Kategori arşivi: Günlük Paylaşımlar

Zekanın Hayırsızı

Nur Külliyatında cerbezenin, ‘kuvve-i akliyenin ifrat mertebesi’ olduğu ifade edilerek şu tarif getirilir: ‘hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik’ olmak. (İşarat-ül İ’caz, 23).

Bir misâl: Avrupa hayranı birisi, orada gördüğü bütün güzellikleri övgülerle sıralar, sonra başlar bizdeki noksanlıkları tek tek anlatmaya. Ve ortaya öyle bir tablo çıkar ki, sanki bütün güzellikler orada, bütün çirkinlikler de bizde toplanmış. İşte bu, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle ‘Avrupa’nın mehasinini mesavimizle muvazene etmek’tir ve bir cerbezedir. Kaldı ki, Avrupa’nın güzelliği diye takdim edilen şeyler, ne oradaki insanların faziletlerinden, ne de Hıristiyan dininden kaynaklanmaktadır. Bunların tamamı, menfaat esasına bina edilen ve hassasiyetle uygulanan disiplinli bir sistemin meyveleridir.

Bu konuda bir hatıramı nakletmek isterim. Avrupa’da bir dostumdan şunları dinlemiştim: “Bizde belediyeler zemin katta oturanların kira ücretlerini düşük tutarlar. Buna karşılık, kar yağdığında evin önünün temizlenme görevini de zemin katında oturan kiracıya yüklerler. Bu görevin yapılıp yapılmadığını sıkça kontrol etmelerine gerek yoktur. Öyle bir ceza sistemi getirilmiştir ki, kiracı kar yağar yağmaz hemen dışarı fırlar ve evinin önünü temizler. Çünkü, oradan geçen bir adamın kayma sonucu ayağı kırılsa, onun bütün tedavi masraflarını o kiracı ödeyecektir. Bu ise çok büyük bir yük tutar.” Şimdi, kanun korkusuyla kapısının önünü derhal temizleyen sefih bir Batılıyı, bu konuda ihmalkâr davranan faziletli bir Müslümandan daha üstün göstermeye çalışmak tam bir cerbezedir.

Nur Külliyatında konunun bir başka yönü şöyle nazara verilir: “Cerbezenin tavr-ı acibi; zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile her şeyi temaşa eder.” (Münazarat, 35) Üstadın bu ifadeleri, bazılarının hacılara sıkça çatmasını hatırlattı bana. Burada da bir cezbeze sözkonusudur. İnsan kuldur, hata yapabilir. Ama bu hatayı yapan hacı ise, hata her nedense, doğrudan, hacılar hanesine yazılır. Bütün hacıların işledikleri hatalar aynı hanede toplanır ve sonunda büyük bir hata kümesi çıkar ortaya. İşte, denilir, bütün bu hataları işleyenler hep hacılardır. Bu ulvî müesseseye böylece hücum edilir. Bu gibi sözleri dinleyen şahıs düşünemez ki, bu hatalar farklı şahıslarda görülmüştür ve bunları alt alta koyup toplamanın mantıkî bir yönü yoktur. Bu mantığa göre, bütün insanların işledikleri cinayetlerin, yaptıkları hataların, ettikleri zulümlerin tamamını toplayıp ‘insanlığı’ itham etmek gerekmez mi? Nur Külliyatından son bir cümle: “Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galib etmektir.” Cerbezeci insan, bir mü’minden bir tek kötülük görmüşse, bunu sünbüllendirir, çoğaltır, büyütür ve onun bütün iyiliklerini bu tek kötülükle örtmek ister. Bu da bir cerbezedir ve büyük bir zulümdür.

Alaaddin Başar

Ahirzamanın Gizli Kutupları!

Bu âhirzaman asrında hizmet-i imaniye ve Kur’âniyede bulunan Risale-i Nur talebelerinin çok ehemmiyetli özellikleri, husûsiyetleri ve mümeyyiz sıfatları vardır.

Onlar ahvâl, etvâr ve ef’alleriyle bulundukları mahallerde fark edilirler ve o beldelere kuvve-i maneviye olurlar. Yaptıkları Kur’ân hizmetlerinde karşılık beklemezler. Sırf Allah rızası için hâlisâne çalışırlar, hizmetlerinin neticesini de Allah’a bırakırlar. Onlar toplumun mânevî dinamikleri ve sigortalarıdır. İhlâs, sadakat ve tesanüdle birlikte, sebat ve metanetleri ehl-i imana büyük bir kuvve-i mâneviye olur. Onlar sarsılmaz, dağılmaz ve dağıtılmazlar. Çünkü hizmetleri şahsa dayalı değil, sağlam ve metin bir şahs-ı mânevîye dayalıdır.

Bu mânâda Sekizinci Şuâ’daki izâhlar çok mânidârdır. Risale-i Nur’un “O iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirtleri dahi, bulundukları kasaba ve karye ve şehirlerde, hizmet-i imaniye itibariyle âdeta birer gizli kutup gibi, mü’minlerin mânevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri hâlde, kuvve-i mâneviye-i î’tikadları cesur birer zâbit gibi, kuvvet-i mânevîyeyi ehl-i imanın kalplerine verip, mü’minlere mânen mukâvemet ve cesaret veriyorlar.”1 İşte Üstad Bediüzzaman Hazretleri talebelerinin mühim husûsiyetlerine böyle işaret ediyor.

Risale-i Nur’a talebe olanlar iman-ı tahkikîyi taşıyorlar ve kuvvetli bir imana kavuşuyorlar. Bu iman-ı tahkikîyi taşıyan ve sadakatle dâvâlarına sarılan talebeler İhlâs Risalesi’nde geçen sırr-ı ihlâs gereği duruşlarını yapıyorlar. Hizmetlerini dünyevî ve uhrevî bir neticeye bağlamıyorlar. Sırf rıza-i İlâhî için hizmet-i imaniye ve Kur’âniyede çalışıyorlar. Kınanmaktan, eleştirilmekten ve takibattan korkmuyorlar. Hizmetlerini karşılık beklemeden yaptıkları için kimseye minnet de duymuyorlar. Birbirlerine karşı sabrı tavsiye ederken, münakaşalı konulara girmiyorlar. İçtimaî ve siyasî mevzuları cemaatin şahs-ı mânevîsinin aldığı kararlar ve Risale-i Nur’un sarsılmaz prensipleri doğrultusunda kabul edip sarsılmadan o kararlara tereddütsüz sahip çıkıyorlar.

Bu meselenin sırrı sanırım burada yatıyor: “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız hâlde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.”2

Bu sır ile hizmet eden talebeler bulundukları kasaba, köy ve şehirlerde özellikle saff-ı evveller, imanî hizmetlerinde âdeta birer gizli kutup gibi—çünkü en küçük bir talebe büyük velîlerin de üstünde bir dereceye çıktığını yine Üstadımız bildiriyor—(Kutupluk ve velâyet, gizliliği gerektirir. Hattâ onlardan bazıları kendi mertebelerini bilmezler. Üstadımız Tahiri Ağabey için “Bu [kutup derecesinde] velîdir, ancak kendisi [mertebesini] bilmiyor” dermiş.) müminlere mânevî birer dayanak noktası olurlar.

İhlâs sırrını taşıyan hizmetler Allah katında o kadar makbüldür ki; Allah o beldelerdeki mü’minlerin kuvve-i mânevîyesine bu hizmeti bir dayanak noktası yapar. O hizmetkârlar bilinmek ve görünmek de istemezler. Çünkü bilinmek ve görünmek sırr-ı ihlâsa münâfidir. Ancak onlar diğer ehl-i iman tarafından görüşülmedikleri halde yaptıkları hizmetin mânevî tesiri ve bereketini ehl-i imana Allah hissettirir. Bu hizmetin imana ve itikada yaptığı kuvvetin tezahürü diğer mü’minlerin de kalplerinde mânen bir kuvvet ve cesaret vermesi yukarıya aldığımız İhlâs Risalesi’nin tezâhürü olmalıdır.

Bu hakikate binaen, bu adam gibi düşünen veya hüsn-ü zannın verdiği parlak makamları nazara alan zatlar, sizlere bakıp içinizde mahviyet ve tevazu ve hizmetkârlık kisvesiyle görünen şakirtleri âdi, âmi adamlar görür ve der: “Bunlar mı hakikat kahramanları ve dünyaya karşı meydan okuyan? Heyhât! Bunlar nerede, evliyaları bu zamanda âciz bırakan bu kudsî hizmet mücahidleri nerede?” diyerek, dost ise inkisar-ı hayâle uğrar, muarız ise kendi muhalefetini haklı bulur.3

Ancak hakikat şudur: Nur Talebeleri gurur ve enâniyeti bırakmaya kendilerini mecbur bilirler. Çünkü onlar nefsi okşayan ve uhrevî meyvesini dünyada tattıran ve hodbinlik hissini veren zevkleri, keşifleri geri bırakıp, daha yüksek makama, mahviyet ve terk-i enaniyet ve fânî zevkleri aramamakla taliptirler. Evet, bir ehemmiyetli ihsan-ı İlâhî, ihsanını, enaniyetini bırakmayana ihsas etmemektir—tâ ucb ve gurura girmesin.4

Öyleyse mesele budur: “Risale-i Nur şakirtleri, hizmet-i Nuriyeyi velâyet makamına tercih eder; keşif ve kerâmâtı aramaz ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz ve vazîfe-i İlâhiye olan muvaffakiyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstahak oldukları şan ve şeref ve ezvak ve inayetlere mazhar etmek gibi, kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar, ‘Vazifemiz hizmettir, o yeter’ derler.”5

İşte Nurun hakikî şakirtleri, bu gibi neticelere kanaat ediyorlar. Risale-i Nur’un sarsılmaz hüccetleri onlara yetiyor.

Baki Çimiç / Nur Postası

Dipnotlar:

1- Mektubat, s. 466
2- Lem’alar, s. 160
3- Şuâlar, s. 317
4- Şuâlar, s. 317
5- Kastamonu Lahikası, s. 263

Tarikat ehli son şahitler – Şeyh Seyyid Muhammed USTA Hoca Efendi Hz

Şeyh Melek alim bir kimse idi. Talebe iken babasından okumuş, amcalarının medresesi varmış, ocaktan yetişmiş, çok edep erkan sahibi bir kimse idi. Kırk yaşlarında var idi. Elinde kitapla gezer, kimi zaman yanımıza gelir, ders dinlerdi. Bana çokça hürmet gösterir “Sen beni hayata bağladın içimdeki kötülükleri temizledin derdi” Aramızda samimi bir dostluk peydâ olmuş idi. Bana gelerek “Molla Muhammed seninle Said-i Nursî’ye gidelim” diyerek rica ediyordu. O zamanlarda maddi manevî çok sıkıntıda idik. Fakat Peygamber (s.a.v) Efendimizin telkini bizleri bu seyahate çıkmaya mecbur etti. Birlikte bahar vakti yola çıktık.

Köylerde vaaz ede ede Isparta’ya geldik. Said-i Nursî (rh.a) hazretlerini bulduk. Bize de bir oda gösterdiler. Yanımıza da birkaç arkadaş verdiler. Onun yanında toplam 15-16 kişiydik. İçimizden bize göre yaşça kamil  Hüsrev gibi beş altı kişi muharrir idi. Said-i Nursî (rh.a) hazretleri gelir –kitaplara bağlı kalmaksızın- irticalen ders işler muharrirler de sözlerini hemen kaleme alırlardı. Biz de yazılanları tashih eder, noktalar, harekeler ve işaretlerdik.

 

Said-i Nursî (rh.a) değişik bir mizaca sahip idi. Ondan da bir kap ilim aldık. Yanına vardığımız zaman Şeyh Melek kardeşimiz, bizi Said-i Nursî (rh.a)’e “Benim kardeşimdir.” diyerek takdim etti. Said-i Nursî (rh.a) Şeyh Melek’i çok severdi. Bazen Kürtçe ona laf atardı.

Isparta’da Said-i Nursî (rh.a)’in yanında 2 ay kaldık, sonra 5 ay da mahkeme için gittiği Afyon-Barla’da yanında bulunduk. Zira onu takip eden talebeleri vardı. Bizler de ardı sıra gittik. Bu zaman zarfında risalelerin tashihi kimi zaman yazımı ve mütalaası ile meşgul olduk. Bazen öyle bir hal vuku bulurdu ki mütalaa esnasında evliyalar gelir yanlışları düzeltirlerdi. Ben mi böyleydim, yoksa herkeste de bu haller vuku buluyor muydu bilmiyorum. Sanki bu yedi ayı evliyalar ile birlikte geçirdik.

Said-i Nursî (rh.a) evliyaların himmetlerine nail olmuş, kimi ehlullahın meclislerinde bulunmuş onlardan el hayrı almış bir zat idi. Tasavvufî yönü vardı. Velilerin hallerine, yüce mevlanın ilhamına mazhar olmuş bir hali vardı. Kendisi veliyullahtı. Yanında iken bazı kerametlerine şahit olduk. Bir gün Said-i Nursî “Oğlum kaldığınız yerden ayrılın bu gece orası baskına uğrayacaktır” diye haber verdi. Biz de evden çıktık o gece ikamet ettiğimiz ev jandarmalar tarafından basılmış, başka yerden birkaç talebeyi götürmüşler ise de bizleri bulamadılar.

Bir gün ders okutuyordu “Ben İstanbul’a gideceğim sizden ayrılacağım, sizi seviyorum” diye konuşuyordu. O an ağlamışım, cezbeye kapılıp kendimden geçmişim, Bana seslendi “Gel” dedi. Elimden tuttu. Elini öptürmezdi. Bana dua etti. Arapça dua ederdi. Duasını “Yâ Rab bu kardeşime Mevlevi kolundan el hayrı veriyorum sen kabul eyle” diyerek bitirdi. Bana “Senin mizacın tasavvuf, Neslin tasavvufçudur. Ben Rusya’dan esaret dönüşü İstanbul Yenikapı Mevlevihânesi’nde kaldım oradan el aldım, bu el hayrını sana aktarıyorum, ileride lazım olacak bu kapıdan ilham alacaksın.” diye söyledi. Halbuki ben kendisine tasavvufî bir meşrebimin olduğunu söylememiştim fakat onun insanların hallerini ve gönüllerini gözetlediği bir hali vardı.

Said-i Nursî (rh.a) hazretleri Rusya esareti akabinde İstanbul’a gelmiş Mevlevihane’de misafir kalmış, kendisi bekar idi, çeşitli zamanlarda tekkelerde kalmış. Bizlere el hayrı verirken Hüsrev ve Şeyh Melek dahil yedi sekiz kişi vardı.

Bu olaydan kısa bir müddet sonra Said-i Nursî (rh.a) hazretlerini İstanbul’a götürdüler. Biz de manevî bir işaret akabinde Kayseri’ye geri döndük.

Said-i Nursî (rh.a)’in yanında bulunduğumuz sıralarda bana içinde cifrî hesaplarının bulunduğu, gelecekle ilgili kimi çıkarımlarını anlattığı ve nice hadiselere değindiği altın yaldızlı bir kitabını hediye etmişti.

1968 yılı başlarında hakkımızda tekke kurmak, şeriat kanunlarını geriye getirmeye çalışmak, anayasayı ve yasaları zorla tebdil ve tagayyür etmeye teşebbüs etmek ayrıca  Risâle-i Nur’un hizmetinde bulunarak bu eserlerin tedrisatını yapma suçlaması ile Kayseri 1. Ağır Ceza Mahkemesinde hakkımızda dava açıldı. 163. maddeden 24 yıl ağır ceza istemiyle yargılanıyorduk. İstanbul Barosu başkanı Av. Bekir Berk de mahkememize müdahil olarak bizleri savundu.

Mahkememiz bir yılı geçkin devam etti. Bizler bu müddet zarfında Kayseri’de Risale-i Nur okutuyorduk. 1969 senesinin ocak ayında mahkememiz beraat ile sonuçlandı. Mahkeme ardından Ankara’ya gitmem hususunda manevî bir işaret geldi. Orada bir medrese vardı. Bir müddet burada Risâle-i Nur okuttuk, çeşitli ilmî tedrisât ile meşgul olduk…

Kaynak: Tarihce-i Hayat – “Tasavvuf Tarikatlar ve Silsileleri”

Şeyh Seyyid Muhammed Hoca Efendi Hz. kimdir?

Şeyh Seyyid Muhammed USTA Hoca Efendi

 

Evlad-ı resul olan ve medrese usulü ders gören Seyyid Muhammed (k.s.) Efendi Çorakçızade Hacı Hüseyin (k.s.) Efendi`den eperye, sarf, aruz, kessaf, müntakayi, kelam; Ömer Nasuhu Bilmen`den kelam ve felsefe; Hacı Yusuf Eken`den ilm-i meani, Camii Kebir imamı Ahmet Efendi’den de farsça dersleri aldı.

 

Yurdun birçok yöresinde imanlık ve vaizlik görevlerinde bulundu. Birçok alimin ve tasavvuf ehli kimsenin sohbet halkalarına katıldı. Barla’da Said Nursi hazretlerinin altı ay kadar sohbetlerine devam etti. Vaazlarında sisteme muhalefet ettiği gerekçesiyle 1968 yılında 163. maddeden dava açılıp, Kayseri 1. Ağır ceza Mahkemesinde 24 yıl ceza istemiyle yargılandı. Av. Bekir Berk’in yaptığı savunma ile beraat etti.Seyyid Muhammed Efendi, talebelik yıllarında İslami tedrisin yasak olması nedeni ile saklılık içerisinde alimlerin meclislerine gelebiliyordu.

Başta Hunad ve Cami-i Kebir olmak üzere ilim tahisilinde bulundukları camilerin en üçra ve saklı odalarında sayıları on beşi geçmeyen bazen de birkaç öğrenciye kadar inen kimseler ile ders işleyebiliyordu.

Uzun yıllar ilim tahsiline devam eden Seyyid Muhammed Efendi dedelerinden gelen Kadiri, babasından intikal eden Halidî-Nakşi, Çorakçızade Hacı Hüseyin Efendi’den el hayrını aldığı Ebheri ve Said Nursi’den aldığı Mevlevi kollarının müşidliğinde bulunmaktadır.

Seyyid Muhammed Efendi Hazretlerinin Tevazu ve alçak gönüllülüğünün tarifini yapmak mümkün değildir. İnsanlar arasında ayırım yapmamalarına rağmen ilim sahiplerine, hafızlara, fakirlere ve edepli insanlara daha fazla zaman ayırırlar.

Yanında sükut ve edep sahibi kişilerin ayrı bir önemi vardır. Kimseye kızmaz ve kimseden incinmezler. Davete mutlaka icabet ederler, gelenlere iadei ziyarette bulunduğu gibi gelmeyene de giderler. Gerek müridlerinden, gerekse müridi olmayanlardan misafiri hiç eksik olmaz. Kimse ile münakaşaya girmez, sevenlerini üzüntüye garketmez, tam tersine kurtuluşu müjdelerler. İslamın bütün şartlarına uyduğu gibi, tebliğ emri ilahisine de mümkün olduğu kadar uyarlar. Müridlerine, her zaman Allah´ü Tealayı zikretmenin üstünlüğünün tebliğ edilmesini tavsiye eder.

Bugün İstanbul/Zeytinburnunda ikamet eden Seyyid Muhammed Hoca Efendi, her yıl geleneksel haline gelmiş “Gavs-ül Azaman Seyyid Abdülkadir Geylani Anma Günü” düzenlemekte ve programa ev sahipliği yapmaktadır. Neredeyse tüm Dünya ülkelerinden Kadiri Şeyhleri programa iştirak etmektedir. Bugün 85 yaşında olmasına rağmen bir sürü kıymetli eserler yazmıştır. En son çıkan eserleri “Seyri-i Dil” ve “Hikem-i Aşk” hayli bir ilgi görmektedir.

Ayrıca Orjinal Osmanlı Belgeleriyle düzenlenmiş olan ve 4 ciltli eseri “Tasavvuf Tarikatlar ve Silsileleri”  ise bugün hem Türkiye’de hem değişik dünya ülkelerinde kaynak olarak kullanılmaktadır.

Seyyid Muhammed Hoca Efendi’nin “Askın Miracı” adlı kitabından bir alıntı.

Evliyaullah Allah’ın elinde bir kalemdir:

Kalem kâtibin elinde hareket eder. Ehlullah da Allah’ın hükmü ve hikmeti ile hareket eder. Kalemden  yazı zuhura geldiği gibi evliyâdan da hikmetler ve hayırlar meydana çıkmaktadır.

 

Allah´ü Taala himmet ve dualarını üzerimizden eksik etmesin.(Amin)

Daha ayrıntılı bilgi icin www.muhammediye.net sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

 

Arif Ağırbaş

https://www.facebook.com/arif.agirbas

https://twitter.com/Arif_Agirbas

arif.agirbas@hotmail.de

Türk Edebiyatında Deneme – 1

Türk edebiyatında deneme Tanzimat ile başlar.

Namık Kemal’in Hürriyet ve İbret’te yayınlanan yazıları makale olarak nitelendirilse de deneme nitelikli yazılardır.

 Şinasi, Ali Suavi, Ziya Paşa için de aynı değerlendirme geçerlidir.

Namık Kemal’in Evrak-ı Perişan’ı da yine deneme nitelikli. Bir de Beş Şehir’i andıran insan portreleridir.

Tanpınar şehir portrelerini, Namık Kemal ise insan portrelerini çizmiştir.

Türkiye’de bir deneme külliyatı onlardan yapılacak seçimlerle zenginleşecektir.

 Meşrutiyet döneminde Halide Edip, daha sonra Yakup Kadri, Peyami Safa ünlü deneme üstadları olarak görülür.

Çok partili dönemde deneme daha da zenginlik kazanır. Demokratik edebiyatın bir öncüsü olur. Her yazar ilgi duyduğu alanda ülke şartları doğrultusunda serbest konuşur.

 Batı edebiyatındaki deneme örneklerindeki zenginlik bizim denemecilerimizde olmamakla birlikte dikkate değer denemeler yazılmış ve yazılmaktadır.

Mithat Efendi’nin Tercüman-ı Hakikat’de yayınlanmış yazılarının içinde önemli denemeler vardır. Mesela İstanbul’luların  çok sevdiği “Lüfer” ile ilgili yazdığı yazı, “Paris” hakkındaki yazısı yüzlercesinden bir ikisidir.

 Mithat Efendi’nin bütün yazıları ile birlikte bunlar arasındaki denemelerin neşri büyük fikir ve sanat adamımızın önemli bir cephesini ortaya çıkaracaktır.
Servet-i Fünun döneminde farklı bir kulvarda edebiyat ile meşgul olan Ahmet Rasim örneği olmayan bir deneme yazarımızdır.

 Bizim hayatımızın orijinal yönlerini iyi bir gözlemden geçirerek nakleden Ahmet Rasim döneme ışık tutan belgeler de sunmuş olmaktadır.

Şehir Mektupları, isimleri mektup olmakla birlikte müstakil hayat tablolarını anlatırlar. Mektuplarda her türlü insani hal ve tavır görülmüş, çok farklı yansıtma şekilleriyle anlatılmıştır. Mesela şu ifadeler ulvi bir perdeden, günlük hayatın ayrıntısına iner.

“Ezeli Nakkaş olan Cenab-ı Hak, kudretinin gönül açıcı boyası ile bütün mahlukları ve eşyayı duygu ve mana kainatını azametiyle renk renk boyayarak beyaz, sarı, esmer, buğday, yağız, kara, kırmızı, tunç rengi, turuncu, al, mor, pembe, gül, mavi, semavi, nefiska, kestane, fıstıki, fındıkî, cevizi, gümüşi, altın rengi, güvez rengi, billur rengi, kâfur rengi, toz pembesi, lal rengi ve bunlar arasındaki bütün nüansları canlılara ve güneş tayfına katılan bölüm bölüm ve belirsiz tekmil renkleri de eşyaya mahsus kıldığından dolayı insanlar dahi Tanrı’nın lütufkar sanatından nasip alarak öte beri boyadıkları gibi, bugünlerde dahi nakkaşlar beyi, katipleri, hizmetçileri ve yardaklar ile beraber on günlük yavrular boyamayı arzuladıkları ve bunun için de her şeyden önce bir ilan kağıdı ile göz boyamağa çıktıkları basına ait geçitlerde kulaktan kulağa çarpan renkli havadislerdendir.” (Şehir Mektupları s. 129)
Muharrir Bu Ya isimli eseri de denemedir ama birtakım tarihi edebi bilgilerle zenginleştirilmiştir. Meseleler tarihi olaylar ve kişilerle birlikte edebiyatımızın bazı sorunlarını da irdeler.

                                                Düşünce Ustalığı Var mı?

 Özellikle orta oyunu ve geleneksel tiyatromuzla ilgili yazılar, belgesel denemelerdir. Bunlara hâkim olan en bariz duygu yazarın alayları ve iğnelemek istedikleridir. İronileri çok nazikâne olmamakla birlikte sosyal ve toplumsal eleştirileri de içine alır. Bilhassa yazma konusundaki monolog yazarın hayat felsefesini ve yazma teorisini ortaya koyar.

“Laf değil, yazarlık bu!… Yaz! Hem çalakalem yaz! Durma yaz! (Dışarıdan sesler: Yaz) Bütün tarih, tabiat ilimleri, sosyoloji, ekonomi, politika, matematik, sanayi sana boyun eğmiştir. Daha ne istersin a şaşkın budala durma yaz. (Dışardan sesler durma yaz!) Hem kaleminin ucuna nasıl gelirse öyle yaz! Çekinme; kelime, kaide hatalardan sakın korkma; fikir yanlışlıklarına aldırma, prensip şaşkınlıklarına kulak verme; bir makalede yazdıklarını öteki makalende boz, (Dışarıdan sesler: Yaz ama) çekinme, meydan senindir; yaşa be yazar! Yaz da ne yazarsan yaz! Saçma sapan da olsa da yine bir değeri vardır. Çünkü herkes saçma sapan söylemesini bilmez, çünkü saçma sapan söylemekte de bir düşünce ustalığı vardır!” (s. 11)

Kitapta birbiriyle az irtibatlı altmışa yakın mesele ve gözlem vardır. Ahmet Rasim açtığı kapıyı kapamış adam.

Gülüp Ağladıklarım ise daha çok diyaloglar olan toplumsal tablo nitelikli denemelerdir.

Nabi zade Nazım, Mehmet Celal ve birçok Mutavassitin’in yazıları denemedir.

Yahya Kemal’in Eğil Dağlar isimli eseri de İstiklal Harbi Yazıları ismiyle neşredilmiş denemelerdir.

Yahya Kemal ciddi tavırlı bir denemecidir. Endişeleri milli ve toplumsal nedenlere dayanır. Toplumsal yıkılışlar ve arkasından onların inşası için çalışan kahramanlar ile bozguncular bu yazılarda yer alır. Yazılar vazgeçilmez okunması gereken değerlerdir.

Bir milletin mukadderatının tayin edildiği günlere tutulmuş aynalardır. Yahya Kemal’in deneme nitelikli diğer kitapları da vardır.

                                      Bakmak İle Görmenin Farkı
Ahmet Haşim edebiyatımız en usta deneme yazarlarındandır. Bize Göre, İkdam’daki yazıları, Gurabahane-i Laklakan ve diğer yazıları özellikle bir estetikçinin eşyanın, nesnelerin, insanların sosyal sorunlar dışında yorumlarına dayanır. Ancak onları Haşim gibi sosyal olaylara ve hayata mesafeli duran insan görebilir.

Siyaset ve günlük endişelerle kirlenmemiş denemelerdir. Bu yazılar içindeki deneme nitelikli yazıların ayrı bir basımı sanata daha çok hizmet edecek, insanlara bakmak ile görmenin farkını anlatacaktır.

 Haşim iki gözü ile değil sekiz on göz ile eşyaya ve insanlara bakan adamdır.

“Bir ilk bahar seherinin titrek aydınlığında, kuşların uzak ağaçlarda cıvıldaştıklarını dinleyerek, bahçelerde çiçeklerin yekdiğeriyle konuşmakta olduklarına hiç şahit olmadınız mı? Çiçek muhabbeti hayvanın insanlaşmaya doğru attığı ilk adımdır. Sevgilisine ilk çiçek destesini hediye eden ilk insan, hayatın kaba ihtiyacatını hatıra getirmeksizin faydasız çiçeğin zarif faydasını idrak etmiş olmakla şiir ve sanat diyarına ayak basmış oluyor.

 Ey bahçelerde anların seyrine göre sallanan sevimli çiçekler, ey yıldızların gözyaşları! Bana söyleyiniz, sizi bekleyen haşin taliden haberiniz var mı?

 Elinizden geldiği kadar tahayyülata dalınız, sallanınız, gülüp oynayınız, zalim bir el boğazınıza yapışıp sizi saksınızdan koparacak; yapraklarınızdan ayrılacaksınız, parçalanacaksınız, sakin inzivagahınızdan uzak bir yere götürüleceksiniz. İhtimal ki kaderiniz güzel, fakat kalpsiz bir kadının siyah saçlarına takılmak veyahut insan olsanız yüzünüze bakmağa cesaret etmeyecek bir adamın ceket iliğini süslemek olacaktır.” (Ahmet Haşim Bütün Eserleri s. 183)

 İki ciltlik bu eserin Ahmet Haşim’in Denemeleri adı altında yayınlanması bizim de bir Montaigne’miz olduğunu daha net ortaya koyacaktır.

 Batılı deneme ustaları ile birlikte bizim deneme ustalarımıza topyekûn bir bakış Haşim’in farkını ortaya koyar.

Haşim’in arkadaşı Yakup Kadri’nin

Erenlerin Bağından isimli denemeleri edebiyatımızda örneği nadir bir deneme alanında söylenmiş ve yazılmışlardır. Dini ve tasavvufî eleştiri edebiyatımızda nadir örnekleri olan bir alandır.

Yakup Kadri burada ılımlı bir tasavvuf telakkisiyle bir zamanlar ilgili duyduğu bir kültür alanından inciler döker.

” Rabbim, o da ben de senin hidayetine muhtacız. Bize kan ağlatan aynı elemdir; sana aynı cehennemin dibinden aynı sesle bağırıyoruz. Ukubetine duçar olduğumuz takdirin diktiği ateşten sütun etrafında birbirine dolaşmış, birbirini sokan iki yılan gibiyiz; lakin bir zamanlar cemalinin aydınlattığı alemde iki sermest güvercin olduğumuzu unutmadık; Rabbim, ya bu çölü o cennete çevir, ya bu hatırayı gönlümüzden sil, zira halimiz yamandır.” (Erenlerin Bağından s. 49)

Mehmet Akif’in makaleleri adı altında yayınlanan denemeleri içinde edebiyatın, hatta modern edebiyatın bazı sorunları hakkında Akif çarpıcı görüşler öne sürer. Edebiyatta inşad, tasvir, teşbih, plan, icad, mevzu gibi konularda yazı yazabilmek oldukça zordur.

“Plan” konusundaki makalenin esas cümlesi büyük bir tesbittir” Osmanlıyı garplılardan bu kadar geride barakan esbabın en birincisi, şüphe yoktur ki plan meselesidir.” (Makaleler s. 154)

Akif in yazılan içinde deneme özellikli olanlar denemeler adı altında neşredilse daha çok etkileyeceği kesindir.

Orhan Veli sanatının teorik temellerini Denize Doğru isimli denemelerinde anlatır.

 İnsanlar, eserler, olaylar birbiri içinde bir özel yorum tarzı ile birleştirilirler. Özellikle Garip isimli şiir kitabının savunması olan satırlar edebiyatımız için önemlidir. Orhan Veli kendine güvenen, fikirlerinin doğruluğunda ısrarlı ve iddialarını örnekleriyle besleyen tutarlı bir şahsiyet imajı verir. Bizde oyun bozmaya ve yeni bir oyun kuralı, sanat kuralları ortaya koymaya yeterli olduğunu ispat eden nadir şahsiyetlerdendir. Şu satırlar onun sanat telakkisini, yaşam biçimini, derbederliğini, samimiyetini, alçak gönüllüğünü ortaya koyar.

” Karşınızda şiir hakkında birkaç söz söylemek fırsatını elde ettiğim için bahtiyarım. Ama üzülüyorum da. Güzel, belki de kıymetli saatlerinizi benim saçma sapan sözlerimi dinleyerek öldüreceksiniz. Çarşıda, pazarda görülecek işleriniz olabilirdi, deniz kenarında dolaşabilirdiniz, eğlenceli bir yere gidebilirdiniz.
Sizin halinizi ben de sizin kadar bilirim. Bakmayın karşınıza bir konferansçı olarak çıktığıma; ilk defa konferansçıyım. Senelerdir ben de dinleyiciydim. Hiçbir konferansa zevkle gittiğimi hatırlamam. Üstüme bir ukalalık çöker ki hiç hazzetmem. Konferansa gitmekle ilmi, sanatı yahut felsefeyi himaye ediyormuşum gibi olurum. Biz münevverlerde bu gibi vazifeleri ihmal ederek o zavallıları kim düşünür, diyormuşum sanırım. Sonra, konferansın bir esaret oluşu da hoşuma gitmiyor: Sigara içemezsin, konuşamazsın, çıkıp gitsen ayıp olur. Sırası gelmişken söyleyeyim; içinizde sıkılacaklar varsa o hürriyeti kendilerine lütfen şimdi bağışlasınlar.” (Denize Doğru s. 98)
Deneme alanında edebiyat eleştirmenlerimizin vardığı ortak bir kanaat Tanpınar’ın Beş Şehir isimli eserinin eşsizliğidir. Tarihimizin önemli beş şehrine zengin bir ansiklopedik bilgi  ile çok renkli bakışlar sanatçının eserini eşsiz kılar. Denemeler koca bir kültürün özetidir. Aşılması eşsiz bir şaheserdir.
     İstanbulun Asıl Şairleri Kimler?

Yakup Kadri’nin mahalleyi kaybettiğimize dair Ankara’daki küçük sızlanmalarının yerine Tanpınar daha ileri  bir yorumla mahallenin kaybedilişine üzülür.

 ” Mahallenin kendisi de kayboldu. Eski mahalleyi Neşet Halil’den okuyunuz. Bütün İstanbul semtlerinin sırrını acı bir hasretle yeni bir hayat aşkının birbirine kenetlendiği bu güzel ve derin yazılarda bulursunuz. Bugün mahalle kalmadı. Yalnız şehrin şurasına burasına dağılmış eski, fakir mahalleliler var. Birbirlerini hatırını sormak bir kahvelerini içmek, geçmiş zamanı beraberce anmak için zaman zaman gömüldükleri köşeden çıkan, bin türlü zahmetlere katlanarak semt semt dolaşan ihtiyar mahalleliler… Bence İstanbul’un asıl şairleri onlar” (Beş Şehir s. 27)

Tanpınar bu denemesinde modernizm ile geleneksel hayatımızın takıştığı noktada kaybolan hayat nizamımıza ağlar gibi davranır. O bizim erken postmodernistimizdir. Kaybolan haşmetli ruh düzenimizin mersiyesini söyler. Yahya Kemal de işaretleri olan hüzün onda daha netleşir.
Yaşadığım Gibi Tanpınar’ın bir diğer denemeler kitabıdır.

 Tanpınar’ı ve kitabını tanıtan

Mehmet Kaplan’ın onun hayatını ve sanat anlayışını özetleyen cümleleri de bir sanat adamının deneme tarzında özetidir.

 “ 1901’de doğan Tanpınar, çocukluk yıllarım kadı olan babasıyla beraber, henüz Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunan Kerkük ve Musul’da, Karadeniz ve Akdeniz kıyısındaki şehirlerde, doğu, orta ve batı Anadolu şehirlerinde geçirmiştir. Onun dış âleme karşı son derece hassas olan ruhu bu şehirlerden pek çok intibaı hafızasında saklar.

 Mütareke yıllarında üniversitede Yahya Kemal’in talebesi olan Tanpınar ondan Batılı bir gözle Türk tarih ve sanatına bakmasını öğrenir. Daha sonra o asıl metinlerinden Batı’nın büyük şair, romancı ve fikir adamlarını okur.

Tanpınar’ın sevdiği en mühim kelimelerden biri ‘dikkat’tir.

 O dehayı bu kelime ile izah eder.

Derin bir tabiat ve güzellik duygusu, zengin bir muhayyile, geniş bir kültür ve duygu ve düşüncelerini sanatkarane bir şekilde ifade etme gücü..

İşte Tanpınar’ı Cumhuriyet devrinin en kudretli yazarlarından biri haline getiren bu müstesna kabiliyetlerin terkibidir.

Onun şiirlerinde, hikâyelerinde, romanlarında ve denemelerinde bu müstesna kabiliyetlerin parıltılı akislerini bulursunuz.

Hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim ki Tanpınar, Türk edebiyatının bugüne kadar yetiştirdiği en zengin kültürlü yazardır.” (Yaşadığım Gibi, Mehmet Kaplan s. 11)

İlk denemenin ilk cümleleri Tanpınar’ın fikir dünyasının derinliğini belirler.

Tanpınar örneği az olan düşünen adamlarımızdandır. Aynı mihver etrafında mütemadiyen her gün aynı şeyleri söyleyen görkemli içi boş aydın türünün aksine, o düşünen ve yazan adamdır.

” Diyalektik insanı tarife çalıştı. Meşhur tüysüz ve iki ayaklı hayvan safsatasından siyasi, mantıki ve sadece teessüri mahlûk düsturlarına kadar bir yığın tarif. “İnsan bir tezatlar mecmuasıdır”, “İnsan bir ahenktir” tarzında epeyce müphem hatta bazen karanlıkta yapılmış bir el işareti gibi manasız izahlar hepimizin hatırındadır.

Pascal’ın insan hakkında verdiği “düşünen saz” tarifi, şiirin diliyle söylendiği için bu cinsten tecritlerin en güzeli, belki en manalısıdır. İnsanoğlunun, en kudretli ve gerçekten yaratıcı olduğu tarafıyla en zayıf noktasını, kader karşısındaki aczini birleştirir. Böylelikle üçüncü bir unsuru teessür şuurunu da içine alır. Ruhumuzla, idrakimizle ne kadar büyüğüz ve gene bu yüzden -kaderi yenemediğimiz için- ne kadar biçareyiz! İşte Pascal’ın istediği şey. Belki hatta muhakkak, ebediliğin gözünde böyleyiz. Bütün bu kâinat bizim idrakimizde yayar. İnsan düşüncesi zaman ve mekânın yaratıcısıdır.
Herşey onunla başlar ve galiba onunla biter. Bir anı bitmez tükenmez bir ülke yapan ihsasların cenneti, bütün teessüri hayat, sanatlar, işler.. Bütün bunlara rağmen kâinatın yanında neyiz? Bizim nabzımızı dinleyerek bulduğumuz şuurunu beraberinde getirdiğimiz ölçtüğümüz, biçtiğimiz, her şekilde tasarrufa çalıştığımız, her türlü icat, ihtira, ihtiras vehim, vesvese, şiir ve sanatı, her şeyi içine attığımız halde bir türlü dolduramadığımız zamanın karşısında ne kadar küçüğüz.”(Yaşadığım Gibi s.21)

Tanpınar bir kişilik prospektüsü yayınlamıştır.
Son dönemde yaygınlaşan bir deneme türü eleştirel ve belgesel edebiyat denemeleridir. Mehmet Kaplan’ın Edebiyatımızın İçinden, İnci Engin ün’ün Kitap ve Edebiyat, Hilmi Yavuz ‘un Kara Güneş, Murat Belge’nin Edebiyat Üstüne Yazılar, Enis Batur’un Yazının Ucu, Smokinli Berduş isimli eserleri bu alandaki bazı eserlerdir.

Enis Batur, çok farklı alanları, şahısları, eserleri, edebiyat problemlerini kucaklayan ve yorumlayan yazılan ile deneme edebiyatımızda özel bir yere sahiptir. Onun eleştirel ölçüleri bizde seksenli yıllardan sonra değişen daha bağımsız batı sanatının ölçüleridir. Soğuk savaş döneminin kesin sınırları olan yorumları onda görülmez.

” Tanpınar’ın Yahya Kemal’ini okurken,

Walter Benjamin’in Baudelaire’i aklımdan çıkmadı. Tanpınar ile Benjamin’in yalnızlığa ve umarsız sevgilere, kentlere ve dönüşüm dönemlerine, şiire ve eleştirel söze yönelik ortak dünyalarının paftasını çıkarma özlemi doğuyor işte” (Smokinli Berduş, s. 206)

 Kitabın adı da şairin, yani entelektüel aylakın ters çevrilmişidir. Enis Batur eski edebiyat metinlerimize bu perspektifle baksa edebiyatımız çok yeni orjinallikler yakalayacaktır. Yazının Ucu ve diğer deneme kitapları da onun fildişi kulesini gösterir.
Mehmet Kaplan’ın Edebiyatımızın İçinden isimli eseri edebi denemeler vadisini ilk keşfeden yazılardır. Küçük hikâye boyutundaki bu denemeler bir ağacı bir çekirdekte toplayan bir nizama tabi olmuşlardır.

Asaf Halet ile ilgili satırları onun farklılığını ilk keşfedenin kendisi olduğunu anlatır. Şiirimiz onunla aleladeden kurtulmuştur. “Om Mani Padme Hum”u okuduğumuz zaman şairin, günlük alelade intihaplarından çok başka, geçmiş ve uzak medeniyetlerin havası içinde yaşadığını, birbirinden çok ayrı hayat görüşlerine sahip olan insanlıkla, hatta yalnız insanlıkla değil, hayvanlık ve nebatatlıkla kaynaşmak istediğini görüyoruz. İslam, Mısır, Çin, Hind, Afrika ve kısmen Avrupa medeniyetlerinden gelen çeşitli unsurlar ve tabiatın derin ve esrarlı sembolleri, şairin trajik ve metafizik mizacı ile birleşerek yeni, garip ve acayip bir şiir vücuda getiriyor.” (Edebiyatımızın İçinden s. 168)

                                    Bin Yıllık Geleneği Olan Eski Türk Kültürü

 Kaplan’ın Nesillerin Ruhu ve Kültür ve Dil isimli eserleri de aynı niteliktedir. Nesillerin Ruhu, bir nesle ruh verecek kültürel öğeleri yorumlar. Konu yine ağırlıklı olarak edebiyat ve dildir

” Cahit Sıtkı, Orhan Veli nesli eski yazıyı bilen ve kısmen de olsa eski kültüre aşina son nesildir. Onlardan sonra gelenler bin yıllık bir geleneği olan eski Türk kültürüne tamamen yabancıdırlar. Sait Faik, Cahit Sıtkı ve Orhan Veli’nin eserlerinde görülen berrak Türkçe ile 1950’den sonra fazla orijinal olma iddiası taşıyan gençlerin eserlerindeki üslup arasında büyük bir fark vardır. Bu sonuncular yalnız gelenekten değil, halktan da ayrılmışlardır.” (Nesillerin Ruhu s.24)

Özellikle Kültür ve Dil’de din, edebiyat, tarih, musiki, plastik sanatlar, kültür konuları görülür. Edebiyat tarihi, tarih ve kültür tarihinin olayları ve bilgileri ile donatılmış olan eser bir ulusal perspektif ihtiyacına cevap verir.
İnci Enginün’ün Kitap ve Edebiyat isimli deneme kitabı gözlemler, anlamalar ve yorumlara dayanan değerli bir deneme kitabıdır. Eser Türk edebiyatını bir kısa film perspektifinde bir solukta özetleyen, ama bir ömrün aynası olmuş bir hoş sadadır. Binlerle yılı bir melek saflığıyla geçtiğini anlar insan onları okurken. Zengin bilgilerle donatılmış olmaları onların en belirgin vasfıdır. Yorumların tutarlılığı eseri alanında önemli bir yere koyar.

Nurullah Ataç’ın denemelerindeki görecelikleri burada yoktur. Tanpınar hakkındaki şu cümleleri belki de onu en iyi ifade eden satırlardır.” Tanpınar’ın hayatı mesleğini sevmeyen ve istediğini yapamayan bir sanatçının trajedisidir.” (Kitap ve Edebiyat s. 184)
Hilmi Yavuz’un Kara Güneş isimli en son denemelerini içine alan kitabı yeni dönem yorumculuğunda bir uzlaşma kitabı gibidir. Hakkında daha önce hüküm verilmiş şair ve yazarlarımız hakkındaki hükümleri yontmak daha uzlaşmacı tutumlar ortaya koymak yazarın asıl amacıdır.

Hilmi Yavuz birbirinden kesin farklarla ayrılmış

Türk kültür ve sanat hayatında bir uzlaşma köprüsü olmaya çabalar. Yorumlarda felsefe ağırlık kazanır.

Tanpınar, Necip Fazıl, Haşim, Nazım gibi Türk şiirinin büyük zirvelerinden aşağı inmeyen Hilmi Yavuz gelenekten ziyade belirlediği noktalardan üst bakışlar gerçekleştirir. Şiirin yanında roman da deneme yumağı içinde yer alır.
Resim, tiyatro ve plastik sanatların perspektifiyle edebi eserlere ve plastik sanat eserlerine bakan denemeciler ise çok değildir.

 Bunlar Sabahattin Eyuboğlu, Bedri Rahmi Eyuboğludur.

Azra Erhat’ın derlediği Sabahattin Eyuboğlu’nun denemeleri altı yüz sahifeyi tutar. Aynı yazarın Kızıl ve Kara İsimli eseri değer ve nitelik olarak Azra Erhat’ın derlediğinden düşük bir seçimdir. Yorumları zengin denemelerdir. Bütün sanatların değişmez ilham kaynağı olan tabiatı değerlendirir.” Avrupa kültürü ile temasa geldiğimiz tarihten itibaren fikir dünyamızda ehemmiyet kazanmaya başlayan yeni mefhumlarından biri ve bilhassa sanat bakımından en zengini tabiattır. Bugün tabiat kelimesini kullanırken düşündüğümüz şeylerin çoğu Avrupa tefekkür tarihine aittir. Bu kelime adeta Tanzimat’tan sonra zihni iktisaplarımızın bir mahzeni ve yeni dünya görüşümüzün bir ma’kesi olmuştur. Fikir ve sanat hayatımızdaki her hamle tabiat mefhumuna yeni bir ufuk açmıştır.” (S .Eyuboğlu, Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler, s. 380)

Yazarın Mavi ve Kara isimli eseri ise siyasi polemik ağzı ile kaleme alınmıştır denebilir.
Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun denemeleri Bilgi yayınevinden çıkmıştır. Bu Anadolu Varya, Tezek, Kültür Yokuşu, Delifişek bunlardan bazılarıdır.

 Bedri Rahmi şiirlerinde olduğu gibi yüreği kaynayan, neredeyse denetlenemeyen okyanus gibi bir adamdır. Denemelerinde en zengin duygusal taşkınlıklar ve yorumlar olan sanatçımız Bedri Rahmi’dir. Her gün karşılaştığımız nesneler, insanlar, mekânlar, tabiat öğeleri onun dilinde hayret edici bir objeye dönüşür.

                                     Bakmak İle Görmek ve Yorumlamak

Mesela, kağnı ” Karşıdan kağnılar gözüktü.. Akıl gemi azıya aldı korkudan kalem ürktü, dil tutuldu, boyun büküldü. Bir yandan tepkili uçakla Hacca giden Hacılar, bir yanda inim inim inleyen kağnılar. Kağnı gıcırtısını duyar duymaz en külüstür otobüs birden gözüme tay gibi, sıpa gibi şirin gözüktü. Varsın arasıra gaz çubuğu kinisin, yahut tekerleklerinden birisi alıp başını çekip gitsin… Gider a! Allah selamet versin, varsın koskoca kamyon kırk kişiyle yan yatsın, yatar a! Allah rahatlık versin, ne olursa olsun yeter yeter ki yollarımıza, yüreklerimize benzin kokusu sinsin, memleketimiz yola kavuşsun, makineye ısınsın. Allah cümlemizi kağnı gıcırtısından kurtarsın. Amin! Amin demesi kolay ama kağnı gıcırtısını sineye çekmek zor, bu zıkkım pek yenilir yutulur şey değil ki
Gene de düştü yollara kağnı dizisi
Dağların taşların kara yazısı
Canlının cansızın yürek sızısı
Sen hangi motordan dem vuruyon?
On beş bankonod fazla ediyor bugüne bugün
En çok gıcırdıyan kağnı mazısı (Tezek s. 18)
Bakmak ile görmek ve yorumlamak için bu denemeler bir ders kitabı  olacak düzeydedir.

 Prof. Dr. Himmet Uç

15 Ocak 2013 Salı 15:04

BİBLİYOGRAFYA
Ağaoğlu, Adalet, Öyle Kargaşada Böyle Karşılaşmalar, YKY, İstanbul 2002 Ağaoğlu, Adalet, Karşılaşmalar, YKY, İstanbul 1993 Ağaoğlu, Adalet, Geçerken, RK, İstanbul 1986
Ahmet Haşim, Bize Göre,   İkdam’daki Diğer Yazıları, Dergah, Eylül 1991
Ahmet Haşim, Gurabahane-i Laklakan, Dergah, İstanbul 1991
Ahmet Rasim, Muharrir Bu Ya, MEB, İstanbul 1989
Ahmet Rasim, Şehir Mektupları, MEB, İstanbul 1989
Ataç, Nurullah, Dergilerde, TDK, Ankara 1980
Ataç, Nurullah, Prospero ile Caliban, Can, İstanbul, 1988
Ataç, Okuruma Mektuplar, Can, İstanbul 1988
Ataç, Nurullah, Söyleşiler, TDK, Ankara 1964
Aytaç, Gürsel, Edebiyat Yazılan, I, Gündoğan, 1990, Ankara
Aytaç, Gürsel, Edebiyat Yazılan II, Gündoğan Ankara, 1991
Batur, Enis, Yazının Ucu, Y K Y, 1993, İstanbul
Batur, Enis, Smokinli Berduş, YKY, 2001, İstanbul
Belge, Murat .Edebiyat Üstüne Yazılar, Y K Yjstanbul 1994
Beyatlı, Yahya Kemal, Eğil Dağlar, İFC, İstanbul 1975
Birsel, Salah, Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu, İstanbul 1989
Buğra, Tarık, Düşman Kazanmak Sanatı, Ötügen, İstanbul, 1979
Celebi, Asaf Halet, Bütün Yazılan, (Hakan Sazyek) İstanbul 1998
Dranas, Ahmet Muhip, Yazılar, YKY, İstanbul 2000
Ersoy, Mehmet Akif, Makaleler, Kültür BY, 1990, Ankara
Enginün, İnci, Kitap ve Edebiyat, Dergah, 2001, İstanbul
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Kültür Yokuşu, Bilgi, İstanbul 1995
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Tezek, İstanbul 1987
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Bu Anadolu Var Ya, Bilgi, İstanbul 1993
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Delifışek, Bilgi, İstanbul 1987
Eyuboğlu, Sabahattin, Mavi ve kara, Çağdaş, 1994, İstanbul
Eyuboğlu, Sabahattin, Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler, Cem, Aralık 1980, İstanbul
Göçkün, Önder, Türk Edebiyatı Araştırmaları, Konya 1991 Halikarnas Balıkçısı, Hey Koca Yurt, Bilgi, İstanbul 1994 İlhan, Attila, Hangi Edebiyat, Bilgi, Mart 1993
İlhan, Attila, Gerçekçilik Savaşı, BDS, İstanbul 1983
İnce, Özdemir, Gördüğünü Kitaba Yaz, Doman Kitap, İstanbul 2002
Kaplan, Mehmet, Nesillerin Ruhu, Hareket, İstanbul 1967
Kaplan, Edebiyatımızın İçinden, Mehmet, Dergah, 1978, İstanbul
Kaplan Mehmet, Dil ve Kültür, Dergah, İstanbul, 1983
Karakoyunlu, Yılmaz, Penbe Donlu Köstebek, Ünit, Ankara 2000
Karaosmanoğlu,   Yakup   Kadri,   Erenlerin   Bağından, MEB, Ankara 1970
Kanık, Orhan Veli, Denize Doğru, Varlık, İstanbul 1969
Meriç, Cemil, Mağaradakiler, Ötügen, İstanbul 1978
Okay, Orhan, Kültür ve Edebiyatımızdan, Akçağ, 1991 Ankara
Okay, Orhan, Silik Fotoğraflar, Ötügen İstanbul, 2001
Sevük, İsmail Habib, O Zamanlar, Kültür BY, Ankara 1981
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Yaşadığım Gibi, Dergah, İstanbul 2000
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, Dergah, 1976, İstanbul
Tarancı, Cahit Sıtkı, Yazılar, (Hakan Sazyek) Can, 1995, İstanbul
Yavuz, Hilmi, Kara Güneş, Can, İstanbul 2003
Yücel, Tahsin, Yazın Gene Yazın, YKY, İstanbul 1994
Yücel, Tahsin, Alıntılar, YKYjstanbul 1997
Yücel, Tahsin, Tartışmalar, YK Y, 1993, İstanbul

Ölüm ve Ötesi

Ölüm, hayattan da öte bir hakikattir. İmanı teslimiyetten ibaret halkımızın çoğu onu tevekkülle karşılasa da, bilhassa ehl-i dünya ve bu teslimiyeti olmayanlar, inanmış bile olsalar, çok ciddî ölüm korkusu yaşarlar.

Fakat sürekli çalışma, meşguliyet, eğlence ve neşelenme gibi yollarla ölümü hatırlamamaya çalışırlar. Manevî eğitimde “râbıta-i mevt” bir esastır. Peygamber Efendimiz de (s.a.s.), “Lezzetleri yok eden ölümü çok hatırlayın, çok anın.” buyururlar. Kur’ân-ı Kerim’in dörtte biri kadarı da Âhiret’le ilgili olduğu halde, ölüm ve Âhiret, inananları dâhil, günümüz insanının hiç gündeminde değil gibi. Oysa yazılanların, konuşulanların, gösterilenlerin belki büyük kısmı ölüm ve Âhiret’le ilgili olmalı. Çünkü dünya hayatı, tamamen Âhiret’e endekslidir ve Âhiret için yaşanır, Âhiret için yaşanmalıdır. Günümüz insanının buna, önceki çağlarda yaşayanlardan çok daha fazla ihtiyacı var. Var, çünkü dünyevîlik, bugün herkesi kapkaranlık cenderesine almış durumda; var, çünkü bugün öylesine suçlar, öylesine günahlar işleniyor ki, insanı bunlardan ancak şuurlu bir ölüm ve Âhiret endişesi alıkoyabilir. Bundandır ki, İkinci Dünya Savaşı’nda ne olup bitiyor hiç takip etmeyen Hz. Bediüzzaman (r.a.), kendisine sorulan “Bundan daha mühim bir hadise mi var ki, bu savaşı hiç takip etmiyorsun?” sorusuna şu cevabı verir: “Evet, herkesin başına bu cihan harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hakimiyet davasından daha ehemmiyetli bir dava, ebedî hayatı kazanmak veya kaybetmek davası, açılmış. Her insan, Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa tereddütsüz o tek davayı kazanmak için sarfetmeli.”

Bazıları kasten ve keyfî bir hüküm olarak inkâr etseler de, tamamen çürüyüp kokuşmamış hiçbir vicdan, Allah’ı ve Âhiret’i inkâr edemez. Fakat yine Hz. Bediüzzaman’ın enfes tesbitiyle, nefis, deve kuşu gibidir. Ölümle varlığının, her lezzetin “sonsuzca sona ereceği” aklına gelince “İhtimal Âhiret ve ebedî hayat var.” der, ümidini sürdürür. “Öyleyse gel, bu ebedî hayatı kazanmak için çalış!” denince, bu, işine gelmez ve “Âhiret, sorgu–sual, Cennet–Cehennem yok!” der. Kâinatın insan gibi şu veya bu derecede şuurlu, irade sahibi ve sorumlu varlıkların tasarruf sahası dışında kalan her yerinde Cenab-ı Allah’ın Adl isim-sıfatından gelen tam bir denge ve adalet hakimdir. Bu denge ve adaleti kendi tasarruf sahasında iradesiyle insan bozar. Evet, Cenab-ı Allah’ın mutlak adaleti ve insanın irade sahibi, sorumlu bir varlık olması, dünyada gördüğü mükâfat ve cezalar, buna karşılık görmediği çok daha büyük suçları ve iyilikleri, Âhiret’e şüphesiz bir delildir. Ayrıca, Âhiret’in olmaması demek, ölümle hiç yaşanmamışa dönen hayatın da, ölümle bitiveren, sürekli bitivereceği acısı veren lezzetlerin de, sevdiklerinden bir bir ayrılmakla sadece acıya dönüşen sevgi ve alâkaların da insan için boş, anlamsız, hattâ bir alay ve işkence olduğu manâsına gelir. Bu ise, bütün kâinatta güneş gibi apaçık görülen evrensel rahmete de, en küçük bir varlık ve hadiseye taktığı müşahede olunan sayısız fayda, gaye ve manâlarıyla hikmete de tamamen zıttır.

Ali Ünal / Zaman

Yazının devamı için tıklayınız>>>