Kategori arşivi: Günlük Paylaşımlar

Cennetin Dört Basamağı

Bir rivayette ‘Cennet, Bilal, Ali, Ammar ve Selman’a müştaktır’ diye buyrulmuştur. Bu isimler ile ‘şevk’ kavramı arasındaki ilişkiye dikkat çeken Muhyiddin İbn Arabî, eserinde şu görüşlere yer verir: ‘Cennetin iştiyak duyduğu bu zatların isimlerinin de şevk ve iştiyak manasını göstermesi gerçekten harika bir tevafuktur.’ Şöyleki:

Şevk (iştiyak) sevdiğine kavuşmaya onunla buluşmaya bir arzu ve bu arzudan doğan bir elemi (acıyı) ifade etmektedir. Bu mana sözkonusu isimlerde de geçerlidir. Mesela;

Bilal: kelime olarak ‘belle’ kökünden türemiştir. Manası, hastalıktan kurtulmaktır. ‘belle’r-recülü min meradıhi, ebelle min dâihi’, ‘Adam hastalığından (onun eleminden) kurtuldu’ demektir. Demek, cennet ancak Bilal’e kavuşmakla, ona duyduğu iştiyakın verdiği acıdan kurtulabilir.

Cennet YoluSelman: Selamet kökünden gelir, hastalık acı ve kederlerden korunmuşluğu ifade eder. Buna göre cennet, ancak Selman’ın oraya gitmesiyle keder ve acılardan korunmuş olabilir.

Ammar: Tamir eden bir şeyi mamur hale getiren demektir. Buna göre Cennet, ancak Ammar’ın oraya teşrif etmesiyle gerçek anlamda mamur hale gelebilir.

Ali: Bu kelime yükseklik, yücelik ve ülviyeti ifade eder. Buna göre, Cennet, ancak Ali’nin oraya gitmesiyle gerçek kemaline ulaşır, âlî bir cennet hüviyetini kazanır ve huzura kavuşur.

(1) Hadisin ifadesini İbn Arabî bu şekilde yorumluyor. Kanaatime göre bu hadisi şu şekilde yorumlamak da mümkün: Cennete, iki basamaklı bir asansörle çıkılır. Basamaklardan biri yasaklardan korunmaya, diğeri ise emirleri yerine getirmeye bakar. Biri, noktalı hı ile tahliye etmeye (nefsi kötü şeylerden arındırmaya), diğeri noktasız hı ile tahliye etmeye (nefsi güzel şeylerle süslemeye) bakar.

Bu çerçevede konuyu değerlendirdiğimizde, diyebiliriz ki cennet ehli hal ve varlık dereceleri bakımından genel olarak sekiz cennet bölgesinde yaşayacak ve bu farklı dereceleri ise, şu dört isim temsil edecektir. Bu dört derece ise müspet ve menfi olmak üzere ikişer basamağa işaret etmektedir ki, bunlar sekiz adet cennete uygundur.

Birinci basamak: Bilal basamağıdır. Bu basamak, manevî küfür hastalığından kurtulup, imanla sağlığına kavuşmaktır. Cennet, günde beş defa ezan okuyarak, hem kendi nefsini, hem de diğer insanları Allah’ın birliğine, Hz. Muhammed’in (a.s.m) risaletine, namaza ve kurtuluşa çağıran ve böylece onları manevî hastalıklardan kurtulup, ebedî hayatta hayat bulmaya davet eden ve en ağır işkenceler altında bile ‘Ahad, Ahad’ (Allah birdir, Allah birdir) diyerek zalimlerin yüzüne haykıran Bilal gibi kalbî uyanık kimselere iştiyak duymaktadır.

İkinci basamak: Selman basamağıdır. Küfrün tortularını söküp atmak ve imanın güzellikleriyle ahlaklanmak, böylece kalb-i selime sahip olmak. Çünkü Daru’s-Selam’a ancak kalb-i selimle çıkılır. Buna göre, Cennet ancak ruh, kalb, akıl ve vicdanıyla kötülüklerden sıyrılmış, bütün hayatında Allah’ın kaza ve kaderine boyun eğmiş ‘kahrın da hoş, lütfun da hoş’ diyerek, iman gülünü itiraz dikenlerinden uzak tutmuş, her yönüyle İslam dinine teslim olmuş Selman gibi kimselere muştaktır.

Üçüncü basamak: Ammar basamağıdır. Bu basamak, insanın kendi hayatında, İslam bünyesini tahrip eden her türlü kötü virüslerden arındırıp, söz konusu bünyeyi tamir eden güzel ahlakla donanmaya açılan bir basamaktır. Allah’tan başka ilah olmadığını ifade eden ‘Lâ ilahe’deki ‘L⒝ süpürgesiyle yoldaki küfür ve şirkin bütün pisliklerini süpürüp çöp tenekesine attıktan sonra, Allah’ın varlığını ve birliğini ilan eden ‘İlla Allah’daki ‘İlla’ asansörüyle tevhit sarayına çıkmaktır. İslam’ın ‘imansız ve müşrik olarak ölen kimsenin asla cennete giremeyeceğine’ dair hükmü, bu gerçeğin bir belgesidir. Demek ki, Cennet, hayatı boyunca müspet haraket eden, hem kendisi hem de başkası için tevhit ekseninde dünya ve ahiret hayatını tamir etmeye çalışan Ammar gibi insanlara müştaktır.

Dördüncü basamak: Ali basamağıdır. Bu basamak, âli cennetlere götüren ülvî bir derecedir. Nefsin bütün heva ve hevesinden, bütün süflî arzulardan uzaklaşıp, ruhun ulvî istek ve arzularını en yüksek derecede tatmin etmek, insanın ahsen-i takvimdeki âlî mahiyetini, Allah’ın rızasını kazandıran potada eritmek, bütün benliğiyle ulvîleşmeye bakar. İnsanları Hz. Peygamber’e (a.s.m) komşu yapan ve Cennet-i âliyede ikamet etmesini sağlayan en âli basamak budur.

Demek ki, cennete girmek için, manevi kirlerden kurtulup, kalb-i selime sahip olarak, içini ve dışını tamir ettikten sonra Allah’a dost olmayı ifade eden velayet yollarına girmek gerekir. Çünkü cennete ancak Allah’ın dostları girebilir. Peygamberlik dışında, Hz. Harun’un Hz. Musa’ya nispeti ne ise, Hz. Ali’nin Hz. Muhammed’e (a.s.m) nispeti de odur. Nitekim hadis-i şerifte de Hz. Peygamber (a.s.m): ‘Peygamberlik hariç, Harun’un Musa’ya olan nispeti ne ise senin de bana nispetin odur’ diye buyurmuştur. 1 bk. Tirmizî, Menakıb, 34; Mecmau’z-Zevaid, IX/344; İbn Arabî, Futuhat, I/317.

Niyazi Beki / Zafer Dergisi

 

Müslüman Terörist Olamaz

Dünyayı sarsan ve sadece Fransa halkının değil bütün dünyanın üzüntüsü haline gelen terör hadisesini şiddetle kınıyor ve lanetliyoruz.
İslam hoşgörü dinidir; insanı en kıymetli varlık olarak kabul eder; ma’sum insanlara karşı yapılan tecavüz ve hücumları büyük günahlar arasında sayar. Nitekim bahsini ettiğimiz Kur’an ayeti bunu haykırmaktadır: ‘Kim bir başka canı öldürmek veya yeryüzünde anarşi çıkarmak gibi bir suçu bulunmadan haksız yere bir cana kıyarsa, bütün insanlığı öldürmüş gibi olur. Kim bir canının kurtuluşuna vesile olursa, bütün insanlığı ihya etmiş gibi olur. Bizim peygamberlerimiz, onlara çok açık deliller getirdiler. Ancak bütün bunlardan sonra insanlardan çoğu yine yeryüzünde aşırıya gitmiş ve zulm etmişlerdir.’ (5: 32).
Gerçek şu ki, müslüman ölüme değil, sadece hayata hizmet eder. Bu hadise sebebiyle İslamın koyduğu iki temel hukuk prensibini asla unutmamalıyız:
Birincisi: Kur’an’ın ‘Bir suçlu bir başka suçlunun yükünü yüklenemez’(6: 164). Yani bir cani yüzünden bir başka insan asla cezalandırılamaz. Hukukta cezalar ve suçlar şahsîdir.
İkincisi ise, berâat-i zimmat esastır. Yani suçluluğu isbat edilinceye kadar kimse suçlanamaz. Delil olmadan kimseyi cezalandırmak adalet değildir. Aksi isbat edilmedikçe insanlar masum kabul edilirler. Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu nakledilmektedir: ‘Bir mü’min, ma’sum bir insanı gayr-i meşru bir yolla öldürmediği müddetçe din dairesi içinde kendini koruyabilir.’
İslam selm ve müsâlemet yani barış demektir. Bu da göstermektedir ki, beden ve aklın gerçek barışı, ancak Allah’a itaat ve teslimiyetle mümkün olur. Bir müslüman da ancak toplum içinde uyum ve barış içinde yaşarsa mükemmel bir müslüman olur. Allah’a itaat ve kulluk içindeki bir hayat, kalb huzurunu doğurur ve toplum hayatında gerçek barışı temin eder (Kur’an, 13:28-29).

Allah’ın bütün peygamberleri, insanlığı doğru yola davet ederken bu hakikatı tebliğ etmişlerdir. Hz. Peygamber’in şu hadisini burada hatırlatmalıyız:

‘Şu üç şey vardır ki, iman dahil temel unsurlardır:

– Ekonomik sıkıntıda olsalar dahi insanlara yardım etmek;

– Bütün şevkıyle insanlığın barışı için dua etmek;

–  İnsanın kendisine istediği adaleti herkese karşı icra etmek.
Hz. Peygamber yine buyurdu:
Bütün insanlar bir sürü gibidir; bu sürünün her bir ferdi diğerlerinin bekçisi ve çobanı gibi olmalı ve bütün sürünün sorumluluğunu üstlenmelidir.’
‘Birlikte yaşayın, ittifak edin; ihtilafa düşmeyin; kolaylaştırın; biribirinize engel ve zorluk çıkarmayın.’
‘Komşusu aç iken tok yatan hakiki mü’min değildir.’
‘Allah’a iman eden müslüman bir kişi, başkasının canına ve malına zarar vermeyen kişidir.’
Kısaca ifade etmek gerekirse, İslam ne fertleri ve ne de toplumu ihmal etmemiştir. Bilakis her ikisi arasında tam bir uyum ve dengeyi kurmayı hedeflemiştir. İslamın mesajı, bütün insanlık içindir. İslam’a göre Allah, bütün âlemlerin Rabbidir(Kur’an, 1:1). Hz. Peygamber de bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamberdir.‘Ey insanlar! Ben sadece Allah’ın bütün insanlığa gönderdiği bir peygamberim“ (7: 158). ‘Biz seni sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (21: 107).
İslam’da, bütün insanlar, renk, dil, ırk ve vatan farklılığı gözetilmeksizin eşit kabul edilmişlerdir. Bugün aydınlanma çağı denen çağımızda dahi, insanlar arasında zikredilen sebeplerle hala engellerin, ayırımcılığın ve farklı muamelelerin bulunduğunu inkâr edemeyiz. İslamiyet, bütün bu ayırımcılıkları ve imtiyazları ortadan kaldırmakta, herkesin Allah’ın mahluku olmak hasebiye eşit olduğunu aleme ilan etmektedir. İslamiyet gerçek manada beynelmilel bir bakışa sahiptir ve renge, kabileye, ırka, kana ve bölgeye dayalı imtiyazları şiddetle reddeder. İnsanlığa karşı yapılan her hücumu kınıyoruz. Masum insanları hedef alan bütün tecavüzlerden dolayı müteessiriz. Zalimlerin yanında mazlumların öldürüldüğü toplu katliamları, İslamiyet şiddetle yasaklamıştır. İslama göre, hiç bir kimse başkasının hatası sebebiyle mes’ul tutulamaz.
İslamiyet masum ve korumasız insanların öldürülmesine asla müsaade etmez. Şayet, bu tür katliamlar, taraflı basının ve haber kaynaklarının iddia ettikleri gibi, bazı müslüman fertlerden sadır olursa, İslam namına ve din namına bu zalim insanları suçlu ve günahkâr ilan ederiz. Zulm edenlerin, din, ırk ve cinsiyet farkı gözetilmeksizin mutlaka caydırıcı bir ceza ile cezalandırılması gerektiğini de önemle belirtmek isteriz.
Bu hadiseler karşısında, devletler ve fertler olarak şu hakikati unutmamalıyız: Siz bir gemide veya bir evde bulunsanız, sizinle beraber dokuz masum ile beraber bir cani olsa, bu gemiyi batırmaya veya o haneyi yakmaya çalışan bir adamın ne derece zulm ettiğini tahmin edersiniz. Onun zalimliğini semavata işittirecek derecede bağıracaksınız. Hatta, bir tek masum ve onun yanında dokuz cani de olsa, yine o gemi ve ev, hiç bir adalet kanunuyla batırılamaz ve yakılamaz. Aynı şey bu hadiseler için de geçerlidir. Biz bu kanlı ve vicdansız eylemleri kınarken, benzerlerini yapmanın da daha tehlikeli olduğunu hatırlatmak istiyoruz.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Rahat Meyli ve Yazmak

Yazı yazmakta fikirleri derlemek, toplamak ve arzetmek; onları dağınıklıktan kurtarmak, çeki-düzen vermek ve bir mantık silsilesi içinde intizama sokmak vardır. Yazmak yoluyla fikirlerini böyle bir teftişe sokan, onları kontrolsuzluktan, başıboşluktan, derbederlikten kurtararak onlara en iyi şekli vermeye de çalışır. Bu gayretinin neticesinde meydana çıkana önce bizzat kendisi bakarak, yazdıklarının ilk ilk okuyucusu, ilk tetkik edicisi, ilk tahlil edicisi ve ilk tenkid edicisi olabilir ve bu faaliyetlerini birçok defalar -bu mevzudaki hassasiyetinin derecesi ile mütenasip olarak- tekrarlayabilir. Başkalarının bulabileceği hatalarını onlardan daha önce kendisi bulur ve düzeltebilir. Başkalarının yapabileceği tahlilleri, tenkitleri daha önce kendisi yaparak yazısının daha iyinin nasıl olabileceğini daha önce kendisi düşünebilir. Bu öncelik hakları aslında çok mühimdir; bu haklarının kıymetini bilmeli ve iyi kullanıp semeresini alabilmelidir. Fikirlerin böylece gizlilikten alenîliğe çıkışı ve kaydedilmiş hale gelişi ile, onların mahiyetleri üzerinde tetkiki, tahlili, tenkidi ve tashihi daha iyi yapılabilir.
Fikirlerin bu şekilde yazıya dökülmesi ve umuma teşhiriyle onların teftişe sokulması, her teftiş gibi, bu teftişi verene de çeşitli derecelerde zor gelir. Ama zor gelmesi, bu fikrî teftişten kaçmanın kâfi ve haklı bir sebebi kabul edilemez. Çünkü bu fikrî teftişin faydaları çoktur ve onun zorluklarına galebe eder.

  Yazmak vesilesiyle fikirlerini bu teftişe hazırlamak ihtiyacını hisseden, muhakeme tarzındaki ve ifade şeklindeki eksiklerini, hatalarını, az gelişmişliklerini tashih ve tekâmül ettirebilmeğe daha fazla müteveccih olabilir; çünkü, bu ona vazgeçilmez, ihmal edilmez ciddî bir vazifesi halinde görünebilir ve bu vazifesinin ifasına çalışabilir. Yazmak vasıtasıyla fikirlerini böyle bir teftişe arz etmeyenlerde ise, bu mevzulardaki mecburiyet ve mükellefiyet hissi daha zayıf ve muhayyer kalabilir; zira, irade-i cüz’îyyeleri bu mevzuda kendilerini nispeten serbest telakki edebileceklerinden, sadece kendilerine saklayıp yazılı bir halde izhar ve teşhir etmedikleri fikirlerini, başkalarının da teftişine arzetmeden önce kendilerinin murakabe etmesi ihtiyacı onlarda daha az olabilir.
Tabiî ki bunlar, umumî olarak söylenebilecek hususlardır ve istisnaları da vardır.
Yazmanın böyle bir fikrî teftişe hazırlanmak yoluyla fikrî tekâmüle medar olması, onun zorluğunu unutturması icabettiren calib-i dikkat bir hususiyetidir.
Bu manâsıyla yazmanın zorluğundan ürkmeden ve yılmadan, arada sırada bir “fikrî teftiş” için fikirlerini murakabe faaliyetinde bulunarak onları tashihe, tanzime, en iyi ve doğru istikamete tevcihe çalışmak, sonra da bunları ifade şeklinde ayni çalışmaları devam ettirmek, bilhassa iletişim teknolojilerinin ve imkânlarının çok geliştiği ve insanların büyük çoğunluğunun onları çok kötü maksatlarla kullandığı asrımızda belki her mükellef için farz-ı kifaye olmaktan çıkmış ve farz-ı ayn haline gelmiş olan “emri bil ma’ruf ve nehy-i an’il-münker”i yapabilmek için çok hayırlı ve faydalı bir tavsiyedir.
Her hayırlı işe karşı çıkmak için insanın irade ve karar mekanizmasını hataya sevketmeye uğraşan ve bu hususta çeşitli silâhları kullanan şeytan, burada da, ekserî hallerde olduğu gibi insandaki “rahat meyli”ni tahrik ile bu hayırlı ve faydalı işi yapmasına da manî olmağa çalışır; yapılacak işin zorluklarını insanın gözünde büyüterek onu bu işten alıkoymaya gayret eder ve ekseriya da muvaffak olur.
“Meyl-ür-rahat”, böylece insanın ebedî hayatı için de, dünya hayatı için de birçok kayıplarının bir müsebbibi olur.
Halbuki insan, meşakkatli gibi gelen mühim ve hayırlı işlerdeki rahatı ve “rahat meylini” -peşine talip olmak zaafının esiri olarak- dünyada tatmine çalışmak ile bu işlerden geri kalmaktaki meşakkati iyi düşünebilmelidir.
İnsandaki en kontrola muhtaç meyillerden biri olan “rahat meyli” ile alâkalı şu sorunun cevabını da burada düşünmeye çalışmanın yeridir:
  “-İnsan dünyada yaşarken bütün niyet, karar ve davranışlarında ‘rahat meyli’ni ön plâna alsa, acaba onun elde edebileceği ‘rahatlık semeresi’ ne olabilir?”
Bu sorunun cevabı bütün insanlar için ayni ve kesin bir şekilde, tabiî ki verilemez. Buna rağmen, bu soruyla alâkalı olarak şu hususların gözönüne alınmasında mutlaka faydalar vardır:
  Bütün niyet, karar ve davranışlarında “rahat meyli”ni ön plâna alan bir insan, dünyada belki de hiç rahat bulamayabilir. Dünyadaki “rahat meyli”ni esas alan, âhireti kazanabilmek için yapması icabeden ibadet ve hizmetleri ihmal edeceği için, âhirette de rahatı bulamaz.
İnsanın, ömür müddetinin ne kadar olacağı hakkında hiçbir garantisi yoktur. Ecel vakti gizlidir; her an gelebilir, genç-ihtiyar farkı yoktur. İnsanın dünyada ne kadar yaşayacağı belli olmadığı gibi, ömrünün mükellef, âkil ve bâliğ olmadan önceki bir kısmı çocukluk devresi halinde; vücudunun acz, zaaf ve hastalıklarının eza verdiği diğer bir kısmı da ömrünün diğer ve ihtiyarlık devreleri halinde, rahat meylini şuurlu bir idrakle tatminden uzak olarak geçmektedir.
İnsanların gençlik devreleri büyük bir ekseriyetle, dünyada maişet vasıtaları olabilecek meslekleri kazanmak için hazırlanmalarıyla geçer ve onlara “rahat meyilleri”ni tatmin imkânını vermez. Tahsille, askerlikle, gurbetlerle, yokluklarla, musibet ve sıkıntılarla dolu ömür safhaları, aslında insanlara dünyada rahatı aramamayı ikaz eder; fakat, insanlar ekseriya bu ikazları anlamaz.
Dinî kaynaklarımızda açıkça belirtildiği gibi, bu dünya rahat yaşamak yeri değildir. İnsan bu dünyaya kendi isteği ile ve maksadını kendi tesbit edeceği şekilde gelmediği gibi, rahat bir fanî ömür sürsün; sonra ölsün, toprağa karışsın, diye de gönderilmemiştir! İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin asıl maksadı ve gayesi: Hâlik-ı Kâinatı tanımak ve ona iman ile ubudiyet etmektir. 
İnsan, bu dünyadaki varlığının asıl sebebine uygun olarak yaşamaya ve içine yaratıcısı tarafından dünya imtihanı için konulmuş “rahat meyli”nin de dünyada tam tatminini istemenin bu dünyadaki aslî vazifelerini yapmasına mani olacağının şuurunda olmaya çalışmalıdır.
İnsanın kısa dünya hayatına sığışmayan çeşitli meyillerinin ve isteklerinin bulunması aslında, bunların karşılığının verileceği ebedî bir âhiret hayatının varlığının da birer isbat vasıtasıdır. İnsan, kendisini ekseriya tesiri altına alan “rahat meyli”ne de bu anlayışla bakabilmeli; ona “rahat meyli”nin karşılığının, ebedî Cennet hayatında fazlasıyla verileceğini düşünebilmelidir. Çünkü onun içine o meyli koyan, o meyli kullanması şekliyle de onu bu dünya hayatında imtihan etmektedir. “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi” veciz sözü, “rahat meyli”ni kullanmak imtihanında da insana mühim bir uyarıcı olmalıdır. Aksi halde, insanın bu meylinin dünyada tatminini bütün niyet, karar ve davranışlarında en ön plâna alması, onun için hem faydasızdır ve hem de ona çok büyük zararların celbine sebep olabilir.
  “Rahat meyli” mevzuunda, iman esaslarını kabul edenler için şu husus da çok açıktır: Dünyadaki geçici ve kısa bir rahatlığı âhiretteki hakikî ve ebedî rahatlığa tercih etmek ve bu şekilde dünyada yapması icabeden vazifelerini ihmal etmek; insanın kendi nefsinde çok kuvvetli olarak varlığını hissettiği, bazan galip gelemediği ve uğrunda çok hayırlı işleri terkettiği “rahat meyli”ne de onun âhiret hayatını da içine alacak küllî manâda tamamen ters düşmektedir!..

Mustafa Nutku

Sadaka Sadakattir

Eskilerin eskimez bir sözü vardır; “Kâmus namustur” diye. Öyledir gerçekten. Zira, düşüncenin ve anlamın taşıyıcısı kelimelerdir; insanlar, kelimeler ile düşünür ve anlaşırlar. O yüzden, kelimelere, yani kâmusa dair bir yozlaşma, ister istemez doğru düşünüşün ve doğru anlayışın da mahvını getirmektedir. Kur’ân-ı Hakîm’in ve onu bize bildiren Hz. Peygamber’in bazı kelimeler üzerindeki ısrarının bir hikmeti de bu olsa gerektir.

Meselâ, kök itibarıyla ‘kat kat artma’ anlamını taşıyan ‘riba’yı, yani ‘faiz’i ele alalım. ‘Riba’ (kat kat artma) kelimesini özellikle faiz için ilk kez kullananlar, faizi benimseyen ve beğenen insanlar olmalı ki, bu kelimeyi lâyık görmüşlerdir ona. Oysa Kur’ân, bu kullanımın ardındaki yanlış düşünüşe karşı ince bir uyarıda bulunur bir âyetinde. Hayır, yanlıştır; riba (faiz), kat kat artmaz, bilakis ‘Allah ribayı mahveder’ (bkz. Bakara, 2:276). Buna karşılık, âyetin hemen sonraki ibaresine bakarsak, ‘sadakayı da ribalandırır.’ Yani, ‘riba’ adı verilen şey hakikat-ı halde mahvolan ve mahva götüren birşeydir; ve eksilme zannedilen sadaka ise ribalanan birşey.

Kadîr-i Zülcelâl alınan ribanın hesabını soracağı gibi, verilen sadakaların kat kat fazlasını verir, verecektir ve vermektedir. Bu âyetiyle hakikate aykırı anlamlar çağrıştıran bir kelime olarak ‘riba’ya karşı bizi uyaran Kur’ân, öte yandan, birçok kelime için bir teyid zemini sunar. Meselâ, ‘sadaka’ kelimesi, bilinen anlamıyla Kur’ân nazil olmadan önce de kullanılan bir kelimedir muhtemelen. Ve, Kur’ân, bu kelimeyi, bir dizi âyetinde açık biçimde kullanır.

Sadaka, bildiğimiz üzere, bir insanın ihtiyaç hâlinde gördüğü başka insanlara kendi malından verdiği birşeyin adıdır; ama, kök anlamı itibarıyla, ‘sadaka’nın ‘vermek’le hiç mi hiç alâkası yoktur. Sadaka, kök anlamı itibarıyla, ‘sadakat’le, ‘sıdk’la, ‘tasdik’le akrabadır. Ve bu kelimeyi bildiğimiz sadaka anlamında defalarca kullanan Kur’ân, bildiğimiz ‘sadaka’ ile bildiğimiz ‘sadakat’ ve ‘tasdik’ arasındaki anlam akrabalığına da çeker dikkatimizi.

Sadaka, sadakattir gerçekten. Zira, sadaka, “Mülk O’nundur” sözünü gerçekten bilerek ve inanarak mı söylediğimizin, mülkün Malikinin gerçekten Allah olduğunu tasdik edip etmediğimizin bir sınanması hükmündedir. Kendisinde olanı gerçekten O’ndan bilen biri, bunu ‘sadaka’ ile teyid ve tasdik eder. Zira, ancak Verenin O olduğunu bilen bir insan gönül rahatlığıyla ve karşılığında maddî-manevî hiçbir menfaat beklemeksizin başkalarına verebilir.

Açıkçası, her sadaka verişimizde, sadakatimizi teyid ederiz esasında. Her sadaka, bir sadakat teyididir. Sadaka, ‘Mülk O’nundur’ hakikatine sadakatin meyvesidir. Madem öyle, muhtaçların giderek arttığı zor bir zamanda sadakatimizi gösterelim. Madem öyle, gereğince ve yeterince veremiyorsak, kendimizi ‘Mülk O’nundur’ hakikati noktasında yepyeni bir talimden geçirelim.

Metin Karabaşoğlu /Zafer Dergisi

Nur’un Kur’ani Meslek Meşrebinde Şura

Bismihi Emruhum Şura Beynehüm 

Bir broşür hazırlanmış: Ayet mealleri,Hadis-i Şerif mealleri, Risale-i Nur’dan iktibaslar.

Fevkalade güzel. Fakat meslek-i nuriyemiz noktasında arz etmek istediğimiz iki esas var.

Mes’ele Hazret-i Üstadımızın Kur’an-ı Azimüşşan’dan ahzettiği ve hüve hüvesine ittiba-ı sünnet-i seniyye üzerine müesses meslek-i nuriyesi olunca, sıradan meşveret ve şuralardan elbette farklıdır. Yoksa sıradan meşveretler gibi mütalaa edilirse, felsefi nokta-i nazar üzerine bina edilmiş olur.

Meslek-i Nuriye’nin esasatının te’sisinde Hazret-i Üstadımızın dar-ı bekáya irtihalinden sonra en müessir bir zat olan Merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabeyimizden mesleki esasa ait bir hatırayı nakletmek icab ediyor.

Bir beldeden ayrılırken bir kardeşimiz Merhum Zübeyir Ağabeye:”Ağabey şu mes’elede kanatınız nedir?” diye bir sual soruyor. Merhum Ağabeyimiz:”Kardeşim Üstadımız hakkında,Risale-i Nur hakkında, Nur Talebeleri ve Nur meslek meşrebi ve hizmeti hususunda sual sorarken kanatınız nedir diye sorarsanız herkes hasbel beşer farklı şeyler ifade edebilirler. Fakat bu mevzuda Hazreti Üstadımız ne buyurmuş yahut Risale-i Nurda bu mes’ele nerededir ve nasıl halledilmiş diye sorarsanız, en isabetli cevabı alabilirsiniz.”

Bu esasa göre nur mesleğindeki şuranın da diğer meşveretlerden farkı ortaya çıkıyor. Onlarda otorite mana-yı ismi ile hey’ettir. Nur meslekinde ise bizatihi kitaptır.

Yine merhum Zübeyir Ağabeyimizden nakil:

“Hazret-i Üstad altı bin sayfa külliyatta üç bin küsur sahifede imani hakikatları,marifetullah ve muhabbetullahı ders verirken, üç bin sahifeye yakın Tarihçe,Lahika ve müdafaatında serapa Kur’ani olan meslek-meşrebini ders vermişlerdir.”

İmani hakikatlar malum, okuyarak iktisab ediyoruz. Üstadımızın tabirleriyle “Dem ve damarlarımıza yerleşecek derecede okumak lazım.” buyuruyorlar. Fakat mesleki ve ameli cihet, ehil örnek ve rehbere muhtaçtır.

Buna binaen Hazret-i Üstad:”Bu zamanda öyle muallimler lazım ki, delilsiz sözlerine itimad edilsin.” buyurarak hizmetinde bulunan Nur Erkanlarına o seviye ve keyfiyette bir ders ve terbiye vermişlerdir. Yakın ve uzak zaman ve mekanlarda emsali olmayan bir eğitim. Beş on adam o istibdad-ı mutlak devrinde dünyaya meydan okudular. Veya en güzel ahlakı Muhammediye timsalleri oldular. Evliyaullahın tabirleri ile “Hazret-i Mehdi’nin beşten çok ondan az vezirleri olacak” buyurdukları rivayete de uygun.

O zatlar üzerinde on sene müddetle azami bir murakabe ve tahşidat ile, o meslek-i Kur’aniyenin esasatını onlarda meleke ve karakter halinde yerleştirerek, sıddıkiyette mümtaz zatlar olarak yetiştirildiler.

Emirdağ I’de  Hazret-i Mehdi mektubu’nda:”Önce bir taife bir eser yazacak sonra Hazret-i Mehdi o eseri kendine hazır bir program yapacak.”buyruluyor. 1926’dan 1948’e kadar olan devre telif devresi, Afyon hapsinden sonraki “Üçüncü Said” tabir ettikleri devre, Hazret-i Mehdi’nin tatbikat devresidir. Dershane-i Nuriyesindeki imani ve mesleki tahkimatından,siyasiyyunu irşad ve Alem-i İslam ve dünya çapında neşriyata kadar alakadar olmuşlardır.

O devrede hizmetlerinde olup Risale-i Nurla Kur’ana ve imana hizmetin tatbikatını ders alan Nur Erkanları veya Medresetüz Zehra Erkanları tabir ettikleri zatları vasiyetlerle “mutlak vekil” seviyesinde tavzif ederek, Nur’un Kur’ani meslek-meşrebini ve hidematını kudsiyetine layık bir tarzda sıddıkiyetle istikbal nesillerine intikal ettirmek üzere varis bırakmışlardır. Hatta orada şöyle bir tabir var: “Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil,benim en yakınımda hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum.” buyuruyorlar. Nurun Kur’ani tarzı üzerine hizmetin devamı için muvazzaf kılmışlardır. O kudsi Kur’ani tarzın sıhhatle devamı için vazifedardırlar. Ve harici dahili en şaşırtıcı karışık hadiselerin rağmına sıddıkiyetle hizmetin istikametle devamına medar olmuşlardır.

Elbette asıl Hazret-i ÜstadBediüzzaman’ın seksen sene makbul dualarının bereketiyle o vazife Nur Erkanları ile azami sıddıkiyet,istikamet ve makbuliyetle yapıldı ki, devlet bazında ve seviyesinde temsil ve hizmet mertebesine ulaşmakla taçlanmıştır. Merhum Zübeyir Ağabeyimizin ifadeleri ile:”İki kere iki dörtte şüphe olabilir mi? Belki..Fakat Cemahir-i Müttefika-yı İslamiyenin tahakkuk edeceğinde asla şek ve şüphe yoktur.”

Bir kardeşimiz Merhum Zübeyir Ağabeye son günlerinde sordurulmuş gibi yani yaşının üstünde bir sual soruyor:”Ağabey bu hizmet nasıl tedvir edilir?” Merhum Ağabey:”Kardeşim Üstadımız bir şura bırakmıştır.” buyuruyor.

Meşveret nasıl yapılır sualine: “Mes’ele ortaya konur. Herkes Risale-i Nur’dan o mevzuya dair taspitlerini söyler veya okur. Neticesi meşveretin kararı olur.”

İşte nurdaki şuranın nüvesi böylece o Nur Erkanlarıdır.

2005’te cereyan eden ahirzaman fitnesine ve hedefine binaen, Zübeyir Ağabey’den bir nakil:”Müessesede müdür,amir: Kardeşim şu işi yapar mısın dese müessese yatar. Biz burada birbirimize al-getir-götür demeye başladık mı burası yıkılır.”

Bu da meslek-i Nuriye-yi Kur’aniyenin sıradan mesleklerden ehemm bir farkını ifade ediyor.

Hazret-i Mehdi’nin şahs-ı manevisinin de nüvesi o hey’ettir. Onlardan hariç ne şura, ne şahs-ı manevi düşünülemez. Hatta:”Risale-i Nur şakirtleri manevi al-i beyttir” ifadelerine binaen o manevi al-i beyt silsilesinin başıdırlar.

Bir kitabın etrafında ne için on onbeş cemaat var sualinin cevabı da buradadır. O Kur’ani tarzı onlardan ahzetmekte, onlara yakınlık-uzaklık durumuna göre cemaatlerin keyfiyeti tahakkuk eder.

Hülasa:Başta zikrettiğimiz meslek-i nuriyedeki şuranın sıradan şuralardan iki esaslı farkı var demiştik: Meslek meşreb-i nuriyedeki şuranın mercii KİTAPtır. Yani: Manevi mu’cize-i Kur’aniye olan Risale-i Nur.

Tatbikatın mercii:Hazret-i Üstadımızın hizmetinde ve on sene manevi tahşidatla ders ve terbiyelerinde sıddıkiyet tahsili yapmış olan hey’ettir. (Emirdağ ǁ s.204) En son vasiyet.

Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın(R.A.) şöyle bir tabirleri var: -mealen- Zamanla fırka-i Naciye gövdesi genişledi,sairleri birer kemiye-i kalile-i muzırra halinde kaldı. Risale-i Nur Kur’an ve iman cereyanı da Asr-ı Saadetten muktebes ve onun in’ikası olduğu için, aynı keyfiyet cereyan edecektir,etmiştir ve daha edecek. İnşaallah. 

Eyüp Ekmekçi

Kaynak: Risale Ajans

www.NurNet.Org