istanbul tarafından yazılmış tüm yazılar

Said Nursi’yi yaşayan adam: Namazla hazırlandı

Said Nursi’nin hayatının anlatıldığı ‘Hür Adam’ filminin başrol oyuncusu Mürşit Ağa Bağ adeta “rolünü yaşayan adam” oldu.

Filmde canlandırdığı Said Nursi’ye fiziki olduğu kadar karakter olarak da benzemeye çalıştığını kaydeden Mürşit Ağa Bağ, “Fiziksel anlamda yaşadıklarını hissetmek için ben de yemek yemedim. Uzun süreler aç kaldım. Sabahlara kadar namaz kılarmış. Onu da yaptım.” dedi.

7 Ocak 2011’de gösterime girecek olan ve dün yapılan basın gösteriminden sonra Haber 7’ye konuşan Bağ, rolüne nasıl hazırlandığını anlattı. Ağa Bağ, Said Nursi hakkında düşüncelerini de açıkladı.

CANLANDIRMAK KOLAY OLMADI

Bediüzzaman Said Nursi gibi birisini canlandırmak kolay olmadı. Her rolü oynarım. Korkmam da. Eleştiriler her halükarda olacaktır. Ben elimden gelen her şeyi yaptım. Film dikkatle izlenirse ve genel anlamda hata aramak için didiklenmezse verdiği mesajlar doğru anlaşılır.

ÇOK ZEKİ BİR İNSAN

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bir kere çok zeki bir insan. Çileli bir hayatı var. Böyle bir şahsiyetin yaşamını perdeye yansıtmak da kolay değil. Hayatının belli bölümleri zaten ayrı ayrı film konusu.

KONSERVATUAR SINAVINDAN DAHA FAZLA HEYECANLANDIM

Ben de ilk defa toplu halde izledim. Kendimi çok önemli bir sınava girecekmiş gibi hissettim ve heyecanlandım. Konservatuar sınavı benim için çok önemliydi ve bu kadar heyecanlanmamıştım. Said Nursi’nin filmde de geçen, “Bir çınarın yaprakları gibi bir birimize kenetlenmeliyiz” mesajı iyi benimsenmeli, toplum olarak doğru anlaşılmalı.

ŞEYH SAİD AYRIMI YAPILIR

Bu filmi izleyenler en azından, Kürt isyanı olarak bilinen ayaklanmayı başlatan Şeyh Sait’le, Said Nursi’nin ayrı ayrı kişiler olduğunu öğrenecekler. Halan daha aynı insanlar olduğunu bilenler hatta gazetelerde yazıp çizenler var. Halk bu ayrımı bilsin yeter.

SABAHLARA KADAR NAMAZ KILDIM, AÇ KALDIM

Rolü aldıktan sonra hayatını inceledim ve kendisi gibi olmaya da çalıştım. Tanımaya çalıştım. Bol bol kitap okudum. Şeklen çok aradım, nasıl yürürdü. Nasıl elini koyardı. Bunları araştırdım. Sadece bir iki cümlesini duyabildiğimiz bir ses kaydı vardı. Ancak yakın çevresinin anlatımlarıyla hazırlandım. Fiziksel anlamda yaşadıklarını hissetmek için ben de yemek yemedim. Uzun süreler aç kaldım. Sabahlara kadar namaz kılarmış. Bunu da yaptım. Sabaha kadar oturup namaz kıldım. Güzel bir histi, güzel bir deneyimdi. Oyunculukta olması gereken de bu zaten. Oynayacağınız role hazırlanmanız gerekiyor. Said Nursi az yemek yemiş. Zaten kendisine fiziki olarak benzemek için zayıflamam gerekiyordu. Çekimler sürecinde 18 kilo verdim. Bu sürede nefsimi kontrol edebilmeyi de öğrendim. Böyle bir kazancım oldu.

ÇİZGİMİ DEĞİŞTİRMEM DOĞRU OLMAZ

Zaten bir çizgisi olan oyuncuyum. Bizim camianın genelinde olduğu gibi magazinsel bir yaşam tarzı ve gece hayatım yok. Said Nursi’yi canlandırdıktan sonra çizgimde değişiklik yapmak da doğru olmaz.

ALİ MURAT GÜVEN’DEN TAM NOT

Dün yapılan basın gösteriminden sonra film hakkındaki düşüncelerini açıklayan Yeni Şafak gazetesinin sinema eleştirmeni yazarı Ali Murat Güven,  özellikle Said Nursi’yi canlandıran Mürşit Ağa Bağ’ın oyunculuğuna dikkat çekmiş ve adeta rolüyle özdeşleştiğini kaydedettiği oyuncuyu basın mensuplarının önünde tebrik etmişti.

Haber 7

Depresyon ve Risale-i Nur

Hızlı, san’atlı, suhûletli ve sehavetle, muazzam değişikliklerin yapıldığı bu mevsimde, her şey yaratılış hikmetine uygun hareket ederken, insan bu hikmete uymaz ise, sıkıntılar yaşar. Bu mükemmel enerjiye ayak uyduramaz, dar bakış açıları ile, basit, günü birlik olay ve hadiselere takılıp, enerjisini bu yönde harcarsa, elbette depresyon kaçınılmaz bir sonuç olacaktır.

Depresyon sadece bu sebeple ortaya çıkmamaktadır. Çağımızın hastalığı depresyona, sebepleri açısından baktığımızda dört çeşide ayrıldığı görülür.

  • Bunlardan birincisi, beyindeki bir bozulma sonucu olan depresyondur ki, bu fiziksel bir hastalıktır.
  • İkincisi, genetik olmayan ama biyolojik bir depresyon çeşididir. Bu da genelde madde bağımlılarında ortaya çıkar.
  • Üçüncüsü, halledilmemiş bir çocukluk travması, geçmişteki bir sorundan kaynaklanan, psikolojik olmakla beraber, biyolojik de olan bir sorundur.
  • Dördüncüsü ise, insanın günlük hayatında meydana gelen, ani ve şiddetli bir etki neticesinde ortaya çıkan depresyondur.1

İlk iki depresyonda insanın tıbbî bakıma ihtiyacı vardır. Psikiyatri tedavisi ve ilâçlar şarttır. Üçüncü ve dördüncü tip depresyon tedavisinde ise, ilâçla beraber sağlıklı sonuç için, ‘inanç tedavisi’ de gerekmektedir. Belki inanç faktörü ve iman, tam bu noktada en iyi bir çözüm olacak ilâç mesabesindedir. İman, gerçi ilk iki depresyon tedavisinde dahi, hatta koruyucu tedbir açısından da bir ilâç ve kalkandır. Fakat bu gün toplum içerisinde en yaygın olanı, üçüncü ve dördüncü tip depresyon çeşididir.

İnsan, kendini tanımazsa, nereden geliyor ve nereye gidiyor olduğuna dair sorular sorup bunların en doğru cevaplarını bulamaz, bu dünyadaki vazifesini idrak edemezse, elbette depresyona düşmeye müsait hâle gelecektir. Bu soruları her insan fıtrî olarak sorar, fakat doğru cevaplarını herkes bulamaz. Bu cevapları da en doğru ve ikna edici olarak, dinler ve peygamberler vermiştir.

Geçmişte çözülemeyen bir problem sonucu, ilâç tedavisi, kişinin konu hakkında konuşmasına ve bu konuşmanın neticesinde kendini kısa süreli iyi hissetmesine sebep olabilir. Kısa vadede faydalı gibi gözüken bu tedaviyle, problemler yüzeysel çözülmüş olabilir, fakat ilâçla yapılacak bu çözüm, kaçınılmaz olan sonucu sadece erteler. Bunun tehlikeli bir yanı da, bir hap sayesinde kendini iyi hissetmenin, ileride duran zorluklara karşı yapmak gerekeni de yapmaktan kaçınmaya yol açabileceğidir.

O halde, bir depresyon durumunda yapılması gereken, ilâç tedavisi olsa bile, bununla beraber ‘inanç tedavisi’ de şarttır. Psikolog ve psikiyatristlerin ilâç tedavisi ile beraber inanç terapileri yapmaları da gerekir.Hazık(uzman) mütedeyyin(dindar) hekimlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilâçtır. Mütedeyyin hekim, elbette meşrû dairede nasihat eder ve vesâyâda (tavsiyelerde) bulunur. Yarım hekimlere veyahut insafsız doktorlara rast gelse, evhamını daha ziyade tahrik eder. Zengin ise malı gider, yoksa ya aklı gider, veya sıhhati gider.”

“PEACE” veya İmânî Bakış Açısı

Psikolojik hastalıklarda, İngilizce “PEACE” kelimesi, özellikle Batı’da kullanılan bir tedavi sürecinin baş harflerinden oluşmaktadır. Kelime anlamı, “HUZUR” demektir. Harf açılımı ise, “P (problem); E (emotion=duygu); A (analysis=analiz); C (contemplation= tefekkür); E (equilibrum= denge)” anlamındaki kelimelerin birleşimi PEACE kelimesin oluşturur.2

Psikolojik sorunlarda problem ve problem neticesinde gelişecek duygu, fıtrî bir hâldir. İnsanın bunu tahlil etmesi veya olay karşısında hissetmesi gerekeni öğrenmeye ihtiyacı yoktur. Bu zaten fıtratta olan bir hâl olarak tezahür eder. Sonra ise, analiz kısmı gelir ki, problem daha ileri düzeyde tetkik edilir. Bunu insanın kendisi yapabileceği gibi, bir yol göstericiye de ihtiyaç duyabilir. Fakat dördüncü basamak, yani problemin tefekkür edilişi ise, insanı tamamen hikmet okumalarına götüren, Esmâ talimi yaptıran bir süreçtir ki, bu süreç en doğru biçimde ancak mânâ-i harfî ile, niyet ve nazarla okunabilir. Aksi halde, doğru okuma formülünü bilemeyenler için, psikolojik sıkıntılarını derinleştiren bir faktör bile olabilir. Son basamak ise denge hâlidir. İlk dördünde öğrenilenlerin hayatın içinde yaşanılır hâle gelmesi demektir. Yani benzer olay ve hadiselerde nasıl tavır alınacağını veya hızlı gelişen anlık olaylardaki tepkileri düzenleyen bir süreçtir.

Duyguları değerlendirmek bir iç muhasebedir. Buna enfüsî bir tefekkür de denebilir. Psikolog ve psikiyatristlerin pek çoğu bu aşamadan öteye geçemez.

İşte Batılıların adını, PEACE koyduğu, anlam olarak da HUZUR mânâsına gelen bu tedavi süreci, aslında baştan başa imanî bir bakış açısı sürecidir. Her ne kadar bunun adını böyle koymasalar da, ‘Huzurda olan huzurlu olur’ prensibine yaklaştıklarının bir göstergesidir.

Hiç şüphesiz burada önemli olan, gerek problem teşhisinde, gerek duygusal yaklaşımda, tetkik ve tefekkür aşamalarında, insanın en doğruyu bulması gerekir. Yani problem dediğimiz şeye bir kul olarak, imtihan vesilesi yaklaşımı, bu dünyanın lezzet ve ücret yeri olmadığı düşüncesi probleme bakışımızı değiştirecektir. Bu değişen bakış, soruna karşı vereceğimiz duygusal tepkiyi de değiştirecektir.

Meselâ, insanın bir ölüm haberi alınca hissedeceği duygu, ya isyan ya da tevekküldür. Bu tepkiyi belirleyen elbette imânî bir yaşayıştır. Çünkü Peygamber Efendimiz (asm), “Bir kimse, aldığı bir ölüm haberi karşısında, dudaklarından dökülen ilk sözleri, ‘innâ lillah ve innâ ileyhi râciûn’ olursa, imanının kâmil olduğuna işarettir” demiştir.

Bunun gibi daha nice problemler ve onlara karşı gösterilecek itidalli duyguların hepsi, sünnet-i seniyyenin içinde mevcuttur. Bu yaklaşımlarda olan ve sünnet-i seniyyede hissesi ziyade olan birisinin de elbette meseleleri tahlil etmesi kolaylaşacaktır. Problemini tahlil ederken, bakış açısı imanla nurlanmış bir mü’min, hadiselere, musibetlere bile arkalarındaki hikmetleri gören bir nazarla bakacaktır. Elbette bize böyle bakmayı, maddî ve mânevî hayatı nasıl korumaya alacağımızı öğreten en doğru rehber, Resûlullah’tır (asm).

Risâle-i Nur, bir PEACE tedavi sürecidir

Kur’ân ve sünnete göre bir bakış açısı ayarı sunan Risâle-i Nur eserleri, başlı başına bir PEACE tedavi süreci eserleridir. Risâle-i Nurlar başta insanı psikolojik problemlere karşı koruduğu gibi, probleme düşmüş insanlara da Kur’ânî tedaviler uygulayan bir hekim gibidir. Ve nihayette yaşanan hâdiseleri, kulluk ekseninde tefekkür edip, ifrat ve tefrit duyguları vasata çekerek, insanı denge hâline getirir. Problemlere karşı bu süreci, bu şekilde inanç terapi metoduyla işletmek, ileride gelecek sorunlara karşı da insanı hazırlar. Bu da, vasat bir hâl yaşamayı, yani dengeyi sağlar.

Dindar insanlar depresyona girmez diye bir düşünce yanlıştır. Nasıl maddî vücut hastalanırsa, insanın mânevî yapısında da hastalıklar olabilir. Fakat imanlı bir insan bu tür hastalıklardan kurtulmaya, yol ve yöntem açısından daha müsaittir.

Mânevî hastalıkların ilâçları mü’min insana daha yakındır. Yeter ki insan bunları kullanabilsin. Bu tedavi, bir süreçtir. Nurları okumak bu hastalıklara karşı koruyucu olabildiği gibi, hastalanmışlara da tedavi sunar. Fakat, “İman bir ilâçsa, bu ilâcın tesirini arttıran şey, ibadettir” prensibince, Risâle-i Nurlar bir ilâçtır. Fakat bu ilâçları kullanmak, hayata değdirmek, hayatın tam merkezine oturtmak ve öğrenilen hakikatleri uygulamak gerekir. Aksi halde, sadece okumak problemlerimizi çözmede yeterli olmayacaktır.

Dipnotlar:
1- Prof. Dr. Lou Marinoff, Felsefe Terapisi, Gendaş Kültür, 2004, İstanbul. 2- A.g.e.
03.05.2009
Yeniasya

Çocuk ve Risale-i Nur

Bazı ‘Latif Nükteler’i içeren Yirmisekizinci Lem’a’da, Lem’alar’a derc edilmesindeki hikmetin ilk etapta pek kavranamadığı bir mektup vardır. Şefik adındaki bir talebesinin Bediüzzaman’a yazmış olduğu bu mektup, ilk okuyuşta, samimi duygularla yazılmış sıcak ve safiyane bir mektup olmaktan ibaret gözükür insana.

Nitekim, bu mektupla ilgili şahsî tecrübem bu şekilde başlamış, ancak uzun bir zaman sonradır ki, bu mektup anlam ve derinliğini bana açmıştır. Çocuklara Risale-i Nur’u ne şekilde takdim edeceğini bilemeyenler için, bu mektup, manidar ipuçları vermektedir. En ziyade dikkate değer yanı, herhalde budur.

Mektubun bilhassa son paragrafından öğrendiğimize göre, Şefik adlı Nur talebesi ‘üç yaşından sekiz yaşına kadar’ çocukları ile yeğenlerine Risale-i Nur okumuştur. Ama, meselâ “Bunlar Risale-i Nur’dur. Üstad Bediüzzaman Said Nursî bunları yazmıştır” gibi bir girişle değil! Hele hele, “Gelin bakalım. Şimdi size Risale-i Nur okuyayım” diye hiç değil.

Bilakis, kendisi Risale-i Nur okuyorken çocuklar başına toplanıp ne okuduğunu sormuşlar; o da “Elmas, cevher, nur” demiştir. Bu cevapla merakları uyanan çocuklar ‘elmas, cevher, nur’u anlamaya çalışırken, Şefik onları sevmiş, çay vermiş, okumaya devam etmiş, aradaki sorularına “Bu, elmas, cevher, nurdur” şeklindeki merak uyandırıcı cevapla mukabele etmiş, ‘anlayamadıkları’ yerleri ‘onların anlayabileceği şekilde’ izah etmiş ve en sonunda “Nur, bunu okumaktır. Elmas, bu sözleri yazmaktır. Cevher de, bu kitaptan aldığınız imandır” diye bir açıklama getirmiştir.

Mektubun en son paragrafı ise şu şekildedir:

“İşte Elmas, Cevher, Nur budur, dedim. Tasdik ettiler. Hepsi birden bana bakıyorlardı ve ‘Bunu kim yazmış?’ diyorlardı.” Şimdi, bu latif mektuptan alınacak bir dizi ders vardır. Özellikle “Çocuklar(ımız)a Risale-i Nur’u nasıl anlatabiliriz?” sorusuyla hemhal olanlar için!

Birincisi, Şefik’in (r.h.) kendisinin ev ortamında Risale-i Nur okuyor oluşudur. Demek, çocuklarımızın Risale-i Nur okumalarını istiyorsak, evvela onların bizi Risale-i Nur okurken görmeleri gerekmektedir.

İkincisi; babalarının (veya dayılarının) ne okuduğunu merak edip soranlara Şefik’in doğrudan “Risale-i Nur okuyorum. Risale-i Nur ki, asrın tefsiridir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri yazmıştır” türünden bir cevap yerine, çocukların merakını daha da kamçılayıcı latif bir cevabı tercih etmesidir: “Elmas, Cevher, Nur okuyorum.”

Üçüncüsü, bunun üzerine merak edip başına toplanan çocukları Şefik’in sevmesi ve kendilerine ikramda bulunmasıdır. Demek, çocuğumuzun Risale-i Nur’a muhatap olacağı ortam, sevgi gördüğü ve ikrama muhatap kılındığı bir ortam olmalıdır.

Dördüncüsü, Şefik’in “Onuncu Söz” gibi bir risaleyi okurken, çocukların anlayamadıkları noktada sordukları sorulara ‘onların anlayabileceği şekilde izah’ getirmesidir. Demek, Risale-i Nur’u çocuklara anlatmanın en uygun yolu, onu ‘çocukça’ anlatmaktır.

Beşincisi, Şefik’in elmas, cevher ve nuru son derece latif bir biçimde izah ettikten sonra, hâlâ daha müellifin ismini vermemiş olması; bu cevabın, ancak en sonra gelmesidir. Demek, önce Bediüzzaman’ın şahsını nazara verip, “İşte bu onun kitabı. Hadi okuyun” deme şeklinde örneklerini çokça gördüğüm bir tarz değildir doğrusu. Aslolan, muhatabı önce Risale’yle tanıştırmak, ancak bundan sonrasında gelen sorular dahilinde onun müellifini anlatmaktır.

Şefik’in mektubu, sonradan farkına vardığım böylesi fıtrî, hakikatlı ve sımsıcak ölçüler taşıması itibarıyla, sanırım, çocuğuna veya çocuklara Risale-i Nur’u anlatma ve aktarma gayreti taşıyan herkesin dikkatle ele alması gereken bir mektup hükmündedir.

Metin Karabaşoğlu / Sorularla İslamiyet

Evlerinizi Nur Medreselerine çeviriniz!

Eğitimde,  edinilen bir bilginin  pratik hayatta yaşanması önemli bir düsturdur. Günlük hayatımızda, evimizde pratiğe dökülmemiş bir ilim, bir değer, zamanla hayatımızdaki etkinliğini de kaybedecektir. Özellikle dini vazifelerde bu daha önemlidir.

İslamda ilim-amel ikilisi ayrılmaz bir bütündür. Ailede  ise ilim ve amel beraber olduğu sürece eğitim adını alır. Evde amel edilmeyen ilim eksiktir. Ve insanın birincil amel yeri kendi hanesidir.  Bunun içindir ki ; Peygamber efendimiz (sav) ” Evlerinizi mezarlığa çevirmeyin, orda da namaz kılın” buyurur. Özellikle Peygamber Efendimizin  “çoban” diye nitelendirdiği  aile reisi olan babaların bu hususa  çok daha fazla dikkat etmeleri gerekir.

Çocuklarının dünyevi istikbalinden ziyade uhrevi istikbalini düşünmekle sorumlu olan ebeveynlerin, ev içindeki hareketlerine ve dini vecibelerine çok daha ehemmiyet vermeleri gerekir. Tadil-i erkana riayet etmeden  namazını kılan bir anne-baba, istediği kadar çocuğa namaz ile ilgili ilmihal okusun yahut bu husus için mekteplere göndersin tesiri olmayacaktır.

İnsanların imanını kurtarmayı kendine vazife edinmiş biri, öncelikle hanımından, çocuğundan başlamalıdır. Kendi ailesinden hizmeti bilmeyen birisi, daha sonra hizmet hayatında bir engel olarak karşısına çıkabilir. Bunun içindir ki Bediüzzaman Said Nursi Emirdağ Lahikasında talebelerine;

Herbir adam eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zat birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevaplarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, ıhlâs Risâlesinde yazılan beş nevî ibadete de mazhar olurlar. (Beş nevî ibadet aşağıya alınmıştır.) Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevî ibadet hükmüne geçebilir” diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum. ” demiştir.

Kendi hanesini Nur Dershanesine çevirmiş biri, ev halkıyla aynı dili konuşmanın verdiği haz ile  o ailedeki muhabbet seviyeside daha ileri olacaktır. 5-10 dakika dahi olsa bunun tesiri çok büyüktür. Hanım ve çocukların, evde ailece yapılan dersten aldıkları feyiz, dışarıda yapılan bir dersten daha tesirli ve bereketli olacaktır. Dışarıda, tek başına güzel bir yemeği bile istemeyip “akşam ailemle, hanımımla beraber yerim” diyen fedakar bir eşin, aynı şekilde tek başına derslere katılıp, evde ailesini bu manevi ziyafetten mahrum bırakması elbette muhaldir.

Evet, küçük medrese-i nuriyelerdeki dersler, büyük medrese-i nuriyelerin, medresetüz-zehraların , büyük imani hizmetlerin çekirdeğidir.

Cuma Sohbetleri (Ölüm nedir?)

Bu hafta sitemizin Cuma sohbetleri bölümünde Uğur Akkafa ağabeyin anlatımıyla Risale-i Nur’un 1.Mektub’undaki Mülk Suresi 2. Ayetinin tefsiri olan “Mevt dahi hayat gibi mahlûktur(yaratılmıştır); hem bir nimettir diye anlatılmaktadır. Halbuki, dış görüntü itibariyle ölüm, parçalanma-ayrılmadır, yokluktur, çürümektir, hayatın sönmesidir, hâdimü’l-lezzâttır. “Nasıl mahlûk(yaratılmış) ve nimet olabilir?” meselesini anlatıyor.

Şu zamanda insanların psikolojilerini bozacak diye kendi aralarında bile konuşmaktan çekindiği ölümü, bu derste çocukların da o hoş tatlı, katılımlarıyla müjdeli bir şekilde anlatımını görüyoruz.  Ve Risale-i Nur’un, ölüm gibi insanı ürküten bir meseleye bu derece müjdeli bir bakış açısını göstermesi, bize “güzel düşünen güzel görür, güzel gören hayatından lezzet alır” düsturunu yineliyor.

Mevt(ölüm), vazife-i hayattan(hayat vazifesinden) bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır(mekan değiştirmedir), bir tahvil-i vücuttur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebde’dir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir.

Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdirledir. Öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdirle, bir hikmet ve tedbirledir. Çünkü, en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyenin(bitkilerin hayatı) mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san’at(sanat eseri) olduğunu gösteriyor.

Zira, meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti tefessühle, çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizâcât-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sümbülün hayatıyla tezahür ediyor.

Demek çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır(hayatının başlangıcıdır); belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahlûk ve muntazamdır.

(1. mektup ,2.sual)

Uğur Akkafa‘nın diğer sohbetlerine Nur Mektebi sitesinden ulaşabilirsiniz.