Kategori arşivi: Biyografi

Meryem Cemile (Margaret Marcus) Kimdir?

Meryem Cemile, 1934 yılında New York’ta, Amerika’nın içinde bulunduğu ekonomik buhranın en şiddetli döneminde, dördüncü kuşak Almanya Yahudi kökenli bir Amerikalı olarak dünyaya geldi. New York’un en varlıklı ve kalabalık bir banliyösü olan Westchester’da mahalli okullarda tamamiyle dini bir eğitim alarak büyüdü. Her zaman ortalamanın üzerinde bir öğrenci olarak; kısa zaman içinde elinden kitap hiç eksik olmayan hırslı bir entellektüel, doymak bilmez bir kitap kurdu oldu ve okuma seviyesi öğrenim gördüğü okulun gereksiniminin çok ötelerine çıktı.

Ergenlik çağına girdiğinde; yaşıtlarında çok ender görülen ,son derece ciddi, hoppalıklardan nefret eden bir kişiliğe sahipti. En ziyade dine, felsefeye, tarihe, antropolojiye, sosyolojiye ve biyolojiye ilgi duyuyordu. Okul ve kütüphaneler artık onun ikinci evi haline gelmişti.

1952 yılı yazında Liseden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi Liberal Sanatlar bölümüne girdi. Üniversitedeyken 1953 yılında ağır bir hastalığa yakalandı. Durumu gittikçe kötüye gitti ve iki yıl sonra diplomasını alamadan üniversiteyi terk etmek zorunda kaldı. 1957-1959 yılları arasında hastanelerde tedavi oldu. Hastaneden taburcu olduktan sonra, yazmaya olanak buldu. Marmaduke Pickthall’ın Kuran-ı Kerim tercümesi ve Allame Muhammed Esad’ın “Mekke’ye Giden Yol” ve “Yolların Ayrılış Noktalarında İslam” adlı eserleri ilgisini İslama yöneltti. New York’un Müslüman bölgelerindeki insanlarla kurduğu diyaloglar onu artık tamamiyle İslamiyetle ilgilenen bir insan haline getirdi ve en sonunda Margaret Marcus olan ismini Meryem Cemile olarak değiştirdi.

İslamiyetle ilgili ulaşabildiği İngilizce tüm kaynakları okuduğu bu dönemlerde Meryem Cemile; Aralık 1960’tan itibaren Mevlana Seyyid Ebul Ala Mevdudi ile düzenli olarak yazışmaya başladı. 1962 baharında Mevlana Mevdudi, Meryem Cemile’yi Pakistan’a gelerek Lahor’da kendi ailesinin bir üyesi olarak yaşamaya davet etti. Meryem Cemile bu teklifi bir yıl sonra kabul etti ve Cemaat-i İslami üyesi olup ilerde tüm kitaplarını yayımlayacak olan Muhammed Yusuf Han ile evlendi. Akabinde dört çocuğu oldu. Evli bir kadın için nadir görülebilecek bir şekilde tüm entelektüel ve yazım faaliyetlerine devam etti. Tüm önemli eserlerini hamilelik dönemlerinde yazan Meryem Cemile İslami örtünmeye de son derece riayetkardı.

Onun ateizm ve materyalizme olan nefreti hemen her eserinde görülür. Ona göre İslam; hayatın ve ölümün manasını bildirmede, yaşamın nihai gayesini anlatmada yegane kaynaktı.

Yazının orjinali için tıklayınız

www.NurNet.Org

Abdurrahman Bin Avf (R.A.) Kimdir?

Abdurrahman bin Avf (r.a.) 581 yılında Mekke’de doğmuştur. Zühre ailesinden Kureyş kabilesindendir. Babasının adı Avf, validesinin Şifa’dır.

Cahiliye devrinde asıl adı Abdulkâ’be veya başka bir görüşe göre Abdu Amr idi. Son derece temiz bir adam olan Abdurrahman bin Avf (ra) Hazreti Ebu Bekir(ra)’in daveti üzerine hak yola girmiştir. Hazreti Muhammed(sav) İslam’a girdikten sonra kendisine Abdurrahman adını koymuştur.

Risale-i Nur’da, bahtiyar kadınlardan birisi olan Abdurrahman (ra)’ın annesinin, Peygamber Efendimizin (sav) doğduğu gece cereyan eden hadiselere şahit olduğundan söz edilmektedir. Hazreti Âmine (ra) ve onun yanında bulunan Osman ibn As ile Abdurrahman(ra)’ın anneleri gördükleri azim bir nurdan sonra üçü birden; “Veladeti anında biz öyle bir nur gördük ki, o nur maşrık ve mağribi bize aydınlattırdı” şeklinde müşahedelerini dile getirdiler.

Cahiliyye devrinde bile içki içmeyen, güzel ahlaklı nadir insanlardandı.

Abdurrahman bin Avf (ra) İslamiyet’e girdikten sonra müşrikler tarafından türlü eziyet ve mihnetlere uğramış, O’da diğer Müslümanlar gibi Allah Resulü(sav)’in ardından Medine’ye hicret etmiştir Hazreti Peygamber (sav) Medine’de Ensâr ile Muhacirler arasında kardeşlikler ilân edince Abdurrahman b. Avf(ra) ile Ensâr’dan Sa’d b. Rab’i kardeş ilân etmişti, Sa’d b. Rabi(ra) Abdurrahman b. Avf(ra)’a malının yarısını ve iki eşinden birini nikâhlamasını teklif edince;

Allah malını ve aileni sana mübarek eylesin. Senin bu davranışına karşı Allah ecrini versin. Sen yalnız bana çarşının yolunu göster” buyurmuştur.

Abdurrahman bin Avf(ra) ticaret hayatını çok iyi bilen Kureyş içinde büyüdüğü için, bu işin tam bir uzmanı olarak Medine çarşısında alışverişe başlamış ve Allah ona büyük servet vermişti. Abdurrahman bu ticari hayatını şöyle anlatır:

Cenâb-ı Allah bana öyle bir nimet verdi ki, bir taşı bile bir yerden kaldırıp başka yere koyduğumda sanki altın oluveriyordu.’Çok az kâra râzı oldum. Hiçbir müşteriyi boş çevirmedim” buyurarak kıyamete kadar geçerli olacak bir düsturu ticaretle meşgul olan Müslümanlara haber veriyordu.

Abdurrahman bin Avf (ra) Hazreti Peygamber(sav)’in bütün gazvelerine katılmıştır.

Peygamberimiz(sav) Abdurrahman bin Avf (ra)’ı Yedi yüz kişilik bir askeri kuvvetle 628 yılı Şaban ayında Dûmetu’l-Cendel’e göndermişti. Bu gazveye giderken Abdurrahman bin Avf(ra)’ın sarığını Peygamberimiz(sav) mübarek elleriyle sarmıştır.

Peygamberimiz(sav) “fetih gerçekleşirse kralın kızıyla evlen” buyurarak kendisine vasiyette bulunmuştur. Fetih gerçekleşmiş, kabile reisi el-Asbağ b. Amr el-Kelbî Hıristiyanken İslâm’a girmişti. Abdurrahman Bin Avf(ra)’ da el-Asbağ’ın kızı Tumâzar ile evlenmiş ve ileriki günlerde ondan oğlu Ebû Seleme dünyaya gelmiştir. (Ebû Seleme, büyük fıkıh âlimlerindendir.)

Bedir gazvesinde Ebu Cehil’i öldürmek isteyen gençlere işte Ebu Cehil bu diyerek göstermiş, Ebu Cehil’in kılıç darbeleriyle öldürülmesine şahitlik etmiştir.

Uhud savaşında da yirmi yerinden yaralandı. 12 dişi kırıldı.

Hazreti Peygamber(sav)’in ilk defa arkasında namaz kıldığı kişi Abdurrahman bin Avf(ra) olmuştur. Hazreti Peygamber(sav) ashâb içinde ipek giymeyi yalnız Abdurrahman bin Avf(ra)’a müsaade etmişti.(Zira Abdurrahman bin Avf(ra)’ın vücudunda bir kaşıntı vardı.)

Abdurrahman bin Avf(ra) bilhassa öğle namazının farzının ardından nafile namaz kılar günlerin çoğunu oruçlu geçirirdi, her sene hacca giderdi, son derece sade yaşar sofrasında fakirlere yer verirdi, uzun boylu beyaz kırmızı renkli güzel çehreli çok sevimli idi. Uhud gazasında aldığı bir yaradan dolayı bir ayağı biraz aksaktı.

İsabetli reyi ve zekasıyla mümtaz bir zattır, yüksek ahlaklı fazilet ve kemal sahibi çok iyi ve çok temiz seciyeliydi. Allah korkusu, Resullullah sevgisi, iffet rahmet ve şefkat doluydu, cömert ve alicenaptı, dünya hiçbir zaman dininin önüne geçememiş tam bir Müslüman olarak yaşamıştır.

Hazreti Abdurrahman (ra), evine her girişinde Âyete’l-Kürsî’yi okurdu

Resûlullah(sav) efendimiz onun hakkında buyurdu ki:  “Göktekiler ve yerdekiler katında, sen emînsin.

Vefatında Rasûlullah’ı (sav) kabrine indiren dört sahabeden birisidir.

Abdurrahman bin Avf(ra), Resûlullah(sav)’ın ahirete teşrifinden sonra, Onunla geçirdiği günleri hatırlayarak daima ağlardı. Onun sohbetlerinden mahrum olduktan sonra, kendisi için dünyanın hiçbir kıymeti kalmadığını söylerdi.

Bir gün bir yerde yemek ikram edilmişti. O gün de kendisi oruçlu idi. Tam iftar edeceği zaman, bir hatırasını anlatması istendi. Hemen hatırasını anlatmaya başladı:

Benden çok hayırlı olan Mus’ab bin Ümeyr şehîd olduğunda, onu bir kumaş parçası ile kefenledik. Başını örttüğümüz zaman, ayakları açık kalıyor, ayaklarını örttüğümüz zaman başı açık kalıyordu. Sonra Hazreti Hamza(ra) şehit oldu. O da benden çok üstündü. Onu da zor şartlar altında defnettik. Onlar benden çok hayırlı olduğu hâlde, dünyayı bırakıp gittiler. Sonra bize dünya kapısı açıldı, türlü türlü nimetlere kavuştuk. Bunların hesabını nasıl vereceğiz. İyiliklerimizin karşılığını bu dünyada almaktan ve ahirete bir şey kalmamasından korkarım” deyip ağlamaya başladı.

Devletin ve sınırların büyümesiyle birlikte işlerin rahat çözülmesi için kurulan şura heyetinde Abdurrahman bin Avf(ra) en önemli sahabelerden biridir.

Hazreti Ömer(ra)’in halifeliği zamanında bir ticaret kervanı gelip, gece Medine’nin dışında kondu. Yorgunluktan hemen uyudular. Hazreti Ömer(ra), şehri dolaşırken bunları gördü. Abdurrahman bin Avf(ra)’ın evine gelip dedi ki:

– Bu gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fakat bize yabancı olanların, yolcuların; bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım.

Sabaha kadar bekleyip, sabah namazında mescide gittiler. İçlerinden bir genç uyumamıştı. Arkalarından gitti. Soruşturup, kendilerine bekçilik eden şahsın Hazreti Ömer(ra) olduğunu öğrendi. Gelip arkadaşlarına anlattı, yüce halifenin, bu merhamet ve şefkatini görerek, İslamiyet’in hak din olduğunu anladılar. Hepsi seve seve Müslüman oldu.

Hazreti Ömer(ra)’in şehit edilmesinden sonra yeni bir halife seçmek icap ediyordu seçilecek halifenin belirlenmesi için kurulan şurada Abdurrahman bin Avf(ra)’ da yer almıştı. Şurada bulunanlardan Zübeyir bin Avvâm(ra), Talha bin Ubeydullah(ra) ve Sa’d bin Ebi Vakkas(ra) haklarından feragat edince şura’da halife adayı olarak üç kişi kalmıştı. Hazreti Ali(ra), Hazreti Osman(ra) ve Abdurrahman bin Avf(ra). (Kendisinin de halife seçilmesi muhtemel olmasına rağmen) Abdurrahman bin Avf(ra) da bu husustaki hakkından feragat edince adaylar ikiye düşmüştü. Abdurrahman bin Avf(ra) bu hususta ashabın ileri gelenleriyle uzun görüşmeler yapmış ve Hazret-i Ali(ra) ve Hazreti Osman(ra)’dan karara uyacaklarına dair kesin söz aldıktan sonra hilâfete Hazreti Osman(ra) getirilmişti.

Abdurrahman bin Avf (ra) Hazreti Osman devrinde çok sakin bir hayat yaşamış ve nihayet 652 yılında Medine’de vefat etmiştir. En zengin Müslümanlardan birisi olan Abdurrahman bin Avf, vefatından önce sayıları yüz civarında olan Bedir şehitleri için ailelerine servetinden kişi başına dört yüz dinar verilmesini vasiyet etti.

Cenaze namazını Hazreti Osman(ra) kıldırmış, onu kabrine götürürken Hazreti Ali(ra) şöyle demişti: “Ey Avf’ın oğlu! Güle güle ebedî hayata git. Sen bu fani hayatın en güzel günlerini gördün. Bu revnaklı hayat bulanmadan Âhirete göçüyorsun“. Sa’d b. Ebi Vakkâs da onun cenazesini taşırken: “Ey koca dağ” diyerek Abdurrahman(ra)’ın seciyesindeki sağlamlık ve metaneti ifade etmişti. Abdurrahman(ra), el-Baki’de metfundur.

Allah(cc) onlardan razı olsun Ruhumuzu, kalbimizi onlardan ayırmasın, Bizi de onlarla beraber haşr etsin.Amin.

(Siirt ili Pervari ilçesi yakınında bir mezarın ona izafet edilmesi halkın yakıştırmasından başka bir şey değildir.)

Çetin Kılıç/LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

1) Sevgi Kutupları

2) Hayattüs Sahabe

3) Risale-i Nur Külliyatı

Kurtuluş Savaşı’nda Bediüzzaman Said Nursi’nin Rolü Neydi?

Birinci Dünya Savaşı’nda; Gönüllü Alay Komutanı olarak iki yıl savaştıktan sonra 2 Mart 1916’da Ruslara esir düşen(1) Bediüzzaman iki buçuk yıllık esaret hayatından(2) sonra Rusya’nın kuzeybatısında yer alan Kosturma’dan firar eder.

İstanbul’a geldiği gün (Rumi 25 Haziran 1334) Miladi 25 Haziran 1918’dir .Bediüzzaman’ın İstanbul’a ayak basışını Tanin gazetesi haber olarak vermiştir:

Kürdistan ulemasından olup, talebeleriyle beraber Kafkas Cephesi’nde muharebeye iştirak eylemiş ve Ruslara esir düşmüş olan Bediüzzaman Said-i Kürdi Efendi ahiren şehrimize muvasalat eylemiştir.”(3)(ek-1)

Dört buçuk yıllık savaş ve esaret döneminden sonra İstanbul’a gelen Bediüzzaman kederliydi. İslam Hilafet’ini temsil eden Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesi onu derinden sarsmış, çektiği çileleri katmerlemişti. Bu konuda şöyle diyordu:

Hayatın yarası iltiyam bulur, İzzet-i İslâmiye ve Namus-u Millînin yaraları pek derindir.”(4)

Ben kendi âlâmlarıma tahammül ettim, fakat İslâm’ın âlamından gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslâma indirilen her bir darbenin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar sarsıldım. Fakat bir ışık görüyorum ki, o âlamları unutturacak inşaallah!..”(5)

KURTULUŞ SAVAŞI BAŞLIYOR

Bediüzzaman Osmanlı’nın durumuna üzülmekte haklıydı. Zira, Osmanlı’nın saplandığı bu amansız girdap, içinden çıkılmaz haldeydi. Bunu anlamak için ne Bediüzzaman gibi o zamanı yaşamaya ne de tarih uzmanı olmaya gerek yoktu. Tarih kitaplarının o bakılmayası sayfalarına sadece bir göz atmak bile her şeyi anlamaya yetiyordu.

Evet, Birinci Dünya Savaşı; bir milyon dört yüz bin şehidin verilmesinin yanı sıra, altı asırdır İslamiyet’e bayraktarlık eden bir devletin ölümüne sebep olmuştu. Savaşın mağlubiyetle sona ermesiyle, düşman ülkeler, özellikle de İngiltere, Osmanlı Devleti’ni yok etmeye ve elindeki her şeyi almaya ve kadim düşmanını tarih sahnesinden silmeye yönelik planlarını yürürlüğe koydular. Osmanlı Sultanı, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’nın şartlarını ilk duyduğunda dilinden şu sözler döküldü:”Bu bir mütareke değil, adeta teslim vesikasıdır.”(6)

Osmanlı için sonun başlangıcı olan Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ertesi günü olan 31 Ekim 1918′ de ise şu gelişmeler yaşanmıştı:

Birinci Kafkas Kolordusu’nun Lağvı ve Komutanı Kazım Karabekir’e İstanbul’a dönme emrinin verilmesi(7), General Liman von Sanders’in Yıldırım Orduları Komutanlığı’nı Mustafa Kemal Paşa’ya devri ve hemen ardından Adana’dan İstanbul’a hareketi, Çanakkale boğazında görev yapan Alman subay ve erlerin görevlerini devrederek İstanbul’a hareket etmeleri ve Irak’taki İngiliz Ordusu Komutanı General Marshall’ın emrindeki birliklere “Musul’u işgal etmeleri emrini vermesi“(8).

Bundan sadece altı gün sonra 7 Kasım 1918’de ilk düşman çizmesi İstanbul’a ayak bastı ve 13 Kasım 1918 tarihinde ise İtilaf Devletleri donanmasına ait 22 İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan ve 4 Yunan savaş gemisinden oluşan tam 55 savaş gemisi geldi ve Padişah’ın ikamet ettiği Dolmabahçe Sarayı önlerinde demirledi.(9)

Fiilen bitmiş olan Birinci Dünya Savaşı’nı; resmen bitiren 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’nin ertesi günü 31 Ekim 1918’de işgal emirleri verilmeye başlanmış, ertesi hafta düşman donanması, işgal için ülkeye girmişti.

Yani Birinci Dünya Savaşı bitiyor, ertesi günü Kurtuluş Savaşı başlıyordu.

Ancak bu savaş başkaydı. Osmanlı Devleti’nden koparılacak yerlere verilecek adların müzakeresi yapılırken, İslam öncesi putperest döneme ait isimlerin kullanılmasına önem verilmesi(10), kilise ve basının sürekli olarak Müslüman düşmanlığı propagandası yapması(11) gösteriyordu ki; bu savaş sade bir toprak kavgası değildi.

Evet, bu savaş, İslam ülkelerinin Batı ülkeleri karşısında; İslam Medeniyeti’nin Batı Medeniyeti karşısında, Hilal’in Haç karşısında verdiği en azim mücahedeydi.

Bu savaş İman ve küfrün mücadelesiydi.

Son iki yüz yıldır bâtılın hakka, küfrün imana, şerrin hayra zahiri ve geçici bir galibiyetinin olması, bununla beraber Kur’an’ın kalesi hükmündeki Osmanlı’nın yıkılması İman ve Kur’an cephesinin yaşayacağı en büyük fesadı ve felaketi ortaya çıkarmıştı.

Madem herhangi bir milletin fitneye; felaketlere maruz kalması, dalaletin hidayete galip gelmesi halinde bu tehlikeleri bertaraf edecek ve o milleti sahil-i selamete çıkaracak bir mürşit, bir müceddid veya bir mehdi göndermek Allah(c.c)nin bir kanunudur(12). Elbette Allah (c.c) ahirzamanın en büyük felaketi olan şu Kurtuluş Savaşı zamanında, bu Müslüman milleti selamete çıkaracak, İmana uzanan fesat damarlarını kesecek ve İslam’ın ileri karakolu olan bu devletin bekası için çalışacak; en büyük bir müçtehid, en büyük bir mücahid ve en büyük bir müceddid olan Bediüzzaman Said Nursi’yi gönderecek ve gönderdi.

Bediüzzaman’ı en yakından tanıyan dava arkadaşları ve hizmetlerinden dolayı kendisini Ankara’ya çağıran meclis mebusları ve hatta en azılı düşmanları olan İngilizler dahi şahittir ki, Bediüzzaman kendisine verilmiş bu vazifeyi Kurtuluş Savaşı’ında bihakkın yerine getirmiştir.

BEDİÜZZAMAN’IN KURTULUŞ SAVAŞI HİZMETİ

Bediüzzaman Osmanlı’nın bu içler acısı durumuna fazlasıyla müteessir olmuştu. Ancak asla ümitsizliğe düşmemişti. “Kainat sönmezse, alem-i İslam’da sönmez” diyen Bediüzzaman; esaretten dönüşünün henüz ikinci ayının başında yani 4 Ağustos 1918’de Dar’ül Hikmet-il İslamiye’ye tayin edilerek, çileli geçen dört buçuk yıldan sonra adeta dur durak bilmeden hizmete koyulmuştu.

4 Ağustos 1918’de Dar’ül Hikmet-il İslamiye’de göreve başlamasından 1922 Kasım’ında Ankara’ya gidişine kadar dört yıl dört ay boyunca bu Müslüman millete hizmet etmiş ve bu süre zarfında Kurtuluş Savaşı’nın en başı olan 31 Kasım 1918’den, Kurtuluş Savaşı’nın resmen bitiş tarihi olan 11 Ekim 1922’ye kadar düşmanlarla pervasızca mücadele etmiştir.

Kurtuluş Savaşı sırasında Osmanlı toprakları üzerinde izlenen menfi politikaların ve uygulanan hain planların tümünün kaynağının İtilaf Devletlerinin komutanı hükmündeki İngilizler olması hasebiyle; Bediüzzamanın da yaptığı bütün mücadeleyi, ana hedefi itibariyle İngilizlere karşı yaptığını söylemek mümkündür. Ancak savaş boyunca yaptığı tüm faaliyetleri; faaliyetin, doğrudan tesir ettiği mevzu bakımından üç ayrı kısımda değerlendirmek; faaliyetlerin mahiyetini anlamak ve savaş içindeki kıymet-i zatiyesini kavramak açısından faydalı olacaktır.

Bu gruplandırma; Doğrudan İngiliz Siyasetine Karşı Verdiği Mücadele, Bağımsız Bir Kürt Devleti Taleplerine Karşı Verdiği Mücadele ve Kuva-yı Milliye’yi Destekleyen Faaliyetleri şeklinde tezahür edecektir.

Doğrudan İngiliz Siyasetine Karşı Verdiği Mücadele:

İngilizler; Osmanlı Devleti’ni tamamen çökertmenin sadece maddeten yenmekle mümkün olmayacağını, maddeten yenmekle birlikte, mutlaka maneviyatlarına olan bağlılıklarını ortadan kaldırmaları gerektiğini biliyorlardı. Nitekim 1894* yılında William Ewart Gladstone İngiliz Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada Kur’anı eline alarak:

Bu Kur’an Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, ya bu Kur’an’ı sukût. ettirip ortadan kaldırmalıyız.. Veyahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız“, diyordu.(13)

İşte Van’da Tahir Paşa konağında kaldığı zaman bu haberi gazeteden okuyan Bediüzzaman; ta o zamandan, yani Kurtuluş Savaşı’ndan yıllar önce, İngilizler’in çirkin emellerinden haberdar olmuş ve İngilizlerin Kurtuluş Savaşı’nda bu hain hedeflerine ulaşmak için alenen ve bizzat(hiç bir işbirlikçi kullanmadan) uyguladıkları planlarına karşı Bediüzzaman da zerre kadar perva göstermeden aynı şekilde alenen ve şahsen mücadele etmiştir.

1) Anglikan Kilisesinin Garazlı Sorularına Cevap Vermesi

İstanbul’u işgal eden İngiliz ordusu, daha önceleri Hindistan’da yaptıkları gibi Hristiyanlığı yaymak için, İslâm dininin kudsiyetini haleldar etmek düşüncesiyle, İstanbul’a gelen meşhur Anglikan Kilisesi’nin Başpapazı vasıtasıyla Şeyh-ül İslamlık makamından dinî sorular sorduruldu. Hem de yalnız altı yüz kelime ile cevap istendi. Daha sonraları İngiliz papazının sorularına İzmir’li İsmail Hakkı ve sonra Mısır’lı Abdülaziz Çaviş gibi zatlar, birer kitap halinde uzunca cevaplar yazmışlardı. Lâkin tam sorunun sorulduğu günlerde Şeyh-ül İslâmlık Bediüzzaman’a müracaat ederek* bir cevap vermesini istemişti.

Bediüzzaman Hazretleri de bu soruların ciddi manada bir araştırma ve bilgi edinme maksadıyla değil, hakaret ve küçümseme kastıyla sorulduğunu görmüştü(14). Bunun üzerine “Ben onlara bir tükrük ile cevab veriyorum” demiş ve o zaman ve o günlerde neşrettirdiği RUMUZ ve LEMAAT eserlerinde İslam dininin kudsiyetini beyan eden bu cevabını dercettirmiştir.(15)

Rumuz eserinde aynı günlerde dercedip neşrettiği cevabı aynen şöyledir:

YÜKSEKTEN BAKMAK İSTEYEN DESSAS BİR PAPAZA CEVAB (16)

Bir adam seni çamura düşürmüş, öldürüyor. Ayağını senin boğazına basmış olduğu halde, istifham-ı istihfaf ile sual ediyor ki: Mezhebin nasıldır?

Buna cevab-ı müskit; kûsmekle sükût edip, yüzüne tükürmektir: Tükürün o lainin o hayasız yüzüne’

Ona değil, hakikat namına cevab şudur:

1- S: Din-i Muhammed nedir?

C: Kur’andır

2- S: Fikir ve hayata ne verdi?

C: Tevhid ve istikamet

3- S: Mezahimin devası nedir?

C: Hürmet-i riba ve vücnb-u zekâttır..

4- S: Şu zelzeleye ne der?

C:*وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ… – وَاَنْ لَيْسَ لِـْلاِنْسَانِ اِلاَّ مَاسَعٰى

*:“Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele!” Tevbe Sûresi, 9:34. İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Necm Sûresi, 53:39.

Bediüzzaman bu cevabıyla İngiliz siyasetinin o hayasız yüzüne vurduğu bu tokatları o zaman ve o günlerde yazdığı ve yayımladığı risalelerine koymuş ve bu şekilde İngiliz oyunlarını su yüzüne çıkardığı gibi, İstanbul kamuoyunu da uyandırmıştır.

2) Hutuvat-ı Sitte’nin Telif ve Neşri

1920 senesinde İngilizlerin; (başta İstanbul Müslümanları olarak) mü’minlerin içlerinde ihtilaf çıkarmaya ve İstanbul kamuoyunu kendi lehlerine çevirmeye çalıştığı, hatta İstanbul’un bazı camilerinde kendileri için dua ettirip(17), İngilizlere karşı oluşan mukavemeti kırarak, işgali benimsetmeye çalıştığı(18) bir zamanda; Bediüzzaman Hutuvat-ı Sitte (Altı Tuzak) adlı eserini telif edip hem Arapça hem Türkçe olarak binler nüsha bastırmış ve ücretsiz dağıtmıştır.(19)

Burada dikkatlerden kaçmaması gereken bir husus şudur ki; İngilizler’e karşı çok sert bir dille yazılmış olan bu risalenin nerede basıldığı, matbaacıya bir zarar gelmesin diye gizli tutulmuş ve matbaa ismi basılmamıştır. Ancak Bediüzzaman Hazretleri kitabın kapağına kendi lakabı olan Bediüzzaman’ı hiç çekinmeden, perva etmeden koymuştur(20)(Ek-2). Bu risalenin basılmasında emeği geçen Eşref Edip’e göre ise bu iş adeta “kefeni boynuna takmak” idi.(21)

Burada bu eserin tümüne yer vermek mümkün olmasa da ,bazı kısımlarını alıntılamak, eserin fikri doğrultusunu görmek ve Bediüzzaman’ın İngilizler’in planlarını nasıl akim bıraktığını anlamak açısından zaruridir.

“…Şeytanın adımlarına tabi olmayınız…(Bakara-168)”

İKİNCİ HATVESİ: Der veya (dedirir):

“Başka kâfirlere (Almanlara) dost olduğunuz gibi bana da dost ve taraftar olunuz. Neden çekiniyorsunuz?” Şu vesveseye karşı deriz:

Muavenet eli(ni) kabul etmek ayrıdır. Adâvet eli(ni) öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım olmadığından, İslâm’ın eski ve mütecâviz bir düşmanını def’ için, bir kâfir muavenet eli(ni) uzatsa kabul etmek İslâmiyet’e hizmettir.

Senin ise ey kâfir-i mel’un!

Senin küfründen neş’et eden teskin kabul etmez husumet elini öpmek değil, temas etmek de İslâmiyet’ adâvet etmek demektir…”

“Madem ki öldürüyorsun..Ölmek iki surettedir.

Birinci Suret: Senin ayağına düşmek teslim olmak suretinde; ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek.. cesedi de gûya ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir.

İkinci Suret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla, ruh ve kalbimiz sağ kalır. Ceset de şehid olur. Akide faziletimizi tahkir edilmez, İslâmiyet’in izzetiyle istihza edilmez…”

“Elhasıl: İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz.

Siyasetimizde en acınacak, en ebleh bir akıl varsa, o da öylelerin aklıdır ki, (İngiliz Milletinin) ihtiras ve manfaatını, İslamiyet’ menfaat ve izzetiyle kabil-i tevfik görüyor. Çünkü, öyle bir şarta hayatımızı tâlik ediyor ki, muhâl ender muhâldir.”(22)

İngilizlerin haince politikalarına karşı; Bediüzzaman bu eserini neşrederek kesin ve keskin bir tavır ortaya koymuştu. Bu eserle; İstanbul kamuoyu İngilizlerin sinsi tuzaklarından kurtulduğu gibi, eser Anadolu’daki Kuva-yı Milliye’nin başarılı olmasına büyük çapta destek olmuştur. Bunun yanında Bediüzzaman’ın bu hizmeti İstanbul’la sınırlı kalmamıştır. Hutuvat-ı Sitte’yi gören herkes, İngiliz ve Yunan’ın haince oyunlarını ve düşmanlığını anlamış ve Kuva-yı Milliye’ye ma’nen ve maddeten katılmıştır. Özellikle bütün alimlerin hürmet ettiği Bediüzzaman’ın bu davranışını görmeleri üzerine, artık hiç bir tarafta İngilizler’in desiselerine itibar eden olmamıştır.(23)

İstanbul kamuoyunu etkisi altına alan ve İngilizlere karşı çok sert bir dille yazılmış olan bu risale, İngiliz Başkumandanını çileden çıkarmış ve derhal Bediüzzaman’ın idamını istemiştir. Başta Eşref Edip olarak Üstad’ın hayatını yazanların hepsinin ittifakla haber verdiğine göre; bir hafta boyunca Bediüzzaman’ın öldürülmesi için İstanbul’un her tarafı arandığı halde bulunamamış. O sırada bir Osmanlı Paşası’nın (bazı kaynaklar bu paşanın Ahmet Ferik Paşa olduğunu söyler) kumandana çıkıp onu ikna etmesiyle bu karardan vazgeçilmiş.(24)

Burada İngilizler’in Üstad hakkında çıkardıkları “ölüm” kararı hakkında bir değerlendirme yapmak gerekir.

Bu tarihi olayı; olayın baş kahramanı olan Bediüzzaman’dan ve onunla beraber bu risaleyi dağıtmış olan kimselerin (Eşref Edip, Molla Süleyman,Tevfik Demiroğlu vs.) hatıralarından öğreniyoruz. Zaten bu tarihi olayı başka şekilde öğrenmenin veya delillendirmenin yolu yoktur. Zira böyle illegal bir kararın yazılı bir vesikasını aramak tarihten bihaber olmak anlamına gelir. O dönem İtilaf kuvvetlerinin zülumlerine bir göz atmak, Bediüzzaman hakkında verilen “idam” kararının en büyük tarihi delili olacaktır.

İstanbul henüz işgal edilip tamamen İtilaf Kuvvetleri’nin eline geçmeden önce bile, İstanbul’da bulunan kuvvetler taşkınlıklarda bulunmuş, hukuksuz muameleler yapmış ve hiç bir neden yokken bile halkı katletmekten geri durmamışlardı.

İşgalciler o kadar ileri gitmişlerdi ki, İstanbul sokaklarında taşkınlık yaparak, pervasızca adam öldürdükleri gibi, işgal zabitlerine ait otomobillere merakından yaklaşarak yakından bakmak isteyen Türk vatandaşlarını öldürdükleri bile oldu. Belinde iki aşçı bıçağı var diye, bir Fransız Subayı bir Türk aşçısını öldürmüştü.(25)

İstanbul henüz işgal edilmediği sırada yaşanan bir olay ise Üstad hakkında bir “ölüm” kararı çıkarılmış olduğunun, tarihçe en sağlam delilidir.

8 Şubat 1919 da Fransız General Franchet d’Esperey İstanbul’a geldiğinde, kendisini karşılayan Osmanlı bandosunu, atını ürküttüğü için kırbacını sallamak suretiyle tahkir etti ve Dolmabahçe Sarayı’nda oturacağını söyleyerek, Padişah’ın sarayı terk etmesini istedi. Bu olayı “Kara Bir Gün” olarak vasıflandıran bir makale kaleme alan Süleyman Nazif için bu general,”Tutuklayınız ve kurşuna diziniz!” talimatı verdi.(26) Öldürmek istedikleri sadece Süleyman Nazif’le sınırlı kalmamıştı. Aynı general bu makaleyi neşrettiğini ileri sürdüğü bir Türk subayını da öldürmek istediklerini şöyle haykırmıştı:

Bu Türk subay Fransa’yı tahkir eder mahiyette yazılmış bir makaleyi neşretmek suretiyle bu fiile iştirak etmiştir, kendisini idam ettireceğim“.(27)

Evet, henüz işgalin gerçekleşmediği bir zamanda ve İşgal kuvvetlerinin sadece bir kolu olan Fransızlar hakkında ve içeriğinde Fransızlara karşı herhangi bir hakaret bulunmayıp, sadece Fransızların Türklere hakaret ettiğini beyan eden ve savaşa dair hiçbir amaç gütmeyen bir yazıdan dolayı “idam” kararı çıkarılıyorsa; elbette işgalin tam ortasında ve İşgal kuvvetlerinin komuta sahibi İngilizler hakkında ve içeriğinde İngilizlere karşı “köpekten köpekleşmiş köpek” gibi hakaretamiz ifadeler bulunan ve savaş hakkında İngilizler tarafından oluşturulmak istenen kamuoyunu tersine çevirme amacıyla ve İngilizlerin tuzaklarına karşı halkı uyandırmak maksadıyla yazılmış ve İstanbul’un her tarafına dağıtılmış bir yazının sahibi hakkında “idam” kararı çıkarmaktan dur olunmayacaktır.

Bediüzzaman’ın Hutuvat-ı Sitte ile yaptığı bu hizmet, Kurtuluş Savaşındaki en müstesna faaliyetidir. Kurtuluş Savaşı boyunca yaptığı bütün hizmetleri yok sayılsa bile, sadece, İstanbul gibi Türkiye’nin her zaman sekizde bir nüfusunu barındıran muazzam şehrin insanlarını, özellikle de ulema kesimini İngiliz siyasetinin aleyhine çeviren bu eseri telif ve neşretmesi bile onun bu savaştaki vazifesini layıkıyla ifa ettiğinin göstergesi olur.

Bediüzzaman; Kurtuluş Savaşındaki bütün hizmetlerinin bir fihristesi hükmündeki Hutuvat-ı Sitte adlı eseri sebebiyle taltif için Ankara Hükümetince Ankara’ya çağrılır. Üstad bunu Risale-i Nur Külliyatı’nda şöyle ifade eder:

Hareket-i Milliye’de İstanbul’da İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvat-ı Sitte eserimi tab’ ve neşir ile, belki bir fırka kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki; M. Kemal şifre ile iki defa beni Ankara’ya taltif için istedi. Hatta demişti: “Bu kahraman hoca bize lâzımdır.” 28

3) İngiltere Kaynaklı Eleştirilere Karşı Keskin Tavır Koyması

İngilizler işgal döneminde, halk kitlelerini etkileyebilmek için değişik yöntemler kullanıyordu. Örneğin, kendilerinin “İslam’ın koruyucuları” olduklarını, Osmanlı’yı üyelerinin çoğunluğu “dinsiz” masonların teşkil ettiği İTC’ den kurtardıklarını öne sürüyorlardı. Bu gelişmeler sırasında, Hürriyet ve İtilaf Fırkası (HİF) da, İngilizlerin uygulamalarından yararlanıp mevcut durumu kendi siyasi çıkarlarına alet etmeye çalışıyordu.(29) Bediüzzaman o dönemde muhalif siyasilerin hareket kaynağının İngilizler olduğunu ve bu yönde yapılacak yersiz ve aşırı eleştirilerin İngilizlerin değirmenine su katmak olacağını bildiği için, muhalefeti şiddetle eleştiriyordu. Bu konuda yine 1921 de neşrettiği İşarat adlı eserinde(30) kendisine sorulan şöyle bir soru ve cevap vardır.

“Sual: Hangi cem’iyyettensin? Neden muhalefeti şiddetle tenkit ediyorsun?

Cevab: Şüheda cem’iyetindenim… Tek bir velîyi inkâr veya istihfaf etmek meş’umdur. Öyle ise, iki milyon evliyaullah olan şühedayı inkâr etmek ve kanlarını heder saymak meş’umların en meş’umudur. Zira muhalefet der: “Haksızlık olarak harbe girildi, hasmımız haklıydılar, Cihad değildi…”

İşte şu hüküm, iki milyon şühedanın şehadetini inkârdır. Bence en çok duamız bu olmalı: Allah’ım biz dahili mücadeleye sürükleme .

Bir hakikat var ki, en Bedevî ve hatta vahşî insanlar dahi o hakikate karşı serfürû-berde-i itaat ve ihtiramdırlar. Bir aşiretten mütehasim iki kabile; hariç bir hasım zuhur etse, sevk-i tabiî ile dahilî hüsumet ta’til edilir. Şayan-ı istiğrabtır ki, medenî, münevver telâkkî edilenler o vahşîlerden çok aşağıdırlar. Husumet-i hariciyenin zuhuruyle dahilî husumeti teşdid ederler. Eğer medeniyet ve fen böyle ise, insanın saadeti vahşet ve cehalettedir.”(31)

Bediüzzaman Hz. leri dışardan gelen herhangi bir tehlike olmadığı zamanda, hükümeti kendisi de eleştirdiği halde, Osmanlı’yı yıkmak için gelmiş olan İşgal kuvvetlerini def edene kadar; işgalcilere fayda sağlayacak şekilde hükümeti eleştirmek yerine, içerdeki kısır çekişmeleri bir kenara bırakarak, onların heveslerini kursaklarında bırakacak kadar birliği, beraberliği, yek vücudluğu ve kardeşliği temin etmek gerektiğini söylüyor ve risalelerinde neşrederek bu Müslüman halka mürşid-i ümmet olarak ders veriyordu.

4) İngilizlere Karşı Şiddetli Muhalefet Eden Çeşitli Yazıları

İşgal günlerinde, İngilizler’in sinsi propagandalarına aldanıp, adeta işgali benimseyecek hale gelen safdil bazı Müslümanlar, Bediüzzaman’ın İngilizler’e karşı sert bir muhalefet uygulamasını anlamıyor ve ona İngilizler’den neden nefret ettiğini soruyorlardı. Bediüzzaman onlara verdiği cevabı sorusuyla birlikte 1921 yılında telif edip bastırdığı Tuluat(32) isimli eserinde yayımlayarak, İngilizlerin bu sırıtan güzel yüzüne aldanılmaması gerektiğini, aksine nefret edilmesi gerektiğini anlatan yazı aynen şöyledir:

“Sual: Neden bu kadar “İ.G.Z. ‘den (İngilizden) nefret ediyorsun? Müsalâhasını da istemiyorsun?

Cevab: Sebep bir değil, bindir… Bana en ziyade şedit görünen, ma’nen ahlâkımızda vurduğu darbedir. Çekirdek halinde olan secaya-i seyyieyi içimizde inkişaf ettirdi. Hayatın yarası iltiyam bulur, İzzet-i İslâmiye, nâmus-u millînin yarası pek derindir.

Edirne camiinde bir islam hocasının lisaniyle Venizelos(Yunan Başbakanı) gibi şeytan bir zalime dua ettirildi. Merkez-i Hilâfette Müslümanlar lisaniyle hizb-üş şeytan olan İngiliz ve Yunan askerlerini halâskâr, tathirci ilân ve karşısındaki güruh-u mücahidini canî, zalim söylettirdi.

Acaba bir valide, o dereceye getirilse ki; Çocuğunu kendi eliyle öldürerek, müteessir olmıyarak, parça parça etse, hiç mümkün müdür ki, onda hissiyat-ı âliye ve ahlak-ı sâmiye intifa etmesin!”(33)

Başka bir yazısında da Bediüzzaman İngilizlerin uyguladıkları siyasetin özelliklerini şöyle sıralamıştır:

Onun siyasetinin hassa-i mümeyyizesi (Seçkin vasfı) fitnekârlık, ihtilâftan istifade, menfaat yolunda her alçaklığı irtikâb etmek, yalancılık, tahripkârlık, hariçte menfiliktir“(34)

5) Bediüzzaman’ın Yeşilay Hizmeti

İstanbul’u işgal eden İngilizler, Müslümanların ahlakını bozmak, karakterini yok etmek için her çeşit ifsat komitesini faaliyete geçirmişlerdi. İşte bunlardan birisi Avrupa’dan büyük çapta beyin uyuşturan alkollü içkileri İstanbul’a getirmeleridir. Böylece Müslüman milletimizin havai, nefisperest olanlarını kendilerine çekmeyi planlıyorlardı. Buna karşılık, onların idaresindeki İstanbul Hükümeti ise ahlak zabıtası gibi bazı tedbirleri içeren bazı kanunlar yaptı ise de etkili olmadı. Çünki hükûmetin o günlerdeki iradesi te’sirsizdi. Çıkarttığı kanunlar ve ahlâk zabıtası bunun önüne geçemiyordu. İşte tam o sıralarda ehl-i hamiyet ve ünlü din âlimlerinden oluşan bazı zatlar (Ord.Prof.Dr. Mazhar Osman Bey ve arkadaşları Şeyh’ül-İslam Haydarizâde İbrahim Efendi’nin teşvik ve himayesi ile (35)) Hilal-i Ahdar cemiyetini kurdular.(36)

Yeşilay’ın kuruluşu olan 1920 Mart’ında, Dar’ül Hikmet-il İslamiye üyesi olup İngilizler’e karşı mücadelesine devam eden Bediüzzaman da İngilizlerin menfi faaliyetlerine karşı kurulmuş olan bu teşkilatta, ilk toplantıdan itibaren toplantılara katılmış, görüş belirtmiş ve imza atmış olup, aktif bir şekilde faaliyet göstermiştir.

Bediüzzaman’ın Yeşilay’daki hizmetleriyle ilgili belgeleri (Ek-3,Ek-4) ibraz eden Yeşilay’ın ilk başkanlarından Ord. Prof. Fahrettin Kerim Gökay Yeşilay’ın kuruluşunda Bediüzzaman’dan şöyle bahseder:

“18 Mart 1920 gününde YEŞİLAY Cemiyeti’nin kuruluş günüydü. Genel Kurul’da zamanın Şeyh-ül İslâmı Hayderîzade İbrahim Efendi ve Darül Hikmet-il İslâmiye azasından o zamanki ismiyle Said-i Kürdî de vardı. Said-i Kürdî Efendi, dikkati çeken üyelerden biri idi. İlk gün toplantıda fazla bir konuşma olmadı. Yeni seçilenler oldu… O günki buhranlar içinde memleketin çok seçkin şahsiyetleri vardı. Sonra Said-i Kürdî Efendi genel merkeze seçildi.”(37)

Bağımsız Kürt Devleti Talep ve Teşebbüslerine Karşı Verdiği Mücadele

1) Şerif Paşa’nın Kürtler Adına Ermenilerle İttifakına Şiddetli Protestosu:

Wilson Prensipleri’nden ümitlenerek toprak isteğinde bulunan ve bu konuda İngilizler tarafından kışkırtılan bazı insanlar da özerk veya bağımsız Kürdistan isteğiyle harekete geçtiler.(38) Bunlardan 1. Dünya Savaşı içinde Müttefiklere yanaşan ve Kürtçülüğe kayan Şerif Paşa , Mayıs 1919’da Paris’teki İngiliz Büyükelçisine “bağımsız bir Kürdistan’ın Emiri olma yükünü taşımaya gönüllü olduğunu” bildirmiş ve 22 Mart 1919 tarihli bir muhtıra sunmuştu.(39) Bu muhtıra; Ermeni delegesi olan Boghos Nubar Paşa’nın Ermenistan hakkındaki taleplerine ters düşüyordu.(40)

Bunu gören İtilaf Devletleri, Kürdistan Teali Cemiyeti temsilcisi olarak Paris Barış Konferansı’na katılan(41) Şerif Paşa’yı Ermeni Delegesi Boghos Nubar Paşa ile masaya oturtup anlaşma yapmaya ikna ettiler.(42) Şerif Paşa ve Ermeni delegesi Nubar Paşa; büyük devletlerden birinin himayesi altında bir Ermeni ve bir Kürt devletinin kurulmasını isteyen anlaşmaya 20 Kasım 1919’da imza attılar.(43) Yapılan bu anlaşma 20 Şubat 1920 tarihli Vakit Gazetesinde; Ermenice Zogo Verticyan gazetesinden nakledilerek haber olarak verildi.(44)

Kendilerini Kürtlerin hamisi zanneden bu beş on kişinin güya Kürtler adına istekler belirterek kabul ettikleri anlaşmaya; “Eğer bize unsur lazım ise, unsur için bize İslamiyet kafidir“(45)diyerek her zaman İttihad-ı İslamı hedef edinmiş ve “…Emin olunuz biz Kürtler başkasına benzemiyoruz, yakinen biliriz ki; İctimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder (46)… Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti.. Mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hod-sarane (baş çekerek) yapmıyacağız. (47) “diyerek Müslüman olan Kürt Milleti’nin yine Müslüman olan Türk Milleti ile beraber olmasını savunmuş ve İstanbul’a geldiği 1907’den beri Said-i Kürdi unvanını kullanması hasebiyle Kürt olduğu bilinen ve İstanbul halkı üzerinde büyük etkisi olan Bediüzzaman şiddetle tepki gösterdi. Bunun için, iki arkadaşının da imzası bulunan ve mezkur anlaşmayı protesto eden 22 Şubat 1920 tarihli Vakit(48) ve İkdam(49) gazetelerinde (anlaşma’nın Vakit gazetesinde haber şeklinde duyurulmasından sadece 1 gün sonra) yayımlanan yazısındaki şu paragraf Bediüzzaman’ın verdiği tepkiyi göstermeye yeterdir:

Dört buçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin fedakâr ve cesur hadim ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî ananesine sadakati gaye-i hayat bilmiş olan Kürtler, henüz beş yüz bine karib şühedasının kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hatıralarını teessürle anarken; İslâmiyetin zararına olarak, tarihi ve hayatî düşmanlarıyla i’tilâf akdetmek suretiyle; salâbet-i diniyeleri hilâfına iftirak-cûyane âmal takib edemezler. Binaenaleyh, Kürd vicdan-ı millisinin bu tarz tahassüsüne mugayir hareket eden zevatı da tanımazlar”(Ek-5)

Bediüzzaman; Türklerin ve Kürtlerin birlikte maruz kaldıkları Rus-Ermeni terörüne atıfta bulunduktan sonra(50), Kürtlerin; İslamiyet’in zararına olarak tarihi düşmanlarıyla anlaşma yapamayacağını, dinin emirlerine ters olarak ayrılıkçı emeller peşinde olamayacaklarını beyan ediyor ve Kürtlerin de kendi milli vicdanlarının bu tarz hislerine zıt hareket eden ayrılıkçı kimseleri de tanımayacaklarını vurguluyor.

Bu muhtıraya tepkisi bununla da kalmayan Bediüzzaman’ın; 17 Mart 1920’de Sebil-ür Reşad gazetesinde bu konuyla ilgili fikirlerini genişçe açıklayan sözleri yayımlanmıştır. (Ek-6)

Bediüzzaman bu yazıda; mezkur anlaşmaya verilecek en güzel cevabın Doğu illerindeki Kürt aşiretlerinden gelen tepki telgrafları olduğunu söyleyerek, Kürtlerin İslam Camiasından ayrılmaya asla tahammül edemeyeceğini, bunun aksini iddia edenlerin de özel amaçları için hareket eden ve Kürtler adına söz söylemeye ehliyetli olmayan beş-on kişiden ibaret olduğunu kamuoyuna duyuruyor. Kürtçülük davası güderek Kürtler adına konuştuklarını sananlara ve anlaşmada geçen “Kürtlerin ve Ermenilerin aynı Ari kavminden geldiklerine” dair ifadeye imza atanlara Kürt bir İslam alimi olarak adeta tarihi bir ders vererek şu ifadeleri kullanıyor:

“Kürdlük davası pek manasız bir iddiadır. Çünkü her şeyden evvel Müslümandırlar. Hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine îsal eden hakiki Müslümanlardan… Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez.

Kürdlerin asıl ve nesebleri ne olursa olsun, İslamdan iftiraka vicdan-ı millileri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürdlerin Arab kavm-i necibiyle irkan alakadar bulunduğu hakaik-i tarihiyedendir.

İslamiyet, herhangi bir ırkın, diğer bir unsur-u islam aleyhine olarak menfi surette intibah hasıl etmesini kabul edemez. Binaenaleyh, Kürdleri müslümanlıktan ayırmak isteyenler, esasat-ı islamiyeye muhalif hareket ediyorlar. Fakat bunlar da kimlerdir? Bir iki kulüpta toplanan beş on kişiden ibaret!.. Hakiki Kürdler, kimseyi kendilerine vekil-i müdafi’ olarak kabul etmiyorlar. Onların vekili ve Kürdlük namına söz söyleyecek ancak meclis-i mebusan-ı Osmanîdeki meb’uslar olabilir.

Kürdistana verilecek muhtariyetten bahsediliyor?!. Kürdler, ecnebî himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ederler. Eğer Kürdlerin serbesti-i inkişafını düşünmek lazım gelirse, bunu Bogos Nubarla Şerif Paşa değil, Devlet-i aliyye düşünür. Hülasa: Kürdler bu hususta kimsenin tevassut ve müdahalesine muhtaç değildirler.”

Anlaşmaya gelen şiddetli tepkilerle beraber Bediüzzaman ve arkadaşlarının (Dava Vekili Ahmed Arif, Muhammed Sıddık) Vakit gazetesindeki kınama yazısı yayımlanınca Şerif Paşa, Paris’teki Kürt delegeliğinden çekildiğini Vakit gazetesine telgrafla bildirdi. (51)

2) Kürdistan Devleti Kurma Talebine Red Cevabı

Bediüzzaman’ın Kurtuluş Savaşı’nda gördüğü önemli hizmetlerden biri de; kendisine gelen “Kürdistan Devleti kurma” fikirlerine karşı red cevabı verip, bu fikirdeki kimseleri böyle bir işe teşebbüsten men etmesidir.

Bediüzzaman’a “Kürdistan kurulması” konusunda müracaat edip fikrini soran kişi, Serbesti gazetesi sahibi Mevlanzade Rıfat’tır. Bu olayın yaşandığı sıra Mevlanzade Rıfat’ın Serbesti gazetesinde başyazarlık yapan(52) ve Mevlanzade Rıfat ile beraber olayın en önemli tanığı Konsolidçi Asaf Bey bu olayı şöyle anlatır(*):

Almanya ve müttefikleri büyük bir hezimete uğramışlardı. Memleket parçalanmış, vatanın her parçasında yeni hükûmetler türemeye başlamıştı. Ermenistan da bunlardan biriydi. Mevlanzade Rıf’at Bey bir gün bana dedi ki:

Oğlum, Ermenistan hükûmeti kuruluyor.. Onların Ermenistan kurmasına karşılık, İmparatorluk dağıldığına göre, biz de Kürdistan kuralım.”

Ben hayretle yüzüne baktım, O bana dedi ki: “Ben vatan haini değilim, koca Osmanlı İmparatorluğunu parçalayan da ben değilim. Onu yıkanların Allah belâsını versin.. birer hırsız gibi kaçtılar. Filhakika bir Kuvay-i Milliye var.. Amma ümit pek zayıf.. Mu’cize devrinde değiliz. Ben bu işi Said-i Nursi’ye yazacağım. Çünki onun nüfuzu çok kuvvetlidir, hatırı çok sayılır. Onun için bu zata bir mektup yazıp göndereceğim ve ondan teşrik-i mesai istiyeceğim.”

Mevlanzade mektubunu yazıp gönderdi. Bundan on gün kadar geçmişti, Belki de on beş gün hatırlamıyorum. Bir gün matbaamızda oturuyorduk… Bu sırada posta müvezzii odaya girdi ve bir mektub bırakarak çıkıp gitti. Rıfat Bey mektubu okurken yüzünü ekşitiyor, hiddetlendiği aşikâr olarak görülüyordu. Rıfat Bey mektubu okuduktan sonra, bana fırlatarak: “Oku da gör!” dedi. Bediüzzaman benim tekliflerimi reddediyor, “Ben senin fikrine taraftar değilim” diyor.

Bediüzzaman bu mektubunda, Mevlanzade’nin Kürdistan kurma teklifini reddediyor ve “Rıf’at Bey! Kürdistan teşkil etmek değil, Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya edelim. Bunu kabul edersen, canımı bile feda ederek çalışırım” diyordu.(53)

Bediüzzaman’ın İttihad-ı İslam için Türklerle Kürtlerin daima beraber olmasına ne kadar önem verdiğini anlamak ve buna aykırı düşünen herkese karşı her fırsatta bu gerçeği çekinmeden, usanmadan dile getirdiğini görmek için mektuptan bazı alıntılar yapmak gerekir.

Mektubunuzdan öyle anlıyorum ki,Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalandığı bahanesiyle Şark’ta müstakil bir Kürdistan kurmak gibi korkunç bir emeliniz olsa gerek! Dinen, örfen, ilmen aynı kavmin fertleri olan, 500 seneden beri bir devlet çatısı altında yaşayan Şark’ın fedakar, temiz evladlarını Türk camiasından ayırmak maazallah felaketlerin en büyüğü olur. Kaş yapayın derken göz çıkarırsınız.

Müstakil bir devlet kurmanın ne kadar güç ve başarılması imkansız olduğunu sizlere hatırlatırım. Dediğiniz gibi azim bir kuvvet toplayabilirseniz, bu kuvvetle Osmanlı’yı bir bütün olarak kurtarmak için çalışmak, selametin ve kurtuluşun en güzel yoludur. Neticesi çok vahim ve korkunç işlere teşebbüs etmemenizi bilhassa tavsiye ederim.”(Sinan Omur, Yeni İstiklal, Sayı 251)(54)

Kuva-yı Milliye’yi Destekleyen Faaliyetleri

1) Kuva-yı Milliye Aleyhindeki Fetvayı Kınayıp Geçersizliğini İspat Etmesi:

Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi, işgal kuvvetlerinin isteği üzerine 10 Nisan 1920’de,”Padişah ve Halife kuvvetlerinin dışındaki milli kuvvetleri kafir ilan eden ve katlinin vacip olacağını bildiren fetvayı” yayınladı.(55) Fetva başta Takvim-i Vekayi olmak üzere, İstanbulda neşredilen diğer gazetelerde de ertesi gün yer aldı.(56)

Kurtuluş Savaşı boyunca Damat Ferit, İngiliz Muhipleri Cemiyeti ve işbirlikçi basının Kuva-yı Milliye’nin hilafet, saltanat ve hatta şeriata karşı olduğunu pompalayan propagandalara Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’nin meşhur fetvası da eklenince; İşagalcilere karşı beraberce omuz omuza savaş verenler, düşmanı bırakıp birbirleriyle vuruşmaya başlamıştı. Öyle ki ayaklanmaları bastırmak için bazen cepheden asker çekildiği bile olmuştur.(57)

İşte böyle bir ortamda Osmanlı’nın en müstesna alimlerinin görev yaptığı Dar’ül Hikmet-il İslamiye’de üye olan Bediüzzaman bu fetvayı Şeriat ve din ilmi ölçüleri içerisinde tahlil etmiş ve fetvanın geçersiz olduğunu şahsı adına ilan etmiştir.

Bediüzzaman’ın Kuva-yı Milliye aleyhindeki fetvayı ilmen çürüttüğü yazısı şöyledir:

“Fetvay-ı mahz değil ki; i’tizar edilsin. Belki kazayı tazammun eden bir fetvadır. Çünki fetvanın kazadan farkı: Mevzuu ammdır, gayr-ı muayyendir. Hem mulzim değil… Kaza ise, muayyen ve mulzimdir.

Şu fetva ise, hem muayyendir; kim nazar etse, bizzarure muradı anlar. Hem mulzim olmuştur, çünki avam-ı müslimini onların aleyhinde sevk etmekte esbabın en ahiridir.

Madem ki, şu fetva kazayı tazammun ediyor.. kazada iki hasmı dinletmek zarurîdir. Anadolu’da söylettirilmeliydi. Netice-i müddeiyyatlarını aleyhlerinde olan davalarla; siyasiyyun ve ulemadan bir hey’et tarafından maslahat-ı İslamiye noktasında muhakeme edildikten sonra, fetva verilebilirdi…

Zaten şimdi bazı hakaikte bir inkılâb var. Ezdad isimlerini değiştirip mübadele etmişler. Zulme, adalet.. Cihada, bağy.. Esarete hürriyet namı veriliyor.”58

Görüldüğü gibi Bediüzzaman, Şeyh-ül İslamlık’tan çıkmış olan bu fetvayı, öncelikle Şeriat’ın fetva kaideleri usulüne göre analiz ettikten sonra, böyle bir fetvanın, din ve Şeriat-ı İslamiye adına verilmiş ve İslam’ın umumi maslahat ve menfaatine göre çıkarılmış bir fetva olmadığını ispat etmiştir.59

2) Kuva-yı Milliyeyi Destekleyen Önemli Bir Yazısı

İstanbul’un işgal edildiği günlerde Üstad Bediüzzaman’ın Kuva-yı Milliye’yi destekleyen ve İngiltere’nin sinsi siyasetine muhalif olan yazılarından birinde de; Kuva-yı Milliye’yi hain ve İngilizleri dost olarak gösteren cerbezenin (doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterebilecek zeka gücü) kamuoyunda nasıl etki yaptığını açıklama maksadıyla şöyle demektedir (60):

“…Bak o seyyiedir ki; Ararat Dağı kadar bize zulüm ve tahkir eden ecnebî bir devleti (İngiltere), ne safsatalı bahanelerle (bilmem hangi tarihte KIRIM’da bize yardım etmiş) gibi yavelerle, bize dost olabilecek sûrette gösteriyorlar.. Hem Süphan dağı kadar İslâmiyetin izzet ve şerefine çalışan güruh-u mücahidini (Kuva-yı Milliye) âcib bahanelerle en fena derekesine indirip millete düşman gibi gösteriyorlar…”(61)

3) Eskişehir Zaferi Üzerine

Anadolu hareketini destekleyen Bediüzzaman, Mücahitlerin kazandıkları her bir zaferi büyük bir zafer olarak görüyor ve bunu yazılarına yansıtarak halkı şevklendirmek istiyordu. Bunun için 21 Nisan 1921 de gerçekleşen İnönü zaferi üzerine kaleme alıp aynı yıl Lemaat adlı eseri içinde yayımladığı(62) yazısında şöyle der:

Alem-i İslâm cihadı, zamanen iki yüz senelik, mekânen iki yüz günlük tedâfü’î bir harp ve darb cephesi daima var idi.

En son siper ise, bu yeni senedir hem Eskişehir idi. Zalim kâfirin en son taarruzu da bu cephede hemen kırıldı.

Bu harp, başka harbe benzemez, şu küçücük cephede muvakkat galebesi; hakiki gaddar hasma (İngilizlere) zaferi te’min etmez, boşa gider inadı.

Şark’ta onun hayatı, şu İslam kuvvetinin imhay-u mevtindendir, kuvvetimiz hayatı ona müthiş bir mevttir. Zulüm etmez temadî.

İslam kuvveti ise, nasıl ki dayanmış ise; dayansa, nerede olsa, gaddar hasmın hayatı Şark’ta elbette söner, bakî kalır remadı…

Âlem-i İslâmın hak ve hürriyetinin istirdadı için biiznillah tedafü’den taarruza geçiyor, belki çok yerlerde geçti.

İnönü’nün iki zaferi zahiren çok küçüktür, batınen pek büyüktü…”(63)

Bediüzzaman Anadolu cephesinde Kuva-yı Milliye mücahitlerinin kazandığı İnönü zaferini bütün kalbiyle kutluyor, alkışlıyordu. Bu zaferi, İslam’ın zaferlerinin bir başlangıcı olarak kabul ediyor ve öyle niteliyordu.(64)

VE SAVAŞ SONRASINDA BEDİÜZZAMAN ANKARA’DA

Bediüzzaman’ın Kurtuluş Savaşı’ndaki kahramanca mücadelesi Ankara Hükümetince takdirle karşılanmış ve defalarca Ankara’ya davet edilmişti(65). Bediüzzaman ise henüz savaştaki vazifesinin bitmediğini düşündüğünden bu davetleri reddetti ancak Milli Hükümeti desteklediğini bildirmek için de talebelerinden Tevfik Demiroğlu, Molla Süleyman ve Binbaşı Bitlis’li Refik Beyi yolladı.(66)

11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile beraber Kurtuluş Savaşı resmen zaferle neticelenmiş ve Bediüzzaman da savaştaki vazifesini tamamlamış oluyordu. Tam bu sıralarda, eski Van Valisi ve Millet Meclisi’nde meb’us(vekil) olan dostu Tahsin Bey vasıtasıyla tekrar Ankara’ya davet edildi. Savaşın bitmesiyle, Üstad da vazifesini tamamlamış olduğundan bu davete icabet ederek(67), 19 Kasım 1922’de Ankara’ya gitti.(68) 

Ek-1 Bediüzzaman Hz. lerinin İstanbul’a ulaştığını bildiren Tanin gazetesi

Ek2 – Kurtuluş Savaşı sırasında basılan Hutuvat-ı Sitte isimli eserin kapağı. Eserin isminden başka sadece Bediüzzaman yazılı.

Ek3 – Bediüzzaman’ın Yeşilay’da ilk toplantılardan beri toplantılara katılıp, görüş belirtip imza attığını gösteren belgeler.

Ek4 – Yeşilay’ın ilk toplantı günlerine ait imza ve hüviyet defterinden birinde Bediüzzaman’ın imza ve hüviyeti

Ek5 -22 Şubat 1336-22 Şubat 1920 tarihli İkdam Gazetesi’nde, Kürt ve Ermeni ittifakını protesto eden Bediüzzaman Said Nursi ve iki arkadaşının ortak yazıları

Ek6 – Sebil’ür Reşad Gazetesi’ndeki ilgili sayfa

KAYNAKÇA:

1.Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayat,s.394

2.Bediüzzaman Said Nursi,Tarihçe-i Hayat,s.115

3.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayat,s.426,Mary Weld,Bediüzzaman Said Nursi Entellektüel Biyografisi,s.205

4.Asar-ı Bediyye,s.650

5.Asar-ı Bediyye,s.137

6.Yavuz Bahadıroğlu,Osmanlı Padişahları Ansiklopedisi,3:783,Weld,Bediüzzaman Said Nursi Entellektüel Biyografisi,s.207

7.Kazım Karabekir,İstiklal Harbimiz,C.1,s.78

8.,Gnkur.Bşk.Harp Tarihi Dairesi Resmi Yayınları,Türk İstiklal Harbi,C.1,s.83

9.Osman Özsoy,Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.61

10.A.g.e.,s.22

11.A.g.e.,s.23

12.Mehmed Kırkıncı, Cihad Sahasında Bediüzzaman,s.171

(*)Bu konuşmanın tarihini Taha Niyazi Karaca 1894 olarak verirken,Mustafa Armağan ise 1882 olarak verir.(Bkz.Taha Niyazi Karaca, İngiltere Başbakanı Gladstone’un Osmanlı’yı Yıkma Planı, s.302.; Mustafa Armağan,Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı 2,s.144)

13.Humayin Ansari,The İnfidel Within:Muslims in Britain Since 1800,London 2004,s.80; ayrıca bkz.Akbar S.Ahmed,Postmodernism and İslam: Predicament and Promise,London and Newyork 1992,s.182;Sonyel,Minorities,s.290(Taha Niyazi Karaca’dan naklen)

“At one stage he raised a copy of the Holy Qur’an in his hand and said that so long as this book remained with the Muslims in that country and they respected and followed it,the British would never be abke to dominate them.He added that the only solution was to try abd separete the Holy Qur’an from the Muslims of Egypt.” http://www.batkhela.com/islam/story3.shtml (Mustafa Armağan’dan naklen)

Taha Niyazi Karaca, İngiltere Başbakanı Gladstone’un Osmanlı’yı Yıkma Planı,s.302.

Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı 2.,s.144

(*)Bu müracaat evvela Şeyh-ül İslam’lığın Dar’ül Hikmet’e bu mevzuyu aktarıp cevap istemesi daha sonra Dar’ül Hikmet’in azası olan Bediüzzaman’a müracaatı şeklinde tahakkuk etmiştir.

14.Weld,Bediüzzaman Said Nursi Entellektüel Biyografisi,s.239

15.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.491

16.Asar-ı Bediyye,s.84

17.Badıılı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.450

18.Yavuz Bahadıroğlu,s.162

19.Badıllı, Güneş Üflemekle Sönmez,s.74

20.Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.493

21.Eşref Edip, Risale-i Nur Müellifi Said Nur,s.95

22.Asar-ı Bediyye,s.114-117

23.Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.522

24.Badıllı, Güneş Üflemekle Sönmez,s.74

25.Özsoy, Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.64

26.A.g.e.,s.63

27.A.g.e.,s.64

28.Bediüzzaman Said Nursi,Şualar,s.539

29.Weld,Bediüzzaman Said Nursi Entellektüel Biyografisi,s.231

30.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.484

31.Asar-ı Bediyye,s.95

32.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.437

33.Asar-ı Bediyye,s.104

34.A.g.e.,s.104

35.http://www.yesilay.org.tr/Kurumsal/Yesilay-in-Tarihi(Erişim Tarihi:10.02.2012)

36.Selahaddin Kaptanağası,Yeşilayın Tarihçesi,s.2-3(İsmail Mutlu,Sorularla Bediüzzaman Said Nursi’den naklen)

37.Necmeddin Şahiner,Son Şahitler,5:309

38.Özsoy,Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.86

39.Bilal N.Şimşir,Kürtçülük,s.306

40.A.g.e.s,306

41.İsmail Göldaş,Kürt Teali Cemiyeti,s.159

42.Şimşir,Kürtçülük,s,307

42.Necdet Sevinç,İstiklal Harbi’nde Etnik İhanet,s.238

43.A.g.e.,s.238

44.Mehmet Bayrak,Kürtler ve Ulusal-Demokratik Mücadeleleri Üstüne,s.97

45.Asar-ı Bediyye.,s.459

46.A.g.e.,s.354

47.A.g.e.,s.461

48.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.517

49.A.g.e.,s.517

50.Altan Tan,Kürt Sorunu,s.162

51.Şimşir,Kürtçülük,s.311

52.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.677

(*).Bekir Berk,Mehmed Fırıncı ve Sinan Omur bu olayı Konsolidçi Asaf Bey’den birebir dinlemişlerdir.Sinan Omur 1960’lı yılların içinde yayınlanan Yeni İstiklal Dergisi’nin 251.sayısında bu olayı kaleme almış ve mezkur mektubu bizzat Konsolidçi Asaf Bey’den dinlediğini ve hatta mektubun bir kopyasını Asaf Bey’in imzaldıktan sonra kendisine verdiğini yazmıştır.

53.Şahiner,Son Şahitler 5,s.89

54.A.g.e.,s.5:90

55.Özsoy,Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.248

56.Özsoy,Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.248

57.Sevinç,İstiklal Harbi’nde Etnik İhanet,s.293

58.Asar-ı Bediyye,s.103

59.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.488

60.A.g.e.,s.495

61.Asar-ı Bediyye,s.103

62.Badıılı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.495

63.Asar-ı Bediyye,s.624

64.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.496

65.Eşref Edip,Risale-i Nur Müellifi Said Nur,s.96

66.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.535

67.A.g.e.,s.535

68.A.g.e.,s.539

Kaynak: Nurettin Ceylan /  www.sorularlarisale.com

Hz. Said Bin Zeyd (R.A.) Kimdir?

Hazreti Said bin Zeyd (ra) 600 yılında Mekke’de doğmuştur. Soyları Peygamber Efendimiz(sav) ile Kâ’b bin Lüey’de birleşmektedir. Cahiliye devrinde bile puta tapmamıştır. Babası Zeyd bin Amr’da Allah’ın varlığı ve birliğine inanan, kız çocuklarının öldürülmesine ve putlara şiddetle karşı çıkan birisiydi. İnançlı bir babanın evladı olarak büyüyen Said’in İslam dinine girmesi çok kolay oldu.

Peygamberimiz(sav)’in “iman et” teklifini duyar duymaz henüz 19-20 yaşlarında iken hiç tereddüt etmeden Hazreti Ömer(ra)’in kardeşi olan eşi Fatıma ile birlikte ilk iman edenler arasında yer almıştır. Aynı zamanda Hazreti Ömer(ra)’le amca çocuklarıdırlar. Hz. Ömer (r.a) da Said’in kız kardeşi Atîke ile evli bulunmaktaydı.

Hazreti Ömer(ra)in Peygamberimiz( sav) i öldürmek için yola çıktığında; “Kardeşin Müslüman oldu ey Ömer sen önce oraya git” denilen ve eve vardığında Kuran-ı Kerim okunduğunu gören ve “bana da okuyun” dedikten sonra dinleyip Müslüman olmaya karar verdiği ev Hazreti Said bin Zeyd(ra)in evidir.

Said bin Zeyd(ra) kendisini öldürmeye gelenlerin, yanında hayat bulduğu insandır. Lakabı Ebu Aver ve Ebu Sevir’dir. Künyesi Said bin Zeyd bin Amr’dır naklettiği “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekri’s-Sıddık, Ömerü’l-Faruk ve Osman-ı Zinnureyn ile Uhud Dağının başına çıktılar. Cebel-i Uhud, ya onların mehabetlerinden veya kendi sürur ve sevincinden lerzeye geldi, kımıldandı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki: Dur ey Uhud! Şüphesiz üzerinde bir peygamber, bir sıddik ve iki de şehid var.” hadisi şerifi Risale-i Nur’da olup ismi de zikredilmektedir. Annesinin adı Fatıma binti Bace’dir.

Babası Zeyd bin Amr Suriye taraflarıda Hz. İbrahim’in dinini devam ettiren Haniflilerle tanışarak ”Benim Allah’ım İbrahim’in Allah’ıdır, benim dinim İbrahim’in dinidir” diyerek onların inancı üzere yaşamını sürdürdü.

Bu inancından dolayı çok eziyet gördü. Yapılan eziyetlere dayanamayarak Şam’a hicret etti. İslam’dan önce inancı sebebiyle ilk hicret edenlerden oldu. Oğlu Said’e, Allah’ın birliğine inanma konusunda sık sık telkinlerde bulundu. Putlara tapma yerine Allah’ın birliğine inanmasını öğütledi. Peygamberimiz(sav)’e vahiy gelmez¬den bir müddet önce vefat etti.

Hazreti Zeyd(ra)’in durumu Peygamberimiz(sav)’e sorulduğunda şöyle cevap verdi:

“O, kıyamet gününde tek bir ümmet olarak diriltilecek. O, Cahiliye za¬manında ibadet ediyordu. Hazret, İbrâhim’in dini üzereydi ve Allah’ı bir bilirdi.” Peygamberimiz, ona dua edebileceklerini de söylemişti.

Said (r.a), Hazreti Osman (r.a)’in şehid edilmesiyle başlayan fitne olaylarına şahit olmuştur. O, ümmetin içine sürüklendiği fitne belasından ve kendini bilmez bazı kimselerin ileri gelen ashabdan bazılarına dil uzatmalarından aşırı derecede ızdırap duymuştur.

Duası kabul olanlardan idi. Bunun için, kendisini kırmaktan herkes çekinirdi.

Bir kadın Hakem’e giderek Said b. Zeyd(ra)’in kendi arazisine tecavüzde bulunduğunu şikâyet etti. “Haksız yere her kim bir karış toprağı gasp etse, kıyamet gününde yedi kat yerin dibinde dahi olsa o toprak boynuna dolanır” dedi ve şöyle dua etti: “Allah’ım bu kadın yalan söylüyorsa gözleri kör olmadan canını alma ve kuyusunu ona mezar yap.” Rivayet edildiğine göre bu kadın, daha sonra kör oldu ve evine yürürken kuyuya düşerek öldü.

Hazreti Said(ra)’de diğer Müslümanlar gibi müşriklerin zulmüne maruz kaldı. Bedir Savaşı hariç Peygamber Efendimiz(sav) ile birlikte tüm savaşlara katıldı. Peygamber Efendimiz(sav)’in yakınında bulunmaya büyük gayret sarf etmiştir.

Said bin Zeyd(ra) Kırk sekiz hadis rivayet etmiştir.

Süryanice bilen Said(ra) Peygamberimiz(sav)’in yazı işlerine ve birçok mektupların cevaplandırılmasına yardımcı olmuştur.

Hz. Ömer’in halifeliğini gördüğü gibi şehit edilmesine de tanık oldu Ömer’in şehit edilmesiyle İslam’da bir gedik açıldığını ve bunun kıyamete kadar kapanmayacağını belirterek, Hazreti Ömer’in (ra) İslam tarihindeki yeri ve eşsizliğine dikkat çekmiştir.

Fihl Savaşında, Şam’ın kuşatılması ve akabinde fethedilmesinde, Yermük Muharebesinde bulundu. Saîd bin Zeyd hazretleri, zamanını devamlı ibadetle geçirirdi. Dünya ve dünya nimetlerinden daha çok ahireti düşünürdü. Makam ve mevkiyi hiç düşünmez, ancak kendisine bir vazife verilirse, bunu en iyi şekilde yerine getirirdi. Cihâdı çok sever, gösterişi hiç sevmezdi.

Çok kimse ondan ilim öğrenmiştir. Esmer tenli, uzun boylu ve saçları gür idi. Sahabilerin İslâm’daki seçkin konumlarını; “Bir kimsenin, Rasûlüllah (s.a.s) ile bir arada bulunarak yüzünün tozlanması, sizin herhangi birinizin Hz. Nuh kadar yaşasa bile, bu müddet zarfında amellerinden daha hayırlıdır” sözüyle vurgulamıştır

Sade bir hayat yaşayarak belli mevkilerde görev almamaya çalıştı. 671 yılında Medine yakınlarında bulunan Akik’te vefat etti. Cenazesi Sa’d bin Ebi Vakkas tarafından yıkanıp kefenlenirken, cenaze namazını da Abdullah bin Ömer kıldırdı.

Allah ondan razı olsun ve bizi kendisine komşu kılsın. Amin..

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

1. Sevgi Kutupları

2. Hadis külliyatı

3. Risale-i Nur Külliyatı (Mektubat)

Sa’d b. Ebî Vakkas (R.A.) Kimdir?

Sa’d b. Ebî Vakkas (ra) 592 yılında Mekke’de doğmuştur, künyesi Ebû İshâk’dır. Babasının adı Mâlik ve künyesi Ebû Vakkas’dır

Rasûlüllah (s.a.v)’in annesi ve Sa’d b. Ebî Vakkas(ra) Zuhreoğullarından olduğu için Rasûlüllah (s.a.v) O’na “Bu benim dayımdır. Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin” diyerek iltifatta bulunmuştur.

Sa’d (r.a) İslâm’a girişine sebep olan olayı şöyle anlatır: ‘Müslüman olmadan önce rüyamda kendimi karanlık bir yerde gördüm. Bu arada ay doğdu ve ben onun aydınlığına tabi oldum. Benden önce bu aya kimlerin uymuş olduğuna bakıyordum. Onlar, Zeyd b. Harise (ra), Ali b. Ebî Talib(ra) ve Ebû Bekir(ra)’di. Onlara ne kadar zamandan beri burada olduklarını sorduğumda, onlar; ‘Bir saat kadardır’ dediler. Araştırdığımda öğrendim ki, Rasûlüllah (s.a.v) gizlice İslâm’a davette bulunmaktadır. Ona Ecyad tepesi taraflarında rastladım. İkindi namazını kılıyordu. Orada İslâm’ı kabul ettim.”

Sa’d (r.a), 17 yaşında Müslüman oldu. Müslüman olduğunda henüz namaz farz kılınmamış idi.

Sa’d(ra)’ın Müslüman olduğunu öğrenen annesi, buna çok üzülmüş, eğer girdiği dinden dönmezse, yemeyip içmeyeceğine dair yemin etmişti. Sa’d(ra) ona; ‘Senin bin tane canın olsa ve bunları bir bir versen, ben yine de dinimden dönmeyeceğim‘ demişti.

Onun kararlılığını gören annesi yemininden vazgeçmişti. Sa’d, annesini çok seviyor ve bu duruma çok üzülüyordu. Allah Teâlâ şu âyet-i kerimeyi göndermişti: ‘Bununla beraber eğer, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşmak için seninle uğraşırlarsa, o zaman onlara itaat etme. Dünya işlerinde onlara iyi davran…‘ (Lokman, 31 / 15).bu ayeti kerime Sa’d(ra)’a teselli vermişti.

Sa’d(ra), müşrikler tarafından da diğer Müslümanlarla birlikte saldırı ve işkencelere maruz kalmıştır.

Mekke’de Müslümanlar, Mekkeli müşriklerin saldırılarından emin olmak için ibadetlerini gizli ve tenha yerlerde ifa ediyorlardı. Bir gün Sa’d (r.a) arkadaşlarıyla birlikte ibadet ederlerken müşriklerden bir grup onlara sataşarak İslâmla alay etmişler ve onlara saldırmışlardı. Sa’d(ra) eline geçirdiği bir deve kemiğini alıp müşriklere karşılık vermiş ve onlardan birini yaralayarak kanlar içerisinde bırakmıştı. İşte İslâm’da Allah için akıtılan ilk kan budur. Allah yolunda ilk kan akıtan ve ilk ok atma şerefi Sa’d (r.a)’a aittir.

Uhud savaşında, müşriklerin üstünlüğü ele geçirdiği ve Müslümanların paniğe kapılarak dağıldığı esnada Rasûlüllah (s.a.v)’in yanından ayrılmayıp gövdelerini siper ederek onu korumaya çalışan bir kaç kişiden birisi Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a) idi.

Sa’d (r.a), ok atmakta mahirdi ve hedefini şaşırmıyordu. Rasûlüllah (sav) ona ok veriyor ve şöyle diyordu: “At Sa’d, Anam babam sana feda olsun.” Övgü, rıza ve hoşnutluğu ifade eden bu kelimeleri, Rasûlüllah (sav) ana ve babasını bir arada zikrederek başka hiç kimse için kullanmamıştır. Uhud günü tek başına bin ok attığı rivayet edilmektedir

O, Hendek, Hudeybiye, Hayber, Mekke’nin fethi ve diğer gazvelerin tamamına katılmıştır.

Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri, bir çok birliklere de kumandanlık etmiştir. Bunlardan biriside İran imparatorluğunu çökerten Kadisiye ordusunun kumandanlığıdır.

Bu savaşta İran Ordusunda 120 bin kişi vardı. Bunların 30 bini zırhlı ve birbirinden ayrılmaması için zincirle bağlı idiler. Ayrıca İran Ordusu’nun ön saflarına filler yerleştirilmişti. İslâm Ordusu ise 34 bin kişi idi. Kisra’nın sarayları ve hazineleri Müslümanların eline geçmişti. Bu harbte Müslümanlar 2000 şehit verdi

Küfe şehrinin kurucusu Sa’d(ra)’dır. Küfeden önce Medayin’de ikamet ettiler fakat buranın havası sahabelere yaramamıştı. Benizleri saramıştı. Oradan Küfe’ye inmişlerdir. Küfe şehri 40 bin insanın yaşayacağı şekilde inşa edilmiştir. Sa’d (ra)’ın yaptırdığı hükümet konağı 7-8 asır ayakta kalmıştır. Orada yöneticilik yaptığı süre içerisinde ahalisine şevkatli bir anne gibi davranmış, haklarının zerresini bile gözetmiştir.

Sa’d (r.a), Buvat Seferine katılmış, bu seferde Peygamberimizin (aleyhisselâm) sancağını taşımıştır. Hudeybiye antlaşmasında bulunmuş, şahit olarak anlaşmayı imza etmiştir.

Sa’d (r.a), Hazreti Osman(ra) döneminde yönetimden uzak kaldı. Medine yakınlarındaki Akik vadisinde bulunan çiftliğindeki evine yerleşmiş ve ziraatle uğraşmaya başlamıştır. Fitne devrinde hiçbir tarafta teşriki mesai yapmamış tamamen tarafsız kalmıştır. Hazreti Ali(ra) Sa’d(ra)’ın bu durumunu “Sa’d(ra) ile İbni Ömer(ra) iyi hareket ettiler” diyerek tasdik etmiştir.

Hazreti Osman(ra) şehit edildikten sonra kendisine halifelik teklif edenlere Sa’d(ra) şöyle diyordu: ‘Bana, iki gözü, dili ve iki dudağı olan ve şu kâfirdir, şu mü’mindir diyen bir kılıç getirilinceye kadar asla halife olmam.”

Muaviye kendisini davet ettiğinde; “Hayatımda üç kez ağladım Allah Resulu(sav)nün irtihal ettiği gün, Hazreti Osman(ra)ın şehit edildiği gün, şimdide de hakka ağlıyorum.” Ayrıca kendisine müminlerin emiri denmesini isteyen Muaviye’ye “Ben bunu kabul etmem” diye cevap vermiştir

Sa’d (r.a), güçlü bir kişiliğe ve siyasî desteğe sahip olduğu halde, riyaset çekişmelerinin içine girmekten ömrünün son günlerine kadar kaçınmıştır.

Peygamberimiz(sav) “Allahım! Sa’d dua ettiği zaman onun duasını kabul et” diye dua buyurmuş, bundan sonra insanlar Sa’d(ra)ın bedduasından korkar olmuştur. O’nun iki silahı vardı; “mızrağı” ve “duası”.

Sa’d (r.a), hakkında dört âyet nazil olmuştur. Eshâb-ı kirâm arasında en cesur ve kahraman olanlardandır, İslâm binasının sağlam temeller üzerine oturtulmasındaki temel taşlardan birisidir. 270 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Rasûlûllah’dan bir rivayette bulundu mu, artık o meseleyi bir başkasına sormazlardı.

Sa’d(ra), heybetli, orta boyda, esmer tenli, cesur, sözü, özü doğru büyük bir zattı. Çok cömert olup, sadeliği severdi. Çok sevimli biri idi. Allah korkusundan çok ağlardı. Ömrünün sonlarına doğru, gözleri görmez olmuştu.

Sa’d (r.a), 675 yılında ikâmet etmekte olduğu Medine’nin dışındaki Akik vadisinde başı oğlunun dizlerinde iken ağlayan oğluna “Ağlama oğul Allah bana azab etmez ben cennet ehlindenim” dedikten bir müddet sonra kendisinden önce Allah’a kavuşan dostlarının yanına gitmiştir.

Sa’d(ra) son vefat eden muhacirdir.

Cenazesi Medine’ye getirilmiş ve Mescid-i Nebi de kılınan namazdan sonra, Bâkî mezarlığına defnedilmiştir. Vasiyeti üzerine Bedir’de sırtında olan cübbesi ile gömülmüştür.

Allah (cc) Sa’d bin Ebu Vakkas(ra)’dan razı olsun bizleri de Peygamber (sav)’in ve Sa’d bin Ebu Vakkas(ra) şefaatine nail etsin, Amin…

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

Kaynaklar:

1)Sevgi Kutupları

2)Ümmetin Yıldızları

3)Hayatüs Sahabe

4)Ehli Sünnet Büyükleri