri uygulaması da yetmiyormuş. İnsanın ayağını şeytan kaydırdıktan sonra nerede duracağını bilemiyormuş. Allah razı olsun beni uyandırdınız.” Bunu kim söylüyor? İnançlı, bilinçli, ibadetini yapan bir insan. Bir an şeytan kandırıyor, ayağının altına karpuz kabuğu koyuyor. Gidiyor, gidiyor kafası toslayınca uyanıyor, o an kendine geliyor. Demek ki bilmek yetmiyormuş. Burada düşmanı fark etmek önemlidir.

Aile sorunları konusunda Başbakanlık Aile Araştırma Genel Müdürü Ayşen Gürcan Hanımefendinin açıkladığı istatistiklerde; Türkiye’de boşanma oranının düşük olduğu, mutlu aile oranının yüzde 78 gibi oldukça yüksek olduğu bir oran açıkladı. Sizin kitaplarda sorulan sorulara bakıyoruz “Eyvah durum felâket!” gibi görünüyor. Aynı ülkeden iki farklı tablo. Ne dersiniz?

 Ben bu kitapları başta da belirttiğim gibi bana gelen maille gelen sorulara verilen cevaplardan oluşuyor. Biz soruları hayali olarak yazmadık. Hepsi canlı gerçektir. Bilindiği üzere Türkiye’de 10 milyon özürlü vatandaşımız var. Nüfusun yüzde 12’si. Kimi görme özürlü, kimi, işitme özürlü, kimi ortopedik özürlüler gibi…

Sokağa çıktığınızda etrafınıza baktığınızda hiç de öyle fazla özürlü göremezsiniz. Bizim insanımız gizliyor.  Biz engellilerimizi gizlediğimiz gibi sorunlarımızı, dertlerimizi da gizliyoruz.

Kime açacaksınız?

Eşinizle ailesiyle kavgalısınız. Çocukları ile kayın validesi ile yıllardır sorunlu olanlar var.. Birlikte yaşıyorlar ama aylardır bir araya gelememişler… Aylarca görüşmemişler… Aynı evdeler hiç paylaşımları yok. Bu insanlar dertlerini açamamışlar.

RESMİ İSTATİSTİKLER AİLE SORUNLARININ ÜSTÜNÜ ÖRTÜYOR

Resmi istatistikler gerçeği yansıtmıyor o zaman?

Resmi istatistikler doğru değil hayali şeyler. Yüzde 78 gibi mutlu aile tablosu falan hayalidir. Gerçeği yansıtmıyor.

Siz böyle sorunlarla boğuşan birisiyle karşılaştığınızda soruyorsunuz. Nasılsınız diyorsunuz. “İyiyim” diyor. “Çoluk çocuk, hanım efendiler nasıl?” diyorsunuz. “idare ediyoruz” diyor.

Biraz ısrar edip konuşturduğunuzda… Adam dert küpü.

Neden psikologların işi arttı? Her köşe başında bir psikolog. Neden bunlar da yetmiyor aile danışma merkezleri açılıyor? Televizyonlarda neden aile sorunları ile ilgili programlar arttı.

Bazı televizyon programları sorunları çözmek yerine sorun üretimine neden olmuyor mu?

Onlar işin reytingi peşinde. Onların maksadı çözüm bulmak değil. Evlilik programlarının amacı reyting meselesi. Getiriyorlar 70’lik dede ile nineyi. Birkaç espri ile insanları ekran başına topluyorlar. Aslında RTÜK’ün bu tür programları engellemesi lazım. İnsanlarımızla alay etmeye kimsenin hakkı yoktur.

Burada şunu söylemek istiyorum. Hükümetin ve devletin bu aile konusunda ciddi bir politikası olduğunu sanmıyorum. Niye sanmıyorum? Çünkü uygulamada bir şey yok.

Aileden sorumlu Devlet Bakanlığı var, Aile Araştırma Genel Müdürlüğü var.

Nerede hangi somut projeleri var. Desinler ki, boşanmak üzere olan 100 aileyi barıştırdık diye somut yaptıkları bir proje var mı?

CEMAATLERİN AİLEVİ SORUNLARI ÇÖZMEDE ROLÜ BÜYÜK

 Bu konu kimlerin üzerine kalmış?

Bazı özel kuruluşlar, vakıf dernek gibi sivil toplum kuruluşlarına kalmış. Hatta cemaatlere kalmış. Özellikle dini cemaatlerin bu sorunların halledilmesinde, toplumun düzeltilmesinde çok büyük etkisi var.

Dini cemaatlerin bu konuda sistematik çalışmaları var mı? Bazıları bu konuları mahremiyet alanına girildiği için kırmızı çizgileri aşmak olarak değerlendiriyorlar. Nasıl çözüm üretebiliyorlar?

Sistematik olarak değil belki. Dini sohbetler vesilesi ile bu konuların dolaylı olarak eğitimi yapılıyor. Mânevi ihtiyaçları karşılanıyor, insanların bir birleri ile iletişimleri vesilesi ile bir nevi terapi oluyor. Toplantılar, seminer, konferanslarda bu konular işleniyor. Dolaylı olarak problemlerin önü alınıyor. İmani ve âhlaki meselelerin o programlarda konuşulması bir nevi eğitim oluyor. Nefislerin eğitilmesi aile içi iletişime de olumlu yansıyor. Zaten işin en önemli boyutu iman boyutudur. Cemaat ikliminde iman boyutunun işlenmesi bireyin aile içi davranışlarını olumlu etkiliyor.  Bu konuda lokal örnek olarak Konya’da, Kayseri’de ve Gaziantep’te faaliyet gösteren gönüllü kuruluşlar olduğunu duydum.

Bu konularla psikologlarla görüşüyor musunuz?

Evet, bu Mahremiyet Okulu kitaplarımı hazırlarken psikolog, pedoglara ve psikiyatr olan yakın dostlarımız okudular. Onların tavsiye ve yönlendirmeleri ile kitaplarda değişiklikler yaptım. Görüşlerinden faydalandım. Daha sonra başka psikologlara da gönderdim.

Burada bir konuya dikkat çekmek istiyorum.

Ben üç yıldır Kur’an-ı Kerimi bu gözle okuyorum. Kur’an-ı Kerim aile hayatı ile o kadar çok detay var ki hayret edersiniz. Eşler arası münasebetleri, cinsel sapmaları ele alan ayetler var. Çözümleri var. Çocukların ana babalarının odalarına nasıl gireceğine kadar detaylar var. Hakikaten Kur’an-ı Kerim’e bu gözle baktığımız zaman tam bir aile kitabıdır. Özellikle Nur Suresinde çok detay ölçüler var.

KUR’AN MEÂLİNDE HERKES AİLE SORUNLARINA CEVAP BULABİLİR

İnsanlar Kur’an tefsirlerine başvurmadan direk Kur’an meâlinden herkes bu dersleri alabilir mi?

Alır, alır. Herkesin anlayabileceği açıklıkta. Boşanma ile ilgili sure var. “Talak suresi” var. Boşanmanın usülleri var. Boşanmak mecburiyeti olunca nasıl olacağı anlatılıyor. “Meselâ orada “dostça ayrılın” diyor. Bakara suresinin neredeyse yüzde onu aile hayatı anlatılır. Ahzap suresinde peygamberimizin hayatı örnek verilir.

Hadisler dersen aile hayatı ile ilgili çok şey var. Peygamberimizin hayatı tam bir örnektir. Bu kitapların her bölümünde hadisler koyduk.

Risale-i Nurları da yine bu aile konusuna göre okuyorum.

Bediüzzaman hazretleri iki rehber yayınlamış. Biri Hanımlar Rehberi, diğeri Gençlik rehberi.

Ne zaman yazmış bunları? 1930 yıllarda. Tesettür Risalesini yazmış. O günlerde aile içi problem yaşayan bazı talebelerinden duyunca” Eyvah!.. bu da mı gitmiş” diye telaş ediyor.

Evlenemeyen kızlarımızın köylü kadınları gibi kendi maişetlerini karşılayabilecekleri için çalışmalarına cevaz vermiş.

RİSALE-İ NURLAR EN ETKİLİ AİLE TERAPİSİNİN YAPILDIĞI ESERLER

Risale-i Nurların çok yerinde aile terapisi vardır. Sevgi konusu 32. Sözde çok derin işlemiş. Sevgi yönlendirmesi var.

25. Sözde medeniyetin aileyi nasıl bozduğunu anlatır. Medeniyet kadını yoldan çıkarmıştır. Çarelerini de gösterir.

23. Sözde insan bir çocuğa benzer diyor. Buna göre, eş de, çocuktur. Şefkat ister, merhamet, yakınlık ister, ilgi ister… Risale-i Nur’lar aile terapisi için başvuru kaynağıdır.

Son zamanlar benim okumalarım aile üzerine yeniden okuyorum. Kur’an’ı da Hadiseleri de Risale-i Nurları da bir de bu gözle okuyorum. Yazılarımda ve kitaplarıma yansıtmaya çalışıyorum

Peygamberimizin en yakın en yakın sahabileri olan, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer kayınpederi. Hz. Ali ve Hz. Osman damatlarıdır. O dönemi yakından incelediğimizde çok enteresan tespitler ortaya çıkıyor.  Kur’an, Sünnet ve Risale-i Nur… bu üç kaynaktan faydalanarak aile sorunlarına dair cevaplar bulabiliyorum. Yazılarımda ve kitaplarımın referanslarıdır.

www.RisaleHaber.com