Kategori arşivi: Röportajlar

Peşinde daima 3 polis vardı..

Mehmet Nuri Güleç ya da Nur Cemaati içinde bilinen adıyla Fırıncı Abi, Bediüzzaman Said Nursi ile geçirdiği günleri anlatırken duygulanıyor.

Bizim sadece manevi katkımız var

Mehmet Nuri Güleç ya da Nur Cemaati içinde bilinen adıyla Fırıncı Abi, yaşı seksenin üzerinde olmasına karşın hâlâ dinç, hâlâ hizmet aşkıyla dolu. Bediüzzaman Said Nursi ile geçirdiği günleri anlatırken duygulanıyor ama soyadı gibi gülümsemesi yüzünden hiç eksik olmuyor. Cemaatin abilerinden biri olarak İstanbul İlim Kültür Vakfı’nın Başkanlığı’nı yürütüyor ama asıl işi gençlerin yaptığını abilerin sadece manevi olarak önder olduklarını ifade ediyor ve ‘Zaten olması gereken de bu’ diyor.

Biz sizi Fırıncı Abi ya da Mehmet Fırıncı olarak biliyoruz. Asıl adınız?

Mehmet Nuri Güleç. Bediüzzaman Hazretleri’ne gittiğimizde, ne iş yapıyorsun diye sordu. Fırıncılık deyince, Fırıncı Muhammed dedi bana, öyle kaldı.

Bediüzzaman’la tanışmadan önce nasıl bir hayatınız vardı?

Bursa İnegöl’ün Yenice-i Müslim köyünde doğdum. İlkokulu orada okudum. 1945’te İstanbul’a geldik. Pederimin mesleği fırıncılıkla iştigal ediyorduk. Babam tahsilli bir insandı. Yeni Sabah Gazetesi’ni bilhassa Cemalettin Saraçoğlu’nun yazılarını çok takdir ederdi. Gazete 2- 3 ayda bir kapatılırdı valinin emriyle. Biz de bu çevrede yetişmiş olduk. 1946’da Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’suyla tanıştık. Orada dindar mukaddesatçı düşüncenin farkında olduk.

Bediüzzaman’dan nasıl haberdar oldunuz?

Büyük Doğu’da hakkında bir yazı yayınlanmıştı. Denizli Mahkemesi’nden sonra Emirdağ’dayken, hayatını anlatan 6- 7 sayı çıktı. Babam da mütareke yıllarında İstanbul’da bulunmuş. Oradan tanıyor kendisini. 1949’da caminin müezzinine bir soru sormuştum. O beni Muhsin Alev ve Ziya Arun’la tanıştırdı. O zaman İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde okuyan 2 talebe. Böylece Nurları da tanımış oldum. O zaman babamın fırınında çalışıyordum.

3 AY EVİNDE KALDI

Bizzat tanışmanız?

1952 yılı Ocak ayı sonunda Gençlik Rehberi mahkemesi oldu. Muhsin Alev ve Ziya Arun tab ettiler. Hemen mahkemeye intikal etti. O zaman yasak kitap gözüyle bakılıyor. Naşir olarak Muhsin Alev’e, müellif olarak Said Nursi Hazretleri’ne dava açıldı. Sonra beraat ettiler. Bu vesileyle İstanbul’a gelmişti, ziyaret ettik Akşehir Palas Oteli’nde. Gençlere çok şefkatle muamele ediyordu.

Kaç yaşlarındaydınız?

Tam 20 yaşındaydım ve bir sabah namazından sonra 2.5 saat sohbetinde kaldık. Hem ders yaptık, hem şahsi hayatından müdafaa sahnelerinden bahsetti. Böyle bir ziyaretimiz oldu ve bizi talebeliğe kabul etti (gülüyor).

Vefatına kadar sık sık görüştünüz değil mi?

1953’te İstanbul’u yeniden teşrif etti. Otelde rahatsız olmuştu. Gidip bizim evde kalmasını arz ettik. Gittik baktık, uygun gördüler. Biz evden çok zaruri birkaç eşyayı alıp, evi ona bıraktık. 3 ay kadar kaldı. O esnada daha yakından tanıma imkanımız oldu. Daha önceden de kitaplar Isparta’dan geliyordu. Burada gizlice ciltletiyordum. Sonra el altından Anadolu’ya dağıtıyorduk. Hizmetle iç içeydik. Üstad hazretleri gelince çok yakın bir ilişkimiz oldu. Emirdağ’da, Isparta’da yanında kalmayı çok arzu ettik ama bizi İstanbul’da neşriyat hizmetleriyle tavzif etti.

PEŞİNDE DAİMA 3 POLİS VARDI

O zaman 20 yaşında bir delikanlı olarak korkmadınız mı? Devlet tarafından sürekli baskı altında tutulan biri, polis takipleri, mahkemeler, kovuşturmalar…

Hakikaten ben de şimdi bile şaşırıyorum. Yeğenim Saide Hanım “Sen bu cinneti nasıl yaptın” diye soruyor. Bilhassa babam ve amcam sayesinde dini konularda yapılan baskılar bakımından gayet bilgili bir şekilde yetişmişiz. Böyle büyük bir din alimine hizmet etmek en büyük hayır ve güzellik olarak görülüyor. Nitekim babam da üstadın gelmesini kabul etti. Üstadı bekleyen 3 polis vardı ve her gün rapor yazarlardı. “Biz hocaefendiyi korumak için buradayız” derlerdi. Üstada söyledim, “Doğru, bana bir şey olursa devlet mesul olur” dedi.

Kişilik olarak nasıl biriydi Said Nursi?

Benim gördüğümde 77 yaşlarında, çok çevik, atik, hizmet meseleleriyle hep bizzat alakadar olan biriydi. Bir gün Edirnekapı Camii’nden dönerken arka sokaklardan geldik. 4- 5 sokakta çocuklar gelip gelip ayaklarına sarılıyordu. Onları okşayıp sevdi. “Benim hastalıklarım var, siz masumsunuz, bana dua edin” dedi. İnsanlara karşı fevkalade şefkatli ve merhametliydi. Biz de genciz. Böyle büyük bir zatın şefkatli davranışlarından çok istifade ettik

Peki ya gençliğinde?

Gençliğinde çok hiddetli çok şiddetli fakat Yeni Said devresinde farklı. Bu risalelerde de geçiyor, “Bu kadar hiddetli bir adamın böyle bir tavrın içine girmesinde bir sebep var. Siz bunu anlayın” der. Ondan sonra daima müsbet hareketi tavsiye eder. “Müsbet hareket en birinci tarzımız. Bize zulmedenler sonra Risale-i Nur’la imanlarını kurtarsalar hakkımızı helal etmekle mükellefiz” derdi. Son İstanbul’a geldiğinde 1960 yılbaşı gecesiydi. Geldiği duyulunca çok kalabalık oldu otelin önü. O gün divanın üzerinde ayağa kalkarak “katiyen menfi hareket istemiyorum. Siz miting tertip ettiniz, bu menfi harekettir. Benim hareket tarzım müsbet harekettir” diye bize çok hiddet etti. Ama sonradan affetti.

Mahkemeler baskılar nasıl etkiliyordu onu? Kişisel olarak sıkıntı oluşturuyor muydu?

Sungur Abi’nin 1.5 seneye mahkum edildiğini görünce çok hiddet etti. 1.5 saat kadar kıpkırmızı olmuştu yüzü. “Edepsiz, edepsiz” diye sanki karşısında biri varmış gibi kızdı. Sonradan öğrendik ki mahkeme reisi talebesiymiş. Bu hiddetin ardından durgunlaştı, böyle durgunlaşması gerçekten insan çok hüzün veren bir şeydi. Sonra dedi ki “ama sonu çok güzel olacak merak etmeyin.” Hakikaten kısa bir zaman sonra temyiz davayı bozdu Mustafa Sungur Abi tahliye oldu, beraat etti. Sonra Sungur Abi ziyarete gidiyor mahkeme reisini. “Hocaefendi bizi Sultanahmet’te okuttu fakat bugünkü şartlar içinde öyle yapmaya mecbur kaldık” diye özür dilemiş.

GECE İBADET EDERDİ

Üstad sık sık latifeler de yaparmış talebelerine değil mi?

Evet. Bilhassa Ceylan Abi’ye. Emirdağ’da hizmetine girmiş, çalışkan biri. Sanki bir samimi arkadaş gibi yaklaşırdı. Ama hizmete ait meselelerde çok ciddiydi. Talebeler risaleleri yazardı o da günde 200 sayfa tashihat yapardı.

Son dönemde yazım şekli yine aynı mıydı? Söyleyip başkasının yazması şeklinde?

Evet öyleydi. Benim tanıdığım dönemde risaleler bitmişti. Tabiatla ilgili birkaç mektubun yazılması İstanbul’da olmuştu.

Üstadın bir günü nasıl geçiyordu?

Akşam namazından sonra kimseyi kabul etmezdi. Yatsıyı kılıp hemen istirahata çekilir. 1- 2 gibi ayaktadır. Her gece 4- 5 saat evrad-ı ezkar’la meşguldür. Hayatının tamamında böyledir. En son gittiğimde Emirdağ’a Şualar yeni basılmıştı. Yanımda götürmüştüm. Gece 2’de kabul etmişti. Sabaha kadar ders yaptık. Çok neşeli bir geceydi. Sabah namazından sonra bir ders yapar, ondan sonra kıra çıkar. Kırda bir iki saat teneffüs eder gelir.

İkindide de bir ders yapar bazen. Günü köylerde yazılan nüshaları, teksirlerin mumlu kağıtlarını tashihle geçerdi. Bazen misafirler gelir, onları kabul ederdi. Herkesi kabul etmezdi. Görüşemeyenlere de “Risale-i Nur’u okumak benimle görüşmekten on kere daha kârlıdır” derdi. Hatta bunu kapının arkasına yazmıştı gelip göremeyenleri teselli etmek sadedinde.

GÜNDE BİR EKMEK PARASINA GEÇİNİRDİ

Üstad’ın hediye kabul etmediğini biliyoruz. Nasıl geçiniyordu?

Darül hikmet-i islamiye’de parasının çoğuyla telif ettiği kitapları bedava dağıttırmış. Bir kısmını ayırmış. Bunların parasıyla. Fakat çok iktisatlı. “Günde 40 parayla geçinen bir adama neyle geçiniyorsun diye sorulmaz” derdi. 70 yamalı hatta yüz yamalı bir şeyi senelerce giyiyor. Isparta’da duruyor bu kıyafeti. Risale-i Nurlar basılmaya başlayınca da 100 kitaptan 10 kitabı tayinat olarak alır bize de günlük bir ekmek parası 30 kuruş verirdi. Ben halen alıyorum Risale-i Nur neşrinin hasılatından.

Şimdiki tayinatınız da bir ekmek parasına mı karşılık geliyor?

(Gülüyor) Otuz kuruş 108 lira mı tutuyordu o zaman? Şimdi 250 lira falan veriyorlar Sungur Abimize.

Mezarının yerini bilen abiler var

Risale-i Nurların yazdırıldığından bahseder üstad. Burada kastettiği Allah’ın iradesi mi, vahyin farklı bir çeşidi mi?

İlham diyor, istihraç diyor. Vahiy değil.

Bir roman yazarının da ilhamı vardır…

Vahyin hizmetini gören büyük ilhamlar” diye bahsediyor. Yani Abdülkadir Geylani, İmam-ı Rabbani, Gazali, Mevlana Hazretleri’nin ilhamı gibi. Biri anlattı. Bismil’de bir alim zat kabul etmiyormuş ama Risale-i Nur’u görünce demiş ki “Bu peygamber değil ama mehdi de değil, başka bir şey, ama ne olduğunu söyleyemiyorum” demiş. Ben de hakikaten o hususta tereddüt etmiştim fakat Mahkeme-i Kübra’da “Vahyin hizmetini gören büyük ilhamlar” tabirini görünce farklı bir ilham olduğuna kanaat getirdim.

Üstad ibadeti mi önceliyordu, risaleleri mi? Yani saatlerce namaz kılmak mı, risale okumak mı?

İbadet yerinde evrad ve ezkar yerinde, ilme çalışmak tarzını Emirdağ lahikasında daha evla görüyor. Aynı zamanda kendisi evrad ezkarı yapıyor. Yasin, Fetih, Rahman sureleri, Cevşen-i Kebir, Nakşibent hazretlerinin evradı olan Evrad-ı Kutsiye, Salavat, Dalailin Nur, Hz. Osman’ın tertip ettiği Münacat-il Kur’an, Abdülkadir Geylani Hazretlerinin dualarını her gece zaten okur. Talebelerine bunları okumayı tavsiye eder fakat “Risale-i Nur okuyarak ibadet yerinde ilim içinde hakikate yol açmıştır” der. Risale-i Nur’un okunup anlaşılmasını, evradla birlikte, tavsiye ederdi. Yalnız namazda çok şiddetli. Mahkemede dahi namaza duruyor.

Bediüzzaman Atatürk ilişkisi çok tartışıldı. Sizin bizzat tanık olduğunuz ya da kendisinden dinlediğiniz bir şey var mı?

Ben bizzat dinledim Üstad’dan. Ankara’da Meclis’teki münakaşada “Biz seni güzel fikirlerinden istifade etmek için çağırdık ama sen geldin namaza dair bir şeyler yazdın ve aramıza ihtilaf verdin” demesine karşın, “Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur” şeklinde mukabele etmiş. Atatürk sonra tarziye vermiş hocam beni yanlış anladı diye Meclis’e. Bilmiyorum söylemek doğru mu bunları. Sonra kıyamet kopuyor.

Meclis’le ilişkisi nasıl oldu sonra?

Epey devam ediyor görüşmeleri. Divan-ı riyasette uzun konuşmaları var O’nu istikamete çekmek için. Sungur Abi’ye anlatmış ders yaparken. Konuşurlarken Maarif Vekili Mustafa Necati girmiş içeri, onu kovmuş “Ne giriyorsun çık dışarıya” diye. “Hocam devam et” demiş sonra. Fakat Batı’yla Lozan Anlaşması yapılmasından sonra tamamen uzaklaşıp Van’da bir mağaraya çekiliyor.

Üstadın mezarının yeri bilinmiyor denir. Gerçekten bilinmiyor mu?

Var, bilenler var. Ben gerçekten öğrenmek istemiyorum. Bilirsem bana sorduklarında mutlaka cevap veririm.

Kimler biliyor peki?

Tahmin ettiğim isimler var. Mustafa Sungur abi, hasta şimdi. Abdullah Abi’nin de bildiğini zannediyorum. Ona sorunca “Bilen söylemez ama ben işte falan” diye karıştırıyor.

Söylenmeme sebebi bir türbe haline dönmesini engellemek mi?

Kendisinin vasiyeti var benim mezarım bilinmeyecek diye. Urfa’da 50 bin kişiyle defnedilince ne hikmet var acaba diye şaşırmıştık. Sonra bildiğiniz gibi alıp götürdüler. Geçen İran’a gitti arkadaşlar. İnsanlar İmam Rıza’nın bulunduğu yeri aynen Kâbe’deki gibi tavaf ediyorlar. Bunu da yapabilirlerdi önüne geçemezdik. İyi ki Üstad öyle yaptı.

Gerilla gibi çalışıp risaleleri dağıttık

Said Nursi’nin Doğu’da dini ve fenni derslerin bir arada verildiği bir üniversite hayali vardı. Bu gerçekleşseydi Kürt sorunu yaşanır mıydı?

1954’te de Celal Bayar ve Adnan Menderes’e yazdığı mektupta bundan bahsediyor. Bu beladan bu şekilde kurtulabiliriz diye. Benim de kanaatim bu sıkıntı olmazdı. Şu anda Anadolu’da risale okuyan kesim var. Diyarbakır’a, Kızıltepe’ye, Mardin’e, Batman’a, Bismil’e, Ceylanpınar’a gittik. Oradaki insanlar katiyen bu ırkçı harekete karşı. Geniş topluluklar halindeler ve katiyen kabul etmiyorlar.

O topluluğun fazla sesi çıkmıyor?

Onlar ilmi olarak çalışıyorlar. Bazı yerlerde sıkıntılar yok değil. Kızıltepe’de önceden ateşe tutmuşlar. Nasıl bir stratejileri var bilmiyorum ama şimdi dokunmuyorlar, dersler devam ediyor. Dicle Üniversitesi’ndeki kaç tane profesörle görüştük, hepsi gayet müsbet çalışıyor. Hiç sorun yok sanki!

Bazı kesimlerin Cuma namazını ayırma teşebbüsleri?

Tamamen yanlış. İslam’da ırkçılık yok. Bediüzzaman eserlerini Türkçe yazmış. Abdülkadir Badıllı, hayatta daha, üstadla Kürtçe konuşmak istediğinde “ben Kürtçe’yi unutmuşum kardeşim” diye Türkçe konuşuyor. Ama Malazgirt’ten gelen ve hiç Türkçe bilmeyen bir gençle Kürtçe konuşmuş.

Neden böyle davranıyor?

O zaman da bu mesele ortaya atılmış. Üstad o zaman da buna şiddetle karşı çıkıyor. Boghos Nubar Paşa ile Şerif Paşa Paris’te birleşip beraber bir Ermeni ve Kürt Devleti kurma planları var. Üstadın o zaman Sebülürreşad’da ve İkdam’da cevapları var. Mevlanzade Rıfat Kürt Teali Cemiyeti Başkanı, Üstad’a bu hususta çağrıda bulunuyor. Üstad da “bir kuvvetiniz varsa devleti kurtaralım bu gibi fikirlerden vazgeçin” diyor.

Üstadın zamanındakiyle günümüzdeki Nurcuları karşılaştırsanız?

O zaman çok yakınında olanlar Risale-i Nur’un bütün şeylerini bilenler. Geniş halkada olanlar tarikatlardan aldıkları terbiyelerle Risale-i Nur’a da sahip çıkıyorlar ama kendi anlayışlarında hareket halindeler. Fakat şimdi daha ziyade ilmi bakımdan yaklaşıyorlar.

Üstadın vefatından sonra siz neler yaptınız?

Neşriyatla uğraştık yine. Üstad vefat ettikten bir süre sonra ihtilal oldu biz Uhuvvet Risalesi’ni neşrettik. Onun için bizi içeri aldılar. 25 gün 1. Şube hücrelerinde kaldık. Çıktığımız gün “Risale-i Nur sönmez” diye bir teksir kitap hazırladık. İhtilalden sonra matbaaları bizim aleyhimizde kışkırttılar, teksirle bastık. Anadolu’yu hareketlendirmek için ziyaretler yaptık. Gizlice basmaya başladık. El altından Anadolu’ya sevkettik. Yani bir nevi gerilla gibi çalıştık (gülüşmeler) Ta 1975’e kadar.

Emeti SARUHAN / Yenisafak.com.tr

Sudan Diyanet İşl.Bşk.’nda, Risale-i Nur Kaynak Eser Olarak Kullanılıyor

Sudanlı Doçent Doktor Tarık Muhammed Nur ile, İstanbul’da bulunan Özel Sema Hastanesinde buluştuk.

Kendisi Sudan’ın başkenti Hartum’da bulunan Hartum Üniversitesi İslami Araştırmalar Bölümünde Doçent doktor. Aynı zamanda da Üniversitenin Rektör Yardımcılığı görevini yürütmekte. Oğlunun Sudan’da geçirmiş olduğu trafik kazası sonrasında tedavi amaçlı olarak Türkiye’ye eşiyle birlikte gelmişler.

Ropörtaj esnasında yanımızda İstanbul Silivri’de devlet kademesinde tıp doktoru olan Dr. Ali Seyhan da vardı ve oğlunun sağlık durumu ile ilgili Tarık Beyle fikir alışverişinde bulundular. Yapmış olduğumuz ropörtajla karşılıklı birbirimizi tanıma fırsatı yakaladık :

– Hocam, Risale-i Nur’larla tanışmanızı anlatır mısınız?

– İlk olarak 1990lı yılların sonunda İhsan Kasım’ın arapçaya tercüme ettiği Risale-i Nur’ları Sudan’da elde ettim ve okumaya başladım. İstanbul İlim ve Kültür Vakfından Profesör Doktor Faris Kaya ile bir Bediüzzaman Kongresinde tanıştım ve kendisinden bu eserlerle alakalı çokça istifade ettim. Ardından akademik çalışmalarım nedeniyle İstanbul’da birkaç sene bulundum ve bu süre içersinde Türkçeyi öğrenme imkanım oldu. Risale-i Nurları Türkçe okuma imkanına kavuştum.

– Risale-i Nur eserleri ve Bediüzzaman Said Nursi Sudan’da tanınıyor mu?

– Hem de çok! 1968 yılında ülke genelini temsil eden Devlet Konseyi yayınladığı bildiride Risale-i Nuru Referans olarak belirtti. Bunun manası, bu eserlerin ülkemizde resmi olarak devlet kurum ve kuruluşlarında bilhassa da Sudan Diyanet İşleri Başkanlığında kaynak eser olarak tanındığıdır. Günümüzde Sudanlı İslam Profesörlerinden, yazdıkları eserlerde Risale-i Nura atıf yapıp, içindeki izahları kullananların sayısı son derece yüksektir.

Kelam ilminde diğer bir ifadeyle imani bahislerde Risale-i Nur’un yeri son derece mümtazdır. Sudan halkı arasında da bu eserler ve müellifi tanınmakta ve eserleri yoğun bir alakayla karşılanmaktadır. Gerek Hartum’da gerekse de diğer şehirlerde bulunan Risale-i Nur dershaneleri vasıtasıyla halkımızın da bu eserlerden istifadesi gerçekleşmektedir.

– Sudan ile Türkiye ilişkileri şu an ne durumda ve bu ilişkilerin arttırılmasında sizce neler yapılabilir?

– İstenen seviyede olmasa da son 10 yılda bu ilişkiler hatırı sayılır ölçüde arttı aslında. Sudan’dan Türkiye’ye ve Türkiye’den Sudan’a üniversite okuma amacıyla gelip giden öğrenciler bunda en büyük pay sahibi. Türkiye’de faaliyet gösteren İstanbul İlim Kültür Vakfı, Ruba Vakfı, Hayrat Vakfı gibi sivil toplum kuruluşlarının da büyük katkıları var tabii.

Öte yandan Sudan Devletinin de bu hususta hassasiyetleri sözkonusu. Örnek olarak, son dönemde yapılan bir kültürel konferansa Sudan Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve Teknoloji Bakanının somut katkıları oldu.

Hocamıza teşekkür ettik ve hayır dualarla vedalaştık.

www.NurNet.org

A Sincere Interview about Risale-i Nur and Sudan

We met Sudanese Assistant Professor Mr. Tarık Muhammed Nour at  private Sema Hospital in Istanbul. He is an Assistant Professor of the Hartoum Islamic Researches Faculty. Meanwhile, Mr. Tarık Muhammed Nour is the assistant  rector of Hartoum University. They have come to Turkey in order to take medical care because of his son’s traffic accident. Medical Doctor Mr. Ali Seyhan attended our conversation, too.

 – Dear Assistant Professor, how did you first meet Risale-i Nur ?

Right, at the end of 1990’s. I found Ihsan Kasim’s Arabic Risale Nur translations in Sudan and started to read. Then, I met to Professor Faris Kaya from Istanbul Science & Culture Foundation at an International Bediuzzaman Congress. I learned many things from him about Risale-i Nur and Bediuzzaman. In the coming years, I went to Istanbul  for academic searches. I learned Turkish. I read Risale-i Nur in Turkish language.

 – Are the Risale Nur and Bediuzzaman known in Sudan?

Sure. Sudan State Council declared Risale Nur as a reference book in 1968. This means that Sudan State, especially Religious Affairs Chairmanship officially uses Risale Nur as a reference guide. In these days, many Sudanese Professors  use Risale Nur as a reference guide in their books. Risale Nur is well-known especially in beliefe topics. Ordinary people in Sudan know these books by attending the risale nur lessons in nur medrassahs( medrassah means  house where people study risale nur lessons).

 – What about current Sudan-Turkey relationships?

Although it is not as We desire, it has become better during the last decade. Students who travel for university education achieved  it . On the other hand, Ruba Foundation, Istanbul Science & Culture Foundation, Hayrat Foundation and many other NGOs spent much efforts about bilateral relations.Besides this, Sudan Government is very sensitive about Turkey and Risale Nur. Assistant President and Technology Minister of Sudan have recently sponsored an international Risale Nur congress held in Sudan.

– Thank you very much for the interview.

www.NurNet.Org

İntihar Etmek Üzereyken Cep Telefonuna Gelen Mesaj

İntihar etmek üzereyken cep telefonuna gelen mesajla dünyası değişen Filipinli Sally hanımın sözleri…

Filipinler’de hizmetlerle ilgilenen M. Rıza Dalkılıç’ın oraya ilk defa gittiği zamanlarda bir İngilizce öğretmenleri var. Sonradan Müslüman oluyor. Adı Sally Tayabana. Salli Arapçada namaz kılmak anlamında. Sally hanım Müslüman olduktan sonra Saliha ismini aldı. Türkiye’de bulunan Saliha hanım ile İslamiyetle tanışmasını konuştuk. Tercümeyi M. Rıza Dalkılıç yaptı.

HAYATIMIN TAMAMINI RİSALE-İ NUR HİZMETİNE VAKFETTİM

Saliha kardeşimiz kendisini nasıl tanıtır?

Filipinlerin kuzey adalarında Katolik bir aileden dünyaya geldim. Altı sene evvel babamı kaybettim. Annem 76 yaşında ve hayatta. Kuzey adalarında kendi köyümüzde ikamet etmektedir.

Eğitiminiz nedir?

Filipinler Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunuyum. Filipinler Üniversitesi dünyanın en büyük 500 üniversitesinden biridir. Asyanın en iyi üniversitelerinden birisidir. Ondan sonra yabancı uyruklulara öğretmenlik yapıyorum.

İngilizce mi öğretiyorsunuz?

Evet. Yabancı insanlara daha çok Kore ve Japon ağırlıklı insanlara İngilizce öğretmenliği yapıyordum. Müslüman olduktan sonra hayatımın tamamını Risale-i Nur hizmetine vakfettim.

Risale-i Nur’u ilk defa ne zaman, nerede duydunuz?

Risale-i Nur’u Türk öğrencilerimden 2003’ün, Ekim veya Kasım ayı başlarında öğretmenliğe daha başlamadan önce ev ziyaretinde duydum. Bana 20. mektubu vermişlerdi.

Hangi vesile ile o eve gittiniz?

Arkadaşlarım beni ikaz etti, “bunlara karşı dikkat et” diye. Bunun üzerine eve gittim. Kaldıkları evi görmek istedim bunlar nasıl yaşıyorlar diye.

“MÜSLÜMANLARIN TERÖRİST OLMA İHTİMALLERİ OLABİLİR” DİYE UYARILMIŞTIM

İlk defa gençler size geldi, siz de onların evine gittiniz?

Ne yaptıklarını öğrenmek istedim. Hakikaten buraya İngilizce öğrenmek için mi geldiler yoksa başka bir maksatları mı var bunu öğrenmek için gitmiştim. Normalde öğrencilerin evine gitmem. “Türkiye gibi gelişmiş bir ülkeden gelen insanların İngilizce bilmemesine imkan yok bunlar İngilizce biliyorlardır. Başka bir maksat için Filipinler’e gelmişlerdir. Belki de Ortadoğu, Irak, Arap ülkelerinden birisi de olabilirler. Müslümanlar, dolayısıyla terörist olma ihtimalleri olabilir” diye uyarılmıştım.

Eve gittiniz ne ile karşılaştınız?

İçeri girdiğimde –erkek öğrenciler oldukları için- evlerinin çok karışık, darmadağın, kirli olacağını düşünüyordum. İçeri girdiğimde çok şaşırdı. Evin çok düzenli, tertipli olduğunu, arkadaşların çok kibar ve misafirperver olduklarını, evin içersinde büyük bir kütüphane ve dışarıdan çok kitapların olduğunu gördüm.

Kitapları görünce ne düşündünüz?

Bu kadar kitabı görünce ilk aklıma gelen şey “bunlar bu kitapları buraya satmaya mı gelmişler, yoksa bu kitapları okumaya mı gelmişler” oldu. Fakat benim anlamadığım bir dilde yazılmış bu kitapları açtığımda içimde şiddetli bir “ben bu kitapları anlamak için her şeyi yapacağım, yapmam lazım” gibi bir his uyandı. Bilmediğim bir dilde yazıldığı halde.

HAYATIN HER SAFHASINDA NASIL ALLAH OLUR?

Sonra nasıl gelişti?

Bu ilk tanışmadan sonra baktım bunlar iyi insanlar, kötü insan değiller. Düzenli, tertipli insanlar. Zarar gelebilecek insanlar gibi gözükmüyorlar. Beni o ilk günde etkileyen hususlardan bir tanesi de tamamen farklı bir hayat tarzına sahip olmalarıydı. Mesela ders günleri konuşulurken Cuma günleri derse kalamayacaklarını çünkü Cuma günü mescide gitmelerinin gerektiğini söylemişlerdi. Ne zaman merak ettiğim bir şeyi sorsam, cevap sürekli dinden geliyordu. “Şunu ne için böyle yapıyorsunuz?”, “Bu bize dinimizin emri.” “Niçin böyle yapıyorsunuz?” “Çünkü Allah böyle söylüyor.” Bu beni çok meraklandırdı.

 Bu kadar genç insan sürekli her şeyde “bu bize dinimizin emri, bunu böyle yapmamızı Allah emrediyor” diyorlar. Allah kimdir, nasıl bir inanışları var ki, hayatın her bir safhasında, hayatın devamlı içerisinde emri olur. Her şeyde Allah’ın emri var. Hayatın her safhasında nasıl Allah olur? Bu bana İslamı da merak ettirmeye başladı. Son 5 seneye kadar önce dinsiz bir hayat yaşıyordum. Kiliseye gitmiyordum, dini bir hayatım yoktu. Bu kadar dinden uzak yaşıyorken iki tane genç sürekli Allah’a teslimiyetten bahsediyorlar ve öyle görünüyor.

CENAB-I ALLAH’IN ARASINDAKİ O BÜYÜK DUVARLARIN YIKILDIĞINI HİSSETTİM

İlk okuduğunuz Risale-i Nur parçası hangisiydi, nasıl bir etki bıraktı?

İlk okuduğum kitap 20. Mektup oldu. Hissiyatımı dün gibi gayet çok açık bir şekilde hatırlıyorum. Gece yarısı okumaya başlamıştım. Adeta benimle Cenab-ı Allah’ın arasındaki o büyük duvarların yıkıldığını hissettim. Zaten beni Hıristiyanlıktan dinsizliğe iten en büyük sebeplerden bir tanesi şirk kokulu bir din olmasıydı. Lailaheillellah vahdehu la şerike leh kısımlarını okurken, benim de böyle olması gerektiğini bildiğim beni buraya getirebilecek bir inanç sistemi bulamıyordum. Elbette Allah bir olur birden fazla olamaz, başkaları ilah olamaz, biz sıfatlarında hata ediyoruz ama Allah bir’dir. Ama bu vahdet manasını ben nereden bulabilecektim. Aklen buna inanıyorum ama tatminkar bir dinle hiçbir zaman karşılaşmamıştım. İşte 20. Mektubu okurken tatminkar bir şekilde düşündüğüm şeyleri orada daha güzel ifadelerle bulmuş oldum. O gün anladım ki Müslümanların imanı çok daha derin ve derin bir Allah inancına sahipler.

Dalaletin nasıl bir yara olduğunu hissedebilir misiniz benim anlatacaklarımdan bilmiyorum. Düşününki beş seneden beri Allah’ı bilmiyorum, ahireti bilmiyor, dinden habersiz, tüm dini duygulardan kopmuşum. Hayatın, yaşamın bir maksadı yok. Bizden beklenen bir şey yok. Böyle bir vaziyet içerisinde 20. Mektubu okuyorum. Allah’ın bir olduğunu, şeriki olmadığını okuyorum. Dinden kopmuş bir insanım birden bire böyle hakikatlerle karşılaşıyorum, uzun süreden beri başka şeyler de düşünüyordum. Hayatın maksatsızlığı vesaire. Böyle kendimi kaybetmiş bir vaziyetteydim. O esnada gece yarısı yıldızlara bakmaya başladım, kitabın da etkisiyle dedim ki “sen varsın, bu yıldızlar sensiz olamazlar, ne olur kendini bana tanıttır.” Böyle yıldızlara bakıyorken, öğrencimden bana şöyle bir mesaj geldi: “Dinle de yıldızları şu hutbe-i şîrînine, Nâme-i nûrunu Hikmet, bak ne takrîr eylemiş.” Risaledeki “Yıldızları Konuşturan Bir Yıldıznâme”nin iki mısrası geldi.

Gece yarısı mı oluyor bu olay?

 Evet.

İNTİHAR ETMEYİ DÜŞÜNÜYORDUM

Tam da 20. Mektubun etkisiyle yıldızları seyredip Allah’a kendini bana göster dediğin anda?

Tabi. Orada iki şey arasında kaldım. Birisi hayatımın en mutlu anını yaşıyordum ama aynı zamanda da hayatımın en kötü dönemlerinden de birisini yaşıyordum.

 (M.Rıza Dalkılıç’a olayı sordum şunları anlattı: Biz kitapları Sally hanıma verdikten sonra Erdem abi ile konuşuyorduk. Ben dedim ki ‘biz buraya İngilizce öğrenmeye gelmedik. Zaten hoca bizi terörist gibi görüyor ama hakikaten biz buraya bunun için gelmedik. Biz buraya Allah’ı anlatmaya geldik. Öyle tefeül edelim ne çıkarsa onu telefonla mesaj gönderelim dedik. Normalde Manila’da ışık kirliliği var yıldızlar pek görünmez geceleyin. Ama Sally hanım o gece on binlerce yıldızı gökte gördüğünü söylüyor.)

Kötü şeyler düşünüyordum dediniz. Ne düşünüyordunuz?

Hayatı terk etmeyi düşünüyordum. Bu uzun ve acıklı bir seyahat. Çok ciddi bir çocukluk yaşadım. Küçük bir çocukken bile diyordum “herkes mutlu yaşasın, hayatın bir gayesi olsun, herkes mutlu ve barış içerisinde yaşasın.” Bana yardımcı olacak, kurtaracak olan din idi. Küçükken öyle düşünüyordum. Pazar günleri kiliseye gitmeye ve çok ciddi bir şekilde takip etmeye başladım. İncil dersleri almaya başladım. Kilisedeki yolsuzluklar, İncil’deki bozukluklar, bunun Allah tarafından yazdırılmamış olacağı zihnime gelmeye başlamıştı. Yani Mesela Hz. İsa hakkında soru sormaya başladım. Öğretmenlerime, hocalarıma Hz. İsa kimdir diye soruyorum. Aynı zamanda tanrının oğlu, aynı zamanda tanrı, aynı zamanda şu, aynı zamanda peygamber… Bütün bunlar bir şahısta nasıl toplanır? Ölen birisi nasıl tanrı olabilir? Sonra dediler ki “o bizim günahlarımız için öldü.” Yani günahlarımız için bir tanrının mı ölmesi gerekir? Hem tanrı diyoruz hem de çarmıha gerilmiş bir insandan bahsediyoruz. Yani “iman etmek istiyorsan iman et aklını fazla karıştırma, soru da sorma” demeye başladılar bana.

Aklımın tatmin olmadığı bu meselelerden dolayı kiliseyi terketmek zorunda kaldım. Üniversite hayatımda hocalarımdan bir çoğu komünistti ve ateistti. Sosyalist kitapları okumaya başlamıştık. Baktım onlar hiç Cenab-ı Hakkı düşünmüyorlar, ahireti düşünmüyorlar, belki ben de böyle olsam hiç olmazsa Allah’ı düşünmemeye başlasam kendimi suçlu hissetmeyeceğim. Dinden hariç bazı yollarda kendime, çare arıyordum. Meditasyon gibi şeylerde öyle oluyor. Bir an rahatlıyorsunuz. Başka dinleri de araştırmaya başlamıştım. O an için akli bir rahatlık veriyor fakat o an geçtikten sonra onun bir tesiri kalmıyor.

YILDIZLARLA KONUŞTUM “SİZ BANA BANA YOL GÖSTERİN” DEDİM

Kiliseden uzaklaşıyorsunuz ama yine sonra kurtuluşun dinde olacağını düşünerek başka dinleri araştırıyorsunuz?

Allah’ı aramaya başladım ama dinler içersinde değil. Çünkü Kiliseye döndüğüm zaman tatminsizlik oluyor ve beni onlara düşman ediyordu. Düşman olmamak için onlardan ayrılayım, kendime başka bir yol seçeyim, Allah’ı kendim arayayım dedim. Kilisenin istediği gibi değil de içimden geldiği gibi ibadet edeyim dedim.

Yani bir Allah’a inanıyorum bir bırakıyorum, bir şükretmek istiyorum bir şükretmemek hali oluyor. Bu gel-gitler yaşadığım dönem içersinde Türkiye’den gelen kardeşlerle buluştum. Yani o 20. Mektubu okuduktan sonra, okuduğum dönem içersinde dışarıya çıktım sanki yıldızlar benimle konuşuyorlar gibi hissettim. Sanki bana bir şeyler söylüyorlar. Yıldızlarla konuştum “siz bana yol gösterin” dedim işte o anda mesaj geldi. Bu benim için büyük bir işaret oldu.

O geceden sonra şu kanaate vardım ki benim aklımda ne sual varsa bu kitapta ve bu arkadaşlarda var. Benim aklıma gelen ne varsa bunlar bana cevap verecekler. Hiç zamanımı boşa harcamadım. Bu noktadan sonra bu arkadaşlara ne soracağım diye düşünmeye başladım.

O GECE MÜSLÜMAN OLMAYA KARAR VERDİM

Hayatımda işaretlere inanıyorum. Her buluştuğumuz, her tanıştığımız insanın hayatımızda önemli bir yeri olduğuna inanıyorum. Ben bilmiyorum ki o gün o aldığım mesaj, bu arkadaşlarla buluşmamız, beni Müslüman edecek. Öyle bir şey aklımın ucundan bile geçmedi. Fakat büyük bir şeyin olacağı aklıma gelmişti. Ben o hissiyat içerisinde iken bir anda böyle bir mesajla karşılaşmam benim için çok büyük bir işaret. Ama Müslüman olmak gibi bir şey düşünmüyordum. Bir şey olacak diye düşünüyordum. İngilizce bilmiyorlardı. Az bir şey İngilizce konuşuyorlardı. Ben ne zaman bir soru sorsam önce gidip sözlüğe bakıyorlardı bu ne demek istiyor diye, sözlüğe baktıktan sonra hemen risaleden bir kitap getiriyorlardı, “senin sorunun cevabı burada, burayı oku” diyorlardı. Uzun bir süre böyle devam etti.

Risale-i Nuru okudukça imanın o altı rüknüne öyle izahlar var ki şüpheye yer bırakmıyor. Şimdi okudukça hayatımda ne gibi değişikler olacak onları düşünmeye başladım acaba ben bunları okuyorum bunlarda da şüphe yok hepsi doğru söylüyor. Hakikatın ifadesi, ama bundan sonra Müslüman gibi mi giyineceğim, hayatımı nasıl değiştirecek? Bu inancın hayata bakışı nasıl olacak? Yani mesela bir müddet, şöyle düşünmeye başladım; bu anlattıkları şeylerin tamamını ispat edemeseler bile Hıristiyanlar da inanıyorlar. O zaman ben iyi bir Hıristiyan olarak devam edebilirim. Bu Türkler kadarda iyi bir insan olabilirim, diye düşünmeye başladım. Ve Sekizinci Sözü okudum. Sekizinci söz benim hayatımda bir dönüm noktası oldu. Birinci defa okudum, ikinci defa okudum, üçüncü defa, tekrar tekrar okuyorum. O mutsuz insanın kendim olduğumu, dalalette giden insanın ben olduğumu, sol yolun yolcusu ben olduğumu gördüm ve bundan kurtulmanın yolu nedir diye, “Ey bu yerlerin hakimi senin bahtına düştüm, sana dehalet ediyorum, sana sığınıyorum, senin rızanı arıyorum” dedim. Bu hakikatleri orada okuyunca, orada bir ayeti kerime beni en fazla etkileyen ayetlerden birisi o oldu, “İnneddine indellahilislam.” Allah katında din İslamdır. O gece Müslüman olmaya karar verdim.

(Devam edecek)

Risalehaber

Risale-i Nur Okuduk Sünni-Şii Mescidi Birleşti

Moskova’da iman ve Kur’an hizmetleriyle ilgilenen Azerbaycan’lı Talih Abdullah’la konuştuk. Risale-i Nur’la tanışma hikayesini anlatan Talih Abdullah’ın resmini Rusya’da zaman zaman meydana gelen bazı olumsuz uygulamalar nedeniyle yayınlamıyoruz.

Sizi tanıyabilir miyiz? 

26 yaşındayım. Azerbaycan’lıyım. Son yedi aya yakındır Moskova’da Lobnia’da dershanede kalıyoruz. Moskova’ya yirmi kilometre bir şehir. Üç yıla yakın açılmış o dershane.

DURMADAN SORULAR SORUYORDUM 

Risale-i Nur’ları ilk defa nasıl tanıdınız, nerede duydunuz? 

İlk defa Azerbaycan’da 2003 yılında, Allah razı olsun bir kardeş vasıtasıyla tanıdım. Ben daha yeni başlamıştım namaza, Risale-i Nurları tanımadan önce de namazlarımı kılardım. Ama içimde bir eksiklik vardı. Yani namazı taklidi kılıyordum. Büyüklerden gördüğüm şekilde kılıyordum. O ara bir kardeş vardı. Ben ona durmadan sorular soruyordum. O da bana “Bir yer var. Seni inşallah götüreceğim oraya. Sorularının cevabını alırsın” diyordu. Hakikaten bir süre sonra beraber dershaneye gittik. Çok güzeldi Elhamdülillah. Soru sormadım ama orada okudukları yetti bana. Dersten sonra o ağabeye, “Buraya ne zaman gelirsen, beni de mutlaka getir” dedim. Elhamdülillah o günden sonra hep derslere gittim.

 Daha sonra üniversiteye girdim. Azerbaycan’ın Şamaha şehrinde oluyor bunlar. Ben oralıyım.

Üniversitede Arap Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdim. Bitirdikten sonra Arabistan’a gitmek istiyordum. Gidip Mekke’de beş-altı ay kadar kalmak istiyordum. Bölümüm Arap Dili olduğundan, hem dilimi biraz daha geliştirmek için, hem de Mekke’de bulunur bolca tavaf ederim, ibadet ederim diyordum. Hem çok hasretliydim. Çok uğraştım gitmek için. Ama parayı denk getiremedim.

Bir müddet para biriktirdikten sonra, bu defa da pasaport istediler. Onu da hallettim. Bir de askerlik sorunu vardı. O da mani oldu biraz. Bir müddet o uzattı işi. Onu da halledince, bu defa hac mevsimi yeni bitmişti, bir ay kadar izin vermiyorlar Umreye, o nedenle bekledim. Derken bir ay oldu üç ay. Benden değil, devletlerarası problem oldu. Üç ay boyunca ben her gün arıyorum, onlar diyor “Yarın ara.” Bakü’deki dini idareyi arıyorum tabi. Üç ay bittikten sonra dediler, “Tamam, gel, al vizeyi.” Ben de gittim, param da hazır, pasaport da hazır. O esnada bir ağabey aradı beni. Benim gideceğimi duymuş. Dedi ki, “ Bekle. Pazartesi beraber verelim parayı. Birlikte gideriz.” Arkadaş olduğu için aynı turda olmak istemiş. “Tamam” dedim.

Arkadaşınız Nur Talebesi miydi?

Evet. Zaten ben dershanede kalıyordum artık. Hırdalan dershanesi var Bakü’ye yakın, orada kalıyordum. Arkadaş arayınca, “Tamam, benim için fark etmez. Zaten iki gün var” dedim. İki gün daha bekledik. Arkadaşla beraber pazartesi günü gittik pasaportları ve parayı vermek için. Bu defa dediler ki, “Kontenjan doldu. Size yer yok.” “Ne zaman boşalır?” “En azından bir ay sonra arayacaksınız” dediler. O an düşündüm bir ay nasıl geçecek? Çok uzun oldu bana. Çok üzüldüm, “Allah Allah ne kadar perişan oldum…” dedim. Geri dönerken, yolda bir arkadaşa rastladık adı Yusuf, onu da aldık arabaya. Dedim, “Yusuf, gidelim mi Rusya’ya?” Biraz da üzüntülüyüm ya, madem Mekke olmadı, Rusya’ya gidelim diye düşünüyorum. Demek ki bir hayır varmış. O da, “Hadi gidelim” dedi. Yusuf da Azeri ama Rusya’da da bulunmuş bir müddet. Aynı yaştaydık.

Beraber ağabeylerle meşveret ettik, “Nereye gidelim?” diye. Bir tarihi şehir var, oraya gitmek istiyoruz. Ama ağabeylerle istişare edince, “Moskova şu an çok ihtiyaç duyulan bir yer” dediler. Dershaneler var, cemaat var ama bir vakıf yok. “En iyisi oraya gidin” dediler. “Tamam” dedik. Hemen biletleri aldık. İki üç gün sonra gideceğiz. Bir de ben Umreye yazılmak isterken sormuştum görevliye, “Ne zaman gidiyorlar Mekke’ye?” diye. “Haftasonu” demişti. Aynı haftasonuna ben Moskova bileti almışım. Tevafuk oldu. Cumartesi gidiyoruz inşallah öğleden sonra Moskova’ya. Ben o gün kuşluk zamanı biraz uyudum. Yolculuk olacak, yorgun düşmeyeyim diye. Moskova’ya 2500 km mesafe var çünkü.

NUR’U BIRAKIP, ZULMETE GİDİYORUM

Neyle gidiyorsunuz? 

Uçakla gideceğiz. İki buçuk saat sürecek. Neyse ben yattım. Yatarken düşündüm ki, “Subhanallah ben eğer Cuma günü vize almış olsaydım. Bu gün tam Moskova’da değil de Mekke’de olacaktım. Akşam Kabe’yi tavaf ediyor olacaktım” diye. Çok üzülmüşüm yani. Ama tahmin edemezsiniz. Tam aksi istikamete gidiyorum. “Nur’u bırakıp, zulmete gidiyorum” sanki. Çünkü dünyada küfrün en yoğun olduğu yer Moskova. En sıkıntılı bölgelerden biri, Mekke’nin tam tersi… Böyle düşüne düşüne uyumuşum.

Bir rüya gördüm o sırada. Görüyorum ki, “Uykudayım. Uykudan uyanmışım. Bir odadayım. Diyorum burası neresi acaba? Perdeyi kaldırıyorum. Bakıyorum ki Allah Allah tam Kabe’nin önündeyim. Pencereden elli metre uzakta Kabe… Ama çok kalabalık. Herkes tavaf ediyor. ‘Fesubhanallah’ diyorum. Ne güzel. Ama ben Moskova’da olduğumu, dershanede olduğumu biliyorum rüyada.

Yani sanki Moskova’ya gitmişim de dershane de uyanıyorum. Allah Allah diyorum, Kabe tam dershanenin önündeymiş. Ben Kabe’yi Mekke’de arıyordum. Yani sanki buradan Mekke’ye gitmek lazım Kabe’yi görmek için. Ama Kabe buradaymış meğerse dershanenin önünde diyorum rüyada. Hem bu dershanede kalırım hizmet ederim, hem de ara sıra gider Kabe’de tavaf ederim Elhamdülillah diye düşünüyorum. Ve bekliyorum ki rüyada, o kalabalık biraz sakinleşsin de gidip en yakından tavaf edebileyim. Benimle gelen o arkadaş Yusuf da orada. Kâbe’nin önünde durmuş. Bir arkadaş da var yanında. Ağlayarak, ihlasla dua ediyorlar. O da burada. Ne güzel oldu ya dedim. Şimdi o kadar seviniyorum ki. Elhamdülillah, iyi ki gelmişim Moskova’ya diyorum.

O sırada arkadaş telefon etmiş çıkalım diye. Böylece telefon sesiyle uyandım. Uyandığımda artık o üzüntüden hiç eser kalmamıştı. O an bana, “Hadi Kabe’ye gidiyorsun” dense belki gitmem yani. Çünkü rüya bana çok teselli ve sevinç vermişti. Öylece atladık uçağa, Moskova’ya gittik. Dershaneye girdim ki, aynı rüyamda gördüğüm oda…

 Daha önce orayı görmemiştiniz değil mi?

 Yok. İlk kez gidiyorum. “Fesubhanallah” dedim. “Aynı oda.” Bir mutfak, bir de küçük oda. Bu kadar. O zaman anladım ki, Cenab-ı Hak, bize “Devam edin, ben de sizin yanınızdayım” diyor. Bunu İsmail ağabey Sungur ağabey’e anlattı. Sungur ağabey şaşırdı, rüyayı tabir ederken dedi ki, “Demek ki bizler, bu dershane-i Nuriye’de kaldığımız zaman, bu hizmetlerle iştigal ettiğimiz zaman, Cenab-ı hak bize tıpkı Kabe’de tavaf eder gibi sevaplar yazıyor inşallah.” Elhamdülillah bizi şevklendirdi.

Rüyayı göreli çok olmadı öyleyse? 

Evet. Yedi-sekiz ay kadar önce gördüm. 

Moskova’ya gitmeden önce 2003 yılında Risalelerle tanıştım dediniz. O süre içinde neler yaptınız?

Azerbaycan’ın en iyi üniversitesinde Arap Dili ve Edebiyatı okudum. Önce on ay kadar bir kurs almıştım. Hazırlık kursu. İlk orada tanıştırdılar beni. Namaz falan derken, son ay tam başladım risale derslerine gitmeye. Kafkas Üniversitesine kaydoldum. Daha dersler başlamamıştı. O sırada tanıdım risaleleri. Hırdalan şehrinde evimiz vardı. Dershane de neredeyse iki yüz, üç yüz metre uzakta. Ben yarı evde, yarı dershanede kaldım. Babam taksi şoförü olduğu için, annem geceleri yalnız kalırdı. Geç gelirdi babam. Ben o zaman evde kalırdım. Geri kalan haftanın iki üç günü dershanede kalırdım. Bu böyle devam etti okul bitene kadar. Okul bitti. Moskova’ya gidene kadar dershanede kaldım bir yıl.

 Moskova’ya ilk gittiğinizde neler yaşadınız? Neler hissettiniz? 

İlk gittiğimde çok heyecanlıydım. Birçok tevafuk yaşadım. İlk Moskova’ya gittiğimde uçakta çok üşüdüm. Çok titriyordum, hastalandım. Hastalanınca içtiğim bir ilaç vardı. Birkaç tane içince hemen iyileşirdim. Moskova’ya indim. Yolda gidiyoruz. O ilacı bulup almak istiyorum. Bizi götüren şoför kardeşe, “Eczaneye gidelim, ilaç alalım” demek istiyorum. Araya başka konu giriyor, unutuyorum söylemeyi. Birkaç defa böyle hatırladım ama unuttum. Başka bir dershaneye gidiyoruz önce. Orada Fahrettin ağabey var. O da Azeri… Moskova’da eski vakıflardan… Onun arabasına bindik, o götürüyor bizi. Aynı hal gene hâsıl oldu. Birkaç sefer eczaneyi söylemek istedim ama unuttum. Beş-on sefer böyle oldu belki. Sonra benim kalacağım dershaneye gelince içerde hatırladım. “Neden almadım” diye hayıflandım. Çok hastayım ama hem üşüyorum.

Orada bir çekmece vardı. Çekmeceyi açtım, baktım ki aynen aradığım ilaçtan ve aynı benim istediğim miktarda. Baş harfi F ile başlayan ilaç çekmecede duruyor. Beş adet, birisi almış koymuş oraya… Ben uçakta, “Acaba o ilaçtan Moskova’da da var mıdır? Bulabilir miyim?” diye düşünüyordum. “Elhamdülillah ne güzel oldu. Biri bırakmış oraya, al demiş” dedim.

Moskova’da derse gelen Rus var mı?

Var. Çok var ama. Her derste yedi, sekiz, on milletten insan var. Kırgız, Kazak, Tatar, Pakistanlı hepsi var…

Türkiye’yi, cemaati nasıl buldunuz? 

Elhamdülillah. Çok şevkimizi arttırdılar.

Abdullah Yeğin ağabeyle görüştünüz. Sonra Hüsnü bayram ve Mehmet Fırıncı ağabeyleri gördünüz. Bu konuda şanslısınız maşallah…

Evet ağabey. Birçok yöreden cemaatin bir araya gelmesi çok güzel. Sungur ağabeyleri, Abdullah Yeğin ağabeyleri bir arada görünce, onlardan Üstadla ilgili hatıraları dinleyince sanki Üstad’ı görüyormuş gibi hissediyor insan.

Kendinizi yabancı hissettiniz mi? 

Hayır, hayır kesinlikle hissetmedim. Hatta burası Azerbaycan’dan daha samimi geldi bana.

Bundan sonra hedefleriniz nedir?

Moskova’nın Lobnia şehrinde hizmetlere devam etmeyi düşünüyorum. Buradan önce Bakü’ye gideceğim, sonra da Lobnia’ya geri döneceğim inşallah. Orada vakıflığa devam edeceğim.

RİSALE-İ NUR OKUDUK SUNNİ-Şİİ MESCİD BİRLEŞTİ

Lobnia şehrinde genelde hangi milletten insanlar var?

Rus çok fazla yok. Genelde Azeri. Şehirde Rus çok ama hizmet eden ağabeyler hep Azeri… Her derste en az yirmi kişi oluyor. Haftada dört kez ders oluyor. Mesela bir pazar dersiyle ilgili hatıramı anlatayım. İlk pazar dersine karar verildi. Düşünüyoruz “Nerede yapalım?” diye. Bir cami var orada. Cami değil de mescid diyelim. Küçük bir mescid. Hatta konteynırın içini mescid yapmışlar. Hemen yanında bir konteynır daha var. O da şia mezhebine ait ibadet yeri. Yani Şia ve Sünni cemaatlerinin ibadet yeri yan yana… Dedik ki, “İlk dersi gidip orada okuyalım.”

Ben ve bir arkadaş beraber gittik. Namazı kıldık. Kısa bir ders oldu. Kimse de yok zaten. Meyve Risalesinden on beş, yirmi dakika kadar okuduk. Fatiha verdik. Dua ettik. Ayrıldık.

Biz ayrılınca, orada Şialarla Sünniler bir toplantı yapmışlar. Demişler ki, “Biz acaba neden iki ayrı mescitte namaz kılıyoruz. Bunları birleştirelim. Tek mescitte namaz kılalım. Biraz da tamir edelim. Tek yerde kılalım. Neden ayrıyız?” Oradakiler de “Evet ya neden ayrı kılıyoruz?” diyerek mescidleri birleştirmişler. Bunu da ilan etmişler. Şimdi bir arada tek mescidde kılıyorlar namazı.

İkinci derste, yani bir sonraki hafta, gidip baktık ki, çok güzel tamir olmuş. Aradaki paravanı kaldırmışlar. Beraber namaz kılıyorlar. Risale-i Nur’un kerameti bu. Orada okunmasının hatırına belki de Cenab-ı Hak ihsan etti.

PUTİN DE BENİ ÇAĞIRSAYDI RİSALE-İ NUR DERSİNİ BIRAKMAZDIM

Ailenizin inanç durumu nasıl? 

Annem ve babam Sünniydiler. Ama namaz kılmıyorduk. Ben Sünni ne demektir daha sonra anladım. Risale-i Nurlar sayesinde anladım. Duymuştum Sünni, Şia gibi şeyler ama bilmiyordum. Sadece nenem kılardı namazı.

 Şimdi aileniz de namaz kılıyor mu? 

Evet kılıyorlar elhamdülillah. Evimize Risale-i Nurlar girdikten sonra, ilk önce ablam başladı namaza. Daha sonra annem, sonra babam, şimdi de kardeşim başladı. Şimdi dua ediyorum. Bir kız kardeşim var. O da başlasın diye. Biz beşimiz kılıyoruz elhamdülillah. Her hafta ders oluyor evimizde.

Bir hususu daha belirteyim. Rusya’da Moskova’da bulunan eskiden orada yaşayan Azeriler çok susamışlar iman hakikatlerine. Mesela bir gün bir yere gittim. Ders okuyoruz. Okurken biri dersi kesiyordu. Daha doğrusu çay vardı önümüzde. Biri geçiyordu oradan. “Bana da çay verin” dedi. Geldi oturdu. Ama durmuyor yerinde. Dersin maneviyatını bozuyor. Sohbet ediyor, konuşuyor… Kırk, kırkbeş yaşlarında birisi… Ben dersi okumaya başladım biraz. Meyve Risalesinden, herhalde üçüncü meyveden okuyorum.

Önce kulak vermeye başladı. Biraz sonra baktım tamamen sustu. Telefonu çalınca tuşa bastı. Sonra da tamamen kapatıp cebine koydu. İşadamı olduğu için çok mühim işleri oluyormuş. Durdu. Dinledi. Ders bitti. Biz namaza hazırlanıyoruz. Namaza kalkarken, “Kusura bakmayın, hakkınızı helal edin. Çok mühim işleriniz vardı. Burada sizi oyaladım” dedim adama. “Yok” dedi adam. “Vallahi Putin gibi on tane adam gelseydi, beni çağırsaydı. Deseydi, ‘Gel seninle çok mühim işim var. Ben onlara, ‘Siz bekleyiniz. Bizim burada daha mühim bir işimiz var’ diyecektim” dedi. Adam ilk dersten böyle etkilendi. Sonra “Ben orada ders var” dedim. Zaten konteynırın sahibi de, bizimle ilgisi var, bizi tanıyor. Biz gittikten sonra o işadamı her zaman geliyormuş. “Onlar geldi mi, gelecek mi?” diyormuş. Beni de görünce diyor “Gene gelecek misiniz?” Dersimiz on-onbeş dakika sürmüştü ama adam çok etkilenmiş. Fesubhanallah adam bambaşka biri oldu yani. Elhamdülillah çok böyle tevafuklu olaylar oluyor. Bizim de şevkimizi artırıyor…

RisaleHaber.com