Kategori arşivi: Röportajlar

Savaşta bile kılınan Namaz, İtalya Büyükelçisini Müslüman olmaya ikna etti!

Üstümüze bombalar yağarken insanlar camiye gidip namaz kılıyordu. O zaman İslamiyetin hak din olduğuna ikna oldum.” diyen İtalyan Büyükelçi, sonunda kelime-i şehadet getirdi. Onun Müslüman olduğu haberini 27 Kasım 2001 tarihli Süddeutsche Zeitung gazetesinde okudum. Nasıl sevindiğimi anlatamam. Gazete şöyle yazıyordu:

“Su gibi Arapça konuşan İtalya Büyükelçisi Turquota Cardilli, şahadet getirerek Müslüman oldu. Suudi Arabistan yetkilileri, kendisini “yeni din kardeşi” kabul ettiler. Savunma Bakanı Prens Sultan Bin Abdülaziz, sarayında elçiyi kabul ederek tebrik etti ve Kâbe örtüsünden bir parça hediye etti. İtalya’da tam aksi reaksiyonlar yaşandı. Cardilli ailesi şaşkına döndü. 

Turquato, dil ve politika tahsili yapmış, İslam ülkelerindeki politikalar üzerine uzmanlaşmış bir büyük ölçü. 2000 yılı kasım ayında Riyat büyük elçiliğine tayin edildi.

Müslümanlarla tanışması tam 37 sene önce başlamıştı. Henüz 22 yaşında bir üniversite öğrencisi iken 1964 senesinde, İsrail kuşatmasından önce Kudüs’e gitmiş İslam’a göre üç kutsal mekândan biri olan Mescid-i Aksa’yı ziyaret etmişti. Orada caminin içinde, yüreğinde bir şeyler hissetmiş, kalbine ışıklı bir yolun şavkının vurduğunu anlamıştı.

1967 yılında yabancılar servisine girdi. Görevi gereği birçok Müslüman ülkeye gitti. İslam dünyasındaki ilk olarak 1969 yılında görev aldı. Önce Sudan, sonra Suriye. Oradan Irak’a… Sonra Roma’ya döndüm. Bir sonra 2.5 yıl Libya’ya. Hollanda’da çalıştı, Birleşmiş Milletler’de görev aldı.

Bu arada Kur’an’ın İtalyanca tefsirini okumaya başladı, öğrendiği Arapçayı bir hayli unutmuştu. Kader, Cardilli’nin yüreğine yol açtı. Hem de ışıklı bir yol.

“Büyükelçi olarak, beni Suudi Arabistan’a gönderme planları yapıldığını duyunca, kendime bu Allah’ın dileği, dedim. Kaderin bir işareti. İyi bir Müslüman olmalı, İslam’ın şartlarını öğrenmeli ve onu yaşamalıydım. Şahadet getirmeli, namaz kılmalı, oruç tutmalı, zekât vermeli ve hacca gitmeli… Artık hiçbir özrüm olmayacaktı. İçimden Riyad’a gönderilmem, Allah’ın takdiri, dedim. İtalya’nın dünyada 122 büyükelçiliği vardı. Neden Suudi Arabistan’a gönderiliyordum? 10 sene önce Cezayir’de büyükelçilik yapmıştım. Sonra Tanzanya’ya, geri dönüş beş yıl Roma. Riyat’a gitmek üzere seçilişim, tamamen bir “seçilme” gerçeği ve kaderin bir cilvesi idi. Bunu hissettim.

Kendi kendime, iyi bir Müslüman olma sözü verdim. Ramazan yaklaşıyordu. Oruç tutmalıydım. İslam’ın emirlerini eksiksiz yapmak için mükemmel bir öndere ihtiyacım vardı. Riyat’ta bana yardım edebilecek bir İslam merkezi aradım. Ararken titiz ve dikkatli davranıyordum. Herhangi birinin İtalya büyükelçisi Müslüman oldu, demesini ve gerçeğin zamanından önce duyulmasını istemiyordum. Arayışım sırasında birçok engelle karışlaştım. Bir rehbere ulaştığım zaman, günlerden “arefe” idi.

Böyle bir merkeze ulaşmam da uzun zaman aldı. Ramazandan birkaç ay önce idi.  Batha’daki İslam Merkezi’nin telefonunu buldum ve merkeze gittim. Ramazan yaklaşıyordu, daha fazla zaman kaybetmemeliydim. İslam’ın kutsal ayı ramazandan önce, bu işi halletmek istiyordum.

Bahtiyar Cardilli, İslam’ı seçtiğini açıklarsa birçok güçlükle karışlaşacağını düşünüyordu. Büyükelçilikte orta şiddette bir deprem yaşanacak; sarsıntı asıl etkisini, Roma’da gösterecekti.

Suudi Arabistan zengin bir ülkeydi. Buna karşılık insanların düşüncelerindeki sadelik değişmemiş, iş hayatının ve zenginliğin kurbanı olmamışlar, inançlarını değiştirmemişler, orijinal yaşantılarını sürdürüyorlardı. Büyükelçi uzun uzun düşündü, ölçtü, tarttı. İçindeki sesin yankısı dudaklarını yansıdı.

Sonunda Ramazandan bir gün önce şahadet getirdim. Kısa zaman içinde olmasına rağmen ramazan boyunca kendimi iyi bir Müslüman olarak hissettim. Bu macera seneler önce başlamıştı. “Bir güç” tarafından yeni bir inanışı kucaklamaya sürüklenmem, bir tesadüf değildi.

Büyükelçinin “ikna olduğu an” ne zamandı? Elbette yıllar önce.

1973 Suriye- İsrail Savaşı sırasında Şam’daydım. 9 Ekim 1973 günü Şam, ağır bir şekilde bombalandı. Şiddetli bombalamalara rağmen, insanlar tam bir tevekkül ile camiye gidiyordu. Bu gerçeği gördüm, ezanı dinledim. Şehre bomba yağarken cemaat, namaz vakitlerinde ibadet ediyor ve huzur buluyordu. O zaman ikna olmuştum.

İslam’ın doğru bir din olduğuna ta o zaman karar vermişti büyük elçi.

Cardilli şöyle diyor:

1964’te kalbime atılan tohum, çiçeklendi, büyüdü, büyüdü, büyüdü…

Bahtiyar Cardilli’yi kesin bir karar vermeye sürükleyen başka sebepler de vardı elbette. İslam’ın kaynakları sağlam, saf ve güzel bir din olduğunu tespit etmişti:

İslam’da Allah ile kul arasına kimse giremiyor. Herkes direkt Allah ile temas kurabiliyor. Allah sizi her zaman ve her yerde duyabiliyor. Nerde olursanız olun, bunun bir önemi yok. Arada kimsenin bulanmasına gerek yok.

İslam’da harikulâde güzel prensipler ver: zekât, dürüstlük, fakirlere yardım…

Bunları dinin temelleri olduğunu ve bu sade prensiplerin, insanların ihtiyaçlarını karşılayabileceğini ve toplumda huzuru sağlayabileceğini anladım.

Dünya değişiyor, diye İslam değişmemiştir ve değişmeyecektir. Şüphesiz ki Kur’an’a hiçbir metin eklenmemiştir, onun hiçbir değişikliğe ihtiyacı yoktur. O, herkes tarafından okunabilir ve kolayca anlaşılabilir.İslam’ın değerleri yerli yerinde ve toplumsal kültüre önemli katkılar sağlıyor.”

Müslüman olmanıza aileniz ve çevrenizin tepkisi ne oldu, sorusuna Cardilli, şu cevabı veriyor:

Çevrenizde bazı insanlar var ve siz onların fikirlerinin yanlış olduğunu biliyorsunuz. Sizin yanlış dogmalardan farklı olarak, doğrulara sahip olmanız gerekiyor. Bence gerçeğe sahip olma hakkı, insanların sizin hakkınızda ne düşündükleri ile ilgili kaygılardan daha önemli.

Müslüman olmasının Suudi Arabistan’da büyük yankı uyandırdığını hatırlatanlara şöyle dedi:

Müslüman olan ilk ve tek İtalyan büyükelçisi ben değilim. Müslümanlığı ilk kabul eden büyükelçi, iki ay önce New York büyükelçimiz oldu. İtalya yasalarına göre Hıristiyan olmayan biri İtalya’yı büyükelçi olarak temsil edemezdi. Biz Müslüman olunca yasa değiştirildi.

Ali Erkan KAVAKLI

PKK, İsrail ve Ergenekon Himayesinde

Bediüzzaman Said Nursi’nin talebesi Abdulkadir Badıllı, terör olaylarında yaşanan zafiyete dikkat çekti

Güneydoğu’nun önemli kanaat önderlerinden biri olan Bediüzzaman Said Nursi’nin talebesi Abdulkadir Badıllı, terör olaylarında yaşanan zafiyete dikkat çekti. Terörü canavar olarak değerlendiren Kürt kökenli Badıllı, yeni anayasanın baltalanmak istendiğine vurgu yaptı.

KÜRTLERİN HAKKI PKK TARAFAINDAN ENGELLENİYOR

PKK terör örgütünün kadın, çocuk demeden hunharca saldırdığını ifade eden Badıllı, terör saldırısını İsrail’in Filistin’e düzenlediği saldırılara benzetti. PKK’nın İsrail ve Ergenekon himayesinde olduğunu ileri süren Badıllı, örgüte destek veren iç ve dış güçlere karşı kapsamlı mücadele yapılması gerektiğini kaydetti.

Badıllı, PKK’nın Kürtlere bazı haklar verilmesini istemediğini dile getirdi. Saldırıların sebebini yeni anayasa hazırlıklarına bağlayan Badıllı,

“Bunların yapmak istediği şey yeni anayasayı baltalamak. Onlar Türkiye’yi zorlayacağını düşünüyorlar. Güya bir Kürdistan kuracaklar ama bunu diyemiyorlar. KCK da BDP de bunu diyemiyor. Ancak gerçek hesapları o. Anayasa hazırlıklarının ilk gününde bu hadisenin olması manidardır. Yeni anayasada Kürtlere bazı hakların verilmesini ümit ederken Kürtlere bazı hakların verilmesi PKK tarafından engelleniyor”

diye konuştu.

ASKERİYENİN İÇİNDE HAİNLER Mİ VAR?

Ordunun zafiyetlerine de değinen Badıllı, konuşmasını şu şekilde sürdürdü: “Ordunun bu kadar zafiyeti neden? Kontrolde bekleyen askerler vuruluyor, ölüyor ama saldırganlar kaçıyor, bulunamıyor. Hani insansız hava uçaklarımız vardı. Elimizde büyük bir ordu, hükümet var. Bu kadar güce rağmen neden bunlar oluyor? Ben de şüpheleniyorum. Askeriyenin içinde hain mi var? Ümit ediyorum ki öyle değildir. Eğer öyleyse Allah muhafaza buyursun, tehlikeli bir durum.”

Örgüt yandaşlarına verilen cezaların azlığını eleştiren Abdulkadir Badıllı, caydırıcı olmayan cezaların hukuk boşluğundan kaynaklandığını iddia etti. Badıllı, konuşmasını şu şekilde tamamladı: “Demokratik hukuk var ama eğer karşınızda bir canavar varsa onu temizlemek de bizim hakkımız. Onun için ben diyorum ki evvela örgüte destek veren iş ve dış kaynaklara taviz verilmemeli. 100 bin 200 bin askerle dağlar didik didik aranmalı. Mağaralara bir bir girilmeli yerle bir edilmelidir.”

Cihan

Zübeyir Gündüzalp abinin isteği..

Ertuğrul Arpat Abi ile buluşup kendisinden hatıralarını dinlemek istedik. Kendisi sağolsun bizi kırmadı.

– Hocam öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

– 1946 Zonguldak doğumluyum. Erzurum Fransız Dili ve Edebiyatı mezunuyum. Marmara Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Öğretim Görevlisi olarak emekli oldum. Halen İstanbul’da yaşıyorum.

 – Risale-i Nurlarla tanışmanızı ve o dönemle ilgili anılarınızı anlatabilir misiniz?

– Risale-i Nurla 1968 senesinde tanıştım. Süleymaniye’deki 46 numaraya sık sık giderdim. Hatta orada merhum Zübeyir Gündüzalp Abi ile bir hatıram olmuştu. Zübeyir Abi üst katta kalırdı. Yine bir gün derse gitmiştim. Kendisi aşağı yanımıza indi ve herkes adını soyadını memleketini hangi okulu kazandığını söyledi. Ben de, “ Ertuğrul Arpat, Zonguldak, Erzurum Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı” dedim. Kendisi tanışma bittikten sonra tekrar yukarıya çıktı.

Bir müddet sonra, Eyüp Ekmekçi adlı bir arkadaş yanıma geldi ve Zübeyir Abi’nin beni çağırdığını söyledi. Neyse, yanına gittim. Küçücük bir odaydı kaldığı yer. Bana Risale-i Nurdan, Üstaddan ve hizmetlerden bahsetti. Sonra, “ Sen bu Fransız Dili bölümünden başka bir bölüm kazanamaz mısın? ” dedi. Ben de,” Efendim ben Fransızca diline aşinayım. O yüzden bu bölümü seçtim” dedim. “ Hııı “ dedi. “ Peki sen Fransızca bir kitap yazamaz mısın? ” deyince ben de, “ Bizim yazdığımız kitapları okutmazlar, bir müfredat proğramı vardır onu okuturlar” dedim. “ O zaman sen de o kitaplardaki İslamiyete ters şeyleri reddet, okutma” dedi. “ Tamam Abi. O kitaplarda geçen dans ve benzeri şeyleri okutmam “ dedim. Zübeyir Abi’nin bu telkinatları bende o kadar tesirli olmuştu ki, bir hafta boyunca rüyamda gördüm kendisini.

 – Bir şahsiyet olarak, Zübeyir Gündüzalp’i nasıl anlatabilirsiniz bize?

– Çok ağırbaşlı, çok ciddi, vakur bir hali vardı. Sert duruşuna rağmen, manevi bir havası olan ve bu havasıyla etrafındakileri tesir altına alan bir şahsiyetti kendisi.

Ertuğrul Arpat Abi artık nurnet.org sitesinde yayınlanan yurtdışı haberlerin Fransızca çevirilerini yapacak. Dünyada birçok ülkede Fransızca resmi dil. O yüzden yapacağı bu çevirilerin çok faydalı olacağı kanaatindeyiz.

Sahip olduğu Fransız Diline ait bilgi birikimiyle nice hizmetlere vesile olması temennisiyle…

www.NurNet.Org

Bediüzzaman’ın reçetesi terörü de önleyecek.

Risale Akademi’nin, Akademik Araştırmalar Vakfı (AKAV) ile birlikte düzenlediği “Münazarat Ekseninde Milliyet Fikri ve Demokrasi” konulu konferans 1 Ekim 2011 tarihinde yapılacak.

 Akademisyenler, yazarlar ve gazeteciler Münazarat sorularını cevapladılar:

İşte 4. soru ve özetlenen cevaplar:

 4-Münazarat bağlamında sarfettiği: “Şu eserin nağamâtını dinlemek için, bir Kürt cesedini giymek, bir vahşi hayâlini başına takmak gerektir. Yoksa ne istimâ helâl, ne semâ tatlı olur.

 Bugün Kürtlerle empati kurabilmenin vesileleri neler olabilir?

Doç. Dr. Kenan Ören:

 Bediüzzaman Hazretleri burada Kürtleri anlamak ve onların duygularını kavrayabilmek için kendimizi onların yerine koymamız gerektiğini vurguluyor.

Kürtlerin hayat tarzları, hayal dünyaları, yaşadıkları coğrafik alanların üzerlerindeki etkileri, geçmişte kendilerine reva görülen aşağılama, sürgün gibi işlemlerin dünyalarında oluşturan yıkımları iyi anlamak gerekiyor.

Ancak burada şunu vurgulamakta da fayda vardır. Türkiye tarihinde sadece Kürtler mağdur duruma düşmemişlerdir. Dersim hadisesi, Kubilay hadisesi gibi vakalar, Bediüzzaman’a reva görülen zulümler, Necip Fazıl, Osman Yüksel gibi inançlı insanlara “İrtica” adıyla uygulanan haksızlıklar ve işkenceler ve hatta bütün bunların dışında sağ-sol ayrımı yapmadan 12 Eylül hadisesinde uygulanan yargısız infazlar ve bunların taraflarında meydana getirdiği yıkımlar gösteriyor ki, geçmişte her kesim bu zulümlerden payını almıştır. Ancak bu kesimlerin içinde en sert tepkiyi PKK gibi oluşumlarla yansıtan Kürtler olmuştur.

Bir yanlış başka bir yanlışla düzeltilmeye çalışılamaz. Önceki haksızlıklar bu haksızlıka düzeltilemez. Bu yüzden, Bediüzzaman’ın reçeteleriyle bu haksızlıkların giderilmesine çalışılmalıdır.

Erkan Okur:

Çalışmalarınızda başarılar dilerim. Gündemi yakalayıp bizim Münazarat’ı baştan sona okumamıza güzel bir teşvik edici oldunuz. Bu gerçekten güzel bir akademi okulu maşallah, elhamdulillah.

Eski hal yerine yeni hal ile bakıp empati kurulduğu zaman hasenatı seyyiatına, sevabı hayrına galebe eden kazanıyor diye düşünüyorum.

Prof. Dr. Ahmet Battal:

Sizin, sorunuzda Kürt sorununda çözümün taraflarından biri olarak Kürtler diye tarif ettiğiniz ve bugün derdi gücü Kürt hakları olan -bir kısım- Kürtlerin empatiye değil ıslaha ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Sadece ıslahlarına katkı için “ne oldu da böyle oldular” sorusunu sormak lazım ki buna empati denebilir mi? Sanmam. Elbette sorunun Türk milliyetçilerinden kaynaklanan boyutu ayrı mesele. Orada da ıslahtan başka çare yok. Bize dua düşer, fiilî ve kavlî.

Yazının tamamı için tıklayınız

www.RisaleAkademi.com

Yirminci Yüzyıl Kahramanınız Kim?

Mustafa Akyol, resmi ideolojiyi cesurca eleştiren sorgulayan genç ve dinamik bir yazar. Star gazetesinden biliyorsunuz. Yıllardır söz konusu edilemeyen, kırmızı çizgileri, mayınlı alanlara kara gözlü giren bir kalem. Hem dış dünyayı hem ülke gerekçelerini objektif görebilen biri aydın.

Otoriter rejimler birer birer yıkılırken işin arka planına baktığınızda model ve formül Osmanlı’nın çöküşünde başrolde oynayan İttihatçı komitacıların olduğu anlaşılır. Koca imparatorluğu çökerttikten sonra Ortadoğu, Kuzey Afrika’da bağımsızlık hareketlerinde etkileri olduğu kadar otoriter model olma konusunda da model oldukları görülür. Dikkatlerden kaçırılan önemli bir ayrıntı, Kemalistler genellikle bağımsızlık vurgusunu fazla yaparlar, demokrasiden hazetmezler. “Dışa karşı bağımsızlık olsun içerde biz istediğimiz gibi hak ve hürriyetleri kısıtlayabiliriz” görüşündeler. Hamasetlerinin klişe sloganı “bağımsızlık”tır. Oradan öteye hürriyet ve demokrasi denilince hemen yaftayı yapıştırırlar; “vatan haini” derler.

Akyol’un, “Gayri Resmi Yakın Tarih” konulu kitabının kapağında ayrıca bir cümle daha var: “Bütün devrimler yanlıştı. Kemalist devrimler de yanlıştır.” Mustafa Akyol ile İstanbul Florya’daki evlerinde keyifli bir sohbet oldu. Fikri temelini Bediüzzaman ve Risale-i Nur olduğunu özellikle ifade etmeleri dikkate değer bir husus. Gerek Türkiye gerekse İslâm alemindeki gelişmelerin arka planında Risale-i Nur un etkisine işaret ettirler. Umarım paylaştığımız yönlerini beğeneceksiniz.

SON YÜZ YILIN TARİHİNDE ÇOK CİDDİ BİR SEÇİCİLİK VARDIR

“Gayri Resmi Yakın Tarih” adlı bir kitabınız var. Tarihin resmisi gayri resmisi nasıl olur? Tarih yaşanmış olayların günümüze aktarılmış belge ve dokümanları değil mi?

Tarihin bir realitesi var. Bir de bunun bize aktarılan bir literatürü var. Dünyanın her yerinde bu ikisi arasında fark vardır. Amerika’ya gittiğinizde Amerikan tarihini okuduğunuzda Kızılderili katliamından pek bahis bulamazsınız. Her ülke tarihi kendine göre taraflı olarak yorumluyor. Fakat, otoriter rejimlerde, toplumu kendi ideolojilerine göre inşa etme sürecinde tarih yaşanmış gerçeklikten farklı bir şekilde yorumlanıyor. Bizim tarihimiz konusunda alternatif tarihçileri okuduğumda ve yurt dışındaki literatürü taradığımda gördüm bu farkı, Yaşanmış gerçeklikle bizim okuduğumuz resmi tarih arasında büyük farklılıklar olduğunu gördüm. Resmi tarihi bize kim anlatıyor? Devletin okullarında, ders kitaplarında, üniversitelerinde, devletin tarih kurumunda neler anlatılıyor iyi bakmak lazım.

Son yüz yılın tarihine bakıldığında çok ciddi bir seçicilik yapıldığı görülür. Yaşanmış gerçeklerin bazı yönleri anlatılmış bazıları anlatılmamış. Bazı yönleri de özellikle çarpıtılarak anlatılmış.

TARİH SİYASİ İKTİDARINI MEŞRULAŞTIRMAK İÇİN ÇARPITILARAK YAZDIRILMIŞ

Burada doğrulamayı nasıl yaptınız?

Aslında hiç kimsenin “gerçek tarih benim bildiğim ve yazdığım” deme şansı yoktur. Fakat en azından alternatifini görüyorsunuz. Bakıyorsunuz böyle bir tarih anlatımı var. Bir başka alternatifinde aynı konu çok daha farklı geçiyor. Bağımsız kaynaklar var. Karşılaştırdığınızda gerçek ortaya çıkıyor. Siyasi iktidarların kendini meşrulaştırmak için kendilerine göre bir tarihe ihtiyacı oluyor.

Meselâ; Kurtuluş savaşında Mustafa Kemal’den başka kimsenin rolü olmadığını düşünüyorsunuz resmi tarihe göre. Bakıyorsunuz Kâzım Karabekir Anadolu’ya Mustafa Kemal’den daha önce çıkmış. Demek ki bu anlatımla realite farklı. Resmi tarihte bahsedilmeyen olaylar var. Dersim olayı ile ilgili tarih kitaplarında hiçbir şey bulamazsınız. Geçmez. Yeni gündeme geliyor daha.

İLK DARBE 1925’TE YAPILMIŞTIR

Bugünkü sorunlar hakkında sağlıklı teşhis konulabilmesi için yapılan yorumlar genellikle tarihi derinlikleri ile ilişkilendiriliyor. Şu en öncelikli sorunlar hangi tarihi olaylara dayanıyor? Kırılma noktaları ne zaman başlamış?

Bugünkü resmi tarih dediğimiz Kemalist tarihe göre, Cumhuriyetin kuruluşu ile tek parti dönemine atıf yapıyorlar. Aslında Cumhuriyet tek parti döneminden daha önce. Tek parti dönemi 1925’te başlıyor. Onlar diyorlar ki, “Kemalist devrimler çok iyiydi. Ne yazık ki içerdeki bazı hainler bazı siyasiler oy avcılığı için çok partili döneme geçince (Menderes’i kastediyorlar) ilke ve inkılaplara karşı direndi. Tam olarak yerleşmesine engel oldular. Tek sorun toplumun anlamamış olması” gibi bir anlatım var. Kemalistler kendi haklarının çiğnendiğini düşünüyorlar. “Mustafa Kemal herkese Türk demiş niye kabul etmiyorlar?” diyorlar. Ya adam Kürt. Bu realite nasıl değişir?

İLK MECLİS DAHA DEMOKRATTI M.AKİF VE BEDİÜZZAMAN DA DESTEKLEMİŞTİ

Osmanlının son dönem meclis-i mebusanı azaları Ankara’da ilk Türkiye Büyük Millet Meclisinin de üyeleri. Fakat zihniyete ve uygulamalara bakıyoruz Osmanlı ile hiç âlakası yok gibi. Oradaki paradigma ayrışması tarihlerde izah edilmiyor. Müthiş bir kırılma var. Viraj mı denir, dönüş mü denir? Bir sapma var. Bakıyoruz Osmanlı’nın son zamanlarında hâkim olan düşünce ile bugünün bakış açıları arasında bir çatışma görünmüyor. Fakat tek parti düşüncesi ile milletin ortak vicdanı o gün de bugün de hâlen uyuşmuyor. Buna ne demeli?

Çok önemli bir noktaya temas ettiniz. Osmanlı’nın birinci meşrutiyet denemesi sonra ikinci meşrutiyetle çok önemli bir demokratikleşme hikayesi yaşanıyor. Bediüzzaman Said Nursi’nin Mehmet Akif’lerin desteklediği bir anayasal süreç yaşıyor.

Bu ne demek?

Padişahın yetkileri sınırlı. Tam yetkili bir meclis var. Meclisi oluşturan partiler var. Dindarlar, liberaller, gayr-i müslümler vb. her kesimden de temsilcilerden oluşan bir meclis-i mebusan var. Osmanlıdaki gayr-i müslümler eşit vatandaşlık durumuma gelmiş. Dernekler var. Çok ciddi bir entelektüel hayat var. Bir taraftan toprak kaybediyor ama kendi içinde ciddi bir tekâmül içinde. Kurtuluş savaşına herkes katılıyor destekliyor. Damat Ferit gibi karşı çıkanlar olsa da çok büyük bir kesim Milli Mücadeleyi destekliyor ve Kurtuluş Savaşında yer alıyor. Mustafa Kemal Samsun’a çıkmadan önce Anadolu’nun her yerinde “Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri” kuruluyor. İnsanları bilinçli.

“NE YANLIŞ GİTTİ?” SORUSUNA ÇARE OLARAK İKİ FARKLI GÖRÜŞ ÇATIŞIYORDU

 Nitekim Ankara’daki parlamento İstanbul’dakinin devamıdır. Osmanlı son döneminde farklı fikriyatlar ortaya çıkmış. Genelde şu soru soruluyor ve cevaplar aranıyor: “Ne yanlış gitti? Niye biz batı karşısında yenildik? Niye geri kaldık?…” Buna farklı cevaplar verilmiş. Bir kısmı demiş ki; “Efendim batı keşifler, icadlar yaptı biz gözümüzü kapadık. Batıya açılmamız lazım.” Bir kısmı demiş ki, “Din yüzünden geri kaldık.” Bunlar “Garpçılar” diye bilinen bir akım. Bir başka kesim; “Hayır efendim bizi geri bırakan din değildir. Batının tekniğini alırken dinimize sahip çıkmamız lazım demişler.”

GENÇ OSMANLILAR HEM DİNE SAHİP ÇIKALIM HEM YENİLİKLERİ ALALIM DİYORDU

Ali Süavi, Namık Kemal bu görüşü savunanlardan değil mi?

Evet Namık Kemal’ler, “Genç Osmanlılar” hareketi de bunu söylüyor. Dolayısıyla “Ne yanlış gitti?” sorusuna farklı cevaplar veriliyor. Din yüzünden geri kaldık diyen küçük bir grup. Bunların en tepesinde Abdullah Cevdet bulunuyor. Bunlar batıdaki din karşıtı materyalist akımlardan da etkileniyorlar. Bunların düşünceleri, “bilim dinin yerine geçecek” olan yeni bir akideyi savunuyorlar. “Bilim dini” ortaya çıkacak. Klasik din anlayışı terk edilecek. İnsanlar pozitif bilim düşüncesinde materyalist bir geleceğe doğru gideceğini zannediyorlar

Osmanlı yıkılırken herkes düşmana karşı birlikte hareket ediyor. Daha sonra cumhuriyet kurulurken bu farklı siyasi görüşler farklı eğilimlere dönüşüyorlar. Mustafa Kemal de bu pozitivist materyalist görüşe sahip kadronun içinde. O ve ona itibar edenler Cumhuriyet Halk Fırkasını kuruyorlar. Daha muhafazakar ve liberal olanlar Terakkiperver Fırkasını kuruyorlar. Cumhuriyetin kuruluş yılında iki parti var. Biri bugünkü Cumhuriyet Halk Partisi diğeri Terakkiperver Fırkası ki, daha sonra Demokrat Parti’nin, Adalet Partisi’nin, Doğru Yol Partisi’nin, Özal’ın Anavatan Partisi’nin belki bugünkü Ak Parti’nin kökenini oluşturuyorlar. Onlar da modernleşmeden, değişimden yana. Ama dine saygılı olduklarını özellikle belirtiyorlar. Değişimi topluma dayatarak değil demokratik bir şekilde olmasını istiyorlar. Ama CHP, Terakki Perver Fırkayı kapatıyor, ülkeyi 25 yıl tek parti olarak yönetiyor. Devletin politikalarında CHP zihniyeti hâkim oluyor. Mustafa Kemal döneminde çok partili deneme 1930’da Serbest Fırka ile başlıyor. O da kapatılıyor. Aslında Türkiye’de ilk darbe 1925’te yapılıyor. Terakki Perver Fırkanın kapatılışı ilk darbedir. Çok büyük hatadır. Ben kitabımda öyle yazdım. Halbuki ilk başta çok daha renkli ve demokratik bir tablo varken bahsettiğim ilk darbe ile Mustafa Kemal tek karar verici oluyor.

TEK PARTİ DÖNEMİ FİKİR ADAMI BAKIMINDAN FAKİRLİK DÖNEMİDİR

Bugünkü deyimle o zamanki tek parti ve uygulamaları toplum mühendisliği projesi denilebilir mi?

Şüphesiz. Osmanlı aydınlarında da Batıya bakışta iki görüş var. Bir kısmı hem dinimize ve değerlerimize sahip çıkarken batının teknolojilerini, yeni siyasi sistemlerini alalım diyenler grubu. Diğeri batıdan yenilikleri alırken dini bırakalım diyen materyalist kafa var. O zaman batıda hem demokrasi de var, faşist otoriter rejimler de var. Dolayısıyla 1930’lar CHP’sinde de faşist uygulamaların etkilerini görüyoruz. Tarih Kurumunun “Türk ırkı” ile ilgili tezleri vardır. Karşı çıkan hocalar tasfiye edilmiştir. Tek partinin iki dönemini doğru değerlendirmek lazım. Mustafa Kemal dönemi İsmet İnönü dönemi olarak. Bugün CHP’ye saldırırken hep İnönü eleştiriliyor. Atatürk koruma kanunu ile korunduğu için hep İnönü üzerinden CHP’ye saldırılıyor. Aslında İnönü dönemi kısmi rahatlama dönemidir. Kazım Karabekir’in ev hapsi kaldırılmıştır. Kafatasçı yaklaşım reddedilmiştir. İmam-hatip, ilahiyat fakülteleri açılmıştır, çok partili sisteme geçişin ilk adımları o zaman atılmıştır.

Cumhuriyet döneminde entellektüel potansiyel bakımından da fakirleşme dönemidir. Osmanlı’nın son zamanlarının entellektüeli oldukça birikimlidir. Karşıt görüşlerin her iki cenahındakiler bugünün tabiri ile elitleri seviyesi çok yüksektir. Cumhuriyetin ilanı ve 1950 yılına kadar geçen zaman içinde fikri alanda, bilim alanında oldukça fakirleşme olmuştur. Hele din eğitimin yasaklanması başlı başına fecaat bir durumdur.

BEDİÜZZAMAN GİBİLERİN SAYESİNDE DİNİ YOK EDEMEDİLER

Çok partili hayata geçişte dış dinamiklerin etkisinin olduğu biliniyor. İç dinamiklerin etkisi var mıydı, varsa ne kadar vardı?

Çok partili sisteme geçiş, batıya dahil olmanın bir gereği görülüyor. Teslim edelim ki İnönü o zaman “Yeni bir dünya kurulur biz orada yerimizi alırız” diyerek çok partili hayata geçiyor. Rejimin çok iddialı totoliter hedefleri tam gerçekleşmiyor. Büyük iddiaları gerçekleşmiyor. Meselâ dini kurumlar üzerine kurulan baskılarla pozitivist propaganda ile zannettiler ki bu kadar baskıdan sonra din ortadan kalkar. Öyle olmadı tabii ki. Toplumda güçlü bir dindarlık vardı.

Bu arada haklarını teslim edelim başta Bediüzzaman Said Nursi gibi, Süleyman Tunahan gibi, Nakşi geleneğinden gelen âlimler bu baskılara karşı koyuyorlar. Bunu hiçbir şekilde şiddete başvurmadan fikren yapmışlar. Özellikle Bediüzzaman Said Nursi’nin yeri, etkisi kayda değerdir.

Hem dış dünyada meydana gelen değişimler hem içten gelen talepler hem de fikri karşı koymalar ile çok partili hayata geçiliyor.

Gerçi çok partili hayata geçiliyor ama rejimin sahipleri ve aktörleri zaman zaman gelip darbeler yapıyor. Aslında tek parti döneminin 1930’lu yılların ruhu ölmüyor. 27 Mayıs darbesi ile başlayan zaman zaman nükseden 1971 muhtırası, 1980 darbesi ve sonrası bu otoriter zihniyet hiçbir zaman muhafazakârlara olumlu bakmıyor. Bu zamana kadar demokrasinin önüne hep engel oldular.

OSMANLININ SON DÖNEMLERİNDE FİKRİ VE AYDIN POTANSİYELİ BAKIMINDAN ÇOK ZENGİNDİ

Dış dünyayı tanıyan birisi olarak bugünkü Türkiye hakkında bir değerlendirme yapacak olursak ne demek istersiniz? Ortamı, fikri zemini entelektüel potansiyeli nasıl görüyorsunuz?

Osmanlı’nın son dönemi fikri ve entelektüel olarak çok zengindi. Hem batıyı iyi biliyorlar hem İslâmi bilgi derinliğine sahiptiler. Özellikle “Genç Osmanlılar” böyledir. Cumhuriyetin ilk yıllarında tasfiye edildiler. Onun için bu dönemler bilgi ve fikri bakımdan fakirleşme dönemidir. Dini kurumları ortadan kaldırdılar. Rafine İslâmi bilgiye sahip kimse kalmadı. Laikler hep köydeki imamı tenkit ederler. Rafine bilgiye sahip olanları biçmiş tasfiye etmişsiniz geride kalanları tenkide hakkınız yoktur. Yabancı bir yazarın şöyle bir sözü var “Eğer tek bir fikriniz varsa söyleyecek fazla bir sözünüz yok demektir.

Laikçiler tek tip görüş dışında hiçbir görüşe saygı duymuyorlar. Farklı bir şey söylediniz mi klişe “Vatan haini”, “Dış güçlerin ajanı”… gibi yakıştırmalara baş vuruyorlar. Yurt dışına çıkınca bu tartışmaların çoktan bittiğini gördüm. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” Bu sözü çok saçma buluyorlar batıda. İlim sana bir çok şeyleri elde etmende işine yarayabilir. Ahlâk kazandırabilir mi? Nazilerin üst ırk teorisi ve uygulamaları bilimseldir. Sonra bu tezden çoktan vaz geçtiler.

Soğuk savaş döneminin iki kutuplu dünyasının yaklaşımı bizim yerli laiklerin yaklaşıma etkisi olmuş mudur?

Şüphesiz soğuk savaş döneminin kutuplaşması bizde farklı bir boyut kazanmıştır. Sağ sol gibi akımlar şeklinde. Yabancıların gözünden bizim ülkemize bakıp doğru tespitlerde bulunmuşlar. Meselâ kimisi hilafetin kaldırılmasını çok yanlış buluyor. Dil devrimin çok kötü bir şey olduğunu yazanlar var. İslâm hakkında güzel fikirleri olanlar var. Bizimkilerde ise hep suçlayıcı bir dil var. Suçlayıcı dil olduğunda uzlaşma olmadığı için kimse birbirinden bir şey öğrenemiyor. Ben Marksist düşüncede değilim ama bazen bir Marksist düşünceye sahip birisinden de öğrenebilecek bir şeyler olabileceğini düşünüyorum.

FİKİR VE DÜŞÜNCE TEMELİMİN OLUŞMASINDA BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR’UN ETKİSİ ÇOK FAZLADIR

Mustafa Akyol özeline gelmek istiyorum. Düşünce ve fikir yapınızın temelini oluşturan etkenler veya kişiler kimlerdir?

Dini konularda bir çok kaynak okudum. Tefsirler gibi. Ancak Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un etkisinin daha fazla olduğunu söyleyebilirim.

Risale-i Nur cemaatlerinden bir gruba mensubiyetiniz var mı? Bunu sormaktaki maksadım grup aidiyeti olduğu zaman bakış açısı ile dışarıdan Risale-i Nuru okuyup istifade edenler arasında yaklaşım ve yorum farkları olabilmektedir.

Ben herhangi bir cemaate ve gruba mensup değilim. Fakat Boğaziçi Üniversitesinde öğrenciyken Risale-i Nur okuyan arkadaşlarım oldu. Onların çay içilen, Risale okunan sohbetlerine katıldım, istifade ettim. Herhangi bir gruba mensup değilim derken o mensubiyeti yanlış bulmuyorum. Bilakis çok değerli buluyorum. Onun da artıları var. Tek başına okuyup kendinize ait düşüncelerin oluşmasının da artıları var. Ben Bediüzzaman’dan çok istifade ettim. Bana sorulsa, yirminci yüz yıl kahramanınız kim deseler. Bediüzzaman Said Nursi derim.

Niçin derim? Birincisi eserlerinin içeriği olarak derim. İkincisi, hayatı benim için çok önemli. Çok ciddi ve büyük hizmet yürütmüş, hayatını vakfetmiş ve en ufak bir menfaat sağlamamış olmasıdır. Biliyorsunuz dini istismar eden insanlar da oluyor. Bediüzzaman bunlarla asla mukayese bile edilemez. Son derce özverili ve fedâkar bir hayatı var.

Bediüzzaman dünyayı nasıl etkilemiş?” derseniz Türkiye’deki dinamik İslam ülkelerinde de etkili oluyor. Yirminci yüzyılda din sorundur diyen zihniyet önce Türkiye’de sonra İran’da sonra Suriye’de başa geliyor. Özellikle Irak ve Suriye laik Baas diktatörlükleridir. Baas diktatörlükleri laikperest denebilecek dine baskı uygulayan diktatörlüklerdir. İran’da Şah zamanında çok daha ileri gidiyorlar. Sokakta kadınların baş örtülerine el uzatıp çıkartıyor. Keza Cezayir, Tunus aynı. Laik istibdat yaklaşımına karşı da İslâmi istibdat karşı görüş olarak ortaya çıkıyor. Yani diyorlar ki, “Bu adamlar devleti ele geçirmiş laikliği dayatıyor. Biz de devleti ele geçirelim dini dayatalım.”

LAİK İSTİBDAT İLE İSLAMCI İSTİBDATIN METODLARI AYNI

Bu yaklaşım Kemalizmin enstrümanları değil mi?

Evet aynen öyle. İşte İran’da görüyoruz. Başörtüsünü zorla taktırıyor. Şah zorla çıkartıyordu bunlar da tersini dayatıyor. İbadeti zorla yaptırırsan İhlas olmuyor. O zaman bir faydası yok. Önemli olan insanlara tebliğ yapmak. Suudi Arabistan’da da polis insanları zorla camiye gönderiyor. Allah için mi namaz kılıyor polis için mi? Çok ciddi bir sorundur.

MİLLİ GÖRÜŞ GÖMLEĞİNİN ÇIKARILMASI RİSALE-İ NUR HAREKETİNİN ETKİSİYLEDİR

Türkiye’nin dinamiklerine gelecek olursak. Milli Görüş, Demokrat Parti’nin devamı olan Adalet Partisi’nin bölünmesinden sonra ortaya çıktı. İlk zamanlar devleti ele geçirip biz hükmedelim düşüncesi vardı. İktidar rantı ayrı bir konu tabii. Milli Görüş açıkça demokrasiye karşı olduğunu beyan etmiyordu ama tabanı demokrasiyi batı icadı diye düşünce olarak kabullenmiyordu. Dolayısıyla kötü bir şeydi onlara göre. Buna mukabil Türkiye’de Risale-i Nur hareketinin Milli Görüş çizgisine itibar etmemesi, demokrat çizgiyi savunması, batıya bakışta Bediüzzaman’ın tabiriyle “batı ikidir” batının kötü yönleri de iyi yönleri de vardır diyorlardı. Aşırı sola Marksizme itibar etmemesi, iktisadi yönden serbest piyasayı da kabullenmesi gibi düşüncelere sahiptiler. Milli Görüş gömleğinin çıkarılması Nur hareketinin etkisiyledir. Radikal olmadan Müslüman bir model olabileceğini gösterdiler. Bu kırılma 28 Şubat sürecinden sonra oldu. Demokrasi içinde dine hizmet mümkündür. Burada hakkı teslim ediyorlar mı bilmiyorum. Nur hareketine çok şey borçlular.

Siyasal İslam düşüncesinde ısrarla üzerine vurgu yapılan bir konu vardı. “İslâmın Dünya Görüşü” tezi çok dillendiriliyordu. Yönetim erkini ele geçirip zemin müsait hale getirildiği zaman insanlar İslâmı yaşarlar. İmanın uhrevi bakışı genelde sarf-ı nazar edilirdi. Halbuki ahiret hayatını dikkate almayan bir İslâm gerek bireyin gerekse sosyal hayata nasıl etki edecek? Bireysel paradigmalar İslâma göre şekillenmeden toplumsal değerler nasıl oluşur? Ahirete inanmayan insanların oluşturduğu İslami sistemde niçin insanlar hırsızlık yapmasın veya niye yalan söylemesin? İmanın uhrevi boyutu olmadan âhlak nasıl tanımlanacak?

Bu tam laik bakış açısıdır. Çok önemli bir noktaya temas ettiniz. Bunu şöyle formülüze edebiliriz? Siyasal İslamcı kafada hedef İslâmi bir devlet kurmak. İslâmi sistem, İslâmi düzen. Bu dünyaya adalet getirecek budur onlara göre.

İBADETİN ESASI İHLASTIR POLİS BASKISI İLE İBADETTE İHLAS OLUR MU?

Ama sadece dünya hayatını ilgilendiren boyutu değil mi?

Bu konuda Bediüzzaman’a bakıyorsunuz davasının, imanı kurtarmak, ahiretini kurtarmak diyor. Bu teze şöyle bir soru sormamız lazım: İslami düzen kuranlar, dünyayı kurtaranlar acaba insanların ahiretini de kurtaracaklar mı? Diyelim her sokak başına bir polis koyduk herkesin namaz kılmasını sağlayacak. Polis zoruyla herkesin İslâmı yaşadığı bir ortama laik gözle baktığınızda; “Oooo ne güzel İslami sistem tam olarak işliyor, herkes islâma göre yaşıyor” diyebilirsiniz. Oysaki ibadetin esası ihlastır. İhlas ibadetin Allah için yapılmasıdır. Hiçbir baskı altında kalmadan gönüllü olarak yapıp yapmadıkları çok önemlidir. Ama laik gözle önemli olmayabilir. Laik gözle İslami rejimi kurduk biz de tepeye oturduk, her şey kontrolümüz altında. Tabii bunu rantı da var ayrı mesele. Buna Suudi Arabistan örnek teşkil edebilir. Acaba Suudi yönetimi insanların ne kadarı ihlasla namaz kılıp kılmadığını önemsiyor mu? Laik gözle önemli değil. İhlasa uygun düşmeyen yönetimin başka yönden vebali olabileceğini düşünüyorum.

Dolayısıyla Bediüzzaman’ın imanı, ahiret inancını dikkate alan düşünceden doğru bir siyasi perspektif çıktığını düşünüyorum. Hedefiniz bu olunca ortaya demokratik bir davranış ortaya çıkıyor.

Röportaj: Dursun Sivri / Foto: Esad Sivri / www.RisaleHaber.com