Etiket arşivi: ruh

Kendini Anlamak

Hangi yaşta, hangi konumda olursa olsun, ruhunda iz bırakan bir takım özlem ve beklentilerle doludur insan.

Yapmak isteyip yapamadığı, söylemek isteyip söyleyemediği, bakmak isteyip bakamadığı o kadar şey vardır ki benliğini saran, zihnini meşgul eden, âdetâ içinde yıllarca barındırdığı sırlar yumağıyla ebedî yolculuğa uğurlanacak, ama hiç kimseler bilmeyecek, duymayacak, anlamayacak, derman olamayacak…

Sığınacak Rabbine bütün içtenliğiyle Yusuf peygamber gibi, iffetin nezih zirvesinde bayrak açacak tüm evrene ve seslenecek tüm haya yoksunu zavallılara, açacak en saf duygularla ellerini semâya ve duracak en yüce divana, gözünü dikecek tek bir hedefe ve istikamete ve bekleyecek BİR ve TEK olanın hükmünü… Bekleyişi ve sığınması öylesine umutlu olacak ki, gözünde ne muammâ hâli, ne umursanmaz dertleri, ne anlaşılmaz duyguları ve ne de ortaya koyamadığı yüreği elinde kalacak, sadece ve sadece ufka dikecek gözlerini, kendisini anlayacak BİR’i bekleyecek ve O’na yönelecek.

Kim bilir, belki de bu yönelişi de anlaşılmayacak birileri tarafından, ızdırap ve çilelerle dolu bir hayatın anlaşılmaz film senaryosu ukbaya kalacak ve âhiret yurdu sakinlerince ancak anlaşılabilecek!

Cennetü’n naîm ya da Cennetül firdevsi kazanmak adına teslim etse de cismini köle tüccarı (!) kervancılara, ruhunu teslim etmeyecek, abdi, kölesi kalacak Ma’bûd-u mutlakın son nefesine dek tüm zerreleriyle…

Kimi zaman olur ki, en yakınındakine bile açılamazken, en uzak görülenle teselli bulacak meşrû dairede, paylaşabilecek içindeki tüm benliğini, güç verecek, güç alacak, belki de yine anlaşılmayacak dünyaların insanı olarak kalacak, yaralarını sarmak için yeni yaraların açıldığının farkına varsa bile, çaresizliğin (oysa o çaresizlik, çarelerin dermanına ulaştıracak en güçlü vesile olmasına rağmen) çaresini arama yolunda heba ettiği özüne yeniden dönecek, acz, fakr, naks ve kusurla âlude ruhundaki boşlukların bir bir doldurulması gerektiğine inanacak en sonunda.

Evet, ruhlar ve gönüller!.. Ne esrarlı âlemlerin birer unsurudurlar ki, anlaşılmadıkları ve uyuşmadıkları birileri tarafından çarçabuk kenara konabilen, gözden çıkarılan varlığının, duygularının, beklentilerinin, algılarının ve topyekun maddî-mânevî mevcudiyetinin BİR ve TEK tarafından sahiplenmesiyle, merhamet ve şefkatle sevk ve idare edilmesiyle yeniden yörüngesinde mütevekkil bir duruşun ve gidişin ruh sükûnetine bürünmesi ve teslimiyle hayat bulmasına mesrur olacak.

İnsan denen bu esrarengiz varlığın sırlarını açmadan, ön yargılardan ve anlaşılmaz tutumlardan kaçmadan, hayatı hayat gibi, memâtı memât gibi yaşamadan, madde ötesine ulaşamadan, benliğinden sıyrılıp on sekiz bin âleme taşamadan, ruh ve gönül dünyasına yanaşamadan içindeki hasret hiç bitmeyecek!

Sizi anlamak istemeyenlerin veya anlamakta zorlananların ne hükmü var ki hayatınızı rahmetiyle kuşatanın yanında?

Sizi anlayanlar da yok değildir kuşkusuz. Bırakın takdir edilmeyi bir yana, varlığınızı hissetmeleri bile dünyaya bedel. Paylaştığınız doyumsuz sohbetlerin, lâhûtî nefeslerin, hoş kokulu atmosferin, dostluğun, kardeşliğin, kadirşinaslığın paha biçilmez anları, hayatınızın tek tesellisi olacak. Hayatı sarıp sarmalayan mutlu bir dünyanın aktörü olmak Allah’ın bir lutfu olsa gerek.

Peki ya biz? Anlayabildik mi bin bir çilenin sahiplerini? Hırs ve kıskançlık dünyasına kendini hapsetmiş olsa bile, bizden beklenti içinde olanları? Hiç sorguladık mı masumca duyguların, kırık gönüllerin meşrû isteklerin, sessiz dileklerin yakaran dilini?

Bencilliğe bencillikle mi karşılık verdik, yoksa engin gönüllere yakışan bir tavır mı sergiledik?

Belki de hiç düşünmedik, fedakârlığı tek taraflı olarak yapmamız gerektiğini… Bocaladık durduk sorgulanmış ve şartlanmış düşüncelerin kıskacında, ya da bunalıma girdik kabullenemediğimiz davranışların, tavırların, tutumların, söylemlerin hayal kırıcı tezgahında!..

Ne tam olarak anlaşılabildik sevdiklerimiz tarafından, ne de nüfuz edebildik onların ruh dünyalarına, çocuksu davranışlarına, anlaşılmaz görünen beklentilerine…

Hayat bizi öylesine sürükledi ki kumsalların ıslak zeminindeki farklı boyutlarına, haykıramadık sevgilerimizi bile, terennüm edemedik dostluğun büyülü rüyalarını, okuyamadık paylaşmanın doyumsuz romanını…

Öyle bir an gelecek ki, yol bitecek, yolculuk tükenecek. Sonsuzluk ülkesinde yaşamak üzere tehir ettiklerimizin hasretiyle ve beklentisiyle kudreti sonsuza dayanmaktan başka yol kalmayacak ki!..

Ya bir de, cennet yamaçlarındaki kurulu meclislerin sohbetleri olmasaydı? Bencilliğin, kıskançlığın, anlayışsızlığın, vurdumduymazlığın, egoizmin kıskacından arınmış, sadece ve sadece hoşnutluğun, anlayışın, güzelliğin, sonsuzluğun sınırsız olarak sergilendiği ve yaşanacağı cennet hayatının ve yeniden dirilişin sonsuzluk ülkesinde sonsuzluğa adanmış olanlarla buluşmak olmasaydı, halimiz nice olurdu?

İsmail AKSOY

Kadere İmanın İnsanın Psikolojik ve Ruh Yapısına Etkisi

Kaderin kelime manası plan, program demektir. Nasıl ki bir ağacın plan ve programı çekirdeğinde yazılmıştır, yani kaderi tayin edilmiştir. Aynı şekilde bir binanın yapılmasından önce plan ve programı yani projesi yapılır, yani kaderi tayin edilir. İşte insanın da kaderi Levh-i mahfuz’da, yani İmam-ı Mübin’de, yani Kader Defteri’nde yazılmıştır, tayin edilmiştir.
Burada bilinmesi gereken bir husus, cüz-i irade meselesidir. Cüz-i irade, küçük irade demektir. Bunu meyil (niyet) olarak da ifade etmek mümkündür. Herkes vicdanen bilir ki, hareket ve davranışlarını ayarlama ve yönlendirme meyil ve iradesi kendisinde vardır. İşte bu iradenin kullanma yetkisini (tasarrufunu) Cenab-ı Hakk insana vermiştir. Dolayısıyla bu cüz-i iradeyi kötü yönde kullanmadan dolayı insan mesul olmaktadır.
Mesela, 10 katlı bir apartmanda 1.katta yılanlar, 2.katta fareler, 3.katta çiyanlar, 4. katta Hz.Adem (A.S.), 10. katta Hz. Muhammed (SAV) var. Asansörün başında bulunan kişi, bu katlardan hangisine gideceğine cüz-i iradesiyle karar verir. Neticesinden de mes’ul olur. İşte bütün peygamberlerin bir bakıma gayret ve faaliyetleri, insanlara bu asansöre doğru basmanın yolunu öğretmektir.
İyiliği de, kötülüğü de yaratan Cenab-ı Hakk’tır. Şer’i yaratmak, yani kötülüğü yaratmak kötü değildir. Şer’i, kötülüğü işlemek kötüdür şer’dir. İnsan meyhaneye de, ibadethaneye de gitmeye niyet edebilir. Her ne tarafa gitmek isterse, gitme fiilini yaratan Cenab-ı Hakk’tır. İnsan o niyetinden dolayı mesuliyet alır.
Cenab-ı Hakk’ın yarattığı her şey, ya bizzat güzeldir, ya da neticeleri itibariyle güzeldir. Bizim birtakım sebeplere bakarak bazı hadiseler hakkında “iyidir, kötüdür, adaletlidir, adaletsizdir” gibi değerlendirmelerimiz, hadiselerin sebep ve sonucunu bilmediğimizden genelde isabetli değildir. Tabiri caizse, bizim yaptığımız iki saatlik bir filmin ortasında girip 15-20 dakika seyrettikten sonra o filmdeki kahramanlar hakkında fikir yürütmemiz ve hüküm vermemiz gibidir. Bizim iki saatlik hayat filmimiz haşirde sonuçlanacaktır.
Dünyada çekilen bir takım sıkıntı ve meşakkatlerin ahirette cehennem azabından kurtulmaya ve ebedi Cennet’e girmeye, ya da Cennetteki makamın yükselmesine vesile olduğunu gördükten sonra o çekilen sıkıntı ve zahmetlerin haksızlık ve adaletsizlik değil, aksine Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu, ihsanı, ikramı ve rahmeti olduğu, bu filmin sonunda anlaşılacaktır.
İslamiyet’te kader anlayışı geleceğe ait meselelerde değildir. Geçmiş hadiselerde ve musibetlerde kullanılır.Yani “Kaderimde öğretmen olmak varsa olurum” deyip evde oturamayız. Çalışırız, öğretmen olmanın sebepleri nelerse onların hepsini yerine getiririz. Sonuçta o arzumuza ulaşamazsak, “Kaderimizde bu yokmuş”deriz.
Cenab-ı Hak, bizim fiillerimizi, yaptıklarımızı ve yapacaklarımızı biliyor. Cenab-ı Hakk’ın bizim fiillerimizi bilmiş olması, o fiilleri yapan bizi mesuliyetten kurtarmıyor. Zaten, “Madem Cenab-ı Hakk, ezelden benim ne yapacağımı biliyordu, benim ne kabahatim var?” cümlesi tahlil edildiği zaman, yapma fiilinin bize ait olduğu gayet açıktır. Dolayısıyla, yapan biz olduğumuza göre başka suçlu aramaya gerek yoktur.
Cenab-ı Hakk’ın bilmesi, geçmiş ve gelecek olarak ifade edilmez. Mesela zaman olarak masanın bir tarafını kainatın başlangıcı, diğer tarafını kıyametin kopması olarak kabul edelim. Ve masanın üstünü, 1. asır, 2. asır, …ve 22. asır gibi zaman dilimlerine ayıralım. Şimdi elimizde bir ayna farz ediyoruz. Masanın ortasına tuttuğumuz bu aynanın içinde 15-16.asırlar görülmektedir.14. asır ve öncekiler geçmiş, 17. asır ve sonrakiler bu aynaya göre gelecek asırlardır. Bu aynayı yükseğe kaldırdığımız zaman, hem 1.asrı ve hem de 22.asrı içerisine alır. Artık bu durumda, bu asırlarla alakalı olarak geçmiş ve gelecekten bahsedilmez.
Çünkü hepsi bir anda aynanın içerisindedir. İşte Cenab-ı Hakk’ta, böyle ayine misal, manzara-ı ala’dan geçmiş ve gelecek, kainatın yaratılışı ve kıyametin kopması, Cennet ve Cehennem, olmuş ve olacak her şey, bir anda nazarındadır. Geçmiş ve gelecek sadece bize göredir. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk bizim ne yaptığımızı ve ne yapacağımızı bir anda bilmektedir. O’nun bilmesi, yapma noktasında bize mecburiyet yükle-memektedir. Bu yüzden insan cüz-i iradesiyle yaptığı fiillerden tamamen mesuldür.
Kaderi bir cümle ile özetlemek gerekirse, her şeyin Cenab-ı Hakk’ın bilgisi dahilinde olduğudur. Fiili biz yaptığımız için, O’nun bilmesi, bizi mesuliyetten kurtarmıyor.
Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir husus var. O da, insan bedeninin belli bir elektrik yükü kapasitesi ile çalıştığıdır. Bu bedene fazla elektrik yüklemiş olmamız, sigortanın atmasına sebep olur. Hadiseleri fazla düşünmek, hiddet ve öfke, bu elektrik potansiyelini yükseltir ve bir süre sonra vücutta kısa devreler meydana gelir, beyindeki düşünme sisteminde bir takım atlamalar görülmeye başlar. Daha da zorlanılırsa, beyin sigortası atar. Artık bundan sonra tamir ve tedavi için akıl hastanelerinin yolu tutulur. Böyle bir neticeyi önlemek, kader meselesinin iyi anlaşılmasıyla mümkündür. Kader meselesinin burada sigorta görevi görebilir.
Şimdi sizler burada şöyle diyebilirsiniz:
“Madem her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetime razı olayım ki, rahat edeyim. Cenab-ı Hakk, benim rızkımı bir süre burada tayin etmiş. Ben bu rızkımı yemek için bir takım vesilelerle buraya geldim. O halde, ebedi hayatım olan ahiretimin kurtulması için neler yapabilirim?” 
Yoksa, “Ne yaptım da bu başıma geldi? Şöyle olmasaydı, böyle olmayacaktı” gibi itirazlar, kaderi tenkit olur. Kaderi tenkit eden başını örse vurur, kırar. Kaderi değiştiremez. Bu durumda başımıza geleni rıza ile karşılamak, kusurlarımız ve hatalarımızın affı için Cenab-ı Hakk’tan yardım dilemek olmalıdır.
İnsanın ruh ve psikolojik aleminin düzelmesi, Allah’a teslim olup, tevekkül etmekle mümkündür. Yoksa her şeyi omzuna yüklemeye çalışırsa, sigortayı kısa sürede attırır. Sigorta atınca da bunun da kolay kolay tedavisi yoktur.
Sorularla Risale
Risale Ajans

Ruh Verme Delili (Yaratılış Delilleri) (Video)

Hayat verme gibi, ruhlandırma hakikati de Allah’ın varlığını ispat etmektedir. Zira ruhun varlığı, Allah’tan başka hiç bir sebep ile izah edilemez. Ruhun varlığı kabul edildikten sonra Allah’ı inkâr etmek mümkün değildir. Zira “Bu ruh nasıl vücuda geldi?” sorusuna verilebilecek hiç bir maddi cevap yoktur. Ruhun varlığı, Allah’ın yaratmasından başka hiçbir şey ile izah edilemediğinden dolayıdır ki, ateistler ruhun varlığını inkâra yeltenmişlerdir. Çünkü ruhun varlığı kabul edilirse, onu yaratan Allah da kabul edilmek mecburiyetindedir. Bizler bu makamda ruhun varlığına ait delilleri beyan etmeyi uygun görüyoruz. Zira “Bu ruhu kim yarattı?” sorusunu kâfire sorabilmek için ilk önce ruhun varlığını ispat etmemiz gerekmektedir. O hâlde ilk önce ruhun varlığını ispat edelim ve daha sonra da sorumuzu soralım.

1- Hukuk, kardeşlik ve aile gibi kavramlar ancak ruhun varlığını kabul ile kaimdir. İsterseniz biraz daha açalım: Bilindiği gibi insan altı ayda bir bedenindeki bütün hücreleri değiştirmekte, âdeta yeni bir insan olmaktadır. Şimdi bir katilin mahkemede hâkimin karşısına çıktığını düşünelim. Hâkim ona ceza olarak yirmi sene hapis vermiş olsun. Bu katil hâkime dönerek şöyle dese: “Siz bana ceza veremezsiniz. Çünkü cinayeti işleyen ben değilim. Hücrelerimin değişmesi ile ben yeni birisi oldum. Şu andaki cismim masumdur.” Bu sözlere karşı hâkim ne diyebilir ki? Hiçbir şey! Çünkü o da eski hâkim değildir. Bir de kardeşlik ve aile mefhumunu düşünün. Beni dünyaya getiren annemin defalarca maddi bedeni değişikliğe uğradı. Beni dünyaya getirdiği andaki vücudundan geriye hiç bir şey kalmadı, tamamen değişti. Benim annem maddi cihetiyle, beni doğurduktan altı ay sonra öldü. Eğer ruhun varlığı kabul edilmezse bu çıkmazdan nasıl çıkılır?

2- İnsan bir boşlukta dünyaya gelse ve göz, kulak, el gibi azaları olmasa; uzunluk, yakınlık, büyüklük, küçüklük gibi mefhumları anlayamamakla birlikte, kendi varlığından asla şüphe etmez. Zira göz, kulak ve el gibi azalar insanın dış âlemi tanıyabilmesi için gereklidir. Kişi, o azalar olmadan dış dünyayı tanıyamaz; ama kendi varlığından da şüphe etmez. İşte bu durumda kendini bilen varlık ruhtur.

3- İnsan bir iş yaptığında “Ben yaptım.” der. Bu “Ben yaptım.” sözüyle, fiillerini azalarına isnat etmez. Yani “Ben yaptım.” derken, “Elim yazdı, ayağım koştu, kulağım işitti…” gibi manaları kastetmez. O hâlde insanın “Ben yaptım.” sözüyle kastettiği “ben” nedir? İnsan “ben” demekle nefs-i natıkasını, yani ruhunu kasteder. “Benim kalemim.” dediğinde, o “ben” ruhtur.

4- Maddenin tabiatında irade ve seçebilme yeteneği yoktur. Hâlbuki insanda nihayetsiz iradi hareketler vardır. Eğer insan sadece maddi bir varlık olsaydı, insanda iradenin olmaması gerekirdi. Çünkü maddede irade yoktur. O hâlde bu iradi hareketlerin sahibi madde olamayacağına göre ruh olmalıdır. Demek insandaki irade, ruhun varlığına açık bir delildir.

5- Maddenin tabiatında irade olmadığı gibi; işitmek, görmek, tatmak, hissetmek gibi diğer sıfatlar da yoktur. Eğer insan, ruhu olmayan maddi bir varlık olsaydı. O hâlde mezkûr sıfatların insanda bulunmaması gerekmekteydi. Madem vardır; o hâlde insan sadece maddeden yapılmış bir varlık değildir. Onun bir ruhu vardır ve bu sıfatlar da ruhun sıfatlarıdır.

6- Beyin açılarak, parmağı oynatmakla görevli sinire tembih yapılsa, parmak hareket eder. Fakat asla bir düğmeyi ilikleyemez. Çünkü düğmeyi iliklemek kompleks bir harekettir ve hiçbir siniri tahrik etmekle bu fiil gerçekleşmez. O hâlde sorumuz şu: Parmağa, düğmeyi iliklettiren beyin değilse, nedir? Elbette ruhtur!

7- Maddenin hareket edebilmesi için ona maddi bir temas gerekmektedir. Maddi bir temas olmaksızın maddenin hareketi mümkün değildir. Hâlbuki televizyon seyreden bir insan; güler, ağlar, korkar, heyecanlanır ve hakeza… Acaba gülen veya ağlayan madde midir? Elbette hayır, çünkü maddi bir temas gerçekleşmedi. Öyleyse bu fiiller kime aittir? Elbette ruha!

8- Bir insanı ölmeden tarttık 70 kg geldi. Öldükten sonra tarttık yine 70 kg . Acaba bu insandan ne çıktı ki; güler, koşar ve konuşur bir hâlde iken birden cansız bir hale geldi? Elbette ruh. Çünkü maddi bir kayıp olmadığı tartı işlemi ile ispat edildi.

9- Herkesin beyni aynı şekilde çalışır; ama buna rağmen fikir farklılıkları vardır. Acaba bu fikir farklılıklarının sebebi nedir? Elbette farklı ruhlarının bulunmasıdır.Eğer fikir sadece beynin bir fonksiyonu olsaydı, herkesin aynı düşünmesi gerekirdi. Zira maddenin sıfatları sabittir ve değişmez. Demek fikirlerin farklılığı, ruhun varlığına bir delildir.

10- Maddi bilimin dahi kabul ettiği telepati, ruhun varlığından başka hiçbir şey ile izah edilemez. Birbirlerinden kilometrelerce uzak olan iki insanın vasıtasız muharebe etmesi, madde ile nasıl izah edilebilir? Demek telepati de ruhun varlığına bir delildir.

11- Telekinezi denilen; maddeye temas etmeden, düşünce ile maddeyi hareket ettirmek ancak ruhun varlığı ile izah edilebilir. Dikkat ve konsantrasyon sonucunda kaşıkları eğenleri, önlerindeki eşyaları harekete geçirenleri görmüşüz veya okumuşuzdur. Acaba bu hadiseyi madde ile izah etmek mümkün müdür? Elbette değildir! O hâlde telekinezi de ruhun varlığına bir delildir.

12- Rüyalar da ruhun varlığına bir delildir. Birçok zaman rüyamızda gördüklerimizin o gün veya daha sonra vukua geldiğini görürüz. Bu, ruhun gayb âlemlerine yakınlaşması sonucunda elde ettiği bir bilgidir. Ruhu inkâr edersek bu hadiseyi ne ile izah edebiliriz? Demek rüyalar ve bilhassa sadık rüyalar ruhun varlığını ispat etmektedir.

13- Şimdi hayalinizi kullanarak vücudunuzdaki bütün etleri bir yerde toplayınız. Şimdi de kemikleri ve sırasıyla kılları, gözleri, tırnakları ve diğer maddi azaları da aynı yerde toplayınız. Şimdi soruyoruz: Duygularınız nerede? Şefkat, muhabbet, aşk, hırs, kin gibi yüzlerce his nerede? Eğer bunlar maddi bedenin malı olsaydı, onları da hayalen bir tarafa ayırmamız ve vücutlarını görmemiz gerekirdi. Demek bu duygular cismin değil, ruhun malıdır. O hâlde insanda bulunan her bir duygu ruhun varlığına bir delildir.

14- İnsanlarda lütuf, cömertlik, cesaret, ilim gibi sıfatlar farklı farklıdır. Birisinde deniz iken, diğerinde damladır. Eğer bunlar maddenin özellikleri olsaydı bütün insanlarda aynı derecede olması gerekirdi. Çünkü maddenin sıfatları sabittir ve değişmez. O hâlde bunlar maddenin sıfatı olmaz; ancak ruhun sıfatlarıdır. Demek insanlarda farklı derecelerde bulunan bütün sıfatlar ruhun varlığını ispat etmektedir.

15- Neşe ve elem iki kaynaktan gelir. Birisi cismanî elemler ve lezzetlerdir. Diğeri ise ruhanî elemler ve lezzetlerdir. Mesela dostuna kavuşan bir kimse lezzet duyar. Bu maddî değil, ruhanî bir lezzettir. Yine denilmiştir ki: “Kılıç yarası iyileşir; ama dil yarası iyileşmez.” Acaba dilin yaraladığı şey, ruhtan başka bir şey midir? Demek insanın aldığı bütün ruhanî lezzetler ve elemler, ruhun varlığını ispat etmektedir.

Ruhun varlığını, mezkûr on beş delil ile ispat ettikten sonra, şimdi kâfire soruyoruz:

Kimdir ruhu yaratan ve onu hayat sahiplerine üfleyen? Allah’tan başka kim vardır, bu hikmetli icada fail olabilsin?

Seyrangah.Tv

Hicret (Şiir)

Asıl hicret, dinsizlikten  imana kaçmak,                          

Sonra, Allah’ı memnun etmeye çalışmak.

 

Ondan sonra, günah yapmamaya alışmak,

Sonra, sevaplı hayatın peşine koşmak.


Bu hayatın hesabına inanan başkadır,

Ona inanmayanın işi kargaşadır

 

Ateistten hayır beklemek, aptallıktır,

Ona güvenmek te, muhakkak bir saflıktır.

 

Haşre iman, kişiyi mutlak değiştirir,

İnsana, Cennet ve Cehennemi gösterir.

 

Sevabın neticesine, çok ümitlenir,

Günahının acısı de, onu titretir.

 

Ondan sonra, büyük günahlardan korunur,

Hedefi: Hâlikını memnun etmek olur.

 

Sonra  kararı, Allaha isyan etmemek,

Allahın rızası dairesine göçmek.

 

Bu durumda dini emirler,  kolay olur,

Böylece, Rabbin rahmetine kavuşulur.

 

Allah yolunda hicreti, emretti Kur’an,

Din yaşanamaz oldu mu, durulmaz bir an.

 

Masiyetten hicret, Müminin hedefinde,

Bâlâdan gelen emir’e uymak, gözünde .

 

Sonra, yapılmaz görünen işler oluyor,

Engel olacak dikenler, birden kuruyor.

******

Bizde, böyle bir imtihana tâbi tutulduk,

Hicret etmek için, hemen iknâ olunduk.

 

Çünkü, hidâyeti ruhuma vermişti Rabbim,

Din muhabbeti ile benim dolmuştu kalbim.

 

Böylece, âcz kuvveti ile çok şey yaptık,

Ne kadar çok kavileri, geride bıraktık.

 

Karar verip az paraya, her şeyimi sattım,

Şehitler diyarı vatana, adım attım.

 

Din için kaçtım, bıraktım o güzel vatanı,

Kabristanımda da, çok kefensiz yatanı.

 

Seyyareye bindirdim sekiz nüfusu,

Biraz eşya ile, ekmeği, soğanı  tuzu.

 

 Komşularla halallaştım, Bismillah dedim,

 Beni yoktan  yaradan Allaha, güvendim.

 

Ya Allah! Diye her şeyi aldım Göze,

Zaten Ona dayanan, ve illa çıkar düze.

 

Eğer bir kula Allahın tevfiki refik ise,

O kimse muhakkak bir gün çıkacak düze.

 

Ganî olan bir cömertten, iste  korkma,

O sana yaşamak için, bulacaktır lokma.

 

Hele Nur aşkı ile yola çıkılırsa,

Karşısında cılız kalır, kuvvet ve kese.

 

Sırp gümrükçü, bana denizemi bunları?

Zavallı bilmez, Allaha kul olanları.

 

Allah için hicret eden pişman olur mu,

Ne kadar zahmetle karşılaşsa yorulur mu.

 

Türkiye de ki Nur, beni kendine çeker,

Onun peşine, şuurlu muhakkak göçer.

 

Evet, ben hiç pişman olmadım geldiğime,

Çok şükretmem lazım, Rahim olan Rabbime.

 

Nurlarla bağlanınca, Allahın dinine,

Sonra acz tezkeresiyle, sığındık Kendine.

 

Gelmekteki  gayem yerini bulduydu,

Bununla benim ana isteğim olduydu.

 

Allaha duamız, bu yoldan ayırmasın,

Sonuna dek ayağımızı kaydırmasın. İnşaallah…

 

 Abdülkadir  HAKTANIR

www.NurNet.org

Dünya Durmuyor Gidiyor, Hazırlan Sende Yolcusun!

İnsanlar,  evden işe, duraktan durağa, trene, otobüse, uçağa oradan oraya koşup gidiyor. “hep geç kaldım acele gitmem lazım” diyor. Hangi vasıtaya binerse binsin acele ve suratla gitmek ister, çünkü insanın bedeni ruhuna dar geliyor, ruh daha geniş bir mekânı ister, insan bilerek veya bilmeyerek ruhunu tatmin edebilecek bir emel ve bir mekânı arıyor.

Bediüzzaman, “Ben Allah’ın kuluyum, gaip âleminden bu dünyaya imtihan olmak için gönderildim ve ahiret yolcusuyum.” “…Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun.”1 diyor.

İnsanın ruhu âlem-i ervahtan yani ruhlar âlemi gibi yüksek bir mekândan gelmiş, gene o yüce mekân ve makamlara yükselecektir. Konu ile alakalı Dahhak’ın görüşü şöyledir: “mü’min kimsenin ruhu alındığında, onu alıp dünya semasına götürürler, her gökte bulunan mukarrebin melekler, onu oradan alıp sırayla ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci semaya çıkarırlar, oradan da Sidretu’l- Müntehaya götürürler ve “ Ya Rab! Bu senin filanca kulundur.” Derler, Allah o kulun kim ve nasıl biri olduğunu en iyi bilen olarak, onu azaptan emin kıldığına dair mühürlü bir tezkereyi onlara gönderir.”

“Muhakkak! Şüphesiz iyilerin kitabı “İlliyyûn”dadır. İliyyûn’un ne olduğunu sen nereden bileceksin? O, yazılmış bir kitaptır.” 2 ayetleri bu gerçeğe işaret etmektedir.(a.g.e)

Beden ile ruhu, ampul ile elektriğe benzetmişler. Ampul kırılınca elektrik yok olmuyor. İnsan da ölünce vücut çürüse de ruh ölmüyor. Cenab-ı Allah, ruha münasip bir libas giydirerek berzah âleminde yaşamını devam ettiriyor.

Ruh vücuttan ayrılınca sesin ve ışığın hızından daha suratlı olan, hayal hızı suratından gider. Hızın daha iyi anlaşılması için önce dünyadaki hızlardan örnek vermek istiyorum, şöyle ki:  Işığın hızı saniyede 300.000 kilometredir. İşte ışık bu hızı ile saatte yaklaşık 1080 milyar kilometre yol alır. Sesin hızı saniyede 340 metredir. Saatte yaklaşık 1224 kilometre yol alır.

Bütün var olan hızlara bir bir bakıldığı zaman İnsan gözünün ani bakış hızı ışıktan hızlıdır. Bir anda en uzak gezegene bakıp geri dönebilir, ruh ve hayal suratı ışıktan daha hızlıdır. İnsan hayaliyle bir anda Amerika’ya gidip gelebilir.  Hayal önünde engel yok. Hatta hayal hızı ile kâinatın en uzak noktasına kadar gidip gelmek mümkündür.

Peygamberler ve evliyalar bazen hayal süratinde cismen gezmiş ve dönmüşler. Mesela: Miraç hadisesi, Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (asm) hayal ve ruh hızında, cismiyle o yüce makama çıkmış, 149 milyarlık ışık yılı mesafesinden uzak olan mesafeyi kısa bir süre içinde ziyaret etmiş ve geri dönmüştür. Peygamberimizde görülen bu surat ve kabiliyet; ahiret âleminde cennet ehli de nuraniyet sırrıyla, ruh suratında ve hayal hızında bir hayat yaşayacaklar.

İşte bunun içindir ki: Dünyada ruh ve kalp geçici şeylerle rahat edemiyor, ancak daimi bir şeyle mutmain olabiliyor. Hz. İbrahim (as) “ Uful edip batan şeyler alakaya değmez.” demiş, yani burada anlaşılıyor ki: mal, mülk, evlat ve hayatın en güzellikleri dahi geçicidir, insanlar bunlarla oyalanmasın.

Bediüzzaman, “Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.”(3) buyurmuştur.

Ya İlahi Ya Rabbi! Bizlere iman-i kâmil ve hüsnü hatime ver, ebedi güzellik olan cennette bizleri matluplarımıza kavuştur. Âmin…

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

5.9.2013

www.NurNet.org

Alıntı:

1-İşarat’ül  i’caz,

2-mutaffifin, 83/18-21

3-Sözler, On yedinci söz, İkinci makam.