Kategori arşivi: Röportajlar

Kırkıncı Hocaefendinin sadeleştirme açıklaması

Ömer Özcan, Mehmet Kırkıncı Hocaefendi ile Risale-i Nurların sadeleştirilmesi konusunu görüştü

“Ağabeyler Anlatıyor” kitaplarının yazarı Ömer Özcan, Mehmet Kırkıncı Hocaefendi ile Risale-i Nurların sadeleştirilmesi konusunu görüştü. Özcan, görüşme notlarını Risale Haber okuyucuları ile paylaştı.

Hocam biliyorsunuz, Ufuk Yayınevi Risale-i Nur’dan Lem’alar kitabını sadeleştirme faaliyetinde bulundu; hemen bütün ağabeylerimiz bu hususta fikirlerini beyan ettiler. Siz nasıl bakıyorsunuz bu sadeleştirme işine?

Hiç iyi olmadı tabi.

Kırkıncı hocam ne diyor diye cemaat çok merak ediyor?

Eğer Nurlara bir el girerse bu iş ayrana döner yani o zaman. Üstad Hazretleri 28. Mektup’un 8. Meselesinde, “bu libaslar fıtrî olarak geliyor” diyor. Üstad kendisi diyor bunu. “Manaların lafızları, libasları fıtridir, benim bile bunları değiştirmeye salahiyetim yoktur” diyor Üstad. Bu da bitiriyor meseleyi yani.

Üstad benim selahiyetim yok dedikten sonra, kimin haddi var ki bu Risaleleri sadeleştirmeye cür’et ediyorlar. Risaleler sadeleştirilmeye bir başlandı mı o zaman ayrana döner…

Başka söze gerek yok diyorsunuz yani?

Yok!.. Üstad kendisi diyor canım. Allah Allah! Kimin haddi var buna. Öyle şey mi olur?

Bediüzzaman’ın eserlerinin içini değiştirip kendi kelimelerini, kendi ifadelerini koyup, sonra Üstad’ın adıyla satmak veya bedava dağıtmak sadakat düsturuna uyar mı?

Ne demek canım, ihlas, sadakat meselesi bu tabi…

Kur’an’ın hâsiyetlerine mazhar olmuş…

Evet, aynı öyle…

Hocam şu da çok soruluyor. Şerh ve izaha izin vermiş mi Üstad Hazretleri deniyor?

O mesele başka. O olur… İzah başka şey, Kur’an’ı da, Hadis-i Şerifleri de izah ediyor âlimler, üzerine kendi adlarını yazıyorlar. O mesele başka. Sadeleştirme tehlikeli…

Mektubat’tan ilgili yerde söyle diyor Üstad Hazretleri, “Kur’anın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez; belki onların vücududur ki, öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.”

Evet, Risalelerdeki lafızlar insanın cildi gibidir. İnsanın derisini soyarsan onda hayat kalmaz.

Şerh ve izah yapanlar kendi adlarıyla bunları yayınlayabilirler değil mi?

Elbette, şerh ve izah başka şey.

Hocam bu röportajı “Risale Haber”de yayınlamak istiyorum. Müsaadeniz var mı?

Yayınlayabilirsin.

Kaynak: Risale Haber

Cüneyd Suavi: “Yazana değil de yazdırana bakmalı”

Cüneyd Suavi, yazdığı kısa ve ibretli hikâyelerle tanınan bir isim. Dergilerde yayınlanan hikâyeleri ayrıca kitap olarak da okuyucularla buluştu. Bugün internette yer alan ve yazarı belirtilmeyen birçok hikâye ona ait. Tabii ki Cüneyd Suavi bu durumdan çok rahatsız…

Suavi, hikâyeleri kaleme alış sürecinde farklı bir bakış açısına kapı aralıyor. “Yazan sanki bizmişiz gibi görünüyor. Ama işin aslı hiç öyle değil” diyen Suavi, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Rabbim biliyor ki, bazen bir ilham gelerek bilgisayar başına oturunca, kelimeler beni hiç dinlemiyor. Önceden kafamda çizdiğim şekil, hikâyenin finali; yazmaya başlayınca, yine Rabb’im şahittir ki tamamen değişiyor. Öyle bir hikâye çıkıyor ki ortaya, benim tasarladığımdan çok daha güzel. O zaman şükürlerle diyorum ki: ‘Ya Rabbi! Şimdi bunu ben mi yazdım acaba?’ Yazana değil de yazdırana bakmalı. Hiçbir yazar ’Ben yazarım‘ demesin. Eğer derse çok büyük hata eder.

Cüneyd Suavi ile hikâyeleri ve hayat hikâyesi üzerine konuştuk…

Yıllardır içinden hisselerin bol bol çıkarılacağı kıssalarla yazı hayatının içindesiniz. Mesajı, yazının başka bir formu ile değil de hikâye formuyla sunuyorsunuz. Neden hikâyeyi seçtiniz?

Bediüzzaman Hazretleri “Her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki rahat edesin” diyor. Bu dünyada kısmetime yazarlık düşmüş. Sayısız şükür olsun, şikâyetçi değilim. Bu kısmete zaten dünden razıydım ama lise son sınıfta kompozisyon dersinden ikmale kaldığımdan, yazarlığı asla düşünmüyordum.

Ama yazarlık tercihim şuurlu olsa idi, yine hikâye formunu, hem de en kısalarını tercih ederdim. Çünkü hoşlandığım tür, mesajını bir çırpıda veren hikâyelerdir. Esasında bu tür hikâyelerin yazılması, uzunların yazılmasından zordur. Bir sayfalık öykü için dokuz ay çalıştığımı hatırlıyorum. Sürekli masa başında olmasanız da, aklınız o öyküye takılıyor, kafanızı her an meşgul ediyor. Bu bir dua tabi ki, fiilî dua… Hikâyeden bir pay (inşaallah sevap) alabilmek için, o duayı yapmak zorundasınız. Fakat sonuçta, hiçbir şey nasipten öteye gidemiyor. Ve yazan sanki bizmişiz gibi görünüyor. Ama işin aslı hiç öyle değil. Rabbim biliyor ki, bazen bir ilham gelerek bilgisayar başına oturunca, kelimeler beni hiç dinlemiyor. Önceden kafamda çizdiğim şekil, hikâyenin finali; yazmaya başlayınca, yine Rabb’im şahittir ki tamamen değişiyor. Öyle bir hikâye çıkıyor ki ortaya, benim tasarladığımdan çok daha güzel. O zaman şükürlerle diyorum ki: “Ya Rabbi! Şimdi bunu ben mi yazdım acaba?

Yazana değil de yazdırana bakmalı. Hiçbir yazar “Ben yazarım” demesin. Eğer derse çok büyük hata eder.

Yazarken beslendiğiniz kaynaklarınız nelerdir? Özellikle üzerinde durmak istediğiniz konular var mı?

Ben yaklaşık otuz yıl, Sakarya Üniversitesi’nde hocalık yaptım. Bu yıllar içinde de, “En yoğun hoca” olma rekorunu genellikle kimseye kaptırmadım. Bu arada akademik çalışmalar yapıyor, bunlara ilaveten, en fazla beş kişiyle Zafer Dergisi’ni çıkartıyorduk. Tam on beş yıl boyunca, yazıların seçimi, elden geçirilmesi, sayfa mizanpajları ve “Gerçeğe Doğru” ciltlerinin hazırlanması, çok şükür ki bizlere bakıyordu. Ama bu çalışmalar, fazla kitap okumamı engelliyordu. Sonuçta bir karar alarak yemin ettim ve günde bir saatimi okumaya ayırdım. Okumaya bu kadar az zaman ayırırsanız, hangi kitapları okursunuz acaba? Ben bu tek saatimi, “muhteşem üçlü”ye ayırmıştım ki, onlar da Kur’an, Cevşen ve Risalelerdi. “Beslendiğiniz kaynak nedir?” diye sormuştunuz ya! Ben de söyledim işte.

Birçok hikâyeniz hafızalarda ve ezber durumda. İnsanların etkilenmemesi mümkün değil. Çünkü çoğu hayatın içinden ve yanı başımızda olan olaylardan derleniyor. Okuyucudan gelen geri dönüşler arasında sizi derinden etkileyen bir durum oldu mu?

Allah’ın ihsan ettiği o kısa hikâyeler, bin bir türlü güzelliğe vesile oldu. Birçok kişi tek bir hikâye ile, özellikle “Kâbus” ve “Yeşil Elbise”yle, bunalıma düştükleri eski hayatlarından vazgeçtiler, namaza başladılar, en azından okumayı sever hale geldiler. Bunun örnekleri o kadar çok ki. Son iki altın nesil, yine şükürler olsun, bu kitapları okuyup büyüdü. Daha önceki fuarlarda olduğu gibi, son kitap fuarında da belki onlarca kişi, bu sözleri (sanki kendi aralarında anlaşmış gibi) ayrı ayrı gelerek söylediler: “Hocam biz bu kitapları okuyarak büyüdük, şimdi de çocuklarımızla birlikte okuyoruz.

Bu nimetlerin şükründen o kadar acizim ki…

Okullarda, seminerlerde gençlerle bir araya gelmenizde diyaloglarınız nasıl oluyor? Mesajlarınız ulaşabiliyor mu gençlere? Aynı dilde buluşabiliyor musunuz?

Çocuklarım küçükken, her gece onlara kitap okurdum. Özellikle Peygamberimizin mucizeleri, onları âdeta büyülüyordu. Bu arada yine çocuklarımla bol bol sohbet ederdim. Bunu çok şükür ki ihmal etmemeye çalıştım. Çünkü biliyordum ki, en kıymetli sohbetler, yedi yaşa kadar yapılan sohbetlerdir. Yani yedi yaş geçtir. Konu ne olursa olsun, küçük yaşlarda yapılan sohbetler, onlar için gerçek bir hazinedir. Bu sohbetler sayesinde çocuklar olgunlaşır, aradaki sevgi bağı âdeta perçinleşir.

Yaz ayları gelince, (Rabb’im imkân verdi şükürler olsun) yine çocuklarımla birlikte denize girer, sandala binerek balığa çıkar, yıldızları seyreder, mehtap sefalarına da yine onlarla birlikte çıkardık. Elbette ki her aile böyle bir imkâna sahip değildir ama hiç olmazsa sohbet etmeleri gerekir. Bunları yapmayan ya da yapamayan veliler, sonunda o kadar pişman oluyorlar ki… Anneler ve babalar, namaz vakitlerini altı vakte çıkarmalılar bence. Bu altıncı vakit “sohbet vakti” olmalı. Demek istediğim şu: Her bir sohbet, bir ibadet ciddiyetiyle yapılmalı. Bu konuda konuştuğum bazı veliler “Çok meşgulüz, bütün gün koşup duruyoruz. Bu yüzden de çocuklara vakit ayıramıyoruz” diyorlar. Çocuklar büyüyüp elden çıktıklarında, yani haydut gibi biri olduklarında, anne ve babaları, yaptıkları hatayı anlıyorlar ama iş işten geçtikten sonra maalesef… Böyle bir duruma düştükten sonra, bütün servetinizi verseniz de, ömrünüzün geriye kalan yıllarını (üstelik her anını) çocuklarınıza ayırsanız da, bunu telafi etmeniz mümkün değil ki…

Mimarsınız ve aynı zamanda akademisyensiniz. Mimarlık eğitimi hikâyelerinize farklı bir boyut katıyor mu?

Bilirsiniz mimarlık, güzel sanatların temel dalıdır. Bu yüzden de bakmaktan çok görmeyi gerektirir. Hikâyelerde de gözlem esastır. Herkesin görmediğini görüp fark etmek ve en güzel şekilde ifade etmek yani… Elbette ki Allah’ın ihsanıyla… Sanatla uğraşan insanlar iyi bilir. “Titizlik” ve “incelik” temel şarttır. Bir tablodaki binlerce renkten sadece birinin uyumsuzluğu, tabloyu değersiz hale getirebilir. Mükemmel bir binadaki çirkin bir nokta ya da yersiz bir detay; bütün dikkatleri kendi üstüne çevirerek binanın güzelliğini kapatabilir. Bir dünya güzelinin yanağına düşen bir kuş gübresi gibi…

Hikâyelerde de aynı durum var bence. Kurgudaki bir hata, finaldeki yetersizlik ya da saçmalık, yazım kurallarındaki çok önemli yanlışlar; bunların biri bile, hikâyeyi bir anda mahvediyor. Belki bu yüzden, hastalık derecesinde titiz biriyim. (Bazıları “çatlak” deseler de kulak asmayın.) Mesela, kitaplarım otuz yıldan beri yayınlandığı halde, her iki-üç baskıda bir, onları baştan aşağı gözde geçiriyorum. Bazı hikâyeleri çıkarıyor, bir kısmını baştan sona tekrar yazıyor, bir kısmının da kelimelerini değiştiriyorum. Bu arada kapak resimleri de değişiyor, “Önsöz” ya da “Takdim” bölümleri de. Yayınevindeki kardeşlerimiz benden bıktılar ama nezaket göstererek susuyorlar.

“Kesilen Gitar” kitabı ile kendi hikâyenizi dile getirmişsiniz. Adapazarı’nda geçen çocukluğunuzu, hayatınızı etkileyen insanları… Kendi hayatınızı yazmak ve geçmişe yolculuk yapmak nasıldı?

Bu sorunun cevabını, “Kesilen Gitar” kitabının arka kapağındaki yazı versin isterseniz. Şöyle demiştim orda: “Bu kitabı yazarken, şimdi ancak rüyalarımda rastladığım birbirinden güzel insanlarla görüştüm, onlarla sohbet ettim, hem de yüz yüze. Hayatımı bir kez daha yaşadım sanki.

Kitabı kapayıp geriye döndüğümde, en net gördüğüm şey dünyanın faniliği. Çocukluğumu yaşarken güzel gördüğüm şeyler, gerçekten de güzel olan dereler ve ırmaklar, birbiri ardınca ölüp gitmişler bu dünyadan. Bir daha geri dönmemek, inşaallah cennette akmak üzere…

Uçurtma uçurduğumuz yeşil ovalar, hep birlikte piknik yapıp gezdiğimiz tepeler, kıvrım kıvrım derelerle serinleyen ormanlar; sanki müthiş bir depremle beton blokların altına gömülmüşler. O baki diyarda tekrar yeşermek ümidiyle…

Sevdiğim insanlarsa, belki onda dokuzu, başta gül kokulu Resul olmak üzere, kabrin öte yanına göç etmişler. Kalanlarsa yüzlerini oraya çevirmişler.”

Özellikle “Hayatın İçinden” kitabı ve içindeki hikâyeler, hâlihazırda alakalı alakasız birçok internet sitesinde dolaşıyor. İşin telif hususu ile birlikte neler düşünüyorsunuz? Bir rahatsızlığınız oluyor mu?

Hani bir türkümüzde geçiyor ya: “Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır” diye. Biz de bu durumdan öyle of çekiyoruz. Ortalık korsanlardan geçilmiyor. Bakıyorsunuz bir hikâyeniz aynen alınıp internete konmuş. Onu alan kişi de, hikâyenin alt kısmına kendi adını yazmış: “Murat Bilmemkim.”

Yahu mübarek adam! Aldıysan aldın ama hiç olmazsa Cüneyd Suavi yazsaydın da, dualar da adresini şaşırmasaydı.

Emin olun telif falan düşünmüyorum ama bu hırsızlık asabımı fena bozuyor. Fakat bundan daha da kötüsü var. Adam yine öykünüzü (ç)alıyor, sanki bu yetmezmiş gibi hikâyeyi baştan sona değiştiriyor, berbat ettikten sonra da altına kendi ismini yazıyor.

Daha kötüsü var mı?” diyorsanız, var tabii ki hiç şüpheniz olmasın. Bazı kişiler, yazarların internette dolaşan hikâyelerini aşırıp kendilerine ait kitap çıkartıyorlar. Yani benden 5 öykü, başkasından 10 öykü, diğerinden 15 öykü çalarak kitap hazırlıyorlar. Yazarı da kendileri oluyor tabi… Oysaki “Hayatın İçinden” adlı öykü kitabımın birinci cildi, tam 25 yılda ortaya çıktı. “Kırk Gram Tebessüm” ise tam 20 yılda. Bu kişiler bir saatte işi hallediyorlar.

“Peki, çözüm ne?” diye sorarsanız, emin olun ben de bilemiyorum. Sizin öykülerinizle kitap çıkartanları bazen buluyorsunuz. Bu durumda yayınevi harekete geçiyor ve o kitabın saygıdeğer yazarını arayıp “Kitabınızdaki şu, şu, şu hikâyeler, Cüneyd Suavi’nindir. En azından izin almak zorundaydınız” deyip, dava açacağını belirtiyor. Aşırmacı yazarın cevabı hazır elbette… “Ben o hikâyeleri internetten aldım, orada Cüneyd falan yazmıyordu.”

Moral Dünyası Dergisi

Husumetin tedavisi muhabbet, ihtilafın, çözümü ittifaktır

Hekimoğlu İsmail, Bediüzzaman Said Nursi’nin 101 yıl önce Şam’da irad ettiği hutbenin güncelliğini koruduğunu söylüyor. Hekimoğlu İsmail, Hutbe-i Şamiyye adıyla ünlü bu hutbenin, hayatına uygulamaya çalıştığı unsurların başında geldiğini belirtiyor ve Yüzyıllık Müjde adlı kitabında anlatıyor.

-Şam bugünlerde kan ve gözyaşıyla gündeme geliyor. Her gün ölen yüzlerce insanın dramı yansıyor medyaya. Tam 101 yıl önce 1911 yılında Şam’daki Emeviyye Camii’nde Kürt kökenli bir İslam âlimi Arap toplumuna çok farklı bir hutbe okumuştu. Daha sonra Hutbe-i Şamiyye adıyla meşhur olacak olan bu hutbe o kadar ilgi görmüştü ki aynı hafta içinde iki kere tab’ edilerek halka dağıtılmıştı. 35 yaşındaki Bediüzzaman Said Nursi, Şam’da Arapça irad ettiği hutbede çağın hastalıklarını tespit ederek çözüm önerileri sunuyor ve bunu izah ediyordu. O gün onu 10 bine yakın insan dinlemişti. 39 yıl sonra bizzat Üstad’ın kendisinin Arapçadan tercüme ettiği ve eklemeler yaptığı Hutbe-i Şamiyye hâlâ güncelliğini koruyor.

1950’li yıllarda imkânlar ölçüsünde aldığım 15-20 kitapçığı arkadaşlarıma dağıtıyordum.” diyen Hekimoğlu İsmail, Hutbe-i Şamiyye’den aldığı dersleri bugünlerde “Yüzyıllık Müjde” adıyla bir kitapçık haline getirdi. “Benim hayatım, Risale-i Nur hakikatlerini okumak, anlamaya ve yaşamaya çalışmaktan ibaret.” diyen Hekimoğlu İsmail, hayatına uygulamaya çalıştığı risalelerdeki prensiplerin başında da Hutbe-i Şamiyye’nin geldiğini belirtiyor. Manen tekâmül, maddeten terakki etmenin sırlarının bu kitapta toplandığını ifade eden Hekimoğlu İsmail’e göre ferdin, ailenin, milletin, devletin terakki ve tekâmülünün yolu bu eserde anlatılan hakikatleri yaşamaktan geçiyor.

Üstad, İslam âlimlerinin de bulunduğu bir mecliste âlem-i İslam’a verdiği, Müslümanların yaşadığı sıkıntıları anlatan hutbesinde altı hastalığa dikkat çekiyordu. Bunlar; ümitsizlik-yeis, hilekârlık, husumet-düşmanlık, ihtilaf, istibdat, ferdiyetçilik… Bediüzzaman’ın bu hastalıklara önerdiği tedavi yolları ise şunlardı: Ümitvar olmak, dürüstlük, muhabbet, ittifak, İslami değerler ve meşveret…

Bediüzzaman Said Nursi, İslam’a hizmetle vazifeliydi. Vazife ise tahkiki imanı temin etmekti.” diyen Hekimoğlu İsmail, “Üstad ne yaptı? Cami ile okulu birleştirdi. ‘Dinsiz ilim yoktur.‘ dedi. Seccade ile tezgâhı bütünleştirdi. Akıl ile vahyi birleştirdi.” şeklinde konuşuyor. Bir hatırasını da anlatan Hekimoğlu İsmail, 1950’li yıllarda yaşadığı olayı şöyle aktarıyor: “Şeriatçıyım’ diye beni mahkemeye vermişlerdi. Savcı diyor ki: ‘Dinciler şeriati getirip sistemi ortadan kaldıracaklar.’ Hâkim ‘Ne diyorsun?’ dedi. Ben de, ‘Şeriat nereden gelecek, arabayla mı gelecek, uçakla mı gelecek?’ dedim. Hâkim bağırdı, ‘Doğru konuş.’ dedi. ‘Şeriat gelmez.’ dedim. ‘Şeriat yaşanır.’ dedim. Öylece beraat ettim.” Hekimoğlu İsmail, Türk-Kürt meselesine ise şöyle bakıyor: “Bediüzzaman Said Nursi Kürt’tür. Biz de Türk’üz. Allah Kürtlerden Said Nursi’yi gönderdi, Türkleri de ona talebe etti, böylece Allah Türklerle Kürtleri kardeş yaptı. Beraber yedik içtik. Bugünkü anarşik olaylar, Üstad’ı anlamamaktan kaynaklanıyor.

Altı hastalık nedir?

Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber; bizi maddî cihette kurun-u vustâda durduran ve tevkif eden, altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimai-ye-i siyasiyede ölmesi.

Üçüncüsü: Adâvete muhabbet.

Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.

Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdat.

Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.

Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde, hayat-ı içtimaiyemize, eczahane-i Kur’âniye’den ders aldığım “altı kelime” ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları onları biliyorum. (Risale-i Nur’dan)

Serhat Şeftali / Zaman Gazetesi

İnsanlık “Dinsiz” Kalamaz!

Dindar Cumhuriyet kitabının yazarı İbrahim Ethem Deveci, Bediüzzaman’nın İslamiyet’i siyasal bir ideoloji gibi algılamadığını belirterek “Said Nursi, İslamiyet’in yüzde doksan dokuzu ahlak, ibadet, ahret ve fazilet; yüzde biri ise siyasete bakar. Onu da bu işle uğraşanlar düşünsün, diyor.” dedi.

İbrahim Ethem Deveci, Birand Yapım’ın hazırladığı “Bediüzzaman’ın Entelektüel Hayatı” konulu belgesele Said Nursi’nin Cumhuriyet ve laikliğe bakışı hakkında özel açıklamalarda bulundu. Deveci, “Bediüzzaman, dini bir araç olarak kullanmadı. Bediüzzaman dini araçsallaştırıp, onunla siyasi, ekonomik bir sonuç elde etmeyi kendisine yakıştırmaz. O sadece Kur’an’ın bu asra bakan mesajlarını, iman hakikatlerini insanlara ders verir. Aynı zamanda kendisi de ders aldığını ifade eder.” diyerek Moralhaber.Net’e Said Nursi’nin Cumhuriyet hakkındaki düşüncelerini şöyle anlattı:

Dine ideolojik bakmak onun sınırlarını daraltmak ve yorumlardaki çoğulculuğu engellemek anlamına da gelebilir. Doğrunun birçok boyutu olabilir ve hepsi de İslamiyet’in içinde kendine yer bulabilir. İdeolojik bakış bu zenginliğe engeldir ve özünde dayatmacı bir mahiyet taşır. Bediüzzaman’ın iktidarı ele geçirmek gibi bir niyeti, gizli veya açık bir programı yoktur. İnsanları imana, ahlaka, fazilete, ibadete davet etmektedir. Onlara hürriyetin insan olmanın vazgeçilmez bir özelliği olduğu, dünyevi mutluluk ve gelişmenin özgürlükçü, demokratik yönetimlerle mümkün olduğunu anlatmaktadır. Kendisini de dindar bir cumhuriyetçi olarak tanımlamaktadır.

Bediüzzaman her kavramı vahiy ekseninde algılar ve tanımlar

Deveci, Bediüzzaman’ın cumhuriyet anlayışını özgürlüğün kurumsallaşmış hali olarak tanımlayarak şunları kaydetti: “Üstat her kavramı vahiy ekseninde algılar ve tanımlar. ‘Hürriyet-i şeriyye yani insaniyete layık olan en yüksek kamalata olan meyil ve arzu ile cihazlanmış olmak.’ Özgürlük insanın kalitesi ile doğru orantılıdır. Mükemmel insan olmak aynı zamanda özgür bir insan olmaktır. Bediüzzaman’a göre insanın varlığının derinliklerinden gelen hürriyet arzusu insani ve İslami bir duygudur.

DİNDAR CUMHURİYETİN TEMEL KARAKTERİ

Bugüne kadar hürriyetin tanımlarında iki unsur dikkate sunuluyordu. Birisi kanunlarla korunan hürriyetler ve kanunların izin verdiği ölçüde hürriyet. Diğeri kişinin diğer insanlara zarar vermeksizin istediğini yapabilmesi. Bediüzzaman bunlarla beraber nefsin boyunduruğu, esareti altına girmemeyi ve böylece kendi mükemmel varlığına zarar vermemeyi de hürriyet olarak tanımlıyor.” diyen Deveci, Bediüzzaman’a göre dindar cumhuriyetin temel karakterini 10 maddede anlattı:

  1. Keyfi değil kanuni, hukuki yönetim.
  2. Herkesin kanun önünde eşit olması; imtiyazsızlık
  3. Parlamentolu sistem, kararların meşveretle alınması.
  4. Anayasal rejim, kurumların siyasi ve hukuki statüsü ve sosyolojik derinlik uyumu
  5. İktidarın millet tarafından seçimle oluşturulması
  6. Meclis hürriyeti, özgür bir istişare ortamı
  7. Şahsi menfaatlerden önce kamu menfaati (hukukullah hükmünde)
  8. İnsan fıtratına uygun marifet, muhabbet, doğruluk hâkim olmalı. Bu sosyopsikolojik zemin.
  9. Kamuoyunun iktidarları denetleyebilmesi, hesap sorabilmesi
  10. Hakkın hâkimiyeti. Kuvvet haktadır. Hukukun üstünlüğü asıldır, üstünlerin hukuku değil.

Deveci, sözlerine şöyle devam etti: “Bediüzzaman farklı yorumlanabilecek meşrutiyet, cumhuriyet, demokrasi, anayasal düzen gibi kavramların nüanslarından ziyade temel karakterlerini vurgular.” diyerek “Hepsini birbirinin yerine kullanır. ‘Cumhuriyet ve demokratlık manasındaki meşrutiyet ve kanun-u esasi denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet. ‘Cumhuriyet ki: (O zaman meşrutiyet. Şimdi o kelime yerine cumhuriyet konulmuş) adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. Bir nokta daha var ki çok önemlidir: Müslümanların içinden çıkmış bir hükümete hükümet-i İslami diyen Bediüzzaman İslami kavramını değişik ve alışık olunmayan bir şekilde kullanıyor. Buradan anladığımız kadarıyla en geniş anlamıyla Müslümanların yönetimi temel dini hükümlere aykırı olmamak kaydıyla İslami’dir.

BEDİÜZZAMAN’IN LAİKLİĞE BAKIŞI

Bediüzzzaman’ın laikliğe bakışı açısı pek çok kişi tarafından bilinmemektedir.” diye konuşan Deveci, Said Nursi’nin laiklik konusundaki düşüncelerini şöyle özetledi:

“Bediüzzaman, Kur’an’daki ‘Dinde zorlama ikrah yoktur’ ayetinin bu zamana baktığını ve önemli vurgular içerdiğini ifade eder. Bu ayet İslam âleminde asırlarca farklı dinlerin ve milletlerin medeni haklarının garantisi olmuş ve bu farklı unsurlar bir arada rahatça yaşamışlardır. Bediüzzaman bu ayetin cifir hesabıyla 1930’lu yıllara baktığını izah eder ve der ki; ‘bu ayet mana-yı işarisiyle der; o tarihte dini dünyadan tefrik (ayırma) ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silahlı cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-i esasi, bir düstur-u siyasi oluyor ve hükümet laik cumhuriyete döner.’ (Asay-ı musa meyve risalesi 11.mesele) Din ve vicdan hürriyeti dünyada genel kabul görür ve bir üst hukuk normu olarak kabul edilir. Hükümetler laik bir nitelik kazanır. Böylece din için silahlı savaş anlayışı sona erer. “

BEŞER DİNSİZ KALAMAZ

Deveci, sözlerine şöyle devam etti: “Dünya İslamiyet’in asırlardır uyguladığı din ve vicdan hürriyeti anlayışına yaklaşır. Çünkü Ortaçağ’da kilise tahakkümü altındaki Avrupa’da fikir hürriyeti yoktu. Fikir ve vicdan hürriyeti din adına engelleniyordu. Tahrif edilmiş Hristiyanlığın yorumları mutlak gerçek olarak insanlara dayatılıyor ve kilise engizisyon mahkemeleri ve aforoz mekanizmasıyla insanları adeta boğuyordu. Avrupa’da din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması ve kilise tahakkümünün yıkılması ve ladinilik akımlarının meydana gelmesi bu sebepledir. Sonuçta pozitivist ve Materyalist akımların da etkisiyle, Avrupa insanının dinden kopuk, seküler bir hayat tarzını benimsemesi, hakikati daha rahat görerek, tevhit dinine yaklaşmalarını da sağlamıştır. “Beşer dinsiz kalamaz” hükmü gereği, kilisenin baskısından kurtulan Avrupalının hak dini kabulünün önündeki engeller azalmıştır.

Özgürlüğün ve gerçeği araştırma meylinin yaygınlaşması ölçüsünde, papazların ve ruhanî reislerin tahakkümlerinin sona ermesi veya azalması Bediüzzaman’a göre İslamiyet’in kabulü açısından uygun bir ortam sağlamaktadır. Bediüzzaman bu zikredilen ayetin işaretinden hareket ederek, artık – harici düşmanın saldırısı olmadığı sürece – din için silahlı cihat devrinin kapandığı yorumunu yapar. “Düşmanlarınızın seyyiâtı (kötülüğü)—tecavüz olmamak şartıyla—adavetinizi (düşmanlığınızı) celbetmesin” ifadesi de bu anlama gelmektedir.

Bediüzzaman ecnebilerdeki düşmanlık ve taassubun ortadan kalkmakta olduğunu, medeni insanların ikna metoduyla gönlünün kazanılacağını, zorlamadan, İslamiyet’in ulviliğini ve kutsiyetini dikkatlere sunarak, ona ait güzel ahlakı yaşantımızla göstermemiz gerektiğini ifade eder.

LAİKLİĞİN TÜRKİYE’DEKİ UYGULAMASI PROBLEMLİDİR

Bu ifadelerden fikir ve vicdan hürriyeti çerçevesinde tatbik edilecek bir laiklik anlayışının ipucunu veren Bediüzzaman bundan böyle ‘iman-ı tahkiki kılıcıyla manevi bir cihad-ı dini’ döneminin başladığı yorumunu yapar. Ona göre Kur’an’ın elmas kılıçları ilim ve fennin hükmettiği bu modern çağlarda fikri ve dini hâkimiyetini gerçekleştirecektir.

Laikliğin Türkiye’de uygulanması problemlidir. Batı’da din ve vicdan hürriyetinin temini mücadelesi sonucunda ortaya çıkmış bir kavram olan laiklik ülkemizde dine karşı, dine yer vermeyen bir hayat tarzını dayatma aracı olarak kullanılmıştır. Buna karşı Bediüzzaman Said Nursî de: “Lâik cumhuriyet, dinî dünyadan ayırmaktır. Yoksa dinî reddetmek ve bütün bütün dinsizlik olmadığını biliyoruz. Laiklik dine karşı tarafsız kalmaktır. Eğer lâik cumhuriyeti soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik manası bîtaraf (tarafsız) kalmak, yani hürriyet-i vicdân düstûruyla dinsizlere ve sefahatçilere ilişilmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişilmez bir hükümet telâkki ederim” demektedir.

BATI’DA HAKİM FELSEFE İKEN DOĞU’YU AYAĞA DİN KALDIRACAKTIR

Öncelikli olarak bu tarafsızlığın sağlanmasını ister. Tarafsızlık laikliğin asgari şartıdır. Bediüzzaman bu tarafsızlığın yanında ve ötesinde İslamiyet’e taraftarlığın da ülkemiz için sosyokültürel bir zorunluluk olduğunu dile getirir. Çünkü ona göre Asya ve Doğu, Batı’ya benzemez. Batı’da hâkim felsefe iken doğuyu ayağa kaldıracak dindir. Dolayısı ile İslam âleminin gelişmesi din dışlanarak sağlanamaz. Bilakis dinin aktif hale getirilmesi ile sağlanır.

Devlet, hangi dinden ve etnik kökenden olursa olsun vatandaşlarının dinle ilgili taleplerini dikkate almalıdır. Yüzde doksan dokuzu Müslüman olarak ifade edilen Türkiye’de, Müslüman milletin kendi inançlarıyla ilgili talepleri mutlaka dikkate alınmalı, devlete düşen ilgili hizmetler yerine getirilmelidir. Devlet millet içindir, milletin ihtiyaçlarını karşılamak için vardır. Milletimiz kendisini Müslüman olarak tanımlamaktadır. Toplumun bu ön önemli aidiyet duygusunu görmezden gelerek kendini konumlandırması mantık dışıdır. Bu açıdan; devlet en azından dinin gerek fert, gerekse toplumsal anlamda yaşanmasına engel olacak düzenlemelere asla girmemelidir.

Dursun Kabaktepe / www.moralhaber.net

1934’te Said Nursi İçin Özel Kanun Çıkardılar

YANİ BU MÜRACAATI NİYE YAPMIYORSUN ÜSTAD?

 

Kitabınızda Bediüzzaman’ın sürgün edilmesi için özel bir kanun çıkarıldığını söylüyorsunuz?

O kanun 1934 yılında çıkarılan 2510 sayılı Mecburi İskan Kanunu. Yasanın 7. maddesinde o hadise şöyle gerçekleşiyor; 1933 senesinde Cumhuriyet 10 yaşına giriyor. 1923 yılında kurulan Cumhuriyetin ilanının 10.yılı nedeniyle Türkiye genelinde Temmuz 1933’e kadar işlenmiş bütün suçlar af kapsamına dâhil ediliyor. Bu af kapsamına dâhil olan bu cürümlerle, suçlarla, kabahatlerle ilgili olarak şahısların ilgili mercilere müracaatları esas alınıyor. Yasal düzenlemede 29 Ekim 1933’te Cumhuriyetin 10.yılında bu kanun kapsamında Bediüzzaman Said Nursi mahallin idarecilerine bu kanundan istifade etmek için her hangi bir müracatta bulunmuyor.

Yani nasıl bir müracaat yapılacak?

Yani “söz konusu yasa kapsamından istifade etmek istiyorum” diye bir dilekçe yazacak ve bu kapsamdan kendisi istifade ettirilecek. Nerden sürgün edilmişse, nereye gönderilmesini istiyorsa nereye gitmek istiyorsa oraya mahallin idarecilerin izniyle gönderilecek ve ondan sonrada serbest olacak. Şimdi Bediüzzaman bu müracaatı yapmıyor, ilk etapta bu müracaatı niçin yapmadığını sorgulamadığınız zaman müracaatı yapmaması çok anlamlı ve manidar gelmiyor. Yani niye yapmıyorsun Üstad? Bir müracaat dilekçesi vereceksin serbest bırakılacaksın, memleketine döneceksin. İnsan burada hayrette kalıyor. İlk etapta çok anlamlandırılamazsa da Üstad enteresan bir biçimde bu müracaatını yapmamasının gerekçesi olarak çok hakikatlı manaları 16. Mektup’ta ifade ediyor. Çünkü kendisinin 1933’te çıkarılan genel af kanunu kapsamına giren ve affa uğrayan bir suçu yok. Bir cürmü yok. Bir Mahkeme kararı yok. Neyin müracaatını kime yapacak? Kanun namına kanunsuzluk yapanlara karşı nasıl bir müracaat yapsın? Müracaat dilekçesi verse kendisi cürüm işlemiş bir şahsiyet olarak kayıtlara geçecek. Üstad bunu yapmıyor.

O KANUN MADDESİ “BEDİÜZZAMAN, BEDİÜZZAMAN” DİYE BAĞIRIYOR

Yapmayınca mahallin idarecileri bundan fevkalade rahatsız oluyorlar. Af kanunundan 8 ay sonra 14 Haziran 1934’te bir yasa çıkıyor. Mecburi İskan Yasası yasanın 7. maddesi “Türk ırkından olmayanlar, hükümetten yardım istemeseler bile hükümetin göstereceği yerde yurt tutmaya ve hükümetin izni olmadıkça buralarda kalmağa mecburdurlar“ şeklinde. Şimdi bu 7. maddenin içeriğine baktığınızda Türk ırkından olmayanlar Bediüzzaman, o dönemde Kürt coğrafyasının memlekete bir armağanı olması hasebiyle zaten resmi mercilerde hep Bediüzzaman Said-i Kürdi diye ifade edilen bir tanımlamayla ötekileştiriliyor. Dolayısiyle bu anlamda Bediüzzaman’ı tarif eden bu yedinci madde gizli olarak şunu diyor: “Sen bize müracaat yapmasan da biz seni yine kanunla bu sefer yasal bir düzenleme ile mecburi ikamete tabi tutacağız.”

Hakikaten o maddeyi okuduğunuzda, işte bizim yöresel bir tanımla ifademiz var başı; (Ü), sonu (ZÜM), bağda yetişir. Bil bakalım bu nedir? Siz hiçbir zaman üzüm demediniz. Ama işte bağıra bağıra aslında üzüm diyorsunuz. İşte o kanun maddesi de “Bediüzzaman, Bediüzzaman”, diye bağırıyor. Maddeyi okuduğunuzda en basit bir müracaatı gerçekleştirmediği için hususi mecburi iskân kanununda kendisi için bir kanun maddesi düzenlendiği bir şahsiyetin nasıl takip edildiğine ilişkin hususta ayrıca özel bir araştırmaya ihtiyaç var mı bilmiyorum? Hakikaten sahanın uzmanları bu manada o kanunu oturup okusalar o kanunun 7. maddesinin sadece bu maksatla Bediüzzaman için hazırlandığını görecekler. Ki sonrasında Bediüzzaman’ın o kanun maddesinin yürürlüğe girdiği 21 Haziran 1934’ten sonraki Barla Lahikası’ndaki mektuplarına baktığınızda bu plandan tümüyle haberdar olduğu ve o planı bozmak adına Isparta Valiliğine bir dilekçe gönderdiğini görüyoruz. Ki hakikatlı bir biçimde o dönemde taraflar arasında bu anlamda stratejik bir mücadele var. Ve bu mücadelenin gerilimli alanında Bediüzzaman Said Nursi asla öfke uçurumuna yuvarlanmıyor, hep sıratı müstakimde istikrarla doğru olanı yapıp yürüyor.

BARLA ANLAŞILAMADAN ESKİŞEHİR’İ ANLAMAK MÜMKÜN DEĞİL

Peki, neden Eskişehir? Barla’yı neden atladınız?

Eskişehir mahkemesi safahatından başlayan bir süreçtir bu çalışma. Ben avukat olduğum için Eskişehir mahkeme müdafasıyla alakalı bir çalışmaydı ilk başlangıcı. Eskişehir mahkemesi müdafaasını çalışırken Barla’ya dönmek zorunda olduğumu fark ettim. Yani Barla tam anlaşılamadan Eskişehir mahkeme müdafaatını tam anlamak mümkün değil. Bu nedenle başa döndük. Ama bu bir dönem çalışması. 1925 ile 1935 aralığında. Bu dönem çalışmasını inşallah kıymetli büyüğüm Metin ağabeyimle beraber zaman zaman konuştuğumuz 1908 ile 1925, 1935 ile 1945, 1945 ile 1960 aralığındaki dönemleri de bu tarzda çalışacağız. Üstadın Ankara günlerini sonrasında Kastamonu Lahikası ekseninde yazılanlar ve akabinde Kastamonu neticesinde gidilen Denizli mahkemesi safahatı ki Meyve Risalesi, Yedinci Şua, Beşinci Şua bu dönemde yazıldı… Bu çerçeve içerisinde yaşanan hadisat ve o savunmalar sonrasında Emirdağ Lahikası akabinde de Afyon mahkeme safahatı ve orda da hasbiyeler  bahsinin bütünüyle bu manada değerlendirildiği bir çalışmanın içerisindeyiz. Bu çalışmanın ilk faslı inşallah sonraki çalışmalara bir zemin hazırlar.

CUMHURIYET HALK PARTİSİ ARŞİVLERİNİN AÇILMASI ÇOK ÖNEMLİ

Türkiye Büyük Millet Meclisinden yararlanabildiniz mi?

Bu çalışmada hususan  Hüsrev Kutlu beyin çok büyük katkıları ve gayretleri oldu. Türkiye Büyük Millet Meclisindeki araştırmalarda Ahmet Yıldız’ın çok büyük katkılarını gördüm. Türkiye Büyük Millet Meclisi arşivlerinde, Başbakanlık Cumhuriyet arşivlerinde ve büyük kütüphanelerde bu manada ciddi çalışmalarda her hangi bir sıkıntı yok. Ama Genelkurmay arşivleri, Emniyet Genel Müdürlüğü arşivleri, Cumhurbaşkanlığı arşivleri henüz daha araştırmacılar için yeteri rahatlıkta çalışılabilen alanlar değil. Türkiye Büyük Millet Meclisinde İstiklal Mahkemeleri safahatında yaşanan o süreci ifade eden belgelere ulaşmak şu anda mümkün değil. Bu çerçevede biz mümkün olduğu kadar Bediüzzaman Said Nursi’nin hayat sürecini incelerken anlatılmış bir kısım hatıralardan hareketle mümkün olduğu kadar onların resmi belgelerini bulabildiklerimizi ve resmi belgelerle ispatlayabildiklerimizi resmi belgelerle beslenen unsurları çalışmaya çalıştık. Yoksa çok fazla hatırat var. Hepsi de çok kıymetli ama bir kısmını belgelerle desteklemek mümkün değil. Hakikaten bu noktada gösterici olan bir diğer çok kıymetli büyüğüm Bülent Arinç. Manisa’dan değerli ağabeyim, hem meslektaşımız hem başbakan yardımcısı olması hasebiyle bu çalışmaya başladığımız fasılda Türkiye Büyük Millet Meclisinde ilk araştırmalara başladığımızda onunda büyük bir katkısı ve desteği oldu.

CHP İL BAŞKANLARININ SAİD NURSİ VE NUR TALEBELERİYLE ALAKALI RAPORLARI VAR

Yeterli bilgi ve belgeye ulaştığımızı söylemek mümkün değil, ama şu andaki bilgi ve belgelerde dönem içerisinde yaşanan o stratejik mücadelenin ip uçlarını çok açık bir biçimde ortaya koyuyor. Umuyoruz ki önümüzdeki dönemde bu Dersim tartışmalarıyla beraber ortaya çıkan tabloda artık bütün resmi arşivlerin açılması ki Cumhuriyet Halk Partisi arşivlerinin açılması çok önemli. Çünkü Denizli Mahkemesi safahatını yaşarken gördüğüm bir kısım belgeler var. Cumhuriyet Halk Partisinin il başkanlarının o dönem içerisinde Bediüzzaman Said Nursi ve Nur talebeleriyle alakalı kendi parti merkezlerine haftalık, aylık, raporları var. Bunların bir kısmı inşallah sonraki çalışmalarda kullanacağımız belgeler mahiyetinde. Cumhuriyet Halk Fırkasının o dönemde il başkanı oturuyor ve Bediüzzaman Said Nursi ve Nur talebeleri hakkında bir kısım raporları parti genel merkezine rapor ediyor. Çalışmaları rapor ediyor. Neler yapılması gerektiğini rapor ediyor. Nasıl bunların takip edilmesi gerektiğini anlatıyor.

ATATÜRK BEDİÜZZAMAN’I BARLA’DA GİZLİCE ZİYARET ETTİ Mİ?

M. Kemal’in Bediüzzaman hazretlerini Barla’da ziyaret ettiğini Askeri Yıldız’a dayandırarak iddia ediyorsunuz. Askeri Yıldız ağabeyi aradım hadiseyi aynen anlattı fakat bir farkla Emniyet Müdürü değil de Vali imiş. Tam olarak okuyucularımıza aktarabilir misiniz?

Hadiseyi kitabımıza aldıktan sonra araştırmam neticesinde o olayın kahramanının vali olması gerektiği ortaya çıkmıştır. Bunun için okuyucularımdan özür diliyor ve hadiseyi kitaptan alarak okuyucularımıza aktaralım. Öncelikle Akrebin Kıskacında kitabında bizim yaptığımız bir dönem çalışması. Bediüzzaman’ın Eskişehir Mahkeme savunmalarını incelerken geriye dönük on yıllık süreci çalışıyoruz. Bu dönem çalışmasında geçen on yıllık sürecin çok önemli bir kısmı Isparta / Barla’da geçiyor. Ve dolayısıyla Isparta/Eğirdir/Barla’da bu dönemde gerçekleşen her faaliyet ile yakından ilgilenen bir tavrı ortaya koymadığınız zaman zaten yeteri kadar gizlilik içinde cereyan eden dönemi tümüyle aydınlatamıyorsunuz. Bu dönem öncelikle yasakların, tazyikin her türlü kışkırtmanın acımasız örnekleri ile dolu. İşkencenin her türlüsünün, ötekileştirmenin, aşağılanmanın, zehirlenmenin, insanlık dışı her türlü örneğin yaşandığı bir dönem.

Siz bu dönemi bir nebze aydınlatmaya sis perdesini aramaya çalıştığınızda kalp ve vicdana dokunan ızdıraplarla dolu hayat öykülerinin yaşandığı kapkaranlık bir dönem ile karşılaşıyorsunuz. Böyle bir kapkaranlık dönemi aydınlatmanın en önemli ve kestirme yolu ise bu döneme ilişkin arşiv belgelerine ulaşarak bu arşiv belgelerinde elde edilen bilgi ve bulgularla döneme ilişkin hatıraların değerlendirilmesidir. Oysa biz yakın tarih araştırmacıları olarak bunlardan maalesef mahrumuz. Ama öbür taraftan kalbe ve vicdana dokunan bu ızdırap öykülerini yok sayarak, yapılan haksız ve hukuk dışı tahriklere karşı tam bir sabır ve metanetle ama kahramanca mücadele eden, öfke uçurumuna yuvarlanmayan ama teslim de olmayan bir Bediüzzaman’ı ve onun “Isparta Kahramanları” olarak adlandırdığı arkadaşlarının destansı hayat öykülerini yeni kuşaklara aktarmak gibi bir vazifemiz var. Bunu tam bir vazife biliyoruz. Peki böyle bir ortamda bu işi nasıl yapacağız? İşte can alıcı soru bu.

Bu kadar elinizin kolunuzun bağlı olduğu bir ortamda yaptığımız çalışmalar adeta iğneyle kuyu kazmak gibi. Bu sebeple önünüze gelen her bilgi ve bulgu, her hatıra ayrı bir önem taşıyor. Bu hatıralardan yola çıkarak, dönemin canlı şahitlerinin hatıralarıyla bu kapkaranlık dönemi aydınlatmaya çalışıyorsunuz. Necmeddin Şahiner’in Son Şahitler’i ile Abdülkadir Badıllı ağabeyin 3 ciltlik Mufassal Tarihçe’si, Şükran Vahide hanımın Entellektüel Biyografi’si, İhsan Atasoy ağabeyimizin çalışmaları hep önümüzü aydınlatan, bize yol gösteren kilometre taşları gibi bir vazife görüyor. Bu sebeple anlatılan her hatıraya, yaşanan her olaya tecessüsle yaklaşarak öncesine ve sonrasına gittiğinizde umulmadık ipuçları ortaya çıkıyor. İşte Mustafa Kemal’in Eğirdir ve Isparta’yı ziyareti de bu anlamda kritik önemi haiz bir ziyaret niteliğinde. Bu hatırayı ilk defa seneler önce değerli ağabeyim Halil Köprücüoğlu’ndan dinlemiştim. Sonrasında bu kitap çalışması aşamasında Diyarbakır’da bulunan ve halen hayatta olan değerli Askeri Yıldız ağabeyden bizzat dinleyerek ses kaydına aldım. O da hatırasını rahmetli Kadri Mermutlu’dan dinlemiş.

Bu hatıradan yola çıkarak yapmış olduğum belge ve bilgi araştırmasında çok önemli hususlar yakaladım. Bu hatıranın özellikle 1930’lu yıllarda yaşanan olayları ve sonrasını, “Eğirdir Müftüsü’ne Son İhtar” başlıklı Barla Lahikası’nda yer alan mektubu ile “Hulusi Beye Hitaptır” başlıklı, Barla Lahikası’nda yer alan bir mektubu ve Barla Lahikası’nda yer alan diğer bir çok mektupta yer alan hususları, Beşinci Şua’nın tetimmesini (ki Üstad bu tetimmeyi Beşinci Şua’yı tekrar tebyiz ederek gözden geçirdiği Kastamonu’da yazmış ve 1938’den sonra eklemiştir) yan yana koyduğumda, ortaya çıkan sonucun benzeri birçok hususu aydınlattığını gördüm. Bu açıdan bu kadar kritik bir öneme sahip bu hatırayı kitaba dahil ettim.

Kitapta ise bu husus şöyle yer aldı:

Tarihî hadiselere dair hatıraların tam bir geçerlilik kazanabilmesi, belgelerle teyid edildiği takdirde mümkün olabilir. Ama yine hatıralar, bize umulmadık ipuçları verme

gibi bir hizmet de görürler. Bediüzzaman’ın talebelerinden Askerî Yıldız’ın Kadri Mermutlu’ya atıfla anlattığı bir hatıra, bu bakımdan dikkat çekicidir:

“1969 senesiydi. Adapazarı’nda arkadaşımla bir tren yolculuğundaydık. Bediüzzaman ve Nurculuk sohbetimizin konusu idi. Oturduğumuz kompartımana fötr şapkalı, takım elbiseli bir zât girdi. Sohbetimizi işitti. Kendisi, 1930’lu yıllarda Isparta emniyet müdürlüğü yapmış. Birlikte seyahat ettik. Dönemin Isparta Emniyet Müdürü bana trende anlattı: ‘Mustafa Kemal Isparta’ya teftişe geldi. O gece Eğirdir’de kaldı. Sabahı çok erken saatte gizlice Barla’ya gitmek istediğini bana söyledi.

Refakat ettim. Bir de şoför vardı. Hiç kimseye haber vermeden Bediüzzaman’ın odasına gittik. O ve ben, ikimiz içeri girdik. Bediüzzaman yatağa yan uzanmış bir halde üzerinde yorgan örtülü vaziyette uzanıyordu. Hiç kalkmadı. Mustafa Kemal’e yerdeki şilteyi gösterip, ‘Otur’ dedi. O da, rafta duran Kur’ân’ı alarak Tîn sûresini açtı, ‘Lekad halaknel însâne fi ahseni takvîm’ âyetini okudu. ‘Bu âyet bana bakıyor’ dedi. Bediüzzaman; ‘Yanlışlıkla komşunun kapısını çalmışsın. Yaptıklarınla, sonraki sûre sana bakıyor’ dedi. Ne o konuştu, ne ben, ne de Bediüzzaman. Oradan ayrıldık. Mustafa Kemal, dışarı çıkınca bana; ‘Hocaefendi aynı inadında devam ediyor’ dedi.”

Böyle bir ziyaretin sözü edilmiyor olmakla birlikte, ilgili meselenin Bediüzzaman’ın Şualar isimli eserinde de yer alıyor olduğu görülmektedir. Beşinci Şua’nın tetimmesinde yer alan hadise, hatırada ifade edilen olayın bu anlatımı ile birebir örtüşüyor:

İkinci hâdise: “O, ‘Sûre-i Ve’t-tîni ve’z-zeytûni’ [Yemin olsun incire ve zeytine] mânâsını merak edip soruyor” diye çoklar nakletmişler. Gariptir ki, bu sûrenin akîbinde olan ‘İkra bismi rabbike’ [Rabbinin ismiyle oku] sûresinde ‘İnne’l-insâne le yetgâ’ [Muhakkak ki insan azgınlaşır] cümlesi, onun aynı zamanına ve şahsına cifirle ve mânâ sıyla işa ret ettiği gibi, ehl-i salâta ve camilere tâğiyâne tecavüz edeceğini göste riyor. Demek o istidraçlı adam, küçük bir sûreyi kendiyle alâkadar hisseder. Fakat yanlış eder, komşusunun kapısını çalar.”

Böyle bir görüşmenin gerçekleşip gerçekleşmediğini belgelendirmek, birçok arşiv kaydına ulaşma imkânının olmadığı şartlarda mümkün değildir. Ancak, Mustafa Kemal’in 5 Mart 1930’da bir heyet ile Eğirdir’e geldiği ve geceyi burada geçirdiği, ardından 6 Mart 1930 sabahı Kuleönü üzerinden Isparta’ya ulaştığı belgelerle tesbit edilmiş durumdadır. Bu heyette Prof.Dr. Afet İnan, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Fahrettin Altay Paşa (Ordu Müfettişi), Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer gibi şahsiyetler de bulunmaktaydı.

Bu gezide Mustafa Kemal, ‘İzmir-Eğirdir demiryolu yolculuğunun 5 Mart gecesini, Eğirdir’de ünlü demiryolu köprüsü üzerinde trende geçirir.” Ayrıca, bu gezide bulunmayan dönemin Başvekili İsmet İnönü, bu geziden dönemin katib-i umumîsi tarafından gün gün haberdar edilir. Bu ziyarette önce Eğirdir’e gelen ve geceyi burada geçiren, ardından Isparta’ya uğrayan Mustafa Kemal’in Bediüzzaman hakkında bizzat mahallinde çok detaylı bilgi aldığı anlaşılmaktadır.Yörenin idarecileriyle ve özellikle Eğirdir müftüsü Hüseyin Hüsnü Tığlı ile bu konuyu detayıyla konuştuklarında bir kuşku yoktur. Bölgedeki bazı resmî görevlilerde bu ziyaretten sonra Bediüzzaman’a karşı davranışlarında yaşanan değişimler ve yine bölgede bu ziyaretten sonra idarî atamalarla gerçekleşen olağandışı birtakım değişiklikler, bunun bir işareti niteliğindedir. Bu görüşme ve ziyaretin hemen sonrasında, Eğirdir Kaymakam Vekili İhsan Üstündağ, Isparta Valisi Ekrem Bey, Barla Nahiye Müdürü Bahri Baba ve Barla Başmuallimi M. Ali Bey, görevlerinden alınmış ve yerlerine yeni atamalar yapılmıştır. Ayrıca Eğirdir askerî birliğinde görev yapan ve Bediüzzaman Said Nursî’nin talebelerinden olan kıdemli Yüzbaşı Hu lusi Yahyagil’in, bu sene içinde, 6 Ekim 1930 tarihinde buradan

bir başka birliğe tayini çıkarılmıştır.

ZİYARETTEN ÖNCE EĞİRDİR VE BEDİÜZZAMAN

Bu görüşmeden önce Eğirdir ve Barla yöresindeki tablo şöyledir: Eğirdir Kaymakam Vekili İhsan Üstündağ, kasaba doktoru Yusuf Kemal Durakoğlu, eczacı efendi, mal müdürü, dava vekili Hakkı Tığlı, kıdemli Yüzbaşı Hulusi Bey gibi bir kısım mahallî idareciler, Bediüzzaman’la temas halindedir. Hatta bu tarihe kadar Eğirdir Müftüsü Hüseyin Hüsnü Tığlı ve müftünün oğlu öğretmen (muallim) Tevfik Tığlı, Barla’ya Bediüzzaman’ı ziyarete gelmekte, zorlandıkları bir kısım soruları Bediüzzaman’a sormakta ve ondan istifade ile bu cevaplar karşısında Bediüzzaman’a minnet ve şükran hisleri ile dolmaktadırlar. Böylece, Bediüzzaman’ın telif ettiği Risale-i Nur’lar ilk önce bu muhitte parlamaya başlamıştır. Risale-i Nur’lara ve Said Nursî’ye yönelik bu teveccüh ve ilgi, dönemin Eğirdir Müftüsü Hüseyin Hüsnü Tığlı’nın—öncesinde Bediüzzaman’a dost ve yardımcı iken—zamanla ona ‘kıskançlık’ damarıyla ve ‘rekabet’ nazarıyla bakmasını netice vermiştir. Bu nedenle de, Bediüzzaman’dan rahatsızlık duymaya başlamıştır. İşte böyle bir ortamda yapılan ziyarette Mustafa Kemal’in Eğirdir Müftüsü ile de görüştüğü ve konuyu bütün detayıyla konuştukları ve malum müftünün rahatsızlıklarını bizzat birinci adama aktardığı anlaşılmaktadır. Bediüzzaman’ın Eğirdir Müftüsüne yazdığı ihtar niteliğindeki iki mektubu ve Mektûbat isimli eserinde yer alan Yirmidokuzuncu Mektubun Altıncı Kısmı’ndaki bahislerde, bunun ipuçlarını bulmak mümkündür. Hatta, ilgili bahislerden hareketle, Eğirdir Müftüsü ile Mustafa Kemal arasındaki görüşmenin muhtemel içeriğini çıkarmak dahi mümkündür.”

ULAŞABİLDİĞİMİZ BELGELER

“Mezhebimizde (mesleğimizde) firak yok. Sen nerede bulunsan, şu kardeşinle ellerinizdeki Sözler vasıtasıyla sohbet edebilirsin. Ben de istediğim zaman, seni yanımda dergâh-ı İlâhîye beraber el açıp niyaz etmek suretinde görebilirim. Eğer kader sizi başka bir yere gönderirse, اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ hükmünce, kemâl-i rızayla teslim ol. Hem senin gibi, inşaallah kalbi selîm, aklı müstakîm, hakikî iman dersini veren zâtlara başka yerler daha ziyade muhtaçtır. Orada (Eğirdir’de) lillâhilhamd imana çok hizmet ettin. Eğirdir’den ziyade başka yerler belki daha muhtaçtır….

Hem her vakit beklediğim, ehl-i zındıkanın bana hücumu gayretli talebem, cesaretli biraderzadem olan uhrevî kardeşimden başlaması muhtemel olmakla beraber, hıfz-ı Kur’ânî her müşkülâta galip ve lezzet-i hizmet-i imaniye her kederi unutturur itikadında olduğumdan, seni teşcî ve teşvike lüzum görmem.” (B.Said Nursi/ Barla Lahikası / Söz Basım Yayın / Shf. 362-364/ 214. Mektup)

Üstad Bediüzzaman bu mektubunda daha Hulusi Bey’in tayini çıkmadan tayininden haber veriyor.

Kitabı hazırlarken birkaç kitaplık malzemeye ulaşmışsınız gibi geliyor bana.

Çok malzeme var.

Nekadar zamanda ulaştınız bu belgelere?

Yaklaşık üç buçuk yıllık bir süreç.

BURADA BİR KADİRŞİNASLIK YAPMALIYIM

Metin Karabaşoğlu da kitabın önsözünü yazmış…

Burada bir kadirşinaslık yapmalıyım. Hakikaten bunu şahsen bir vefa borcu olarak ifade edeyim. Bu çalışmaya başladığım ilk aşamada seminer çalışmasıydı. Metin ağabeyin edite etmesini istedim. O da bu seminer çalışmasının edisyonunu yaparken, dedi ki, “burada dikkatimi çeken farklı bulgular ve bilgiler var. Ne olursun bu çalışmayı genişlet. Buraya tahşidat yap” diye bir yol göstericiliği var. Açıkçası ben onu şu şekilde ifade ediyorum, Bediüzzaman Said Nursinin ‘Medresetüzzehra’ projesi maddi anlamda belki fiili olarak hayata geçmiş değil. Yani bir üniversitenin adını barındırmıyor ama Türkiye’nin her yerinde değişik külliyelerle, değişik fakültelerle oluşan bir Medresettüzzehra manevi projesi hayatta. Bu Medresettüzzehra projesinin yani fakülteler çerçevesinde bu üniversitenin değişik birim ve bölümleri var. Ana bilim dalında tez hazırlayıp doktora çalışmasını sunan ve tez hocası olarak ta Metin Karabaşoğlu’ndan yardım ve taleplerini istediğim bir hocamla karşılaştım. Allah ebeden razı olsun. Bunu bir takdir edici yoldaş olarak, bu vazifeyi ifa etmek beni çok rahatlatan bir şey. Metin abi kitabın sunuş yazısında şöyle tamamlamış sözünü. “İnşaallah bu kitap ilk olur.” Ben de bu duaya elfü elfü amin diyorum. İnşaallah sonrası gelir.

www.RisaleHaber.com