Kategori arşivi: Yazılar

Çoktan Beklenen Kahraman

ÇOKTAN BEKLENEN KAHRAMAN

Tarihte kimse gördü mü böyle bir kahraman?

En hunharlara karşı gelsin, gitseydi de can?

Şüphesiz ki bu zattır Üstad Bediüzzaman,

Gelin bunun cesaretinden hisse alalım,

Gafletten uyanıp, zamanıdır ayılalım.

 

Kur`ana ayna oldu Nurların müellifi,

Beşeri kurtarmaktı onun ana hedefi,

Mahkemede susturabildi hâkim le şefi,

Evet, bu zatın peşine bizler de koşalım,

Allah’ı memnun edinceye kadar coşalım.

 

Budur fesadı ümmet vaktinde beklenen zat!

Ona talebe olabildiysen, endişeni at,

Sonra mânen yükseleceksin çıkarsın kat kat,

Gelin bizde imanımıza kuvvet katalım,

Şer ve şerirlerden kurtulup mahfuz kalalım.

 

Bu zata hayran kalıyor birçok mütebahhir,

İmanı şübehattan kurtarabilen mahir,

O imana kuvvet kattı gizli değil zahir,

Gelin bu davaya bizde sarılıp duralım,

Günlümüzde Risale-i Nurdan taht kuralım.

 

Bu zat engel olmuş idi birçok kargaşaya,

Mukni cevap verebilmişti Hurşit paşaya,

Korkmadan dedi, zalime cehennem yaşaya,

Evet gelin bu zata bizde sahip çıkalım,

Kalbimizdeki eneyi Nurlarla yıkalım.

 

Bu zat düşmanlara karşı fikriyle savaştı,

Dahilde azılı dinsizleri müthiş sarstı,

Dine karşı olan zındıkların sesini kıstı,

Gelin can dostu bu zata içten sarılalım,

Günlümüzde Nurlardan âbideler kuralım.

 

Evet son asırda bu zatın ilmine yok eş,

Hilafetin bittiği yerde parlayan güneş,

Onun nuru tek taraf değil, ciheti şeş,

Gelin kaybettiklerimizi biz de bulalım,

Çok eğri yollardan rahatlıkla kurtulalım.

 

Rahat ol Üstadım Nur’lar her yerde parlıyor,

Nur eserleri bütün âleme yayılıyor,

Muannitlerden başkası severek okuyor,

Okuyunca iç alemine ışık sokuyor

Kalbi siyah olanlar yanaşmıyor korkuyor.

Nisan 2004 Abdülkadir Haktanır

 

NURUN SEÇKİN KADROSUNUN PEŞİNE KOŞALIM GEL!

Nurun seçkin kadrosunun peşine koşalım gel,

Bu davadan paye için onlara verelim el,

Bu fitne fesat zamanda bizi de almasın sel,

O kervanın yardımına, beraber koşalım gel,

Nurlarla şevk ile biz sımsıkı sarmaşalım gel.

 

Bu asilzadeler Kelamullah’ın hadimleri

Elde sağlam iman ile koşuyorlar ileri ,

İman ve Kur’an’a bunların örnek hizmetleri,

Onların yardımına hep beraber koşalım gel,

Bunlara aşk ve şevkle bizlerde sarmaşalım gel.

 

Nurdaki haz ile, lezzetlere yan bakıyorlar,

Billur gibi parlak, nur havuzuna akıyorlar,

Can simidi olan nurlarla yatıp kalkıyorlar,

O kervanın yardımına beraber koşalım gel,

Nurlara aşkla sımsıkı bizde sarmaşalım gel.

 

Onlarda ötekiler gibi insan, fakat farklı,

Nurları okursan göreceksin ki onlar haklı,

Hayatlarında açık görünüyor değil saklı,

Onların yardımına hep beraber koşalım gel,

Nurlara aşk ve şevk ile bizde sarılalım gel.

 

Hemcinslerini kurtarmaya koşuyor bu kervan,

Çünkü onların şefkati galip, durmazlar bir an,

Nurdaki hakikatlerle oluyorlar hırz-ı can,

O kervanın yardımına bizler de koşalım gel,

Nur yolunda onlara sımsıkı sarmaşalım gel.

 

Gençleri kurtarmak için peşlerine koşarlar,

Allah rızasını kazanmaya şevkle coşarlar,

Bu mübareklere gıpta ile herkes şaşarlar,

Onların yardımına hep beraber koşalım gel,

Nurlara şevk ile biz sımsıkı sarılalım gel.

 

Bunların pâk gayeleri güneşler gibi parlar,

Bütün duygularını Nurlardan haleler kaplar,

Melekler fetebarekâllah diyerek alkışlar,

Bu kervanın yardımına beraber koşalım gel,

Nurlara şevk ile biz sımsıkı sarmaşalım gel.

 

Bu gençler çelik gibi imanı aldılar Nurdan,

İdeallerine koşarlar, anlamazlar dur dan,

Ahirete göz dikenler, haz alır mı buradan,

Bunlara bizlerde durmadan destek verelim gel,

Nurlara can ve gönülden sıkı sarılalım gel.

 

Gün geçtikçe çoğalıyorlar bu Nurlanmış gençler,

Yolunu kaybedenler onları bulup ilerler,

Onlarla kaynaşırlar konuşurlar ve gülerler,

Onlara biz de yardım edelim durmayalım gel,

Nurlara şevk ile biz sımsıkı sarmaşalım gel.

 

Bunlar, Nur’lara feda olmayı, bir borç bilirler,

Ücrette yoklar amma, hizmete koşar gelirler,

Beni kurtarın diyenlere hemen el verirler,

Biz onların yardımına beraber koşalım gel,

Nurlarla aşk ve şevk ile bizde sarmaşalım gel.

 Mayıs 2004 Abdülkadir Haktanir

Kalbin kimin evi?

Allah sevgisi enfüsi bir şeydir; ruha aittir. Ölçülüp tartılamaz. İman, intisaptır; Allah’a itaat etmektir.

Her Müslüman “Ben Allah’ı ne kadar seviyorum?” sorusunun cevabını, “Ben Allah’a ne kadar itaat ediyorum?” sorusuna verdiği cevapta aramalıdır. İşte imanımızın ölçüsü bu mukayese ile anlaşılır. Ateş bizim hizmetkârımızdır, yanlış kullanırsak yangın çıkar. İşte her duygunun iki yönü vardır, biri rahmanî, diğeri şeytanî. Necip Fazıl şöyle diyor:

Ben neyim ve bu hal neyin nesi?

Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi?

İslam alimleri putçuluğu şöyle hülasa etmişler: İnsan neyi çok severse o, onun putu olur. “Ben neyi çok seviyorum?” İşe buradan başlamalı. Çünkü ilk adımımız, bize varacağımız menzili gösterir. İslamiyet insanlara emanettir. Bu emanete kim ne kadar sahip çıkarsa Allah da o kuluna o kadar sahip çıkar. Bütün dünya kâfir olsa, bir mü’min tek başına kalsa onun vazifesi yine İslamiyet’i yaşamaktır. İslamiyet’i yaşamak ve tebliğ etmek için hiçbir peygamber ordu, hazine, devlet vs… istemedi. Mevlânâ, Moğol istilası içinde İslamiyet’i yaşarken, İmam-ı Rabbani Hindular içinde tebligatını yapıyordu. 1884’te dünyaya gelen Ömer Nasuhi Efendi, tarihin en karanlık günlerinde yoksulluk, savaş, göç, istila içinde; Said Nursi, Abdülhâkim Arvasi, Süleyman Hilmi Tunahan gibi Cumhuriyet’in kurulduğu devirlerde her türlü zorluğa rağmen İslamiyet’i var güçleriyle yaşadılar ve anlattılar. Yalnızlığın ve maddi imkânsızlığın içinde Allah’ın rızasına erişmeye çalıştılar… La ilahe illallah diyen kimse Allah’ı sevmeli, Allah’ı sevenleri sevmeli, Allah’a itaat etmeli, Allah’a itaat edenlerle birlik ve beraberlik içinde bulunmaya çalışmalı. Bir kere la ilahe illallah deyip, bin kere düşünmeli: Neler ilah olmuş? İnsanlık tarihi boyunca neler ilah yapılmış? Bu hatalara yeniden düşülemez mi?

Herkes erken kalkabilir; amma ne için?

Herkes çalışabilir; amma ne işte?

Herkes yiyip içebilir; amma helal mi haram mı?

Elbette gübrenin bol olduğu bahçelerde güller de vardır. Herkes yerini bilmeli ve tayin etmelidir.

Kalp sadece kan pompası değildir. Hakikatlerin merkezi, imanın mahalli, kâinatı kuşatan sevgi ve arzuların dolduğu yerdir. Sevgiler Allah için olmadıkça o kalp hastadır. Kalp doktoru, kalbin manevi hastalığını da bilip tedavi edebilseydi, tıp insanlığa daha büyük hizmetler ederdi. Çünkü insanı ebedi hüsrandan kurtarıp sonsuz saadete erdiren; imanlı kalptir. Bu durumda herkes kalbine kulak versin; “Kalbim kimin evi? Oraya kimleri kimleri buyur ettim?

Yıllarca ibadet eden bir mümin bazen kendisinde boğulabiliyor. Kendine dost olmayanlar başkalarına dost olamıyor. Manevi yolların karıştığı şu devirde ilmiyle amil olan insanları manevi trafik işaretleri gibi görmeli… Faziletimizi artırmanın yolu, Allah’ı sevenlerle beraber olmaktan geçer. Hiçbir şey kararında kalmıyor. Maddi manevi her şey bir başka alemden dünyaya geliyor. Dünyadan bir başka aleme gidiyor. Gidenler bize veda etmeden gidiyor. Her giden, sevgi bağlarını koparırken canımızı yakıyor, üzülüyoruz. Bu sebepten herkes sevdiği şeyleri hayal etsin. Ne kadar çok şey seviyorsak gelecekte o kadar üzüntümüz olacaktır.

Eskiler “ya Baki ente’l-Baki” diye zikrederlermiş. Yani Baki olan sadece Allah’tır. Gerisi hep fani. Beka isteyen ruh, Baki olan Allah’ın emrine girmelidir. O zaman o da saadet-i ebediyede beka bulur…

Hekimoğlu İsmail / Zaman

Sani’ kelimesinin uçsuz bucaksız ummanında…

Bediüzzaman’ın gözü, baktığı şeyin

         sanat niteliklerini okuyan bir

         zenginliğe sahip.

Eserlerindeki güzellik mülahazalarını okuyunca onun bir nesneye veya olaya baktığında onun estetik duruşunu, temasını, geometrisini, armonisini ve daha birçok estetik esasa göre baktığını estetik okuyanlar bilir.

Bir şeye estetik olarak bakamıyorsa insan onun için o şeyin değeri yok gibidir. İnsan gözü “güzelliğin bütün meratibini fark eden insan gözü”dür.

Bediüzzaman’ın burada anlattığı göz eğitimli gözdür, yoksa her göz güzelliğin bütün mertebelerini göremez. Ama onun gözü gerçekten güzelliğin bütün meratibini görecek bir derinliğe sahip.

 Nedir bu güzelliğin bütün mertebeleri işte orası bizce meçhul ama ona malum, eserlerindeki güzellikler bahsi onun nasıl her şeye çok yönlü bakacak derinlikli ve arkasında büyük bir dini, ilmi, estetik, bir muhayyileye ve havsalaya sahip olduğunu gösteriyor.

Bediüzzaman çok derin bir insan ama biz onu derinliksiz okuduğumuz için benim şahsi kanaatim gelişmiyoruz, belli bir limitin üstüne çıkamıyoruz.

Antika Sanatın Bir Milyon Kıymeti Var

Mesela sanat hakkındaki şu yorumları sanat felsefesinin temel argümanlarındandır:

 “İnsanların sanatları içinde nasıl ki maddenin kıymeti ile sanatın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazen müsavi bazen madde daha kıymettar, bazen oluyor ki beş kuruşluk demir gibi  bir maddede beş liralık bir sanat bulunuyor. Belki bazen antika olan bir sanat  bir milyon kıymet aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte öyle antika bir sanat  antikacıların çarşısına gidilse, harika-pişe ve pek eski hünerver sanatkârına nisbet ederek o sanatkârı yadetmekle ve  o sanatla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır, eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.” (Sözler)

 Bediüzzaman her zaman sanat için de geçerli olan genel sanat felsefesi bulur ve onu bağımsız anlatır, daha sonra onun anlatmak istediği asıl konuya getirir.

Cumhuriyet döneminde bir hikâye vardır, bir halı parçası bir evde odada bir süre durur, daha sonra kapının önüne paspas oluncaya kadar gider. Birgün bir eskici bunu basit bir parayla alır. Aile birgün güzelsanatlar müzesine gider, cam bir muhafaza içinde o halı parçasını görürler. Selçuklu dönemi halısı diye bahası anlatılmaz bir ilan görürler, olmadık şekilde üzülürler.

 Bediüzzaman her şeye onun sanat değerini anlayacak şekilde bakar.

 Nesnelerden Allah’a giden yolları, ama sanata açık kapılardan, bütün eserleri olay ve nesnelerin özellikle Allah’ın sanatlarının değer felsefeleriyle doludur.

 Bir cemaat Bediüzzaman’ın derinliğine dalmalı ve onu topluma açmaya çalışmalı.

Onun Sani kelimesi ile yapmış olduğu iki yüz otuz kadar cümle ve otuz üç Sani ile oluşan Allah’a dönük esma ve çok derinlikli okumalardır.

O her şeye sanat değeri ile bakar, bu yüzden bulduğu tabloyu, levhayı anlatır ve arkasından esmanın mührünü, sani kelimesinden doğan mührünü vurur ve onu Allah  adına keşfeder ve mühürler.

Bediüzzamanın Eşya, Olay ve İnsan Okumaları

Bediüzzaman sanat eserleri müzesinde gezer hergün onun tabiat dolaşmaları bu eser mütalaasıdır. Çok ayrıntılı tahliller yapması eşyaya çok yakından baktığını gösterir. Gözünün arkasında büyük bir okyanus birikimi vardır, bu birikim estetik açıdan bilgi ve görselliktir, ilim açısından ise müktesebattır. Her ikisini birlikte kullanınca çok daha farklı şeyler görür. Bu ayrı bir konu.

Bediüzzaman eşya, olay ve insan okumalarında okuduğu görüntü veya levhayı, tabloyu, azameti, heybeti, yaratmayı o görüntüye uygun esma ile etiketler ve ona göre kurduğu esma terkipleri ile esma okumalarını müşahhaslaştırır.

Risale-i Nur’da en çok zikredilen esmalardan biri Sani esmasıdır,

Sani yarattığı şeyi sanatlı olarak yaratan demektir.

Halık yaratandır, ama Sani yarattığı şeyi güzel, geometrik, biçimsel bir şekilde tasarlayan, düzenleyen sanatkâr bir ilah demektir.

Bediüzzaman’ın Sani ismiyle kurduğu esma terkiplerine bakalım.

 Sani-i Vahid (15), Sani-i Vahid-i Ehad (3), Sani-i Hakîm (109), Sani-i Zülcelâl (121), Sani-i Ehad-ı Samed (1), Sani-i Zülcemal (17), Sani-i Hakiki (1), Sani-i Kainat (4), Sani-i Adl-i Hakim (2), Sani-i Mevcudat (1), Sani-i Külli Şey (1), Sani-i Alem (17), Sani-i Kerim-i Rahim (1), Sani-i  Kerim (3), Sani-i Kadir (12), Sani-i Hayy-ı Kayyum (2), Sani-i Mukaddes (1), Sani-i Hakem-i Hakim (2), Sani-i Kadim-i Zülcelal (1), Sani-i Hayy-ı Kayyum (1), Sani-i Semi-i Basir (1), Sani-i Alim-i Zülcelal (1), Sani-i Sermedi (2), Sani-i Kadim-i Ezeli (1), Sani-i Musavvir (1), Sani-i Hakim-i Müdebbir (1), Sani-i Kadim (2), Sani-i Ezeli (2), Sani-i Ebedi (1), Sani-i Fail (1), Sani-i Zişuur (1), Sani-i Fatır-ı Baki (1), Vacib ül Vücud Sani (1).

En çok kullanılanlar Sani-i Hakim, Sani-i Zülcelal, Sani-i Zülcemal.

 En çok iki esma terkibini kullanmış; Hakim ve Zülcelal. 230 adet Sani ile cümle kurmuş, her biri başka bir görüntünün okunmasından sonra etiketlemek olmuş.

 Azamet ve heybet sahibi sanatlı yaratıcı görüntü en çok onun dikkatine çarpmış, daha sonra hikmetleri gözeterek sanatlı yaratanı kullanmış.

Daha sonra  da cemal sahibi sanatlı yaratan terkibini kullanmış.

Demek Bediüzzaman sanatlı bakmış çok şeye, onun bakışına sanatkar bir ilahın farklı icad tabloları hakim. Yapılanı zikrederken esmayı zikretmeden o tabloyu biçimlendirmemiş, ifade etmeden önce gördüğü şeye uygun esmayı kullanıyor, ifade onunla su yüzüne çıkıyor. Eğer bunları kullandığı cümleleri tahlil etsek ortaya büyük bir kitap çıkar, sanatlı levhaların ilahının yarattıklarının Bediüzzaman tarafından yapılan okumaları.

  İdrak-ı maali bu küçük akla gerekmez

  Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez

Bediüzzaman’ın bakışının arka planı ne kadar azametli.

Bir okyanus gizli  gözlerinin arkasında, o okyanustan iki göz dış dünyaya bakıyor. Bir esmadan bu kadar tablo, ya diğerleri…

 Mesela Sani-i Zülcelâl ile ilgili kurduğu 121 cümleyi, paragrafı okuyup celalli, azametli ve sanatlı yaratıcının fiillerini, yansıyan büyüklüklerini hem de sanatlı anlatmak istedim ama çok zor bir iş, bir gün onu da yaparız.

Diğerleri de ayrı şeyler,

Sani-i Hakim de öyle yaptığı her şeyi hikmetli ve sanatlı yaratan bir ilah demek, bu da yüzü aşkın cümleye neden olmuş, Sani-i Hakim diye  bir bahis olabilir.

 Bu kadar akademik adamı bir araya getirip gerçekten bir akademi kurmak gerekir, böyle bir büyük organizatör olmalı artık klasik nur talebeliği kavramına yeni daireler ilave etmeliyiz.

Söylüyorum ama anlayan kim? Yazdığım yazıların takdir etmesini bilen yok mu? Hayır yok değil ama o bahislerde tuzu olmayan insanlardan, “çok güzel olmuş”un dışında yorum alamayız.

 Aslında benim yazılarım bir mektep, bir eğitim aracı.

Anlayan anlar, anlamayana ne diyeyim. Onların da çok ciddi değerlendirildiği konusu bir başka konu!

 Dinin, etnik bakışın, teorik hazımsızlığın, ben yaparsam olur, başkasına yok, tenbeli suçla, çalışkanı perdele mantığı kimseyi mutlu etmez, nice dehalar mezarlarda yatıyor, eğer doğru eğitim alsalardı, şimdi neredeydiler. Bunu İngiliz şairi Schelley söylüyor.

 Bu küçük yazı çok yorucu bir tarama ile oldu, 2250 cümleyi taradım ve alınması geleni fişledim ve daha sonra bu sonuçlara vardım. Bu sonuçlar daha da genişleyebilir.

 Rabbimizin esması üzerine derinleştiğim için  inanılmaz sevindim.

Bana bilimi sevdiren Zattan Allah Razı olsun.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Bir Selam Ver Ama Selam Olsun

Bir mekâna giriyoruz veya bir tanıdığa rastlıyoruz ve ilk kelamımız ne oluyor genelde? Muhtemelen su kelimeler dökülür dilimizden: “Selaaam, günaydın, hayırlı sabahlar, iyi günler, iyi akşamlar veya selam aleykum”. İşte en geç bundan sonra bir klasik selamlaşmanın getirdiği samimiyetsiz konuşma geçer tanıdıklarımızla: “Nasılsın? —İyiyim, sen nasılsın? Bende iyiyim!

İster iyi olun ister kötü, cevabımız hep aynı olmuyor mu? Belki de dertleşmeye ihtiyacımız var ama çoğunlukla klasikleşmiş bir selamlaşma ve konuşma yapıyoruz ki, bu samimiyeti ve güveni sarsıyor ve açık konuşamıyoruz. Bu konu her ne kadar önemli ise de başka bir bahis olduğundan girmeyip “selamlaşma” konusunu ele almak istiyorum.

Dinimizde selamlaşmanın hükmü

Selam vermek sünnet, selamı almak ise farzdır. Selam veren sünnet sevabı aldığı gibi, karşısındakine de farz işlettiği için onun kadar sevap alıyor. Selam veren kişinin unutmayacağı şey selam vermenin sünnet olması ve o kimseye duada bulunduğudur. Bu niyet ile verilen selam o kişiye sevap kazandırır. Sünnet olduğu unutulup, alışkanlık haline gelmişse ve şuursuzca selam verilirse, sevap olmaz. Yaşadığımız ahir zaman olması hasebiyle sünnetlere daha da sık sarılmamız gerekir. Hadisi Serifte Resulullah efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Ümmetimin fesada düştüğü bir zamanda, sünnetime sımsıkı sarılan şehit sevabı kazanır.” (Taberani)

Ayrıca unutmamak lazım ki, müslümanın müslüman üzerinde olan hakları vardır. Buharide geçen bir rivayette efendimiz, “müslümanın müslüman üzerindeki beş haktan biri de selam vermektir” dediğini unutmamalıyız.

Selam’ın anlamı nedir?

Selam, emniyet, huzur, selamet, sağlık, barış, rahatlık, iyi netice, kurtuluş gibi manalara gelir. Selam vermek, bir kimseye yapılacak en güzel duadır. Selam, (Ben müslümanım, benden sana zarar gelmez, selamettesin) manasına, selamet üzere ol, müslüman olarak öl manalarına da gelir. Bu sebeple dinimizde selamlaşmanın önemi büyüktür. Müslümanların yanına girerken, çıkarken, karşılaşınca, ayrılırken mutlaka selam verilmelidir! Bu husus müslümanlar arasındaki sevgiyi pekiştirmeye vesile olur.

Selamlaşmanın önemi

Selam vermek o kadar önemlidir ki, biriyle karşılaştığınızda veya telefonda konuşmak istediğinizde, kelam etmeden yani konuşmaya başlamadan önce selam vermek lazım gelir. Bunu bize Resulullah’ın şu hadisi şerifi bildiriyor: “Selam vermeden söze başlamayın. Selam vermeden konuşana cevap vermeyin.” (Hakim)

Mümin evine girdiğinde ev halkına selam vermeli. Eğer evde kimse yoksa “Esselamü aleynâ ve alâ ibadillahissalihin (Allah’ın selamı bizim ve Salih kulların üzerine olsun)” demelidir. Unutmamak lazım ki müslümanın evinde rahmet melekleri bulunur. Böylece hepsine selam vermiş oluruz. Bu durumun bize nice faydaları vardır ki şöyle: “Evine girerken selam veren, Allah’ın himayesinin garantisi altındadır.” (Ebu Davud)

Özet

Son olarak bir konuya daha değinelim. Selam’ı yaymak ve selamlaşmanın önemin sebeplerinden biri de “Selam “ Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinden biri olduğudur. Kuranı Kerimin on iki yerinde Allahu Teâlâ mümine selam verdiğini tespit edebiliriz. Selam’ı yaymak Allah’ı razı eden bir amel olduğunu Peygamberimiz bize bildirmektedir. Daha önce belirttiğimiz gibi selamlaşmak müminler arasındaki muhabbeti arttırdığı gibi selam vermeyenler cimri olduğunu belirten bir sürü hadisi şerif vardır.

Günaydın, iyi günler, hayırlı sabahlar, iyi aksamlar gibi kelimelerin hiç biri, müminler arasındaki selamlaşma ameliyle denk değildir. Bu kelimelerin bir mahsuru yoksa bile, “Es selamu Aleykum” ve “Ve aleykum selam” demenin yerini almaz ve sünnet olan selamlaşmayla alakası yoktur.

Selam vermek ve yaymak niyetiyle, şuurlu bir şekilde bu amele devam etmeyi Allah (c.c.) bizlere nasip etsin. AMIN!

“Selam, Allah-ü Teala’nın isimlerinden bir isimdir ki, onu Allah (c.c.) selamlaşmak için yeryüzüne koymuştur; o halde aranızda selamı yayınız.” (İmam Ahmed)

Arif Ağırbaş

https://twitter.com/Arif_Agirbas

arif.agirbas@hotmail.de

Sahabe Kimdir? Sahabeler Diğer İnsanlardan Üstün Müdür?

Sahabe-i kiram efendilerimizin faziletlerine geçmeden önce Sahabe ne demek? Üstünlükleri nereden geliyor? Kur’an-ı Kerim ve Resullullah Efendimiz (SAV) Sahabe Efendilerimiz hakkında ne buyurmuşlar?

Hz. Peygamber’i (SAV) gören, O’na iman edip kendisiyle birlikte hareket eden ve bu inancını koruyarak vefat eden kimseye sahabe denir. (1)

Essebebü ke’l fâil” (sebep olan yapan gibidir) hadisi şerifinden yola çıkarak Kur’anı kerimin ayetlerinin ve Peygamber efendimizin(sav) Hadis-i Şeriflerinin bize kadar taşınmasına sebep olan sahabe efendilerimiz, dünyadaki tüm müslümanların ibadetlerinde hisse sahibidir diyebiliriz.

Kur’anı Kerim’de Sahabe-i Kiram Efendilerimiz;

Fetih süresinde “Muhammed Allah’ın Rasulü’dür. Onunla beraber bulunanlar ve O’nun maiyetinde olanlar ise, küfre ve kafirlere karşı çok çetindirler” buyuruyor.

Muhacirlerden ve ensardan o ilkler, o önde gidenler ve birde ihsan şuuruyla onlara tabi olanlar var ya, Allah onlardan razı,onlarda Allah’an razıdır.” (Tevbe,9/100)

Onlarda (muhacirlerden)evvel orasını (Medine’yi) yurt ve iman ocağı edinmiş olan (ensar-ı kiram), kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler, severler onları. Onlara verdiklerinden dolayı kalplerinde en ufak bir hacet, talep, elem, pişmanlık da duymazlar. Kendileri fakru hacet içinde bile olsalar, onları öz canlarından daha üstün tutar, öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte böyledir muradına erenler, onlardır kurtulanlar.” (Haşr,59/9)

Ayet-i Kerimeler sadece bir kaçıdır.

Hadis-i şeriflerde Sahabe-i kiram Efendilerimiz;


“Ashabım hakkında uygunsuz sözler söylemeyin.Eğer sizden birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve bunun tamamını Allah yolunda infak etse,bu,onların bir-iki avuçluk infakına, hatta yarısına bile mukabil gelmez.
” (2)

“Onları seven,beni sevdiği için sever;onlara buğzeden,bana buğzettiği için buğzeder. Onlara eziyet veren, bana eziyet vermiş, bana eziyet veren Allah’a eziyet etmiş sayılır. Allah’a eziyet vereni de, Allah hemen cezalandırır.” (3)

“İnsanların en hayırlıları, benim şu içinde bulunduğum asırda yaşayanlardır. (Ak çağ bu aydınlık çağdır) sonra onların peşinden gelenler(Tabiin), daha sonra da onların peşinden gelenler (Tebe-i Tabiin). Onlardan sonra(kötü) bir nesil gelecek. Birinin şahadeti yeminini, yeminide şahadetini geçecektir.” (4)

Allah kendisine kulluk serfiraz olanların kalplerine baktı, baktı da Hz. Muhammed’i (sav)seçti ve mahlukatına nebi olarak gönderdi. Sonra da insanların kalbine baktı (ve O’na ümmet olabilecek, kendisi gibi ısmarlama insanlar olarak) O’nun ashabını seçti; Onları dininin yardımcıları ve peygamberinin vezirleri yaptı.” (5)

Hadisi şerifler yine Sahabe efendilerimizi anlatan bir çok hadisi şeriften sadece birkaçıdır.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri de “Enbiyadan sonra nevi beşerin en eftali Sahabedir” buyurmaktadır.

“Bunun sebebinin üç hikmeti bulunduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretleri, bunlardan,

birinci sebep;  Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûke mukabil, hakikatın envarına mazhar olur. Çünki: Sohbette insibağ ve in’ikâs vardır. Mâlûmdur ki: İn’ikâs ve tebaiyetle, o Nur-u âzam-ı Nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasılki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyeti ile öyle bir mevkiye çıkar ki, bir şah çıkamaz. İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyorlar.

ikinci sebep; Çünki o zamanda, o inkılâb-ı azîm-i İslâmîde hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk mabeyninde öyle bir mesâfe açılmıştı ki, küfür ve îmân kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaştı. Kizb ve şer ve bâtılın dellâlı ve nümunesi olan Müseylime-i Kezzâb ve maskaraca kelimeleri olduğundan, fıtraten hissiyat-ı ulviye sahibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübahatâ meyyal olan sahabeler, elbette ihtiyarlarıyla, kizb ve şerre ellerini uzatıp, Müseylime derekesine düşmemişler. Sıdk ve hayır ve hakkın dellâlı ve nümunesi olan Habibullah’ın (A.S.M.) a’lâ-yı illiyyîn-i Kemâlâtındaki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle, o tarafa koşmak mukteza-yı seciyeleridir.

üçüncü sebep; Nübüvvetin velâyete nisbeti, Güneşin ayn-ı zâtıyla, âyinelerde görülen Güneşin misâli gibidir. İşte daire-i nübüvvet, daire-i velâyetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan sahabeler dahi, daire-i velâyetteki sulehâya o derece tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hattâ velâyet-i kübrâ olan veraset-i nübüvvet ve sıddîkıyet ki, sahabelerin velâyetidir; bir veli kazansa, yine saff-ı evvel olan sahabelerin makamına yetişmez.(6) buyuruyor.

Şüphesiz her sahabi aynı değildir

Mekke’de iman eden ilk Müslümanlar,  Aşere-i Mübeşşere, Hz. Hatice ve Bilal el-Habeşî gibi, Hz. Ömer’in İslam’a girişinden sonra Müslüman olan Dâru’n-nedve ashabı, Peygamberliğin beşinci yılında Habeşistan’a hicret edenler, bu tabakaya Birinci Habeş Hicretine katılan 11 erkek ve dört hanım ile İkinci Habeş Hicretinde yer alan yaklaşık 83 sahabi dahildir. Birinci Akabe Biatinde bulunanlar, Birinci Akabe Biatinden sonra Müslüman olup İkinci Akabe Biatine katılanlar, Hz. Peygamber daha Kuba’da iken Medine’ye giren Muhacirler, Bedir Harbine iştirak eden sahabiler, Bedir Harbi ile Hudeybiye Anlaşması arasında hicret edenler, Hudeybiye’de ağaç altında Hz. Peygamber’e biat edenler, Hudeybiye Anlaşması ile Mekke’nin fethi arasında hicret edenler, Mekke’nin fethi esnasında Müslüman olanlar, Mekke’nin fethinde ve Veda haccında Rasûl-i Ekrem’i gören çocuklar… diye katogorilere ayrılmaktadırlar.

Sahabe-i Kiram efendilerimiz çok namaz kılardı. Onların alınlarında ve yüzlerinde secde izini görebilirdiniz .Allah, onlara altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır.

Hicret eden Sahabe Efendilerimiz yurtlarından,yuvalarından vazgeçmiş ve Mekkeden Medineye göç etmişlerdir. Medineli Sahabe Efendilerimizde onlara bağırlarını açmış kucaklamış, onları o günkü imkanlarının en iyisiyle barındırmışlardır .O nasıl barındırmak, o nasıl kucak açmak ki kendi aç yatmış misafirine ikram etmiş, iki eşi olanlar birini arkadaşına teklif edecek kadar fedakarlıkta bulunmuşlardır. Bu gününün insanının anlayamayacağı seviyede insanlık sdersi vermişlerdir.

Sahabe-i Kiram, Allah’a ve Peygamberine(sav) verdiği sözden asla dönmemiş, sadakatlarından zerre miktar taviz vermemişlerdir. Canlarını ve mallarını Allah yolunda seve seve feda etmişler. Vücutları lime lime doğranırcasına şehadete koşmuşlar kefenleri olmamacasına mallarını tasadduk etmişlerdir. İşte Hz. Hamza (R.A.), işte Hz Enes (R.A.) , perde açılsa gayb görünse yakınim artmayacak diyecek kadar imanları hiç ama hiç sarsılmadı, her biri birer yıldızdır onların, yolunu şaşırmış gemiler misali insanlık onlara bakarak onlara uyarak sahili selamete erebilir. Onlar ümmet içinde en temiz kalpli, kullukta en ileri ve dosdoğru olanlardır sadece ahireti düşünürler dünya umurlarında değildir, onlara cehennem ateşi değmeyecektir.”İnandık,tastik ettik ve teslim olduk ey Resulümüz” diyerek teslimiyetin en azami örneğini bizzat yaşayarak göstermişlerdir. Onlar sıradan insanlar değildir Allah katında makamları dereceleri vardır evliyalar asfiyalar gelebilir,büyük insanlar hayır ve fazilet sahibi kişiler gelebilir ama mutlak hayır ve fazilet ashab-ı kirama aittir, bu günün evliyası o makama eremez (Devam edecek..)

Çetin KILIÇ /LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

(1)ibn hacer,el isabe

(2)Buhari

(3)Tirmizi

(4) Müslim

(5) Ebu nuaym

(6)Risale-i Nur 27.söz

Kaynaklar:

– Kütübü Sittte,

– Son Peygamber,

– Fethullah Gülen sohbetleri