Murat tarafından yazılmış tüm yazılar

Üstad’ın Hediyesini 50 Yıldır Saklıyor

Siirt battaniyelerinin mucidi Mehmet Ali Tuncel, Afyon Cezaevi’nde Bediüzzaman Hazretleri’ne bir battaniye hediye etti. Üstad kabul etmedi, ‘Git torununun üzerine ört!’dedi. O torun, Cevat Tuncel büyüdü, tam 50 yıldır o battaniyeyi saklıyor.

Farklı bir güne uyandı Siirt. Askerler köyü bastı, bütün ahaliyi topladı meydana. Rütbeli bir komutan yüksek bir yere çıkıp bağırdı: “Arama var. Arama…” Artan uğultular eridi kısa bir süre sonra. Köylüler sebebini sor(a)madan evlerinin kapılarını eli silahlı misafirlere açtı. 

Öğle vakitlerinde askerler yorulmuştu, dinlenmek için bir yer aradılar. Komutanın emriyle askerler köylülerin şaşkın bakışları arasında ayakkabılarıyla camiye girdi, köyün ibadethanesine… İmam sesini çıkaramadı, dışarı çıkarılan cemaat, hayretler içinde olan biteni izledi. Askerlerin cami bahçesine bağladığı atların kişnemeleri soğuk bir tokat gibi çarptı köylülerin suratına.

Topluluğun ileri gelenlerinden ilim irfan sahibi halıcı Mehmet Ali Efendi, bu duruma daha fazla tahammül edemedi, alçak sesle komutana seslendi: “Evim karşısı, isterseniz boşaltayım, orada kalın. Bahçesine atları bağlayın. Lütfen ama lütfen camiyi boşaltın.” Komutan kızdı bu çıkışa, askerlere konuşanı tutuklamalarını emretti. Sessizlik derinleşti, bir kelepçe takıldı Ali Efendi’nin koluna, düştü mahpus damına.

Birkaç gün sonra Ali Efendi, Afyon’da cezaevinde açtı gözünü. Ailesinden habersiz aylarca yattı içeride. Kuran okudu, namaz kıldı, dua etti. Bir gün gardiyanlardan biriyle sohbet ederken iki koğuş ilerisinde Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin yattığını öğrendi. İnanamadı. Bitlis’te günlerce yanında bulunduğu, bildiği herşeyi kendisinden öğrendiği çile insanı yan tarafta mıydı! Sevindi, şaşırdı, üzüldü… Bir çok duyguyu yaşadı aynı anda. Üstad, ‘Muhammet Ali’ diye hitap etmiş, iki defa Siirt’teki evinde ziyaret etmişti. Sonraları günler birbirini eskisinden daha hızlı kovaladı.

Ali Efendi bir gün, gardiyanın yardımıyla cezaevinden kaçtı. Afyon’dan çıkarken evlerinin önünde kendi dokuduğu halıların serildiği bir ev gördü. İçeri girdi, borç para istedi. Ev sahibi kırmadı onu, 2,5 lira verdi. Ali Efendi yakalanma korkusuyla köyüne döndü. Dünyalar askerden gelip oğlunu göremeyen babanın oldu. Hasretler dindikten sonra Ali Efendi, yanına bir battaniye alıp tekrar çıktı yola. Ailesi yakalanır diye engellemeye çalıştı ama nafile. O koymuş kafasına, gidecek Üstad’ın yanına.

Hapishanenin önüne gelince kalbi yerinden çıkacakmış gibi oldu. Besmele çekti, Bediüzzaman Hazretleri’nin öğrettiği bir duayı okuyup içeri girdi. Bir keramet gerçekleşti sanki… Kimse “Nereden geliyorsun, kimsin?” diye sormadı. Üstad’ın karşısında dili damağına yapıştı, “Buraya nasıl geldin?” sorusuna cevap bile veremedi. Görüşmenin sonunda elindeki battaniyeyi Üstad’a uzattı. Üstad “Hayır.” dedi: “Ben hediye almam. Al bunu sizin evde başını okşadığım turuncu kafalı çocuğun üzerine ört. Benden ona hediye olsun.” Ali Efendi, kahverengi, krem çizgili battaniyeyi evine dönünce torunu Cevat’ın üzerine örttü.

***

Sandıkta saklı

Üstad vefat etti, Cevat büyüdü zamanla. Akrabaları battaniyenin hikâyesini anlattı uzun uzadıya. İstanbul’a göç edince sandık içine kondu battaniye, uzun süre çıkarılmadı dışarıya. Cevat trafik kazası geçirdi bir gün. Kafatası iki yerinden kırıldı, 1.5 yıl kalkamadı ayağa. Hayata tutunmak için bir şeyler yapması gerekiyordu, düşündü taşındı tekvandoya başladı. Hocası B Takımı’na kaptan yaptı onu. Yüzünü kara çıkarmadı, İstanbul’da yapılan ilk şampiyonada takımı finale çıkardı. Federasyon kurulunca milli takıma alındı hemen. Bu sırada evlendi Cevat. Gözü gibi baktığı battaniyesi yer değiştirdi, eşinin sandığına girdi. Yıllar birbirini kovaladı, arada çıkarıp baktı, göz yaşı döktü. Hatta bir dönem evin duvarlarına astı, tüyleri döküldüğü için yeniden sandığın bir köşesine sakladı.

Ziyaretine gelenler oluyor

Cevat’ın altı çocuğu oldu. Hepsi de onun gibi karateyi seçti. Biri 90’lı yılların sonunda Avrupa şampiyonu, biri geçtiğimiz yıl dünya şampiyonu oldu. Eve onlarca madalya geldi, ama hiç biri battaniye kadar değerli olmadı Cevat için. Başbakan Tayyip Erdoğan’a Kasımpaşa’da komşuluk yaptığı, Turgut Özal döneminde Saadet Partisi’nden milletvekili aday adayı olduğu yılları unutabilirdi belki ama ‘Üstadın başımı okşayışını unutmam, unutamam.’ dedi, eşe dosta. Avcılar’daki bir terör saldırısında oğlunu kaybeden Cevat Hoca aynı semtte bir spor kulübü çalıştırıyor şimdi. Battaniyeyi görmek isteyenler oluyor ama eşi beyaz nakışlı bir örtünün içinde saklıyor. Keçi kılından yapılan battaniye, naftalin kokuları içinde Üstadın izlerini ve bu hikayeyi fısıldıyor bakanlara, görenlere…

Kaynak: Zaman

Asrımızın Dört Büyük İlahı

Günümüzde insanların peşine düştükleri, mübtelası oldukları hatta bir putperest gibi taptıkları, günümüz insanının problemi haline gelmiş 4 büyük hastalık şunlardır;

1-Her çeşidiyle, Şirk ve hurafeler.

2-Haram mal yemek.

3-Zina ve envaı.

4- İçki ve uyuşturucu.

Bunların çözümü temelde fıtrilikten, fıtrata uygun hareket etmekten geçer.

Haram mal yemenin başında riba gelir. Günümüzde bankaların iyice artması ve farklı bir çok alternatif sunmasıyla, faiz, alınıp yutulan kolay bir lokma haline gelmiştir. Kuranda ve sünnette faizin haram oluşu, kebairden olduğu sarahaten bildirilmesine rağmen, günümüzde yaygın bir sistem haline gelerek dünyanın her tarafında mütedavil hale gelmiştir. Efendimiz’in beyanları çerçevesinde riba, Allahu Tealanın harb ilan etmesine sebebiyet verecek kadar tehlikeli bir davranıştır. Faize bulaşmak, Semavat ve arz, kabzayı tasarrufunda bulunan Cenabı Hakka karşı ilanı harbte bulunmak demektir ki, böyle bir harp de netice itibariyle helaket ve felaketlerle sonuçlanır.

Bir diğer açıdan Efendimiz, Yemesine içmesine, kazancına dikkat etmeyenin duasının da müstecab olmadığına işaret etmektedir.

Allah Rasulü “saçı başı dağınık, üzerinde sefer emaresi bulunan, Ya Rab, Ya Rab şeklinde dua eden ama yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, gıdası haram olan böyle birisinin duasına nasıl icabet edilir ki” buyurmaktadır.

İnsanı değerli kılan duasına icabet edilmesi olduğundan, duasına icabet edilmeyen kimse başıboş, kimsesiz ve değersiz kalır.

Günümüzde gayet derecede şayi, 2. bir problem olan harama nazar ve zinaya gelince, bu da fert ve toplumun dünya ve ukbasının mahv olmasına, insanın latifelerinin körelmesine, insandaki envarı tecellinin yok olmasına, basiretinin bağlanmasına sebep olan şeni bir fiildir. Bu açıdan müminler bunu işlemek şöyle dursun, bu şeni fiile yaklaşmaktan bile nehy olunmuşlardır.

Sakın zinaya yaklaşmayın! Çünkü o, çirkinliği meydanda olan bir hayasızlıktır, çok kötü bir yoldur.”

Bu konuyla alakalı diğer bir ayet olan;

Mümin erkeklere bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini açmaktan ve zinadan korumalarını söyle! Bu, onlar için en uygun olan davranıştır. Allah yaptıkları her şeyden hakkıyla haberdardır. Mümin kadınlara da bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini açmaktan ve günahtan korumalarını söyle.Yine söyle ki mecburen görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerini kapatacak şekilde örtsünler.”

Ayet-i kerimesinde, dini vecibelerin hakkıyla yerine getirilebilmesi, şeytanın vesvesesinden ve şehevani düşüncelerden kurtulmanın yolunun, zinanın ilk basamağı olan nazarı terketmeye bağlı olduğu ifade ediliyor.

Efendimiz, zina ve harama nazarla ilgili muhtelif halleri şu şekilde tasvir etmektedir:

Ebu Hureyre’nin (r.a.) anlattığına göre: Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah, Adem oğluna zinadan nasibini takdir etmiştir. Hiç şüphesiz bu akıbete erişecektir. İmdi göz zinası bakmaktır, dil zinası da konuşmaktır. Nefis temenni eder ve iştahlanır. Tenasül uzvu ise bunu ya tasdik eder gerçekleştirir, yahut (bırakarak) yalanlar.”

Efendimiz Hz. Ali’ye

Ey Ali! Bir bakışın peşinden tekrar bakma (birinci bakışına ikinci bakışını ekleme)! Çünkü birinci bakış, senin hakkındır (kasıtlı olmadığı için birinci bakışında sana bir şey yoktur.) İkinci bakış ise, senin hakkın değildir (kendi isteğinle olduğu için ikinci bakışında sana günah vardır.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi 15-20 yaşlarında, Van’da Tahir Paşa’nın sarayında altı ay kadar kaldığı hâlde, onun kerimelerini bir türlü tanımıyordu, iki üç günlüğüne gelip o saraya misafir olarak yerleşen başka bir hoca ise kısa zamanda onları birbirinden tefrik etti, aynı şekilde 20-25 yaşlarında İstanbul’a geldiğinde, Çamlıca’da Yusuf İzzettin’le birlikte onun köşkünde kalırken, çoğu zaman geze geze Üsküdar’a inip, oradan kayıkla karşı tarafa geçerlerdi, Haliç’te kadın-erkek, çoluk-çocuk şarkı söyleyip saz çalmak için sahile döküldükleri hâlde, bir kerecik olsun göz kapağını kaldırıp onlara bakmıyordu.

Kendisine neden bakmadığı sorulduğunda da, kaçamak bir cevapla, “Ben âlim olmanın izzet ve onurunu koruyorum.” demişti. Oysa o, mehâfetullaha (Allah korkusu) ve mehâbetullaha (Allah saygısı) o kadar kilitliydi ki, hayatını sürdürdüğü kalb ve ruh ufkundan öyle şeylere bakılmazdı ve bakmadı. Bu konumda bulunan, tebliğ ve irşad vazifesini üstlenmiş kimselerin, harama nazarları dine, ilme, davaya, bütün mukaddesata karşı bir hıyanet sayılır ve bu durumda olan hain de hiç bir sırra vakıf olamaz.

İbni Abbas hz. konuyla alakalı “O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin sakladığı bütün şeyleri dahi bilir.” ayetini de harama nazar etmek şeklinde tefsir etmektedir.

Toplumu ifsad edip, toplumda onarılması, tamiri çok zor derin yaralar açan bir diğer sıkıntı da içki ve uyuşturucudur. Kur’an-ı kerim’de

Ey iman edenler! Şarap, kumar, putlara kurban kesilen sunaklar, fal okları, şeytana ait murdar işlerden başka bir şey değildir. Bunlardan geri durun ki felâh bulasınız.”

şeklinde, şeytan işi bir pislik olarak anlatılan içki, hadislerde de çok ağır bir dille kınanmaktadır.

İçki mübtelası olan putperest gibidir.”

Bir diğer yönüyle içki içmek, diğer maasiden farklı olarak, insanın hayru hasenatının, salih amellerinin yok olmasına sebebiyet veren bir masiyettir. Efendimiz, içki içenin 40 gün namazının kabul edilmeyeceğini bildirmiştir:

Sarhoş edici bütün maddeler içki sayılır. Sorhoşluk verici bütün içkiler de haramdır. Kim onu sarhoş oluncaya kadar içerse, Allah onun kırk gün namazını kabul etmez. Tevbe ederse Allah dilerse bağışlar. Tekar içki içmeye başlarsa, Allah, bunlara tinetul-habal içirmeye ahdetmiştir. “Tinetu’l-Habal nedir?” diye sorulunca: “Cehennemliklerin (vücudlarından, çıkan) terleridir!” diye cevap verdi. İçkinin haram olduğunu bilemeyecek kadar küçük yaşda bulunanlara içki içirenlere de Cenabı Hak bu şekilde muamelede bulunacaktır.”

Ayrıca Efendimiz içki içilen sofraya oturmaktan da nehy etmiştir:

Allaha ve Ahiret gününe iman eden kimse içki içilen sofralara oturmasın.

herkul.org

Tefekkür

Tefekkür dergisini okuyordum. Bir an derginin ismi üzerinde durakladım. Tefekkür deyince akla ne gelir?

Hayâlımla münazaraya girdim.’’Hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider’’ Ben de Tefekkür üzerinde odaklaşmaya başladım.

Dedim ki: Tefekkür; Herhangi bir mesele hakkında düşünme, zihni yorma, derin düşünme, işin şuuruna varma, hikmet ve ibretten ders alma. İçinde marifet, muhabbet ve ibadetin de bulunduğu geniş bir sözdür. Bediüzzaman’ın dediği gibi: “İnsanın sermaye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse, o kadardır.” Ben de bu kıt sermayemle bu umman denizine girmek istedimse de iktidarımı üstadın sözleriyle desteklemek istedim. En güzel söz kelam sahiplerinindir. Konuyu allâme-i cihan, Bediüzzaman Said Nursi’ye havale edip onun nazarıyla bakıldığında ‘’bütün varlık âlemi bir tefekkür levhasıdır. Şuur sahibi varlıkların yaratılışından maksat da, tefekkür vazifesinin yerine getirilmesidir.’’

Üstad, tefekkürü iki şekilde izah etmektedir: Afakî ve Enfüsi tefekkür. 

Afakî tefekkür; Afakî malumat, yani hariçten, uzaklardan alınan malumat, evham ve vesveselerden hali olamıyor. ’’Hem de afakî tefekkür dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun. Afakî meseleler; büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz malayani ve afakî işlerle meşgul eder, sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür. Zulme şerik olur.

Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedahil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut ta zihayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Her bir dairede, her bir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat ara sıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla küçüklük ve büyüklük makusen mütenasip vazifeler bulunabilir.’’(Asayı Musa/4.mesele)

Enfüsi Tefekkür; İç dünyamızla ve âlemimizle ilgili nefis ve beden dairesinde yapılan tefekkürdür. Gafleti izale eder, evham ve ihtimallerden temizdir. Bediüzzaman şöyle izah etmektedir. ’’Evet, nasıl ki ehl-i tarikat seyr-ı enfüsi ve afakî ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolu enfüside, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalple bulmuşlar. Evet, ben Hülasatü’l Hülasa’yı okuduğum zaman, koca kâinat, nazarımda bir halka-i zikir oluyor. Fakat her nev’in lisanı çok geniş olmasından, fikir yoluyla sıfat ve esma-i ilahiyeyi ilmen yakin ile iz’an etmek için akıl çok çabalıyor, sonra tam görür. Bu harika-ı san’at olan nimetler Ehad, Samed’in mücize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek, fikirdir. İnsan kalben ve fikren hakaik-ı ilahiye ye bakıp düşündüğü zaman, bilhassa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler.’’(M.Nuriye)

Hadiselere zahiri bakıştan ise enfüsi bakış olan hikmet noktalarına mana-i ismi ile değil, mana-i harfi ile bakmak lazımdır Afakî ve içtimai hadiseler, nazarı enfüsten afaka dağılıyor. Her nedense içtimai ve afakî hadiseler de başıboş değildirler.’’Kâinatta tesadüf yoktur.’’ Hadiselerin hikmetlerini anlamak, asla sebeplere takılmamak lazımdır. Çünkü sebepler Allah’ın (cc) kudretine bir perdedir.

Böyle kutsi bir mes’eleyi tahattur ederken, tefekkürün önemi üzerinde düşünmeye devam ettim. Evet,’’Bir saat tefekkür bir yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır’’(Hadis). Bediüzzaman’ın dediği gibi ‘’Hayal dairesi geniştir istediğin gibi içine girebilirsin’’ Ben de tefekkür-i Hayal yolculuğuma devam ettim. Gene, üstadımızın sözüyle: “İnsan bir yolcudur. Alem-i ervahtan, Rahm-ı maderden, çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ve ebedü’l-abad tarafına uzanan bir yolculuktur.” Böylece hayalimi nefsime çevirdim.

Çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık alemimin safhalarını tefekkür etmeye başladım.Eyvah..! Bir ömür tükettiğimi ihtiyarlık zamanımda fark ettiğimi anladım.

Niyazi Mısri’nın dediği gibi; 

“Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere,

Can atar gafil, binası oldu viran bi haber.

Dil bekası, hak fenası istedi mülkü tenim,

Bir davasız derde düştüm, ahki lokman bi haber. 

Bir ticaret yapmadım naktı ömür oldu heba,

Yola geldim lakin cümle kervan göçmüş bi haber. 

Ağlayıp nalân edip düştüm yola tenha garip,

Dide gir yan, sine biryan, akıl hayran bi haber.”dedim.

Evet, İnsanın en parlak dönemi gençlik yıllarıdır. O yıllara bakıldığında: Kimi insanların; Mal, mülk, servet; evlat, ayal; makam ve mevkinin verdiği cüret ve sarhoşluktan dolayı heves ve hissiyat gafletinin zafiyetine düşer, zayıfken en güçlü, müşevveş kelam sahibi iken, itibar ve söz sahibi olur. Zamanla nimetler bir bir elden çıkınca, kuvvet gider, vücudunda arıza ve hastalıklar da oluşunca bu sefer geçmişte yaptığı kötülüklerinden pişmanlık duymaya başlar. Halk arasında yaygın bir söz var: “Ölünün kafası mezar taşına değdiğinde, eyvah! Ölü benmişim?” Der.

Acze ve fakra duçar olan insanlar da daha sonradan ölü gibi hatalarını anlar. Hayat ne çabuk geçti. “Küllü atin karibün” (Her gelecek yakındır.)  “Evet, şu güzeran-ı hayat bir uykudur. Bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar gider.”

“İhtiyarlık gelmeden önce, gençliğin kıymetini bil. Ölüm gelmeden önce, hayatın kıymetini bil.” Bu sözlerde anlaşıldığı üzere, İmkânlar elde iken kıymetini bilmek lazımdır. Elden çıktıktan sonra bir daha yakalamak zordur. Özellikle gençlik yılları nefis ve hevanın baskı ettiği bir dönemdir. Eğer o gençlik İmanla terbiye edilmezse önüne geçmek ve onu muhafaza etmek zorlaşır, muhakeme-i akliyeden ziyade kuvve-i gadabiye öne çıkar hem kendine hem de etrafa zararlı bir zehir gibi olur. Gençlerin kurtuluşuna tek çare Kur’an ve sünnete tabi olmaları ile olur. Kur’anın tefsiri olan Risale-i Nur, ehl-i imanın yaralarını tedavi eden bir iksir-i manevidir. Risale-i Nur, bu asırda en alî bir ders-i hakikat, en derin bir ilm-i akide, en yüksek bir marifet-i imaniye ve en hayatdar bir mu’cize-i maneviye-i Kur’aniye’dir.”(Birinci nota)

Risale-i Nur, eczane-i Kur’aniye’den bir reçete-i imaniyedir. Gençlerin bu reçeteye tabi olmaları halinde hem imanlarını kurtarırlar hem de çevreye, memlekete ve devlete muti olurlar. Aksi takdirde bu günkü tasvip edilmeyen rezalet ve isyanların birer aktörleri gibi ortaya çıkar huzur ve asayişi bozarlar.

Bediüzzaman, hava ve hevesine düşkün olanlara şöyle bir açıklık getirmektedir: ‘’Ey zevk ve lezzete müptela insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle aynelyakin bildim ki, hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet, yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevi bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesi yedirir, on tokat vurur; hayatın lezzetini kaçırır.’’(13.söz.2. Makam) gene “Bu dünya çabuk tebeddül eder bir misafirhane olduğunu yakinen iman edip bildim. Onun için, hakiki vatan değil.’’ demiştir.

Dünya hakiki zevk yeri değil, bir imtihan meydanıdır. Bu meydanda, bir takım nimetleri tatsak bile, Üstadın buyurduğu gibi, “tasavvur-u zevalden gelen elemler kalbi kanatıyor.”Alınan lezzet ondan ayrılmanın elemi yanında çok küçük kalıyor. Öte yandan, dünya nimetlerine kavuşmak için büyük gayretler gösteriliyor. Çekilen sıkıntılar saatlerce, aylarca sürdüğü halde, alınan lezzet birkaç dakika yahut birkaç saat kadar kısa kalıyor. Bu yönüyle de bir üzüm yedirmenin bedeli yüz tokat oluyor.

 “Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazen haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesat-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, manevi yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.” (On Dokuzuncu Lem’a)

 Tefekkür, rahmet vesilesi olan bir düşünce olduğu için esası ve hedefi itibariyle güzel bir amel ve kaynağı da Kur’an ve sünnettir. Kur’an-ı Hâkim zişuurlara şöyle sesleniyor: “düşünmüyor musunuz?”, “tefekkür etmiyor musunuz?”, “akletmiyor musunuz?”, “baksanıza!”, “düşünsenize!” diye insanı tefekküre davet etmektedir.

Bediüzzaman, “Bütün varlık âlemi bir tefekkür levhasıdır. Şuur sahibi varlıkların yaratılışından maksat da, tefekkür vazifesinin yerine getirilmesidir.” Demiştir.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

www.NurNet.org

Hem Cennet Dava Edeyim, Hem Rahat Edeyim! (Şiir)

BEDİÜZZAMAN’IN CESARET EDEMEDİĞİ ŞEY!

Dua ve ibadetlerle Üstad meşgul oluyor
Saatlerce diz üstünde sürekli oturuyor

Yorulmuş ayaklarını saygıdan uzatmazdı
Geceleri meşgul olup uzun süre yatmazdı

O’nun ayak parmakları hepsi yara olmuştu
Bu şekilde oturmaktan nasır da bağlanmıştı

Talebesi Molla Resul bu halini görüyor
Üstad’ı çok sevdiğinden duruma üzülüyor

Yaralı parmaklarını Molla’ya gösteriyor
Onlara birazcık merhem sürmesini istiyor

Molla Resul kendisinden biraz büyüktü yaşça
Yaralı parmaklarına merhem sürdü yavaşça

Bu sırada Molla Resul Üstad’a şöyle diyor:
“Allah’tan korkarız ama senin ödün patlıyor

Biraz rahat otursaydın böyle olmayacaktı
Ayakların da bu kadar yaralanmayacaktı”

Bunun üzerine Üstad ona cevap veriyor
O manidar cevabında Molla’ya şöyle diyor:

“Bilmez misin biz ne için gelmişiz bu dünyaya
Ebedi hayatımızı burada kazanmaya

Olur mu hiç hem burada kendim rahat edeyim
Hem ahiret âleminde cennet dava edeyim

Olamaz da böyle bir şey rahat edemiyorum
Onun için de cesaret hiç de edemiyorum.

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

2011 Türkçe Olimpiyatları Başlıyor!

Gelin Tanış Olalım Dünyayı Yaşanır Kılalım!

Her yıl Türkiye’ye ‘Türkçe bayramı’ ve ‘Birleşmiş Milletler’ havası yaşatan Uluslararası Türkçe Olimpiyatları’nın 9’uncusuna 10 yeni ülkeden öğrenciler katılacak. Uluslararası Türkçe Öğretimi Derneği (TÜRKÇEDER) tarafından düzenlenen ve geçen yıl 120 ülkeden 750 öğrencinin katıldığı Türkçe Olimpiyatları’na bu yıl 130 ülkeden, Türkçe sevdalısı 1000 finalist öğrenci katılacak. Her yıl mayıs sonu ile haziran başı arasında düzenlenen olimpiyatlar, 12 Haziran’da Türkiye’de yapılacak genel seçimler nedeniyle bu yıl 15-30 Haziran 2011 tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Geçen sene kullanılan ‘Aynı dili konuşuyoruz’ teması bu sene ‘Gelin tanış olalım’ sloganıyla yenilenirken, Türkçe Olimpiyatları’nın final yarışmaları bu yıl da Ankara ve İstanbul’da gerçekleştirilecek. Ayrıca Türkiye’nin 20’den fazla şehrinde kapsamlı il etkinlikleri düzenlenecek. Türkçe konuşan dünya çocuklarına iki hafta boyunca Türkiye’nin önde gelen tatil merkezlerinden Kızılcahamam Asya Termal Tesisleri ev sahipliği yapmaya devam edecek.

Türkiye’deki Yabancı Öğrenciler Unutulmadı

Bu yıl olimpiyatlara ‘resim’, ‘ses’ ve Türkiye’de okuyan yabancı üniversite öğrencileri için ‘deneme’ yarışması eklendi. Bu üç yeni kategori ile olimpiyatlardaki yarışma alanı sayısı 20’ye çıktı. Resim yarışmasının konusu ‘kutsal değerlere saygı’ olacak. Yeni eklenen ‘ses’ yarışmasında ile şarkı yarışması arasında ‘dil’ farkı olacak. Şarkı yarışmasındaki şarkılar Türkçe, ses yarışmasındaki şarkılar ise öğrencilerin kendi anadillerinde söyledikleri şarkılardan oluşacak. Böylece yarışmacılar kültür şölenindeki stantlarıyla kendi kültürlerini tanıtmalarının yanı sıra ses yarışması ile de kendi dillerini tanıtma fırsatı bulacak.

Her Yıl On Bin Öğrenci Olimpiyatlara Hazırlanıyor

Uluslararası Türkçe Olimpiyatları Genel Sekreteri Tuncay Öztürk, olimpiyatlar için dünya genelinde bir yıl boyunca hazırlık yapıldığını belirterek, ‘her geçen yıl hem ülkemizde hem yurtdışında sesini duyuran ve takdir toplayan Türkçe Olimpiyatları’na her yıl yaklaşık 10 bin öğrencinin hazırlandığını ve öğretmenlerinin gözetiminde Türkçe öğrendiğini’ belirtti. Öztürk, “Olimpiyat heyecanını Türkiye’ye gelmeden hissetmeye başlayan öğrenciler, finallere katılabilmek için kendi ülkelerinde oldukça çekişmeli geçen elemelere giriyorlar. Her öğrencinin olimpiyatlara yalnızca bir kez katılma hakkı bulunuyor. Bu sayede her yıl binlerce farklı öğrenci Türkçe öğreniyor ve kültürümüzü yakından tanıyor. Ülke finallerini Türkiye’den de çok sayıda katılımcı izliyor.” dedi.

 

Öğrenciler 20 Ayrı Kategoride Yarışacak

Türkiye’deki Türkçe Olimpiyatları bir final niteliği taşıyor. Her ülke kendi içinde yarışmalar düzenleyerek finalistlerini seçiyor ve Türkiye’ye gönderiyor. Türkçe Olimpiyatları’na daha önce katılmış öğrenciler ikinci kez olimpiyatlara katılamıyor. Şarkı, şiir, ses ve halk oyunları yarışmasına 12-16 yaş aralığındaki öğrenciler, diğer yarışmalara ise 13-19 yaş aralığındaki ilk ve ortaöğretim öğrencileri katılabiliyor. Üniversite öğrencilerinin katıldığı deneme yarışmasında ise üst yaş sınırı 25.

Olimpiyatlar kapsamında Türkçe öğrenen yabancı öğrenciler için ‘konuşma, yazma, dil bilgisi, şarkı, şiir, ses, okuma, genel kültür, sunum, özel beceriler, resim, halk oyunları, deneme (1-2), ülke tanıtım stantları’ olmak üzere 15 ayrı yarışma düzenlenecek. Anadili Türkçe olup da yurtdışında yaşayan öğrenciler için ‘kompozisyon, şiir ve genel kültür’ yarışmaları düzenlenecek. Dünyaya Türkçe öğreten öğretmenler de olimpiyatlar kapsamında kendi aralarında yarışıyor. Bu öğretmenler ‘bilgi yarışması’ ile ‘ders anlatımı yarışması’nda hünerlerini gösteriyor. Olimpiyatlarla ilgili geniş bilgi ve başvuru için www.turkceolimpiyatlari.org internet sitesi kullanılıyor.

turkceolimpiyatlari.org