Kategori arşivi: Hatıralar

Milyonların Temel Taşları Barla Sıddıkları

Bediüzzaman, Barla’ya sürgüne gönderildiğinde tek başınaydı. Barla’ya gelen kutlu misafirin haberini alanlar ona hizmet için gelmeye başladı. Bir avuç seçilmiş insandı onlar. Bir büyük iman inkılâbını gerçekleştirmek üzere Bediüzzaman’ı Barla’ya gönderen kader, onları da Bediüzzaman’ın etrafına toplamıştı. Bediüzzaman onlara “Barla Sıddıkları” dedi. Bugün milyonlarca insana ulaşan Kur’an hizmetinin temelini onlarla attı Bediüzzaman.

Bediüzzaman Said Nursi, Barla’ya ilk geldiğinde tek başına sürgündeydi. İkamet etme mecburiyetinde kaldığı karakolda, askerler, geceleri uyumayıp ibadet eden bu zatı burada daha fazla tutamayacaklarını anlayarak, onu imam olan Muhacir Hafız Ahmed’in evine “O imam, bu hoca. İkisi iyi anlaşırlar” diyerek gönderdiler.

Bediüzzaman Said Nursi’nin ilk talebelerinden olan Muhacir Hafız Ahmed’in ruhu, misafirle gelen müjdeyi sezmişti. Hanımına “Allah bizim başımıza bir devlet kuşu kondurdu” diyordu.

Barla’ya gelen kutlu misafirin haberini alanlar ona hizmet için gelmeye başladı. Bir avuç seçilmiş insandı onlar. Bir büyük iman inkılâbını gerçekleştirmek üzere Bediüzzaman’ı Barla’ya gönderen kader, onları da Bediüzzaman’ın etrafına toplamıştı.

Dünya şartları itibarıyla bakıldığında, Bediüzzaman ile tanışmaları, onlar için, çileli bir hayatın başlangıcı demekti: Takipler, işkenceler, sorgular, tevkifler, hapisler, gittikçe şiddetini arttıracak ve sonu hiç gelmeyecek baskılar…

Fakat insanın yaratılışındaki cevherleri ortaya çıkaracak şartlar da böyle ardı arkası kesilmeyen sıkıntılar değil mi? Kendi hallerinde kalsalar öylesine yaşayıp gidecek olan o mütevazı insanlar, onca çilelerin arasında bir sadakat destanı yazdılar, yüzyıllara damgasını vuracak bir iman inkılâbının vücuda gelmesine vesile oldular. Bediüzzaman onlara “Barla Sıddıkları” adını verdi.

Ve onlarla geçen yıllarını, hayatının en mesut günleri olarak yad etti. Bediüzzaman, Barla Sıddıkları hakkında şöyle demektedir: “Cenab-ı Hakka şükrediyorum ki, böyle hâlis, muhlis ve başkalara hüsn-ü misal olan sadık şakirtleri Risale-i Nur’a vermiş ki, daimî hakta hulûs ile ve Nur hizmetinde sabır içinde şükrediyorlar. O Meyvecinin civarında, ismini söylemediğim malûm ve çok alâkadar olduğum kardeşlerim, hususan Barla sıddıkları, beni çok defa hayalen eski zamana ve o memlekete celb ediyorlar, Barla ve dağlarında gezdiriyorlar. Ben, onlarla ve o yerleriyle çok alâkadarım, unutmuyorum.

Bugün dünyanın herhangi bir yerinde Risale-i Nur vasıtasıyla bir insanın kalbine bir iman ateşi düştüğü, yahut onun marifetullah ve muhabbetullah dolu bahislerinden bir bahis okunduğu zaman, Barla Sıddıklarının zaferlerine bir zafer daha ekleniyor. Onlar, burada adı geçenlerden ibaret değil elbette. İsimleri bilinen ve bilinmeyen daha niceleri var.

Ruhlarına Fatiha’lar.

Barla Sıddıkları:

Hulusi Yahyagil (Emekli Albay)

(1895-1986)

Birinci Dünya Harbinde, Çanakkale ve Kafkas Savaşlarında bulundu. Üç yerinden yaralandığı Çanakkale’deki günlerini, “Pilav yemeye gider gibi bir hevesle harbe gitmiştik” diye anlatır. Yüzbaşı rütbesiyle Eğirdir’de görev yaparken Üstad ile tanışmıştır. İlmi, irfanı, keskin zekâ ve kavrayışıyla Bediüzzaman’a seçkin bir muhatap olmuş, Risalelerden birçoğu onun soruları üzerine yazılmıştır.

(Santral) Sabri Arseven

(1893-1954)

Eğirdir’in Bedre Köyü imamı. Bediüzzaman’ın, Risale-i Nur talebelerine Hulûsi Bey ile birlikte örnek olarak gösterdiği şahsiyet. Yazılan risaleler, Hoca Sabri Efendi vasıtasıyla yurdun dört bir tarafına dağıtılıyor, tashih için gelenler yine onun vasıtasıyla Üstada intikal ettiriliyordu. Son derece tehlikeli şartlar altında yıllarca devam ettirdiği bu fedakârca vazifesi sebebiyle Üstad onu “Nur İskelesi,” “Santral Sabri,” “Risale-i Nur’un kaptanı” ve “Sıddık Sabri” ünvanlarıyla anardı.

Hafız Ali

(1898-1944)

İslamköy’de dünyaya geldi. Bir yandan imamlık yaparken, bir yandan da talebe yetiştiriyordu. Baskıların en yoğun olduğu dönemlerde bile onun talebeleri hiçbir zaman eksik olmadı. Risale-i Nur’u tanıdıktan sonra ise, meşguliyetlerine bir de Risalelerin yazılması eklendi. Her nefesi Allah yolunda harcanmış bir ömrü Denizli hapsinde şehidlikle tamamladı. Vefatıyla Bediüzzaman’ı en çok ağlatan isimlerden biri, belki de birincisiydi Hafız Ali.

Refet Barutçu

(1886-1975)

Emekli Yüzbaşı. Beykozlu bir “İstanbul beyefendisi.” Sualleriyle pek çok meselenin Bediüzzaman tarafından açıklanmasına vesile oldu; bir kısım risaleler onun sualleri üzerine telif edildi. Eskişehir, Denizli ve Afyon hapislerinde Bediüzzaman ile beraber bulundu. Emekliliğinden sonra Beşiktaş Vişnezade Camiinde imamlık yaptı. Ondan gelen bir mektubun başına, Üstadın eklediği takdim cümlesi şöyle: “Şu fıkra aklen Hulûsi, kalben Sabri, vicdanen Hüsrev hükmünde olan Refet Beyin mektubudur.

Ahmed Hüsrev Altınbaşak

(1899-1977)

Isparta’nın Senirce Köyünde dünyaya geldi. İstiklâl Harbinde savaştı, esir düştü. 1931’de Bediüzzaman’ın hizmetine girdi ve Risale-i Nur’un en önde gelen talebelerinden biri oldu. Üstad ile beraber Eskişehir, Denizli ve Afyon hapislerinde yattı. Özellikle Kur’an hattını muhafaza ve gelecek nesillere aktarma hususunda emsalsiz hizmetlerde bulundu. Bediüzzaman’ın tarifi üzerine yazdığı tevafuklu Mushaf, bugün halk arasında en çok beğenilen hat olma özelliğini koruyor.

Hakkı Tığlı

(1875-1968)

Risale-i Nur’un ilk talebelerinden. Hulûsi Beyin yakın arkadaşı. Eskişehir Hapishanesi’nde Bediüzzaman ile beraber yattı. Lakin o hapis günleri, kendi ifadesiyle, hayatının en mesut günleriydi. Bediüzzaman onun için şu ifadeleri kullanmıştı: “Hakkı Efendiye söyle ki, o da kardeşim Abdülmecid yerinde kendini anlasın ve onun vazifesiyle mükellef olduğunu bilsin.” “Kardeşim, şu gurbet, esaret, yalnızlık vahşetinde Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, sen ve Hüseyin Efendi gibi nurlu dostlarla ünsiyet edip teselli buluyorum.

Muhacir Hafız Ahmed

(1894-1948)

Macaristan muhacirlerinden. Bediüzzaman’ın medresesinin bitişiğindeki Yokuşbaşı Mescidinin imamı. Üstadın Barla’daki ilk ev sahibi. Barla’ya ayak bastığında, Üstad yirmi gün kadar onun evinde misafir kaldı. Hanımı, iki kızı, oğlu ve damatları ile birlikte, Risale-i Nur’a ve Bediüzzaman’a büyük hizmetlerde bulundu. Bediüzzaman, ikâmet etmek üzere evine gönderildiğinde hanımına “Allah bizim başımıza bir devlet kuşu kondurdu” demişti.

Sıddık Süleyman Kervancı

(1898-1965)

Bediüzzaman Barla’ya sürgün gönderildiğinde, onun hizmetine koşan ilk kahramanlardan. Bediüzzaman’ın hizmetine girdiğinde otuz yaşında ve iki kız çocuğu babası idi. Geçimini, tarlasında yetiştirdiği sebzeleri satarak sağlıyordu. Dürüstlüğüyle tanınan ve herkes tarafından güvenilen bir kimseydi. Sekiz sene boyunca Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a fedakârca hizmetlerde bulundu. “Sıddık” ünvanını ona Bediüzzaman verdi. Ankara’da vefat etti; Barla Mezarlığı’na defnedildi.

Şamlı Hafız Tevfik Göksu

(1887-1965)

Üsküdar’da doğdu. Babası Yüzbaşı Hafız Veli Beyin vazifesi sebebiyle yıllarca Şam’da kaldığı için, “Şamlı” lakabıyla anılır oldu. Barla’daki Çeşnigir Camiinde imam hatiplik yaptı. Bediüzzaman buraya sürgün olarak geldiğinde, ona talebe oldu ve kâtiplik yaptı. Risalelerin gerek ilk olarak yazılmasında, gerekse çoğaltılmasında büyük hizmetleri geçti. Eskişehir ve Denizli hapislerinde Bediüzzaman ile beraber yattı. Barla’da vefat etti ve Barla mezarlığına defnedildi.

Bedrettin Uşaklıgil

(1920- )

Öğretmen. Bediüzzaman’ın önde gelen talebelerinden Refet Barutçu’nun üvey oğlu. Bediüzzaman tarafından da manevî evlat kabul edildi. Şu ifadeleri Bediüzzaman onun için kullanmıştır: “Bedreddin’in küçüklüğüyle beraber, büyük talebeler dairesine dâhil etmişim. O, küçüklerin büyüğüdür. Ve inşaallah Cenab-ı Hak onun emsalini çoğaltsın. Bedreddin’in validesine dua ediyorum. Elbette Bedreddin’in hüsn-ü terbiyesinde en mühim hisse onundur. Çünkü onun en birinci üstadı odur.”

Mustafa Çavuş (Güvenç)

(1882-1939)

İstiklal Harbi ve Çanakkale gazisi. Hayatının on sekiz senesi askerlikte geçti. Barla yıllarında Bediüzzaman’ın yakın hizmetinde bulundu. “Harika sadakati” ile Bediüzzaman’ın örnek gösterdiği bir Risale-i Nur talebesi idi Mustafa Çavuş. Uzun zaman yanına hiçbir ziyaretçi kabul etmeyecek olsa, bu kaidenin üç dört istisnasından biri Mustafa Çavuş olurdu: “Kalben rahatsızlığım dolayısıyla, Kurban Bayramına kadar Süleyman Efendi, Şamlı Hafız Tevfik, Abdullah Çavuş ve Mustafa Çavuş’tan başka kimseyi kabul etmiyorum. Affedersiniz, gücenmeyiniz.

Hafız Halid Tekin

(1891- 1946)

Barlalı. Öğretmen ve imam. Risale-i Nur’un telif edildiği yıllarda Bediüzzaman’ın müsvedde kâtipliğini yaptı. Bediüzzaman ondan “âhiret kardeşim” şeklinde söz eder. On Yedinci Mektup olan Çocuk Taziyenamesi, Hafız Halid’in sekiz yaşındaki oğlu Enver’in ölümü üzerine telif edilmiştir. Barla Lâhikasında da Hafız Halid’in Risale-i Nur’u ve Müellifini anlatan bir mektubu yer almaktadır.

Abdullah Çavuş (Yavaşer)

(1892-1960)

Bediüzzaman’ın Barla’daki komşusu. Yıllarca onun en yakın hizmetinde bulunan birkaç kişiden birisi. Denizli hapsinde de Bediüzzaman ile birlikte yattı. Bediüzzaman’ın mektuplarında Abdullah Çavuş ile ilgili ifadelerden, onun, pek az kimseye nasip olacak bir şekilde Said Nursî’ye yakınlığının bulunduğu anlaşılmaktadır.

Muallim Ahmet Galip Keskin

(1900 – 1939)

İlim ve sanat ehli, yüksek ruhlu bir zat. Divan sahibi. Ayrıca çeşitli edebî eserleri var. Barla’da öğretmenlik yaptı. Bediüzzaman ile beraber Eskişehir’de mevkuf kaldı. Bediüzzaman’ın Muallim Ahmet Galip Bey hakkındaki sözleri şöyle: “Bu zat, sadıkane ve takdirkârane, risalelerin tebyizinde çok hizmet etti ve hiçbir müşkülat karşısında zaaf göstermedi. Ekser günlerde geliyordu, kemâl-i şevkle dinliyordu ve istinsah ediyordu.

Abdullah Kula

(1901 – 1987)

İslamköylü Nur Postacısı. Risale-i Nur’un büyük kısmının telif edildiği Barla döneminde, Bediüzzaman ile yurdun çeşitli yerlerindeki talebeleri arasında haberleşmeyi temin eden bahtiyarlardan. Ovalara, dağlara akşam çöktü mü, onun mesaisi başlardı. Çantasını omzuna atar, o dağ senin, bu tepe benim, Barla yoluna koyulurdu. Sabah vakti Üstadına ulaşır, emanetleri teslim eder, namazını onunla beraber kıldıktan sonra istirahate çekilirdi.

Mübarek Süleyman (Köse)

(1898 – 1963)

Çam dağlarında, insanlardan uzakta, uzun tefekkür gecelerinden birinde Bediüzzaman’a misafir olma arzusu düşmüştü Süleyman’ın içine. Bir tepedeki ağacın dalları arasında buldukları bir ekmek için “Bu ekmek bize helâl olur mu?” diye sorması üzerine Üstad “Vay mübarek vay!” demiş, ondan sonra da adı “Mübarek Süleyman” olarak kalmıştı.

Risale-i Nur, kibrit kutularına yazıldı, duvarlarda saklandı

Bediüzzaman’ın “Yaz kardeşim” sözüyle kalemler yazmaya başladı. Dağda, evde, bahçede, yolda… “Yaz kardeşim” sözü üzerine yazmaya başlayan kalemler gece gündüz sessizce yazdı. Sessizce işleyen matbaalar kuruldu köylerde kasabalarda. Yüklüklerin ardında tezgâhlar kuruldu. Bazen hanımlar mum tuttu, beyler yazdı, bazen hanımlı, çocuklu, büyüklü herkes çalıştı. Yazılan Risaleler tashih edilmesi için gizlice müellifine ulaştırıldı. Sonra yüz binlerce Nur Risalesi, gizlice dağıtıldı yurdun her köşesine. Nur santralları arasında postacılar dolaştı. Çantalar sırtlarda gece boyu yol tepildi. Kuş uçurtmayan takip ve baskı altında hiç sekmeyen bir saat gibi çalışıldı.

Bu yıllarda en çok sıkıntısı çekilen şey kâğıt oldu. Kâğıdın değeri daha çok anlaşılıyor bulunmadığında. Risale-i Nurlar sigara kâğıtlarından kibrit kutularına, yırtık defterlerden parmak kadar kâğıt atıklarına kadar yazıldı.

Kâğıdın yokluğu bir sorun, yazılanları muhafaza ise ayrı bir sorundu. Denetim ve baskı had safhadaydı. Bin bir güçlükle yazılan Risalelere yapılan baskınlar sonucu el konuyordu. Hafız Ali, gecesi ve gündüzünü Risalelerin yazılmasına adamış, Bediüzzaman’dan gelen eserleri el yazısıyla yazıyordu. Sıkıntı ve baskılar Hafız Ali’ye bir çözüm yolu geliştirdi; teneke kutular yaptırmak ve eserleri bunlara koyarak duvarlar içine saklamak. Hafız Ali, yaptırdığı teneke kutulara eliyle yazdığı Risaleleri koyarak duvarlara yerleştirdikten sonra kutuların üzerine tekrar duvar ördü. Bir gün gelecek, elbette duvarlar yıkılacak, eserler meydana çıkacaktı.

www.moraldergisi.com

Keramet Dersi

Bediüzzaman Said Nursi’yi Eskişehir hapishanesinde ziyaret eden stajyer avukat Kemal Taner anlatıyor:

“Hapishaneye yanına görüşmeye gitmiştim. Namazı yeni kılmış, tesbih çekiyordu. Elini öptükten sonra kendilerine dedim ki: ‘Efendim, size birçok keramet gösterir, diyorlar. Halbuki ben sizden herhangi bir harikal hal ve vezayit görmedim. Eğer böyle birşey gösteriyorsanız, bana da gösterin, meselâ şu elinizdeki tesbih kendi kendine yürüsün.

“Bediüzzaman tebessüm etti. Bana temsilî şu hikâyeyi anlattı:

“Bir adamın çok sevdiği, sevimli, sevgili bir tek oğlu varmış. Adam bu kıymetli yavrusuna, çok değerli bir hediye almak için, kuyumcu dükkânına götürmüş, Çok çeşitli elmas ve mücevherattan hangisini beğenir ve isterse oğluna alacakmış.

“Mücevherat dükkânında, kuyumcu adam, dükkânı süslemek için; tavana, çok çeşitli renklerde, kırmızı, yeşil, mavi, mor, pembe, sarı her renkte büyük balonlar asmış. Çocuk dükkâna girince mütemadiyen tavandaki balonlara bakarak, ‘Baba ben bu balonlardan isterim’ diye tutturmuş, başlamış ağlamaya. Adam, ‘Oğlum, ben sana çok pahalı ve kıymetli, elmas, mücevher alacağım’ diyormuş, Çocuk ise, ‘Ben balon isterim’ diye ağlayıp duruyormuş. Bu misali bana anlatan Bediüzzaman, sözlerine devamla:

“Ben Kur’ân’ın elmas ve mücevherat dükkânının bekçisiyim, dellalıyım. Ben baloncu değilim. Benim dükkânımda, benim pazarımda, Kur’ân’ın ebedi ve ölümsüz elmasları var. Ben bunlarla meşgulüm. Ben Kur’ân nurunu ilân ediyorum, balonculuk yapmıyorum’ dedi.

“Bediüzzaman’ın ne demek istediğini anlamıştım, yaptığım hareketten dolayı mahçup olmuştum.”

Necmeddin Şahiner – Son Şahitler

Bediüzzaman Said Nursi ve Süleyman Hilmi Tunahan

Süleyman Hilmi Tunahan’ın yakın talebelerinden Mehmed Emre Hocaefendi anlatıyor:

“Sivrihisar’da vazifeye başladığım sırada ziyaretime gelen Emirdağ Müftüsü Mehmet Oral’a iade-i ziyarette bulunmak üzere Emirdağ’a gitmiştim. Bahsi geçen zat beni birkaç gün misafir etti.

“Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin bu ilçede bulunduğunu öğrenince Kur’an Kursu öğreticisi Hafız İbrahim ile birlikte Üstad’ı ziyarete gittik. Bu muhterem zatın ikamet ettiği ev, Kur’an Kursu’nun tam karşısındaydı. Sokak kapısından içeri girince elle yazılmış bir kağıdın kapısının arkasına raptedildiğini gördüm. Ve merak saikasıyla yaklaşıp okudum.

“Üstad’ın ifadesiyle kaleme alınmış bulunan yazıda şöyle deniyordu: “Ben yaşlı ve hasta bir Said’im. Beni ziyaret etmek isteyenler kitaplarımı okusunlar. Böylece daha çok istifade ederler.

“Üstad Hazretlerinin hizmetinde bulunan Zübeyir, bizi görünce aşağı indi ve maksadımızı öğrenince kapının arasındaki kağıdı gösterdi. Ben “O yazıyı siz gelmeden önce okudum. Buna rağmen ziyaret etmek istiyorum. Kabul etmezlerse geri gideriz.” dedim. Yukarıya gidip geldi ve Üstad’ın huzuruna kabul edileceğimizi haber verdi, sevindim.

“Odadan içeri girdiğimizde Üstad, oturmakta bulunduğu karyolanın üzerinde iki dizi üzerine gelerek boynuma sarıldı. Ben de elini öpüp oturdum. Said Nursi Hazretleri kendine mahsus şivesiyle;
“Müftü deyince yaşlı, ihtiyar bir kimse tasavvur ediyordum. Sen gençmişsin. Kimde okudun?” dedi. Ben: “Süleyman Efendi hazretlerinde” cevabını verdim. Bunun üzerine; Üstad, “Ben kendini görmemişem. Fakat manen tanırım. Ulema-i su İslam dininin şerefini ayak altına düşürdüler. Fakat o bunu minarenin şerefesi gibi yükseltti. Onu ve talebelerini okuduğum evradın sevabına ortak kılıyorum.” dedi.

“Pırıl pırıl parlayan gözleri, zekasındaki fevkaladeliği yansıtmaktaydı. Bakışlarındaki maveralara uzanan bir ruh hasleti müşahede olunuyordu. Kemalatını aynelyakin müşahede ederek yarım saat kadar huzurunda bulunduktan sonra duasını ve müsaadesini talep ederek ayrıldım.”
(Mehmed Emre-Hatıralarım.s:55-56-Erhan yay.)

Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur şöyle bir hatıra nakletmektedir:

“16 Eylül 1959 tarihiydi. Bediüzzaman Hazretleri aniden şiddetli rahatsız oldu. Bu rahatsızlığı üç gün devam etti. Gazete okumadığından ve radyo dinlemediğinden hâl-i âlemden haberi yoktu. Üç gün sonra İstanbul’dan Rüşdü Bey isimli talebesi geldi. Onu görünce hemen ahvâl-i âlemden ve İstanbul’da ne olup bittiğinden sordu. O da “Üstadım, Süleyman Efendi vefat etti” deyince, Üstad birden kalkarak “Kardeşim, Şeyh Süleyman mı? Şeyh Süleyman mı?” diyerek dikkatle sordu. “Evet üstadım, Şeyh Süleyman” deyince Bediüzzaman şöyle dedi: “Kardeşim ne zaman vefat etti?” Bu soruya verilen cevap bizi daha da hayrete düşürmüştü. Zira tam vefat ettiği saat Bediüzzaman hastalanmış ve bu manevi elemi hissetmişti. Bediüzzaman, devamla “Kardeşim, Allah rahmet eylesin, Allah rahmet eylesin, mübarek veli bir zattı, mühim hizmetler ifa etti. Allah rahmet eylesin.
(Prof.Ahmed Akgündüz-Arşiv belgeleri ışığında Süleyman Hilmi Tunahan-Osav yay.)

Süleyman Hilmi Tunahan’ın bendelerinden Arif Hikmet Köklü Beyefendi 14.09.2001’de şu enteresan hatırayı anlatmışlardır;

“Bazı kimseler Bediüzzaman Said Nursi aleyhinde neşriyatta bulunuyorlardı. Onların tesirinde kalarak Şeyh Süleyman Efendi hazretlerine “Biz Said Nursi’yi nasıl bileceğiz?” diye sordum. “Bediüzzaman hazretleri Türkiye’de en sevdiğim zattır” dediler. Yanından bir zat çıkıyordu, onu kast ederek “Siz gelmeden önce bir zat gelmişti. Said Nursi hazretlerinin yanından gelmiş ve sohbetinde bulunmuş. Sohbette bizim bahsimiz olmuş. Ayağa kalkarak: “Ne kadar sevap kazanmışsam yarısını Şeyh Süleyman efendiye veriyorum” dediğini bize nakletti. Biz de o zata dedik: “Biz de bu güne kadar sevap ve hayır namına ne kazandı isek hepsini Said Nursi hazretlerine hediye ediyoruz. Bunu kendisine bildirirsiniz.

…Yine Arif beyin nakline göre Süleyman efendi şöyle buyurmuş: “Said Nursi’ye makamını bizzat Resulullah vermiştir. En yüksek dereceye çıkmıştır. Hz. Allah’ın ilham ettiği şekilde yazacak, onun hizmeti de öyle…”

…Halen Hollanda’da bulunan Abdullah Tekin Hocaefendi de şöyle bir hatıra naklediyor: ‘Risale-i Nurları okumakla birlikte çeşitli hocaefendilerimizden dersler de alıyorduk. Hacı Süleyman efendiden de uzun zaman ders aldık. Merhum bizim Nurlarla irtibatımızı biliyordu. Bir gün yakın talebelerine; “Bediüzzaman Hazretlerinin talebeleriyle aranızda zerre miktar bir ihtilaf çıkarırsanız huzur-u ilahide iki elim yakanızdadır… Abdullah evladımız iki yerden feyiz alıyor. Bediüzzaman hazretleri o vazife ile tavzif edilmiş, biz de bu vazife ile tavzif edilmişiz.” buyurdu.

Kaynak: cevaplar.org

Dünya Savaşı’nı Gören İhtiyardır!

Balkanlarda yaşadığım bazı hadiseleri NurNet okuyucuları ile paylaşacağım:

Evet, Üstad Bediüzzaman: “Cihan Harbini Gören İhtiyardır” Demesi ile İhtiyar olduğumuzu ispat ediyor. “İhtiyarların tecrübesinden istifade etmek lazım“: Düsturunun yazımıza tevafukunu  eklersek, yaşadıklarımızdan bir şeyler anlatmak lazım.

Yazıma başlamadan: Allah memleketimizi ve âlem-i İslamı böyle durumlara düşmekten muhafaza eylesin. İkinci cihan harbini yaşayan biri olarak Balkanlarda yaşadığım bazı tecrübe ve bilgileri kardeşlerle paylaşmakta fayda görüyorum:

Her ne kadar ikinci dünya savaşı zamanında yaşım biraz küçük idi ise de, yaşlı adam gibi hadiseleri hatırlıyorum.

Alman, Bulgar ve Yugoslavya’nın partizanlarından oluşan üç düşman kuvvet, yaşadığımız kasabacığı bomba ve tüfekler ile biri diğerine saldırarak, savaşlar oluyordu. 24 saatte onlardan biri ötekileri kovalayıp kasabamızı istila ediyorlardı. En son Bulgarlar, Kasaba sakinlerini okul meydanına toplayıp insanlardan bazılarını halkın önünde öldürüyorlardı ve Bulgarca halka: “Hepinizi sabun yapacağız” diyerek halkı korkutuyordu.

Onlardan bir subay Bulgaristan Türklerinden olup imanından gelen merhametle,  bize Türkçe “korkmayın, sizleri şimdi salacayız” diyerek bize gayret veriyordu. Ama onlardan çoğu Bulgar gavuru olduğu için, biz okul meydanında iken  evlerimizdeki eşyaları yağmalamışlar. Eve döndüğümüz zaman sandıklardaki eşyaları bile alıp götürmüşler. Bu sırada dellallarla evlerimizi terk etmeyi emredip evlerimizi yakacaklarını ilan ediyorlardı. Zavallı bizler canlarımızı kurtarmak için elimizde hiçbir eşya alamamak şartı ile uzak köylere gitmeye mecbur olduk. 4-5 ay dışarıda kaldıktan sonra perişan evimize döndük.

Bunu de anlatayım: Bulgarlar bize zulüm yaptılar ama Almanlar yapmadılar. Müslüman olduğumuzu öğrenince: “Müslümanlar iyi insanlardır” manasında (Muhammedan guut) diyorlardı.

Balkanlarda II. Cihan Harbinden Sonraki Hal ve Sosyalizm İdaresi

Savaştan sonra başımıza çok kurnaz Hırvat asıllı Mareşal Tito isminde bir lider geldi. Komunizmden biraz daha yumuşak bir idare olan sosyalizmi kendine idare sistemi olarak benimseyen Tito’nun idaresinde kanun, kâğıtta değil, harfiyen tatbikatta idi. Ülke 7 federalden oluşuyordu: Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Karadağ, ve Makedonyadan oluşuyordu. 12 milletten oluşan Yugoslavya devleti her millete kendi dilinde okul açmaya kadar eşitlikle idare etti. Bu sebepten dolayı, çoğu devlet Tito’yu makbul bir şahsiyet olarak biliyordu. Amma Tito, zavallı halka, özellikle genç nesillere, okul eğitiminde dinsizlik propagandası yaptı.

Kurnaz dedim, evet yaşlılara hiç dokunmadı, camileri kapamadı. Hacılar, hocalar dışarıda sarıkla geziyordu, isteyen ve parası olan hacca gidebiliyordu. Fakat 1948’de dini tedrisati yasat yerleri olan mektepleri kapadı, ta 1959’a kadar öyle devam etti. 1959’de camilerde hocalar, çocuklara kitapsız din dersi verebildi, 4-5 sene öyle devam etti. Ondan sonra: “Camilerde hocalar kitapla ders verebilir” izni devletten geldi. Öte yandan okullardaki öğretmenlere “dikkatli olun camide din dersi almaya giden çocukların notlarını kırınız” dedi ve böylece istikbalin teminati olan gençlerin manevi dünyalarına çok zarar verdi. Şöyleki:

Mareşal Tito, her zaman halka hitab edeceği sırada konuşmalarına “Genç kızlar ve genç erkekler” sözleri ile başlardı. Yani yaşlıları kale almazdı. İdareyi sağlam ele alınca “Kolektif” sistemini uygulamaya başladı, Yani halk, beraber çalışacak, tarlaları beraber ekecek, beraber biçecekler, herkese yetecek kadar buğday verilecek. Fakat bunu uygulayamadı bıraktı.

Sonra 10 hektarın üzerinde arazisi olandan alıp, daha az arazisi olana verdi ve merhametten mahrum olan, âileden kopuk asaletsiz kimseleri alıp muhtar, mahalle azası ve ispiyonluk gibi vazifeyi onlara verdi. Yani böyle şerefsiz kimseleri idare makamına yükseltmekle, şerefli insanların sesini kesti.

Sonra devletine gelir sağlamak için buğdaydan, sığır hayvanların etinden, sütünden, tavuktan, tavuğun yumurtasından vergi aldı. Halk evleri yapmak için ormanda ağaçları olandan vergi aldı. Gerçi dükkanlar çok az  değildi, ama evin ihtiyaçlarını gidermek için, memurlara “Taçka” ismi ile bir çeşit kupon, zavallı köylülere et, yumurta, buğday gibi ürünlerden alabilmeleri için “Bon” adında başka bir çeşit kupon verildi.

Evet bugün gibi hatırlıyorum, küçük bir ineğimiz vardı, 157 litre süt vergi götürmüştüm. Sıkı isen içine azıcık su kat, kendini hapishanede bulursun. Ve daha önce anlattığım, gibi savaştan çıplak çıktık. Çok zaruri ihtiyaç içindeyken, içine saman koyup bir yatak yapmak için, bir beyaz astar için 10 adet tavuk ve 60 adet yumurta vermiştim. Bu bilgiler Allah’ın verdiği bol nimetlere daha çok şükretmemize fayda sağlar tahmin ediyorum.

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.Orgwww.AlbNur.com

Said Nursi’nin Rusya Macerası

Editörün Notu: Bu sayfada Üstad ile ilgili ilk defa ortaya çıkan fotoğrafı diye bir haber vardı ki biz Üstad olduğuna kani değiliz demiştik, okuyucularımızdan gelen istekler üzerine haber metnini kaldırdık sadece hatıra kısmının kalmasını arzu ederek yazımızı devam ettiriyoruz.

Bediüzzaman Said Nursi 1. Dünya Savaşı yıllarında doğu cephesinde gönüllü alay komutanı olarak hizmet eder. Savaş esnasında yaralanıp 2,5 yıl Rusya’da esir kalır. Kosturma’daki esaret günlerinde bir gün Rus Orduları Başkumandanı Nikola Nikoloviç kampa gelir. Bediüzzaman ayağa kalmaz. Bunun üzerine idam cezasına çarptırılır. Bediüzzaman son arzu olarak namaz kılmak ister. Rus komutan ve askerlerin şaşkın bakışları arasında namaz kılar.

BEDİÜZZAMAN’IN TARİHÇE-İ HAYAT KİTABINDA ŞU ŞEKİLDE GEÇMEKTEDİR:

Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında, Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki tanımamıştır diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercüman vasıtasiyle der:

– Beni herhalde tanımadılar?

Bediüzzaman:

– Tanıyorum, Nikola Nikolaviç’tir.

Kumandan:

– Şu halde Rus ordusuna, dolayısiyle Rus Çarına hakaret ediyorlar.

Bediüzzaman:

– Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenab-ı Hakkı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam etmem, der.

Bunun üzerine Bediüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zabit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahîm neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.

Fakat Bediüzzaman:

– Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir, deyip kemal-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet vermez.

Nihayet idamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, namaz kılmak için müsaade ister; vazife-i diniyesini ifadan sonra, atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Tam bu esnada, namazını eda ederken, Rus kumandanı gelerek, Bediüzzaman’dan özür dileyip:

– O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz Diyerek verilen idam hükmünü geri aldırır. (Tarihçe-i Hayat sayfa 114)

BEDİÜZZAMAN’LA BERABER ESİR KAMPINDA BULUNAN ALİŞAN SOYLU HADİSEYİ OĞLU GÜLCEMAL SOYLU’YA ŞU ŞEKİLDE ANLATMIŞTIR:

Babam Alişan Ağa, Bediüzzaman’ın, Kosturma esir kampını teftişe gelen Rus Başkumandanı Nikola’ya ayağa kalkmama hadisesinde oradaymış, her şeyi bizzat görmüş. Bize ağlayarak şunları anlatırdı:
“Çok esir vardı kampta. Bir gün bir komutan geldi… Ama biz kim olduğunu bilmiyoruz… “Dikkat!” diye bir komut verildi; herkes, hepimiz ayağa kalktık… Bir tek kişi hariç… Bediüzzaman… Sonradan kim olduğunu öğrendiğimiz Rus Başkumandan Nikola bunu gördü. Hemen bir tercüman çağırtıp, ‘niçin ayağa kalkmadığını’ sordu. Bediüzzaman, “Tazim Allah’a olur” diye cevap verince; Nikola, kurşuna dizilmesini emretti. O’na ölüm emri verdiği zaman biz çok korktuk. Ölüm mangası da hemen hazırlandı. Sonra namaz için izin istedi Bediüzzaman. Namazını kıldı ve hemen çabuk çabuk geldi. Komutan: “İdam olunacağı zaman ağırdan alınır, sen çabuk geliyorsun?” diye sordu tercümanla. Bediüzzaman umursamaz bir tavırla: “Rabbime kavuşmak için çabuk geliyorum” dedi. Bu ihlas, komutanı çok etkiledi ve insafa getirdi… İdamı kaldırdı ve özür diledi.”
Babam, Kosturma esir kampında 2,5 sene Üstadla beraber kalıyor. (Ömer Özcan Ağabeyler Anlatıyor-3 sayfa 95)