Etiket arşivi: hz. isa

Sen Özelsin, Sen Güzelsin..

Her Gününde ayrı bir güzellik gizlenen bahar sabahlarını severim, çok severim. Neşemdir, sevincimdir onlar. Hayatımın en önemli olaylarını hep bu mevsimde yaşadım, belki de onun için. Hiç bitmesin, hiç geçmesin isterim baharlarım. Her yandan hayat fışkırır, her yer hayat kokar bu mevsimde Acaba renkler ve sesler bu mevsimden çok hangisine yakışır? Hiç düşündünüz mü? Yaradan; onu oraya, bunu buraya öylesine serpmiş ki, tesadüf yok çizdiği desenlerde. Akıllar O’nun sanatı karşısında ancak hayrettedirler. Erken uyanır oldum bu sıralarda. Sanki, bütün günahlarımı affetmiş gibi Rabbim, içimde bir hafiflik, bir rahatlık var. ‘Dışarıda delikanlı bir bahar.Sayısız güzelliğin içinde, herkesin keyfi yerinde. Ortalık bayram yeri gibi şıkır şıkır, her şey kıpır kıpır. Güneşi selâmladığım bir sabah, baharı görmek istedim yerinden ve daha da yakından. Bu güzelliğin kaynağına yönelmeliydim.Elde değil bu güzelliğe aşık olmamak, elde değil vurulmamak. ‘Güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği Yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır’ diyor.Bediüzzaman.

Ruhumuz çekiliyor güzelliğin içine doğru. Çağrılıyoruz . Hiç olmazsa bu bahar, bu daveti geri çevirmeyeceğim. Gündelik işlerin perdesini aralayıp, yola koyuluyorum. Bir başıma ama kalbimle beraber. İçimde hâlâ bir şüphe var. ‘Allah’ım şu sayısız varlık arasında benim özel bir yerim var mı? Yoksa ben bu dünyada sıradan bir yolcu muyum?’ Belki bu soruların ve daha nicelerinin cevabını orada bulurum. Kırk yıl süren uzun bir geceden sonra, ilk defa ışıkla, Güneş’le tanışan bir gözle, hayatın tam içine doğru yürüyorum. Şehir, köy ve evler, İnsanlar ve gürültüler şimdi hepsi çok ama çok gerilerde kaldı. Güzelliğin sınırı sessizlikle başlıyormuş meğer. Her yer yemyeşil ve tarlalar rızk dolu. Buğdaylar kendini hemen de gösteriyor. Olgun başaklar, boynunu bükmüş hasadını bekliyorlar. Yürüdüğüm yolun iki yanı da kıpkırmızı gelinciklerle kaplı. Işıktan bir ırmak olmuş da önümde akıyor sanki. Kalbim yoruldu bu güzellikleri izlemekten, durdum. Yolun kenarında oturdum, birazcık bekleyeyim dedim. Kalbi, kalbimi aramaya çıkmış bir yol arkadaşı belki gelir diye. Bu güzellikler bir başına seyredilmiyor. Bu yollar yalnız yürünmüyor. Kalbin kalbe desteği gerek onu bildim bugün. İşte tam burada iki bulut gibi buluşsaydı eğer iki kalp, yağmur yağardı, rahmet inerdi semadan, bu ilahî sevginin hatırına. Hep öyle olmamış mıdır? İnce ince düşünürken, sorularıma cevaplar gelmeye başladı bir bir, Hava sakin, rüzgâr uyumuştu ama ne olduysa o sırada oldu! Nereden geldi de beni buldu bilmem? Ağır ağır, döne döne bir yaprak düştü ellerime Ak saçlarıma yılların düştüğü gibi.

Bir yaprak değildi bu, bir mektuptu O’ndan. Yaradan’dan geliyordu. Göklerden de ötelerden bir mesajdı bu. Çiçekler, kuşlar konuşurdu biliyorum, yaprak da konuşur muydu acaba? Atmaya kıyamadım, o kadar güzeldi bu yaprak. Kurumuş ve azıcık ıslaktı. Göz yaşlarımla biraz daha ıslandı. Bir buse kondurdum ve yaprak konuştu benimle: ‘Sen özelsin, sen güzelsin. Benim, senin ellerine düşmem için evrendeki bütün yasalar birlikte hareket ediyor.’ dedi. ‘Belki de yüzlerce yasa senin için çalışıyor. Niye kucağına düştüm, niye ellerindeyim biliyor musun? Bu kanunlar yüzünden değil elbette. Yetmez bunları açıklamaya hiçbir sebep. Çünkü sen özelsin ve sen burada olduğun için senin ellerine düştüm. Beni sana getiren yasalar ne kadar ince ve önemli olsalar da sen hepsinden de önemlisin. Çünkü sen özelsin, sen güzelsin.

Sen güzellerin güzeli olan Rabbim’in biricik eserisin.Yaprak konuştuğuna göre her şey konuşmalıydı benimle. Derken bir yağmur damlası alnıma düştü. ‘Dağlar taşlar aştım’ dedi su damlası ‘bir yağmur tanesi olup alnına düştüm çünkü sen özelsin, sen güzelsin‘ dedi. Sonra rüzgar konuştu; ‘Deryalar, kıtalar aştım bir yanık yüreğin yüzünü okşamak için meltem oldum senin için, çünkü sen özelsin, sen güzelsin’ dedi. Yeryüzü bahçelerinin meyveleri tek tek konuştu benimle. ‘Güneşte piştik senin için, kızardık, al al olduk, sofrana konduk.’ dedi bir kiraz. ‘Bunca rahmet, bunca zahmet senin için, bunca renk, tat ve çeşit senin için, hepsi senin için çünkü sen özelsin, sen güzelsin’ dedi. Güneş milyonlarca kilometre öteden ışıklarını koşturdu gözbebeğime, ben göreyim diye. Görevini yapmanın rahatlığıyla ışık yüzüme değdi, ruhumu aydınlattı, ‘Çünkü sen özelsin’ dedi. Asırlar ötesinden hiç değişmeyen ama ruhumun aşina olduğu bir koku geldi burnuma, bırakıp da gitti bütün güzelliğini. ‘Ben o hiç solmayan bahçenin güllerinden bir esintiyim. Bunca varlık arasında bizim o güzel kokumuzu hissedecek senden başka bir güzel yok, çünkü sen özelsin, sen güzelsin’ dedi. Mevsimler konuştu sonra,Al al, yeşil yeşil, ak ak, türlü türlü renklerle bezendi dünya. ‘Senin için, çünkü sen özelsin’ dediler.

İnsana yine insanın eliyle en son bir hediye gönderdi Allah, bir çocuk verdi özel mi özel, güzel mi güzel. O gün anladım bu dünyada neymiş yerim? Neymiş varlıklar arasında önemim? Yaşlı gözlerle duaya durdu dudaklarım, seyretti o yavrucuğu uzaktan. Ve bu çocuk Meryem’in kucağındaki İsa gibi konuştu. ‘Sen, ben ne varsa hepimiz Rabbimiz’in güzeliyiz.’ dedi. Rabbim, bütün bu güzelliklerin arkasındaki Güzel, benim tek Güzel’im, kabul et ki geç kaldım kapına gelmekte. Tut ki, gafletime say. Geldim, ruhumun, hayalimin hızında ve ışığında. Ne varsa elimde, hepsiyle beraber geldim. Geç kalışım için affet, oyalayan her şey için beni affet. Sen ki, affı umman olansın. Bir katre günah içinde çırpınan bu ümitsiz yolcunu da affet. Madem ki, yarattığın her şeyle tek tek konuştum, bana ‘sen özelsin’ dediler. Allah’ım ben Sen’den başka kimin özeli, kimin güzeli olabilirim ki?

Buldum, yıllardır aradığım soruların cevabını buldum. Kalbim sükunet içinde. İçimdeki çocuğun o sessiz çığlıkları dindi. Kapındayım, medet ey sonsuz Şefkat Sahibi, ey Yüce Rahmet Sahibi affet. Şanının yüceliğini bir kez daha göster. Açılsın gül yaprakları gibi perde perde rahmetin, her affedişinde öyle bir güzellik tecelli etsin ki melekler bile şaşsın buna. Affet Allah’ım affet. Yolundan, adından, kitabından, kılavuzundan uzak kaldığımız günler ve çöllerdeki kumların adedince, o kumlara gömülü gecelerin ve yıldızların sayısınca affet. Şanın için, merhametine, affına sığındım. Azametin ve rahmetin için ve sevgili Habîb’in için affet. Sen’den istemek de güzel Allah’ım. Çünkü isteten de sensin. Kapındaki bu dilencinin elini değil, ruhunu dolduran gözyaşlarına bari kerem et, affet. Şimdi yine Sen’i söylemek isteyen bir dil olmak için dilleneceğim, bin bir dil olacağım. Yer yüzündeki çiçekler kadar serilip, serpilip, her güzelliği içimde bilip, Sana sunacağım. Beyhude geçen hayatımı, başı boş giden günlerimi, dakikalarımı affet. Sen ki, kâinat sana muhtaç. Sen ki Ehad’sin ben de kapında sana muhtaç. Ey Samed olan Allah’ım beni affet. Duayı öğretmesen, dua edecek dili ve kalbi vermesen bu duaları da edemezdim ya. Ben Sen’den başka kimsenin değilim Allah’ım. Sen’in nezaketin hürmetine o nazik şefkatin adına beni affet.

Sen çok naziksin, nazifsin, paksın, her türlü kusurdan sonsuz derecede uzaksın. Allah’ım, affet. Tertemiz o güzelim isimlerin için, fiillerin, sıfatların için beni affet. Sen’i lâyıkıyla bilememenin cehaleti içinde bu dünyadan göçüp gitmekten korkuyorum. Sen’i nasıl bilmek gerekiyorsa öyle bildiren ve öyle anlatanlar hürmetine, gönderdiğin resuller adına affet. Semadan meleklerinin indirdiği her bir kar tanesinin ve her bir yağmur damlasının hürmetine tövbelerimi kabul et Allah’ım. Bilemedik, bilemedik işte affet. Ama bir gün olur, bilir, anlar, hissedersek ne olur kapını o güne kadar açık tut, yüzümüze kapama Allah’ım. Yok Sen’den başka Rab, yok senden başka İlah, yok senden başka Sevgili. Kalpler ancak senin adını anmakla huzur buluyorsa eğer söyleyecek tek sözüm var kabul et. Bu kalbim, bu dünyam zaten Sen’in ama söylemek iradesini de bahşettiğin için, sevinerek ve içten gelerek söylüyorum ki; bu hayatım ve bu dünyam ne varsa Sen’in sevdiklerinin yoluna feda olsun. Sermayem bu kadar, koskoca bir hiçim. Ama sen bu hiçin karşısındaki her şeysin Allah’ım. Madem ki ben özelim, madem ki ben güzelim, ey güzellerin güzeli olan Allah’ım, kim bilir Sen nasıl bir güzelsin. Bütün sevdiklerimle beraber ebediyet yurdu olan Cennet’ten Cemâl’ini ve merak ettiğimiz bütün güzelliklerini görmeyi lütfet, nasip et.

Selim Gündüzalp

Müslüman’ca Yaşamak Üzerine..

Allah’a daha yakın olan, Allah’a muhatap olmanın sorumluluğuyla daha çok titrer. Sapma tehlikesini daha yakınlarında bilerek daha çok duyarlılık yüklenir, daha çok tövbe etme ihtiyacı duyar. Daha çok sevildiğini bilerek, o sevgiyi yitirme mahcubiyetini daha çok taşır.

Aklımız erdiğinden beri kendimizi “Müslüman” biliyoruz. Öyle ki “Sen Müslüman değilsin!” sözünü hakaret sayıyoruz.

İslam’ın beş şartını ezberden saymaya hazırız. Yeri geliyor “Müslüman olmayanları” hizaya çekmeye hevesleniyoruz. Günahkârları “emr-i bilmaruf ve nehy-i ani’l münker”le ütülemek için fırsat kolluyoruz. Aramızdan birileri gayr-i Müslimlere azıcık empati beslemeye kalksa, “diyalogcu” ve “işbirlikçi” etiketiyle paspas ediyoruz. Günahkâr da olsa bir insanın anlaşılması gerektiğini ağzından kaçırıverse benim gibi biri, bir çırpıda “light Müslüman”laşıyor, tribünlere oynamakla, birilerine “şirin gözükme” ikiyüzlülüğüyle suçlanıyor.

Şu ana kadar yukarıda saydığım ve sayamadığım etiketlerin bir çoğunu aldım. Bu satırlar bittiğinde aklıma gelmeyenleri de almayı göze aldım. Aşağıda yazdıklarım, şu “hazır Müslüman”lığımızı ve “doğuştan edindiğimiz iman”ımızı “fabrika ayarları“na geri dönerek yeniden yüklemeye bir çağrıdır.

Hemen belirtmeliyim ki, bu konuda üstadım Said Nursî’dir. Hiçbir yerinde “Biz Müslümanlar” “Dinimiz der ki…” diye bir ifade bulamayacağınız Risale-i Nur’un-ihtimal ki kimi Risale okuyucularının da karşı çıkacağı-‘Müslüman’ı ve ‘Mümin’i ‘insan olmak’tan başlayarak yeniden inşa eden söylemiyle formatlanmış aklımın ürünleridir:

1. “Bizim dinimiz” dediğimiz İslam tüm insanlığa hitap etmekte ve tüm varoluşu tanımlamaktadır. İslam varlığın estetik kodlarıyla barışık yaşamanın adıdır. “Biz” diye bildiklerimiz de “başkaları” diye ötelediklerimiz de İslam’a sahip olmakla değil İslam’a tâbi olmakla yükümlüdür. İslam, bize ait değil, “bizim dinimiz” değil; biz İslam’a aidiz.

2. Takva sahibi olmak, Allah’a daha yakın olmaktır. Allah’a yakınlığı ancak Allah bilir ve Allah ölçer. O yakınlığın bir rengi ve tonu yoktur.

Kimse kendisini başkalarına göre “koyu” Müslüman, bir başkasını da kendisine göre “light” ya da “ılımlı” sayamaz. Hele de dinde daha “ileri” olan biri “geride” kaldığını düşündüğü birilerini aşağılayamaz. Kılık kıyafetiyle, zikri ve tarikatıyla, camiye gidiş sıklığı ve Kur’ân’dan daha çok sayfa okumakla kendini “daha muttaki” bilenler, daha az “takva” bildiklerine tepeden bakamaz. Çünkü, Allah’la olmak, Allah’ı yanına çekip başkaları üzerinde Allah adına otorite kullanmak değildir.

Allah’a daha yakın olan, Allah’a muhatap olmanın sorumluluğuyla daha çok titrer. Sapma tehlikesini daha yakınlarında bilerek daha çok duyarlılık yüklenir, daha çok tövbe etme ihtiyacı duyar. Daha çok sevildiğini bilerek, o sevgiyi yitirme mahcubiyetini daha çok taşır. Başkalarından önce kendine çekidüzen verir. Kendi hatalarını sayıp dökmekten hatalarından dolayı başkalarına sövüp saymaya fırsat bulmaz. Kendi ayıplarını bilmenin mahcubiyetiyle başkalarını kınamaya yüzü kalmaz. Daha az günahkâr olan daha çok günahkâr olana düşman olmaz. Aksine o günaha kendisinin de sapabileceğini hatırlar, günahtan korkar, günahkâra acır. Günahkârın günahına bakıp kendisini temize çıkarmaya kalkmaz. Kendini günahtan uzak tuttuğu için gururlanmak yerine sadece Rabbine şükreder. “Ben çarşaflıyım sen değilsin” çarşafından ayrıcalık çıkarmaz. “Ben namaz kılıyorum, sen bara gidiyorsun ama…” türü dışlamalara prim vermez.

3. İslam ilk insanla başlamıştır. İslam, her insanla yeniden başlar. Her insan, İslam’a teslim olma borçludur. Teslimiyet borcunu tam olarak ödeyip alacaklı duruma geçmiş biri de olmadı henüz. Hazreti Peygamber (asm) bile “Sana hakkıyla şükredemedik…” diyerek hakkını hakkını veremediğini belirtir.

Öyleyse, kendini doğuştan “Müslüman” bilen bizlerin Müslümanlığımıza bir mirasmış gibi yaslanıp “başkaları”na üstünlük taslama hakkı yok. Tam da bu yüzden, “Allah indinde din İslam’dır” mealindeki ayete “Allah indinde ben ne kadar Müslümanım?” diye kendimizi sorgulayacak bir sorumlulukla muhatap oluruz. “Allah indinde din İslam’dır” ayetini “Allah indinde sadece Müslümanlar makbuldür; o da biziz!” diye anlarsak, ayetin anlamını ıskalarız, teslim olma sorumluluğunu üzerimizden atarız.

Hıristiyan diye bildiğim adamın Allah indindeki makbuliyetini sorgulamaktan daha öncelikli olan, Müslüman diye bildiğim benim Allah indindeki makbuliyetimi sorgulamaktır. Önceliğimi böyle bilirsem, Allah indinde adam olmak için umutlanırım. Öbür türlüsü kendime başkalarının hataları üzerinden erdem biçmeye kalkmaktır ki, baştan adam olmanın yolunu kendime kapatırım.

4. Kur’ân “bizim” diye kendi kültürümüze hapsedeceğimiz, ulusal kimliğimizin etiketi, kişisel anlayışlarımızın kalkanı yapacağımız nostaljik bir hatıra değildir. Kur’ân, Yaratıcı’nın tüm insanlığa hitabıdır. İnsanlığın ortak paydasıdır. Vahiy, müslümanların tarafını tutmaz.
Müslümanları daha çok sözlerine tâbi olmaya çağırır. Hitabı “insanlık ailesi”nedir: “Yâ eyyühennâs…” “Yâ eyyühe’l insan...” Hitabı “iman etme çabası içinde olan herkes”e yöneliktir. “Yâ eyyühellezîne âmenu…/ey iman edenler…” şeklindeki hitapları, kendilerini mümin bilenleri onaylamak için değil, o onayı hak edecek iman etme eyleminin hakkını vermeye çağrıdır. Kur’ân “bizim kitabımız” diye yanımıza çekerek başkaları karşısında kullanacağımız bir koz değil, başkalarından çok biz muhataplarını anlama, kavrama, yaşama sorumluluğuyla borçlandırır.

Kur’ân’dan üstünlük alacaklı değiliz; Kur’ân’a sorumluluk borçluyuz. Kitab’a yaslanmamız, Kitab’la uslanmamız gerekir. Kitab’ına uydurmak değil, Kitab’a uymak beklenir Müslümanlardan.

5. İnsan gibidir Kur’ân; kendisine ne kadar ilgi gösterilirse o da o kadar ilgi gösterir. Ne kadar ciddiye alınırsa, o kadar derinden söyler sözlerini. “Bizim kitabımız” diyerek kendilerini Kur’ân’ın muhatabı sayan bizler, Kur’ân’a başkalarından daha çok ilgi borçluyuz. Kur’ân üzerinden kendine ayrıcalıklar biçmeler, üstünlükler devşirmeler Müslüman’ın işi değil. Müslüman’a düşen Kitab’ın hakkını vermektir; Kitab üzerinden hak talep etmek değil.

Hal böyle olunca, “Hıristiyanlar ve Yahudiler kendi kitaplarını tahrif etmişler” gerekçesinin ardına saklanıp ona buna “diyalogcu” demelerle kendimizi temize çıkarmak boş iş… Artık ayetleri aklımızca tasnif etmeyi bırakmalı, aklımızı ayetlere vurup aklımızı dönüştürmeye bakmalıyız.

6. İmanın şartları arasında Tevrat’a ve İncil’e de iman etmek vardır. “Kitaplara iman etmek” İncil’e ve Tevrat’a inanmayı içerir. Peygamberlere iman etmek, İsa Aleyhisselam’ı da Mûsa Aleyhisselam’ı da “bizim peygamberimiz” bilmek demeye gelir. Kim demiş “onlar başkalarının Peygamberi” diye. Hiç olmazsa, “Bizim Kitabımız”da bu iki peygamberin sözünün sözümüz edildiğini bilelim de susalım.. İncil de, Tevrat da, İncil’in ve Tevrat’ın takipçileri de bir şekilde bir yerde bir gerçeği dillendiriyorsa, o gerçeğe sırt dönmek, yok saymak, dudak bükmek insanlığa sığar mı? İnsanlığa sığmayan Müslümanlığa sığar mı?

7. İslam, kimin elinde olursa olsun doğru ve güzel olana taraftar olma duyarlılığıdır. Müslüman bir ülkede yaşamaya dayanıp, Müslüman bir ebeveynden doğmaya yaslanıp İslam’ı kendi taraftarımız eylemek, çantada keklik görmek değildir. Çin’de de olsa, Çince de söylense, “kitapsız” bir Çinli’nin dudağından dökülüyor da olsa, hikmet yitiğimizdir. Bulunduğu yerde görüp almak, başımıza taç etmek İslam’ın şartıdır. Çirkin ve batıl söz, şeyhimizin dudağında da olsa, zulüm ve aşağılama kardeşimizin elinden de gelse, karşısındayız, “münker”imizdir, bize ait değildir. “Biz Müslümanız, haklıyız; onlar Hıristiyan, Yahudi ve kâfir; haksızlar” kolaycılığı daha konforlu geliyor olabilir ama işe yaramaz. Bu yaklaşım İslam’ı sadece “Müslüman taraftarlığı” olarak tarif eder; kimseyi hakkıyla İslam etmez.

8. Gariptir ki, ülkemizde “misyonerlik”e açıkça ve topluca tepki gösterirken, ahlaksızlığa ve dinsizliğe karşı pek suskunuzdur.
Çünkü “misyonerler” “bizim dinimiz”e karşı “kendi dinlerini” takdim ederler.
Türklere ait olmayan bir dinin propagandası “kanımıza dokunur.” Ama Türkleştirildiği için tüm “millî”ler ahlaksızlık da olsa benimsenebilir.

Meselâ, “millî” ise “piyango”ya ses çıkmaz, “millî içki” olduğu sürece rakıya laf edilmez.
Mesele hakikatin izinden yürümekse, “bize ait olan” ve “bize ait olmayan” diye bir ayırım yoktur.

Hakikat bize ait değil, biz hakikate ait olmalıyız. Kaldı ki Hıristiyan misyonerinin bize Hz. İsa’yı ve Hz. Meryem’i daha iyi anlatması mümkün müdür ki? “Biz” bir Müslüman olarak İsa Aleyhisselam’a misyonerden daha çok tâbi değil miyiz? Hazreti Meryem’i nice papaz ve rahipten daha iyi ve net tanıyor değil miyiz?

Kur’ân’da Peygamberimiz Muhammed Mustafa (asm) annesi hakkında tek bir kelime yokken, İsa Aleyhisselam’ın annesi hakkında tek başına sûre var değil midir?

Herkese ve her millete ait olan İslam’ı “millî”leştirirsek, işte o zaman misyonerlerin düştüğü hataya düşeriz; Hıristiyanlaşırız, Yahudileşiriz. Hıristiyanlardan çekineceğimize Hıristiyanlaşmaktan çekinmeli değil miydik? Yahudilerin hepsini insafsızca lanetli ilan edene kadar içimizdeki Yahudileşme eğilimine karşı canla başla direnmeli değil miyiz?

9. “Onlar kitaplarını tahrif etmiş, biz öyle bir şey yapmadık ki…” diyerek, Kur’ân’ın tarifiyle “Ehl-i Kitab” olan Hıristiyan ve Yahudileri hepten kâfir edip kendimizi hepten aklamak yok İslam’da. Tamam; “Tevrat ve İncil ile Yahudi ve Hıristiyanlar arasında “tahrif” ilişkisi var. Onlar Kitab’ı tahrif ettiler.

Muharref bir Kitab’a inanmaya tepki gösteriyoruz Müslümanlar olarak. Haklıyız elbette. Ancak, Kur’ân ile Müslümanlar arasındaki ilişkiyi tarif eden “tehcir”e de aynı derecede tepki göstermemiz gerekmez mi? Kur’ân’ın tarifiyle (25/30) Müslümanlar da Kitab’ı “mehcur” etmiştir.

Yani Kitab’a “son kullanma tarihi geçmiş, miadı dolmuş, tedavülden kalkmış kalp para” muamelesi yapmaktadırlar. Kitab’ı tahrif etmeye gösterdiğimiz tepkinin hiç olmazsa onda birini tehcir etmeye göstermemiz gerekmez mi? Üstelik tahrif başkalarının cürmü tehcir bizim cürmümüzdür. Müslüman’a kendi kusurunu başkalarından daha büyük bilmek düşüyor değil mi?

10. “Emr-i bi’lmaruf, nehy-i ani’lmünker” doğru bildiğimizi başkalarına emretmek, yanlış bildiğimizi başkalarına yasaklamak değildir. Bildiğimiz doğru ve yanlışlar önce kendi yakamıza yapışmamızı gerektirir. “Ben ne kadar doğruyu yaşıyorum?” diye kendini sorgulatır. Başkalarına doğruyu “emretme”nin en doğru, en sahici ve en etkili yolu, kendine doğruyu emretmektir, kendi nefsinde doğruyu yaşamaktır. “Emr-i bi’lmaruf, nehy-i ani’lmünker” başkalarına jandarma yapmaz bizi.

Yoksa, merhemini başına sürmeyen kel gibi çaresiz ve komik oluruz. Bir kişiden “kendi maruf”u bildiği bir işi yapması istenir ancak. Namaz kılmayı kendine “maruf” yani “güzel bir borç” bilmiyorsa kişi, ona namazı emretmek sadece zorlama olur.

“Emretmek” demek, ona namazın güzelliğini anlatacak zarafeti kuşanmaktır. Namazı “emretmek”, namaz kılan biri olarak namazımızla başkalarına örnek olmakla başlar. Namazı başkalarına emreden daha çok kendine namaz kıldırır, kendini namazla daha çok adam kılar.

Namaz kılmayandan daha çok secde eder. Başkalarını uyarırken, kendi kıyafetine, kendi anlayışına, kendi cemaatine, kendinden yana olmaya çağırmaz insanı, Rabbine çağırır. Hakikati anlatmanın karşılığında kendine taraftarlık ücreti istemez. Çok iyi bilir ki Rabbi “ücret istemeyenlere tâbi ol”maya çağırır insanları.

11. Bu vesileyle, Kur’ân’ın “kötüler”den söz ederken de, “kötüler”in kötülükleriyle meşgul olmaya değil, kötüler karşısında da iyi olmaya, kötülüklerden uzak durmaya çağırdığını hatırlamak gerek. Örneğin, Musa ve Harun Aleyhimüsselâm’ı “azgın” Firavun karşısında “yumuşak sözlü” olmaya çağırırken, kendi elçilerine sorumluluk yükler. Firavun üzerinden Mûsa’ca (as) duruşu öğretir bize.

Bu durumda, Elçi’lerin izinden yürüdüğünü söyleyen “bizler”i de Firavun’un nasıl bir adam olduğu değil Firavun karşısında nasıl bir adam olunacağı ilgilendirir. Mevlana’nın hatırlatmasıyla, başkası şarap içmiş olabilir ama bizim sarhoşa sarhoşça davranmayacak bir ayıklık içinde olmamız gerekir. Yoksa şarabı başkası içer, biz sarhoş oluruz; değil mi?

12. Haddimi biliyorum. Yazdıklarımda hata olabileceğini kabul ediyorum.
Eksik anlatmış, yanlış anlaşılacak şekilde yazmış olabilirim ama yerleşik sloganların düşünce yerine koyulmasına da karşıyım. Haddimi bildirmeye kalkanların da haddini bilmiş olmasını diliyorum.
Bunları İslam’dan ayrıcalık elde etmiş biri olarak değil, İslam’a teslimiyet borcumu ödemek niyetiyle yazıyorum. Bu hatırlatmaları, Kur’ân’ı taraftarım eylemek için değil, Kur’ân’a talebe olmak için yapıyorum.

Senai Demirci

Hazret-i Hızır Aleyhisselam Hayatta Mıdır ?

Çok merak edilen  ”Hazret-i Hızır Aleyhisselam Hayatta Mıdır ?” sorusunun cevabı :

Elcevap: Hayattadır. Fakat merâtib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten, bazı ulema hayatında şüphe etmişler.

Birinci tabaka-i hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıtlarla mukayyettir.

İkinci tabaka-i hayat: Hazret-i Hızır ve İlyas Aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyet değillerdir. Bazan, istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde, ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Hattâ makamat-ı velâyette bir makam vardır ki, “makam-ı Hızır” tabir edilir. O makama gelen bir velî, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazan o makam sahibi, yanlış olarak ayn-ı Hızır telâkki olunur.

Üçüncü tabaka-i hayat: Hazret-i İdris ve İsâ Aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüdle, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letâfet kesb eder. Âdetâ beden-i misalî letâfetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semâvâtta bulunurlar. “Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, şeriat-ı Muhammediye (a.s.m.) ile amel edecek” meâlindeki hadîsin sırrı şudur ki:

Âhirzamanda, felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı ulûhiyete karşı, İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılâp edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı mânevîsi, vahy-i semâvî kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür. Öyle de, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı mânevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevîsini temsil eden Deccalı öldürür; yani, inkâr-ı ulûhiyet fikrini öldürecek.

Dördüncü tabaka-i hayat: Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur’ân’la, şühedanın, ehl‑i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet, şüheda, hayat-ı dünyevîlerini tarik-i hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı âlem-i berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar, kemâl-i saadetle mütelezziz oluyorlar, ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir; fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez.

Nasıl ki, iki adam bir rüyada cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rüyada olduğunu bilir; aldığı keyif ve lezzet pek noksandır. “Ben uyansam şu lezzet kaçacak” diye düşünür. Diğeri rüyada olduğunu bilmiyor; hakikî lezzet ile hakikî saadete mazhar olur.

İşte, âlem-i berzahtaki emvat ve şühedanın hayat-ı berzahiyeden istifadeleri öyle farklıdır. Hadsiz vakıatla ve rivayatla, şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sabit ve kat’îdir. Hattâ, Seyyidü’ş-Şüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahu Anh, mükerrer vakıatla, kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevî işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve ispat edilmiş.

Hattâ, ben kendim, Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rüya-yı sadıkada, tahte’l-arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O beni ölmüş biliyormuş; benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor. Fakat Rus’un istilâsından çekindiği için, yeraltında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz’î rüya, bazı şerâit ve emâratla, geçen hakikate bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir.

Beşinci tabaka-i hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir. Evet, mevt, tebdil‑i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir; idam ve adem ve fenâ değildir. Hadsiz vakıatla ervâh-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menâmen bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delâil, o tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Zaten bekà-i ruha dair Yirmi Dokuzuncu Söz, bu tabaka-i hayatı delâil-i kat’iye ile ispat etmiştir.

Kaynak : Risale-i Nur

http://www.nurnet.org/

Doluveren Kap ve Taşmayan Umman !

57 yaşında bir adamcağızdı… “Ben senin baban yaşındayım, gel sana biraz, tasavvuf anlatayım” deyip lafa girdi. “Hz. Muhammed’in nübüvveti yüzeyseldi. (Haşa!..) İslam’ı getirdi tamam ama, ondan sonra değişik asırlarda yetişen alimler, ilim noktasında onu geçtiler” gibi (Sümme Haşa!) bazı safsafiyatı ağzından döküvermişti.

57 yaşındaki bir insana karşı su-i edep bir tepki yanlıştı, Peygamberime (Aleyhissalatü vesselam) yapılan bu saygısız cüreti susarak kabullenmek ise daha fenaydı…

Mesela, Rasulullah’ın “Seni hakkıyla tanıyamadık, Ya Ma’ruf !” demesine karşılık Beyazıd-ı Bistami’nin “Şanım ne yüce” vb. sözlerini ve hayrete varışını anlattı.

Hz. Bediüzzaman’ın tabiriyle Bayezid-i Bistami, “Şems-i hidayetten aldıkları feyiz ile çiçek açmışlar” listesindeki münevver bir meyveydi. Ben de Hz. Mevlana’ dan iktibasla, Hz. Bayezid’ in kabının küçük olduğunu ve dolup taştığını, Rasulullah’ ın ise (Aleyhissalatü vesselam) ummanlar gibi olduğunu ve  O’ nda taşma olmayacağını ifade ettikten sonra, Risale-i Nur’daki diğer kısımlardan örnekler vermeye çalıştım.

Hz. Muhammed’ in (Sallallahü aleyhi ve sellem) ibtida ile intihayı  birleştirmesi (başlangıçta dahi mükemmel ve noksansız olma), ilim noktasında karşısına çıkan felsefecileri, devrin hâkim fikriyâtını, inançlarını, şairleri, edipleri ve diğer dinlerin ruhani reislerinin ilimlerini nasıl mağlup ettiğini ve benzeri Asr-ı Saadet hadiselerini naklettim.

57 yaşındaki bu adamcağız, tasavvuf için yıllarını verdiğini söylüyordu ve bana biraz “Kur’an’ın şifrelerini hesap makinasıyla çözümleyen kişilerden biri” hissini verdi. “Çok emek harcayıp yorulmasına rağmen, elde ettiği bir tutam saman” meselesini buna bakınca hatırladım. Ve Ehl-i Sünnet velcemaat yolunda yürümeye çalıştığım için sevindim, bu lakırdı karşısında hiç tereddüde kapılmadığım için şükrettim, Hz. Üstad Bediüzzaman’a rahmet okudum. Peygamberim’ i (Aleyhissalat ü vesselam) daha çok sevdim.

Saçları ağarmış bu adamcağız, anlattıklarıma “dogma” deyip önemsememişti. Ve ben de bunun üzerine, Hz. İsa’ nın (aleyhisselam) ahmaklardan dağa doğru kaçması kıssasını hatırlayıp oradan usulca uzaklaştım..

Ali Nureddin

www.NurNet.org

Yaz Kışa, Gençlik Yaşlılığa Değişecek

Gençlik, Allah’ın lütfu olan en güzel çağdır ve bu dönemde yapılan ibadetler, sonsuz kurtuluşa ulaşabilmek için çok değerli vesilelerdir. Yaşlanmadan evvel değeri iyi bilinmelidir.

Gençlik dönemi, Kur’an ahlakını yaşamak, yaygınlaştırmak ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için en verimli çağdır. Kur’an’da kıssaları verilen elçiler, peygamberler ve onlarla birlikteki müminlerin de çoğunluğunu gençler oluşturuyordu. Bu kutlu gençler yaşlarına rağmen taşıdıkları sorumluluk bilinciyle, imanî olgunlukları ve güzel ahlaklarıyla birçok insanın imanına vesile olmuşlardır.

İmam Rabbanî Mektubat 73.Mektup’ta, “Biz kuluz. Sahibimizin emrindeyiz. Başıboş değiliz. Her istediğimizi yapmaya serbest değiliz. İyi düşünelim! Uzağı gören akıl sahibi olalım! Kıyamet günü utanmaktan, pişman olmaktan başka, ele bir şey geçmez. Gençlik çağı, kazanç zamanıdır. Mert olan, bu vaktin kıymetini bilip elden kaçırmaz. İhtiyarlık herkese nasip olmaz. Nasip olsa da elverişli vakit ele geçmez.” sözleriyle gençlik çağının imanî açıdan önemini vurgular.

Yaşadığımız zaman, dejenerasyonun en fazla yaşandığı, bu nedenle de Kur’an ahlakının yaygınlaştırılmasının çok gerekli olduğu dönemdir. Bu döneme en büyük katkıyı sağlayacak kişiler kuşkusuz samimi iman sahipleridir. Özellikle de imanı kalbine yerleştirmiş gençler, Kur’an ahlakına hizmet etmek için yoğun çaba göstermelidirler.

Din ahlakından uzak yaşayan cahiliye toplumunda, gençlik döneminin deli dolu ve kontrolsüz yaşanan bir dönem olduğu düşünülür. Yine bu dönemde insanlar eğitimlerini tamamlar, meslek edinir, geleceklerini ve yaşlılıklarını garantiye almaya çalışırlar. Dünya hayatına dair bu işler doğal olarak gençlik dönemine rastlar. Ancak tüm bunlar amaç değil, Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olacak araçlardır. İnsanın fiziksel ve zihinsel en sağlıklı olduğu, en zinde ve enerjik dönemi olan gençlik yılları, Allah yolunda ciddi çaba gösterilebilecek, açık zihinle derin düşünülebilecek çok değerli bir yaşam dilimidir.

Cahiliye toplumu anne babaları, çocuklarını Allah’ın değil insanların beğendiği gibi yetiştirmeye çalışırlar. Oğulları kesinlikle güzel bir meslek edinmeli, kızlarını da ne ‘doktorlar ne mühendisler’ istemelidir.

Toplumun bu gibi yanlış telkinleri yüzünden, insanlarda Allah’a bağlılık önemsenmez ve birçok genç dinden uzak yaşar. Oysa insandaki en önemli özellik takvadır ve bu üstün özellik Kur’an’da, “Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır…” (Hucurat Suresi, 13) ayetiyle haber verilir.

Kur’an’dan Örnekler

Kuran’da da bildirildiği üzere Yüce Allah, kutlu kullarına, genç yaşlarında müjdeci ve uyarıcı olarak elçilik ve peygamberlik görevlerini vermiştir. Allah’ın peygamberlikle şereflendirdiği kutlu gençlerden biri Kendisine dost edindiği Hz. İbrahim’dir. Hz. İbrahim putperest olan kavmine genç yaşta dini tebliğ etmiştir. Hz.İbrahim’in oğlu Hz. İsmail de, çocuk yaşında yaşadığı imtihanında, imanını, teslimiyetini ve Allah’ın buyruklarına olan itaatini kanıtlayan örnek bir mümindir.

Diğer yandan Hz. İsa ve onun yardımcıları olan Havariler de Allah’ın genç yaşta hidayet verdiği müminlerdir.

Kur’an’dan bir diğer örnek de Hz. Yusuf’tur. Çocukluğu, gençliği, atılan iftira ve yaşadığı hapis hayatıyla müminler için hikmetli ve önemli örnektir. Allah’ın Hz. Yusuf’a genç yaşta hidayet verdiği “… Erginlik çağına erişince, kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte Biz, iyilik yapanları böyle ödüllendiririz.” (Yusuf Suresi, 22) ifadesiyle Kur’an’da bildirilir.

Firavun döneminde büyük bir mücadele örneği gösteren Hz. Musa’nın çağrısına icabet eden ve yardımcıları olan kişiler de İsrailoğulları’nın gençlerinden oluşur.

Resûlullah’ın (sav) tebliğine de Mekke’nin önde gelen ailelerinin gençleri, toplumdaki diğer kişilerden daha çok ilgi göstermişlerdir. İslâm’ı yayma konusunda Peygamberimiz’in (sav) destekçi ve yardımcıları bu iman sahibi gençlerdir.

Peygamberimiz (sav) gençlere büyük önem vermiş, vahiy katibi olarak genellikle gençleri görevlendirmiştir. Gençleri öğretmenlik ve ordu komutanlığına tayin etmiştir. Peygamberimiz’e (sav) tabî olan bu gençlerin, Arap Yarımadası dışında da Kur’an ahlâkının tebliğinde çok önemli katkıları vardır.

Sonuç Olarak;

Gençlik, Allah’ın lütfu olan en güzel çağdır ve bu dönemde yapılan ibadetler, sonsuz kurtuluşa ulaşabilmek için çok değerli vesilelerdir. İnanan tüm gençler kutlu peygamberleri ve Allah yolundaki samimi müminleri örnek almalı, yalnızca Allah’ın hoşnutluğunu amaçlayarak çaba içinde olmalıdırlar.

Bediüzzaman’ın da gençlik hakkındaki bir tefekkürü şöyledir: “Gençlik hiç şüphe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat’iyetinde (kesinliğinde), gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek.

İnsan, ön yargılarını kırıp yaşamını gerçekçi düşünmelidir. Zaman çok hızlı geçmektedir ve dünya hayatında geçen her gün insanı yaşlılığa biraz daha yaklaştırmaktadır. Yaşlılık dönemi ise, “Allah, sizi bir za’ftan yarattı, sonra (bu) za’fın ardından bir kuvvet kıldı, sonra bu kuvvetin ardından da bir za’f ve yaşlılık verdi...” (Rum Suresi, 54) ayetiyle bildirildiği gibi insanın zayıf olduğu dönemlerdir. Allah, yaşlılık döneminde insanda eksiklikler yaratarak, dünyanın geçiciliğini hatırlatır. Dünyadaki eksiklikler de görebilenler için, gerçek yurt olan cennete olan özlemi artırır.

Gençler, dünyanın her köşesinde Allah’ın beğendiği ahlakın yayılmasından, çatışmaların, savaşların, acıların sürmesinden, Müslümanların zulüm görmelerinden kendilerini sorumlu hissetmelidirler. Müminlerin en önemli görevlerinden olan iyiliği emredip kötülükten sakındırma ibadetini samimiyetle yerine getirmeli, çarpık görüş ve sapkın felsefelerle fikir mücadelesi yapmalıdırlar. Allah’ın kutlu elçilerini ve onlarla birlikte Rabb’leri yolunda malını ve canını satmış samimi genç müminleri kendilerine örnek almalıdırlar. Bu çabalar –Allah’ın dilemesiyle- insanlığı aydınlık günlere ulaştıracaktır.

Fuat TÜRKER

nurdergi.com