Murat tarafından yazılmış tüm yazılar

25. Söz 2.Cüz – Abdulhamid Hoca (Video)

Sohbete geçmeden önce yakın zamanda ciddi bir ameliyata giren Abdulhamid hocayla yapılan görüşmemizi ekleyelim dedik.

A.Hamit Hoca’mız sağlık durumunun dualar sayesinde çok iyiye gittiğini ifade etti.

Çok değerli Hocamızı evinde ziyaret ettiğimizde bu kadar hızlı bir şekilde iyileştiğini görünce bizlerde çok sevinip Allah’a (c.c) şükrettik. Hocamız hızlı iyileşmesinde cemaatin duasının çok büyük yeri olduğunu söyledi. O da cemaatimize hayır dualar ediyor ve dualarının devamını beklediğini söyledi. Bizlere de cemaatin ve Risale-i Nur’ların önemi konusunda kısa nasihatlarda bulundu. Allah bizleri Nurlardan ayırmasın.

A.Hamit Hocamız kısmet olursa salı günü memur dersine katılacak. Dersleri çok özlediğini, inşallah eski hizmetlerine tekrar başlama gayreti içinde  olduğunu ifade etti. Allah’a sonsuz hamd ve şükürlerini sunarak   bütün cemaate saygı ve selamlarını gönderiyor. Allah herkesten razı olsun.

Video: 25. Söz’den yapılan sohbette Kur’an’dan bahsedilmeye devam ediyor.

Çarpıcı örnekler ve güzel üslubuyla “Rab, Mucize, Acz” gibi bazı kelimelerin derinlemesine anlatıldığı Kırklarelinde yapılan ev sohbetlerinden birisi. Zamanla diğer sohbetleri de eklenecektir.

Kur’ân Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından geldiği için, On İkinci Sözde beyan ve ispat edildiği gibi,

Kur’ân,

  • bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır;
  • hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır;
  • hem bütün semâvat ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır;
  • hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir;
  • hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir;
  • hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir;
  • hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır;
  • hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir.

Ve şu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur’ân’a verilmiş ve daima da veriliyor. Kur’ân’dan sonra sair enbiyanın kütüp ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimât-ı İlâhiyenin ise, bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz’î bir ünvanla, hususî bir tecelliyle, cüz’î bir isimle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususî bir rahmetle zahir olan ilhamat suretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvânâtın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir.

İşte O Sohbet:

Bediüzzaman ve Siyaset (4)

Siyaset birlik ve beraberliğe zarar veriyor:

Üstadı bugünkü siyasî cereyanlara soğuk baktıran diğer bir sebep ise, siyasî tarafgirliğin milletimizin birlik ve beraberlik ruhuna verdiği büyük zarardır. Bu noktanın da yine insanın kalb âlemiyle yakın ilgisi var. İslâm’da Allah için sevmek ve yine Allah için düşmanlık beslemek esastır.

Bir risalede, bir insana zatı için değil, sıfatı için muhabbet edildiğini ifade buyurur. Bu kaide düşmanlık için de geçerli. İnsanların ne etine, ne kemiğine değil, ruhlarında taşıdıkları kötü sıfatlara düşmanlık beslenir. İyinin ve kötünün ölçüsü ise, İlâhî ferman olan Kur’an-ı Kerim’de ve onun tefsiri olan hâdis-i şeriflerde beyan buyrulmuştur. O halde Allah’ın beğenmediği, kerih gördüğü, yasakladığı sıfatlar kimde olursa olsun kötü; O’nun razı olduğu iyi ve güzel sıfatlar ise yine kimde olursa olsun güzeldir. Ama siyasette bu ölçü kaybolur. Kendi siyasî görüşünde olmayanlar her yönden kötü, kendi partilerine mensup olanlar ise her cihetle berrak ve sâfi telâkki edilir. Üstad bu yanlışın insanın kalp ve ruh âleminde yaptığı büyük zararı şu ifadeleriyle güzelce ortaya koyar:

“Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin! ‘Elhubbu fillahi velbuğzu fillahi’ düstur-u Rahmanî yerine, el-iyâzü billah ‘El hubbu fissiyaseti velbuğzu lissiyaseti’ düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve el-hannâs gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafdarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine mânen şerik eylemesin.” Kastamonu Lâhikası

Bir başka eserinden:

“Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, “Eûzü billâhi mineşşeytani vessiyaseti” dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasîyeden çekildim.” Mektûbat

Şefkat, vicdan ve hakikat siyasetten men ediyor:

Üstat Bediüzzaman hazretleri, kendisini siyasetten men eden bir başka ciheti ise şöyle dile getirir:

“Şefkat, vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokada müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlara müteallik yedi-sekiz masum, bîçare, çoluk-çocuk, zaif, hasta, ihtiyar var. Belâ ve musibet gelse o sekiz masumlar o belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için siyaset yoluyla, idare ve asayişi ihlâl tarzında, neticenin husulü de meşkuk olduğu halde girmek, Risale-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak şakirtlerini men etmiş.”

Bu ifadelerden hemen anlaşılacağı gibi, siyaseti dinsizliğe âlet eden onda iki gibi az bir grup. Gerek bunlara tâbi olanlar, gerekse bunların siyasetle alâkası olmayan çoluk çocukları, hastalar, ihtiyarlar ise onda sekiz. Bu azınlık gruba karşı aktif siyasetle meydana çıkılsa ve şer güçlerin engellemesiyle karşılaşıldığında daha da ileri gidilip “idare ve asayiş ihlâl” edilse, yani Kur’an’a ihlâs ile hizmet eden insanlar yönetimle karşı karşıya getirilse, o zaman iç kavgaya yol açılır. Ve böyle bir çalkantıda o dinsizler, büyük bir ihtimâlle, bir yolunu bulup kendilerini kurtarırlar, ama o masumlara büyük zarar olur.

İşte o masumların hukukunu düşünme inceliği, feraseti, himmeti ve şefkatidir ki, Risale-i Nur talebelerini siyasetten men etmiştir. Zaten vicdan ve hakikat da, masumların cezalandırılmasına cevaz vermez.

Halbuki, ikaz ve irşad yolu, ilim ve tebliğ yolu böyle zararlardan temizdir. Bu yol ile o zâlimler ıslah olmasalar bile, onlara aldananlar, hatta onların çoluk-çocukları imanla, İslâm’la müşerref olabilirler. İşte büyük Üstadı siyasete girmekten ve idareye karışmaktan men eden bu engin şefkat, himmet ve hikmettir.

İşte, asrının mânevî öncüsü olma şerefine mazhar bu büyük insan, böyle bir neticeye şahsî düşüncesiyle değil Kur’an’dan aldığı dersle ulaştığını, “Kur’an bizi siyasetten şiddetle men etmiş” ifadesiyle açıkça ortaya koyuyor. “En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlâhiyeye dayanmaktır.” Emirdağ Lâhikası.

Kökü dışarıda olan cereyanlar:

Üstadın siyaset noktasında üzerinde önemle durduğu bir başka nokta da, siyasete girenlerin kökü dışarıda olan menfî cereyanlara bilmeyerek de olsa âlet olmaları tehlikesidir. “Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek. O hizmetin kudsiyetini bozacak.” Şualar.

Eski Said döneminde dile getirilen bu gerçekler maalesef hâlâ belli bir ölçüde de olsa geçerliğini koruyor. Hâlâ siyasetimizin istiklâline tam kavuştuğunu söyleyemiyoruz. Kanaatimce, bunun en büyük sebebi iktisadî yönden dışa büyük ölçüde bağımlı olmamız. Üstadın, “i’layı kelimatullahın bu zamanda en büyük sebebi” olarak “maddeten terakki”yi görmesi bir yönüyle bu meselemize de bakıyor.

Oy kullanmak siyaset mi?

Son olarak oy kullanma ve mebus olma meselesi üzerinde de biraz durmak isterim. Üstad, Nur hizmetini hiçbir partinin menfaat odağı haline getirmemekle birlikte, seçimlerde kendisi oy kullandığı gibi talebelerine de kullandırmıştır. Bu noktada siyasetten beklediği tek şey, “def-i şer” hizmeti, yani başta Komünizm olmak üzere zararlı cereyanlardan memleketimizi muhafaza etmeleri.

İnsanları irşat ve ıslah görevi ise, ilim adamlarına ve mürşitlere ait. Bu noktada siyasetten bir şey beklemenin bir mânâsı yok.

Üstad, Demokrat Parti’ye rey verdiğini Halk Partisi’ne vermediğini açıkca beyan etmiş ve sebebini de şöyle izah etmiştir.

“Halk Partisi iktidara gelecek olursa, Komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslüman kat’iyyen Komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese edilemez. İşte bunun için hayat-ı içtimaîye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum.” Emirdağ Lâhikası.

Üstad, Demokrat Partiyi desteklemesi yanında onlardan bir fayda beklemediğini de açıkça beyan etmiş:

“Biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’an menfaatına kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil; belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muârız oldukları için; onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebeb oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz.” Emirdağ Lâhikası.

Mektupta, sözü edilen iki cereyandan birincisinin, “komünist, dinsizlik cereyanı,” ikincisinin ise, “ifsad komitesi namında bir komite,” olduğu ifade edilir ve bu komitenin hedefi de “müstemlekâtların, Türklerle alâkalarını kesmek için, Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek” şeklinde ortaya konulur.

Aynı mânâyı destekleyen bir başka ifadeleri:

“Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; “ehvenüşşer” olarak bakınız. Daha a’zamüşşerden kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.” Emirdağ Lâhikası.

Bugün artık Komünizm yıkılmış, ülkemizdeki politik kamplaşmalar ideolojik merkezli olmaktan belli bir ölçüde kurtulmuşlar, zıt görüşlü partiler birbirleriyle koalisyonlar kurma noktasına gelmişler ve devletçilikten her geçen gün biraz daha uzaklaşılması ve özel teşebbüse ağırlık verilmesiyle de siyaset eski önemini kaybetmiş.

Üstad, Halk Partiye oy vermenin Komünizm tehlikesini gündeme getireceği o dehşetli dönemde bile, suçu Halk Partisinin yüzde beşine vermiş, partiyi desteklemediği halde partililere düşmanca bir tavır takınmamış ve takındırmamış. Siyasî görüşüne bakmaksızın, iman hizmetini her insana ulaştırmak onun her zaman birinci gayesi olmuş.

Bütün bunlar Nur’un siyaset hakkındaki fevkalade isabetli düsturlarından bir demet. Bunları bilen insan, bu hizmeti hiçbir dünyevî ve siyasî cereyana âlet edemez. Ama, bazı Nur talebeleri siyasete atılmak isteyebilirler. Üstad onlara da bir engel çıkarmamış ama önemli kayıtlar ve şartlar getirmiş:

“Siyaset hesabına değil; belki Nurların intişarı ve maslahatı hesabına bazı kardeşler; Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilir.” Emirdağ Lâhikası.

Demek ki, siyasete menfaat ve ikbal gibi süflî gayeler için girilmeyecektir. Önemli bir nokta: “Nurların maslahatı namına” siyasete girmek başka, “Nurlar namına” girmek daha başkadır. Birincisi bir niyet meselesidir. İkincisinde ise, siyasete giren şahıs Nur Talebelerinin desteğini arkasında görmek ister. Nurların “her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı olması”, Nur talebelerini bir siyasî partinin yan kuruluşu gibi çalışmaktan men eder.

Bu nokta dikkate alınmadığında, kırgınlıklar, nazlanmalar, ihtilâflar çıkabilir. Bunun Nur hizmetine vereceği zarar mutlak, siyasetin getireceği menfaat ise tahminî ve hayalîdir. Bu sebeple, şahıslar siyasete ancak kendi namlarına girebilirler, ama Nur talebelerinden kayıtsız şartsız destek bekleme gibi bir ruh haletine girmekten de şiddetle kaçınırlar.

www.SorularlaRisale.com

Bediüzzaman ve Siyaset (3)

Üstad, ne meşrutiyet ne de cumhuriyet döneminde hiçbir partide görev almadığına göre, onun “siyasetten çekildim” sözünü nasıl anlayacağız?

Üstadın meşrutiyet döneminde verdiği bir mücadele vardı. Batıyı her yönüyle körü körüne taklit etmek yerine, Japonlar gibi, garbın sadece tekniğini almak, ama bunu yaparken kendi öz değerlerimizden de taviz vermemek fikrinde idi. Bu konuda gazetelerde yazılar yazmış ve bir takım içtimaî hizmetlere tevessül etmişti. Diğer taraftan, doğuda dinî ilimlerle fennî ilimlerin birlikte okutulacağı bir üniversite açılması için gayret göstermiş, bu arzusunu devrin padişahına kadar ulaştırmıştı.

Üstadın eski Said döneminde icra ettiği bu gibi içtimaî ve bir yönüyle de siyasî hizmetler daha sonra yerini tamamen iman hakikatlerinin neşir ve ilânına bırakmıştır.

Din, siyasete âlet edilemez:

Nur hizmetinin siyasî ihtilâflardan uzak tutulması gereğini ifade eden önemli bir ders: “Nur şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünki iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri var. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalâlete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.” Emirdağ Lâhikası.

Siyasetin tarafgirliğe ve ihtilâfa yol açması hususundaki endişelerinin bir başka cihetini ortaya koyan şu ifadeler de çok enteresandır:
“Dediler:
–Dinsizliği görmüyorsun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.
Dedim:
–Evet lâzımdır. Fakat kat’î bir şart ile ki, muharriki aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hata da etse, belki ma’fuvdur. İkincisi isabet de etse, mes’uldür. Denildi:
–Nasıl anlarız?
Dedim:
–Kim fâsık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, sû-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mal-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslekdaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.”
Sünuhat

Din namına ortaya çıkma denilince, hemen dinîn siyasete âlet edilme endişesi hatıra gelir. Üstad bu noktada çok hassastır. Tâ meşrutiyet döneminde sarf ettiği şu sözler onun bu husustaki hassasiyetinin bütün ömrü boyunca hiçbir sapma göstermeksizin devam ettiğinin en güzel ifadesi:

“İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyet’in kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.” Hutbe-i Şamiye

Üstad, Kur’an tefsiri olan Nur Risalelerini dünyevî ve siyasî bir maksada âlet etmeyi, kırılacak şişelere bâki elmas fiyatı vermeye benzetir.

“Kur’an ve imanın hizmeti ne için beni men’ediyor dersen, ben de derim ki: Hakaik-i imaniye ve Kur’aniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyaset ile âlûde olsa idim; elimdeki o elmaslar iğfâl olunabilen avam tarafından, “Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?” diye düşünürler. O elmaslara, âdi şişeler nazarıyla bakabilirler.” Mektûbat

Aynı mânâyı takviye eden bir başka ders:

“Kur’an bizi siyasetten şiddetle men’etmiş. Evet Risale-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatlarla gayet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli bürhanlar ile Kur’ana hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz.” Şualar

Kur’an bizi siyasetten şiddetle men’etmiş” cümlesi değişik yönlerden ele alınabilir:
Nasıl Kur’an bütün bir insanlığın irşadı için inzâl olmuşsa, onun tefsirleri de bütün bir beşeriyet içindir. Onu sadece bir gruba mal edip geride kalan insanları ondan mahrum bırakmak, Kur’an’ın cihan şümullüğü ile bağdaşmaz ve Kur’an böyle bir anlayışı reddeder.

Kur’an’ın ulvî hakikatlerinin süflî menfaatlere âlet edilmesini de Kur’an kabul etmez. Doğruluk, muhabbet, beraberlik esaslarını mü’minlerin kalplerine yerleştiren Kur’an’ın, yalana, iftiraya, bölünme ve parçalanmaya yol açan siyasî kavgaları kabul etmeyeceği de açıktır.

Bir başka sebep de şu olsa gerek: Her asrın müceddidi Kur’an’dan o asrın ihtiyaçlarına ve mizacına en uygun bir tebliğ ve hizmet metodu istihraç etmiş. Üstad ise Kur’an’dan ‘siyasetsiz hizmet’ dersini almış oluyor.

www.SorularlaRisale.com

Said Nursi ve Şeyh Said

Çok önceleri konuşulan, zamanında gündemi çok meşgul eden; Bediüzzaman Said Nursi ismiyle, çoğu kişi tarafından bilinmeden karıştırılan veya bazı kesimlerin özel itinalarıyla karıştırmak istediği iki isim hakkında yanlış bilgi taşıyanları bilgilendirme ihtiyacı duyduk.

Bu iki isim, Bediüzzaman ile aynı dönemde yaşamış insanlar : 1. Şeyh Said, 2. Said Molla.

1. Şeyh Said, 1865’de Elazığ’ ın Palu ilçesinde doğan Şeyh Said efendi Medrese eğitimi aldı ve babası Şeyh Mahmut’un vefatından sonra şeyh oldu. Palu’dan, Erzurum’ un Hınıs kazasına yerleşip, kısmen ticaret ve medrese eğitiminde talebe yetiştirmekle meşgul oldu. 1 Şubat 1925’ de tarihte “Şeyh Said İsyanı veya Olayı” diye bilinen hadisenin başında yer aldı. Beşbin kişilik bir güçle ayaklanma başlattı. Bu ayaklanma Hani, Muş, Elazığ, Varto ve Erzurum’a yayıldı. 2 Mart 1925’ de harekete geçen devlet güçleri ayaklanmayı bastırdı. Hemen ardından Takrir-i Sükun Kanunu çıkarıldı ve bu kanun çerçevesinde İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Kurulan bu İstiklal Mahkemelerinden, Şark İstiklal Mahkemesi’ nde yargılanan Şeyh Said ve beraberindeki 47 kişi idama mahkum edildi… (29 Haziran 1925)

Şeyh Said Efendi, bu isyan hareketinden önce Bediüzzaman Said Nursi’ye bir mektup yazarak iştirak etmesini talep etmiş, ancak Bediüzzaman “Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya kılınç çekemem ve size iştirak etmem.” diye karşılık vermiştir.

2. Sait Molla, Cumhuriyet’ in kurulmasından önce kurulan cemiyetlerden birisi olan “İngiliz Muhipleri Cemiyeti” kurucusu, ingiliz ajanı olan bu şahıs çeşitli şekillerde halkı, veya hükümet yetkililerini İngiliz sevgisi ile aşılamaya çalışan bir İngiliz sempatizanıdır. Bu zat ile alakalı tarihi kaynaklarda pek çok ifadeler bulunmaktadır. O dönemde Mister Frew isimli rahiple olan yazışmaları, meclis yetkililerine attığı telgraf ve mektupları, Mustafa Kemal’ in bizzat Nutuk’ da ve Millet Meclisindeki konuşmalarında da ilan ettiği üzere, tarihe vatan haini olarak geçmiş bir şahıstır.

Bu şahsın Bediüzzaman hazretleri ile kasten karıştırılması tarihi az-çok bilenler ve Bediüzzaman’ ın Risale-i Nur eserlerini birazcık karıştıranlar için oldukça komik bir iddiadır. Çünkü Bediüzzaman, İngilizlerin, İstanbul’ u işgali esnasında halkın birlik ve beraberliği sağlamak namına halka konuşmalar yapıp, eserler neşredip milli mücadelede bulunmuş, hakkında İngilizlerin idam kararı verdiği tarihi ve milli bir kahramandır.

Diğer tarafdan vatanın diğer ucunda Ermenilere karşı vatan savunması yapmış, Ruslara esir düşmüş büyük zorluklar ve fedakarlıklar yapmış, mukabilinde o zamanki hükümet tarafından taltif edilmiş, mükâfatlandırılmış birisidir. Hal böyle olunca Milli bir kahraman olduğu o dönemin hükümeti tarafından bile kabul edilip, takdir edilen birisini, bu durumun tam aksiyle yani bir “İngiliz ajanı ile” karıştırmak normal şartlarda pek de masumane bir yalan olmamaktadır.

Yusuf Sıddık