Kategori arşivi: Yazılar

Helal daire, bize de kâfi gelir…

İslamiyet Müslümanlarla yaşanır. Onu tek başımıza yaşamak, bir odada yalnız başımıza hayat sürdürmek gibidir. Bu sebeple İslamiyet’i yaşamayıp günahlara dalan her Müslüman, mü’min kardeşini yalnız bıraktığını bilmelidir.

Bu, manevî bir kervandır. Ezel ebed istikametinde ebedi saadete gider. Dünyaya ve insana insanca bakmak lazım. Bütün kitaplar, bütün güzel sözler, üstün insanlar hepsi insanın manevî makamını yükseltmek içindir. Develerin Hicaz bölgesinde mübarek topraklarda gezdiği, mübarek insanlarla yan yana bulunduğu bilinir. Amma hiçbir deve alim veya evliya makamına eremedi. Deve ile insan arasındaki fark çok iyi anlaşılmalı. İnsana verilen ilim, iman, ibadet gibi yüce değerler tekrar gözden geçirilmeli. Koca şehirde yalnız kalan çok insan tanıdım. Onlar ilim ve ibadet kapısından öyle âlemlere geçtiler ki hayatlarına hayran oldum. Din öyle bir bahçedir ki herkes elinin yetiştiği meyveleri toplayabilir; kendilerini bir cennet bahçesinde ağaçların gölgesinde ateşin alevinden koruyabilir. Dinin kapıları herkese açıktır. Ne yazık ki günahlar ve zevkler bu kapıdan içeriye girmeye mani olur. Özellikle zevklerimize dikkat etmeliyiz. Zevk her insanın hakkıdır fakat hakkımız olan ilim, ibadet gibi ulvi şeyleri elimizden alıp götürür. İnsan kendini dünyadan çekmeye de çalışsa, hayat onu dünyaya bağlıyor. Peygamberler, evliyalar, alimler de bu dünyada yaşadı. Helal daire onlara kâfi geldiği gibi bize de kâfi gelebileceğini Allah bize gösterdi.

Bunun bir örneğini anlatayım:

Bilenler bilir, ben Erzincanlıyım. Erzincan’ımızın bir “Terzi Babası” vardır. Halk akın akın buraya gider, okur, üfürür, niyet eder. Yıllar yılı bakmışımdır; Terzi Baba’ya gelenler onun türbesine yüz sürer; el pençe divan durur, okur. Amma düşünmek lazım, Terzi Baba her şeyden evvel bir terziymiş. Yani bir esnaf… Böyle bir insan nasıl yaşamış da ölünce mezarını türbe yapmışlar? Vehbi isminde bir delikanlı iken, İslamiyet’i öğrenmeye ve anlamaya çalışmış. Sonra İslamiyet’i yaşamış. Böylece muhterem bir kimse haline gelmiş. İnsanlar Terzi Vehbi Efendi’ye kumaş getirir, elbise yaptırırlarmış. Vehbi Efendi elbiseyi diker, artan bütün parçaların irisini ufağını toplar, sahibine iade edermiş. Çünkü az veya çok başkasının malını almak haramdır. Vehbi Efendi bu hassasiyetle çalışmış. Mesela yamatmak için getirilen elbiselerin bazısı bitli olurmuş. Terzi Vehbi Efendi bu bitleri temizler, yamasını yapar en güzel haliyle müşteriye verirmiş. Allah’ın yaptığı her şey mükemmeldir. Daha mükemmelini yapmak mümkün değildir. Mademki Allah her şeyi mükemmel yapıyor, yaratıyor; öyleyse bir Müslüman’ın yaptığı işe dikkat etmesi, en kusursuz şekliyle ortaya çıkarmaya çalışması âdetullaha ittibadır ve büyük bir ibadettir.

Helal işlerin bütünü ibadettir. Ticaret ve maharet ibadetle bütünleştirilmelidir. Bu sebepten alimlerin, evliyaların türbesini ziyarete giden her Müslüman, ister tahsilli, ister tahsilsiz olsun; İslamiyet’in öğrenip, anlayıp, yaşanabilir olduğunu bilmek zorundadır…

Hekimoğlu İsmail / Zaman

Hayâ ile kuşanmak

BAŞÖRTÜLÜ ÇOK da mütesettir az. Bezle, kumaşla örtünen çok fakat edeple örtünen, Settar ismine ayinedarlık eden az. Kendini belli edici, dikkatleri üzerine çekici, nazarları davet edici sözüm ona başını örtenler tesettürün neresinde, edebin hangi deminde, şeairi ilan etmenin hangi şuurunda?

Kıyafetler dünya ehline benzediği gibi tavırlar, davranışlar, haller de benzer oldu? Çelişkiler keşmekeşinde savunmasız duruşumuz bizi savruk kılıyor; zihnimiz açık, aklımız açık, hislerimiz açık… Birkaç metre elbise örtmüyor bu kadar açıklığı.

Başörtüsü diye bir kavram var mı İslam literatüründe? Açık bir şekilde tesettür emri var. Zihni süzgeçler, kalbi kapılar olmayınca “başörtüsü” diye bir acube giriveriyor içeri… Başörtüsü, başörtüsü diye diye örtünmek başı örtmekten ibaret algılanıyor ve uygulanır oluyor. Sokak manzaralarını tarife ve tasvire gerek var mı?

Zahirdeki elbiselerimiz, kıyafetlerimiz, hallerimiz; batınımızın keyfiyetini haber veriyor. Kalbe kök salmayan, akla yerleşmeyen, vicdana işlemeyen, şuura şevk vermeyen iman; dışa aynıyla yansıyor, ne kadarsa o kadar görüntü veriyor.

İman önceliğini koruyor; yenilenmek, geliştirilmek, genişletilmek istiyor. Akıl aç, kalp aç, latifeler aç, ruh aç… Bu kadar açlıkla sokağa çıkılırsa “başörtüsü” gibi kavramlara yem olunur, açık yanlarımız bir bir ortaya çıkar.

Sefahat rüzgârlarının şiddetle estiği, cazibedar fitnelerin kasırga gibi kavurduğu, uyutucu avutucu oyuncakların çoklukla bulunduğu, dünyevileşmenin silindir gibi ezdiği şu zamanda hayayı kuşanmak, edeple tesettüre bürünmek büyük kahramanlık ister.

Evet, alevleri göklere yükselen yangın sönmedi. İçinde aklımız yanıyor, kalbimiz yanıyor, latifelerimiz yanıyor, evlatlarımız yanıyor, sevdiklerimiz yanıyor… Korunaklı elbise giymeden, imani tesettüre bürünmeden, kalbi şüphelere karşı örtmeden, o yangını söndürmeğe koşmak mümkün mü ve ne derece netice verir?

Gönül yaşları ile söner o ateş; kavak ağaçlarının rüzgârda savrulmasından ağlayan gönülle, okulun bahçesinde bayramda oynayan gençlerin elli sene sonraki hayatını gören gönülle, gözümde ne cennet sevdası ne cehennem var korkusu var diyen gönülle… Feragati, fedakârlığı hayatının şiarı yapan şefkatli gönülle…

Biz de kavak ağacı görüyor yanından geçip gidiyoruz, imana uymayan hal görünce kınayıp geçiyoruz, gülenlerin halini görüyor ağlayamıyoruz… Kınamak kolay, kendi kalbine bakmak, ayıplarını kusurlarını görmek zor…

Edebe bürünmek, hayâ ile kuşanmak için zoru başarmaktan başka çare var mı?

11/09/2012

© 2012 karakalem.net, Hüseyin Eren

 

Bir Gezinin Ardından

Zaman ve mekânın sahibi Allah’ın sevk ve idaresine teslim olmakla istihdam edilmek…İster yolculukta, ister ikamet halinde, fark etmiyor.

Gönülleri evirip çeviren Mukallibül kulûba iltica etmekle aslî mecrasında yürüyen insana, ne zaman ve nerede lütuf ve ikramlarda bulunulacağı hiç belli olmuyor.

Zamanın dehşet ve vahşetinden Rabbine sığınmaktan, Sefîne-i Muhammediyye (asm)’a dahil olmaktan başka çare ve kurtuluşun olmadığı bu felâket ve helâket asrında, yangının muhtelif derecelerde etki alanına giren hanelerin, evlerin, nefislerin, hayatların yürek parçalayan hallerini ve nefsimizi çepeçevre kuşatan insî ve cinnî şeytanların tuzaklarını görmemezlikten gelmek hiç mümkün olabilir mi? Seyirci kalanlar, seyre duçar olurlar.

Dünya imtihanıyla baş başa kalan insanoğlunun, her ortam ve fırsatta, nefsini ıslahla birlikte, gönüllere hitap etme, ma’rûfu gösterme gibi sorumlulukları göz ardı edilemez.

Geçtiğimiz hafta; bir düğün münasebetiyle Bursa canibine yaptığımız seyahatin güzel meyvelerinden öncelikle kendim istifade ettim.

Dost, kardeş ve akrabalarla hasret gidermek, paylaşmak, sohbet ve müzakere ortamını teneffüs etmek, sosyal hayatın en verimli neticelerinden olsa gerek.

Düğün salonu oldukça kalabalıktı. Misafirlerle sohbetin tadına varmanın hazzı bir başkaydı. Kardeşin arkadaş ve dost çevresiyle bir araya gelmenin, tanışmanın mânevî keyfine diyecek yoktu.

Öteden beri; düğünlerde sohbet etmenin, günün anlam ve önemine dair konuşma yapmanın gedikli ve tecrübeli bir hatibi olarak, her seferinde; çocukların ortalıkta cıvıl cıvıl dolaştığı, ellerinde balonlarla koşuşturduğu bir ortamda konuşmak, hatta ve hatta Kur’ân okunurken bile bir kısım büyüklerin dahi huşû’ ile dinlemedikleri bir atmosferin sükûnetini sağlamak oldukça zordu.

Her bir sohbette değişik konularla dikkatleri çekmenin gayretini gösterirken, bu sefer de “Bu zamanda Yusuf olabilmek çok zor!” ana fikriyle dikkatleri çekmeye azami gayret sarf ettim. Kısa ve öz cümlelerle; sanal dünyanın her bir köşe başını tutmuş olan Züleyhaların etekleri çekmek için fırsat kolladıklarından, ahir zamanın en büyük nefis imtihanıyla baş başa kalan gençlerimizden bahisle salonu susturmayı başarabilmiştim Elhamdülillah…

Her ne ise…İki gencin daha mutluluğunu paylaşmak gibi bir insanlık ve akrabalık görevimi yerine getirmenin rahatlığını hissetmiştim âlemimde.

Bursa’nın güzide semtlerinden Beşevler’de yeni açılan Akşemseddin Camiinin muhterem İmam-Hatibi ve Dernek yöneticilerinin davetleri üzerine, ertesi gün, yani Cuma günü, çok seçkin ve şuurlu cami cemaatine kürsüden hitap etmenin tarifsiz mutluluğunu ve zevkini yaşadım. Bu duyguları bizlere yaşatan Kerîm Rabbimize zerreler sayısınca hamd ve şükürler olsun. Tüm ünite ve fonksiyonlarıyla mükemmel hizmet veren bu muhteşem Mâbedin kubbelerinden duvarlarına, minber ve mihrabına kadar Fatih’in, Akşemseddin’in ruh ve idrak yüceliğinin sindiğini, geçmişin mâna ikliminin soluklandığını iliklerime kadar hissettim.

İhlaslı ve gönül ehli mü’minler topluluğunun da samimî bakışlarında ve ruh dünyalarında bütünleşen ve sema katmanlarına yükselen dua ve yakarışlarında kalbî samimiyetlerini yaşadım. Yaklaşık 45-50 dakikalık tefekkür ufkunda; cami, cemaat, Cuma üçlüsünün her açıdan nasıl bir açılım sağladığı, ne derece feyiz, bereket ve rahmete vesile olduğu açıkça görünüyordu.

Namaz sonrası, mütebessim çehrelerle yapılan tebrikleşmeler, dualar, temenniler zaman ve mekânın sahibine ulaşıyor, gönül ve rıza sofrasında saf tutan mü’minler, Kur’ânın ifade ettiği gibi yer yüzüne dağılıyorlardı.

İsmail Aksoy

Bediüzzamanın Güzellik Okumalarından

Bütün sanat ve estetik sistemlerinin merkezinde insan vardır.

Her sanat insan hesab edilerek meydana getirilir, güzelliğin unsurları bir sanat eserinde insanın anlayacağı bir seviyede gerçekleştirilir.

Bediüzzaman insanın bu güzellikler karşısındaki şuurlu duruşunu insan âleminde iki daire ve iki levha anlatımı ile ortaya koyar.

 “Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar!

Bakınız insan âleminde iki daire ve iki levha vardır.

B i r i n c i Daire Rububiyet dairesidir

İkinci daire ubudiyet dairesidir

Birinci Levha hüsn ü sanattır

İkinci levha ise Tefekkür ve istihsandır. “(Mesnevi 31)

Bediüzzaman bunu celal, cemal ve kemal karşısında insan olarak bir başka şekilde izah eder.

Azamet, güzellik ve yetkinliği insanın nazarı seçer ve bunların karşısında tavır alır.

Burada anlatılan ise insan yeryüzüne gelip düşünen bir çağa gelince karşısında bir faaliyet görür, bütün canlılar yaratılıp, ihtiyaçları karşılanıp, hayatları devam ettirilir, bu terbiye veya rububiyet dairesidir.

Bunun karşısında şuurlu bir bakan, seyirci ve mütalaa eden lazımdır, bu da bir tek insandır. Oradaki eylemleri yorumlayan hassalar ile donatılmıştır.

Onları sanatçılar gibi ilim gibi görüp yorumlar yapabilir ama din, sanat ve ilmin gibi değil o eylemlerin sahibine eylemler, ibadet ile mukabele etmeyi ister.

 Bu da ubudiyet, yani eylemi kabullendiğinin tasdiki demek olarak ibadet ile cevap verir.

Bu rububiyet faaliyetleri, eylemler sanat kurallarına göre cereyan eder.

 Herkesin rızkı verilir ama verilen rızıklar mesela meyveler hepsi sanatlı ve renkli, kokulu ve insanın ihtiyaçlarına cevap verir şekilde yaratılmışlardır, hem ihtiyaç hem de sanat levhasıdırlar.

 Nasıl Picasso’nun resmi bir sanat levhası ise Allah ‘ın yarattığı her şey yerine göre ihtiyaç ama yerine göre bir levha, bakıp yorumlanan bir tablodur, levha aynı zamanda tablodur.

İnsan Harika Bir Sanat Eseri

 Resim sanatı asırlarca soyut resme kadar kâinatın bu tablolarını resmetmiştir.

Resim sanat ise aslı daha harika bir sanattır. Ama sanat asıl tabloyu değil onun kopyasını sanat olarak almış bir nevi şirke düşmüştür.

Hüsn-ü sanat güzel tablo karşısında insan bir beğenen, tablonun özelliklerini düşünen ve yorumlayan beğenen, istihsan edendir. Bu kurgu sanatın kurgusudur.

Bediüzzaman kurguyu tanrısallaştırır ve işin içine insan ve Allah münasebetlerini katar. Estetikteki bu tablo yorum, beğeni kurgusunun boşluğunu görmüş oraya ilahi yorumu ve beğeniyi koymuştur.

Rububiyet ve güzel sanat görüntüsünün karşısında duran insandır, bu insanın en mükemmel temsili prototipi de peygamberler ve Hz. Peygamberdir. ASM.

Peygamberimizin varlığını güzel sanattan hareketle yapar.

Güzel sanat ile peygamberimiz arasında bağlantı kurar. Kâinat denilen bu güzel sanat levhasının yorumu insana aittir, en iyi yorumlayan da Peygamberimizdir.

Böyle güzel bir sanat levhasını ancak onun gibi mümtaz güzelliklere sahip olan bir peygamber temsil edebilir, güzelliği okuyabilir.

 Reşhalar bahsinin sonundaki bu estetik bahis, tamamen estetik kelimeler üzerine kurulmuştur, bilinçli bir metindir.

  Kâinatta görülen güzel sanatlar dahi peygamberimizin risaletine, tebliğ görevini üstlenmesine ve icrasına delildir, şahittir. Zira şu zinetli, süslü sanatlı varlıkların cemali güzelliği, sanat güzelliğini ve zineti, süsü gösterir. Yani bu güzellikleri seyreden sanat güzelliğini ve süsü görür.

 Sanat da budur zaten. Güzelliği görmek ve yorumlamak!

Bediüzzaman estetiğin temel taşlarını ve iki mukabil dairesini genel anlamda yorumlar. Buraya kadar dini bir terminoloji yok, sadece estetik terminoloji var, bütün yorumlarında olduğu gibi, önce genel ve dünyevi teori daha sonra dini idhal eder.

Sanat ve suret güzelliğin iki göründüğü yer.

 Sani yani sanatçı bir şeyi güzelleştiriyorsa onda güzelleştirme isteğinin olduğunu gösterir. Güzel bir tabloyu, güzel bir mimari eseri yapan mimar veya ressam eserini güzelleştirmişse güzelleştirme isteğinden dolayıdır. Eserini sevmeyen ona güzellik kazandırmaz, sanat ve güzellik, suret ve güzellik vermez.

Bediüzzaman eserlerinde özellikle sanat ve estetik metaforlarını kullanır.

Sanat, mimari, şehircilik, saray mimarisi, edebiyat ve edebiyatta şekiller, anlatım tarzları tıp, felsefe, tarih metaforları kullanır.

Metaforik konuşmak çok zor bir iştir, zorun da zorudur. Çünkü bir konuyu anlatırken metinler arası denilenden çok öte bahsin diğer ilimlerdeki benzer yönlerini, müşabih durumlarını gören bir deha ancak metaforik konuşur.

 Ne olurdu böyle adamlardan bir grup insan olsaydı gece gündüz bunları konuşsaydık. Dar düşünceli ama kendini allame sanan garabet adamlarla ne olur ki. Yeni üniversiteyi bitirmiş adamın altına sıfır araba ver, sonra onunla konuş, böyle biriyle yakında konuştum, böyle adamları nasıl yetiştiriyoruz, bunlarla ne olur dedim. Üzüldüm.

 Köyden yeni gelmiş adama süit oda ver kendini Eflatun sansın.

 Denetim yok, mal kimlerin elinde kalmış.

 Onun metafor(mecaz) zenginliği anlatımda kuru bir standart belirlediğinden değil, çok yönlü müşahitler denebilecek şekilde metaforlar kullanmasından ileri gelir. Anlatım zenginliği filozoflarla kıyaslansa hepsinden çok çeşitli alanlarda metaforlar kullandığı için hepsinden daha zengin bir anlatımı vardır. Bugün dünyadaki okunmasının bir nedeni de bu metaforlarının çeşitliliğinden kaynaklanır. Metaforla konuşmak öteden beri büyük anlatıcıların âdetidir.

 “ Filozoflar, Platondan bu yana, aksi halde kararsız olacak felsefi sistemlerini bir temele oturtmak ve kararlı hale getirmek için mimari mecazlara ve metaforlara tekrar tekrar  geri dönmüşlerdir.

 Descartes  şehir planlamacısı  metaforunu  sağlam bir düşünce binası yaratmanın  modeli olarak  geliştirirken, Hegel bilginin  sistemli  mimari bir şey olması  gerektiğine inanıyordu.

 Hegel ‘in  kendi inşa ettiği görkemli binanın gölgesinde  kalan bir kulübede  yaşadığını  söyleyerek  Hegel’le alay  eden bir mesel yazmış olan Kierkegaard  bile mimarlık metaforunu  kullanmıştır.

Bugün mimari terimler felsefi ve kuramsal tartışmalarda her zaman hazır ve nazırdır. Platondan  yola çıkılarak  geliştirilmiş olan metafiziğin  altını oymaya çalışan  harekete yapıbozum adını vermemiz hiç de rastlandı sayılmaz”(Kojin Karatani , Metofor olarak Mimari,  53)                          Kitapları Okumadan Eleştirenler Var

Bediüzzaman konunun gereğine göre mühendislik, mimari metaforlar kullanır, tıbbi metaforlar kullanır. Bediüzzaman da metaforlar çok derin bir kültür felsefesi araştırmasıdır. Gelecek nesiller bunu bulacaklar, biz kabirden seyrederiz inşallah.

Siyasetin ve etnik tartışmaların odağına itilmiş ve konuların kabaca gözden geçirildiği ve piyasa yapmak için sarfedilen sözler aldı ortamı.

 Ahmet Altan kitaplarımı okumadan eleştirenler var diyordu, onun kitaplarını okumadan ilk okul çocuklarının müktesebatına göre bakan yazarlar. Bekleyelim derinlikli yorumları, ama dışarıdan bakmayınca içerde kalanın kapısı yok dışarı çıksın üstelik bazıları içerde kalmayı marifet telakki ediyor.

 Araştırmacı Bediüzzamancı az. Medrese uleması klasik disiplinle Bediüzzaman’ın eserlerinin üstünde kendini projektör görüyor.

Bediüzzaman klasik disiplinlerin dar dürbünlerine sığmadığını bir adam, nereden anlasın? Bediüzzaman, medreseyi tekkeyi felsefeyi, kelamı, kuru bilimi, daha neler neleri aşmış bir yeni disiplin ve anlatım.

Onun anlatımının seleften farkını anlatacak babayiğit üslupçular ve âlimler lazım. Bütün ilimleri nakleden değil hâlbuki ilim çok defa sentezlemeden nakildir.

 Bediüzzaman ilimleri bir teknede hamur gibi yoğurup ortaya yeni bir disiplin çıkarmış.

İnsan bu kadar güzel ve sanatlı yaratıldığına göre, onun

Sanii, yani sanatlı yaratıcısı onu çok seviyor demektir. Çünkü onun sanatına itina edilmiştir. İnsan sanatlı yaratılmış canlıların en çok yönlü ve en garibi farklısı olduğundan yaratılış ağacına bir şuurlu meyvedir,  sonuçtur.

Bütün kâinatın meyvesi ise meyve ağacın bütün heyetini gördüğü gibi insan da bütün âlemi gören ve yorumlayan bir şuura sahiptir. Külli bir şuuru koca kâinatı tamamen yorumlayacak bir şuuru olduğundan o kâinatı ve insanı yaratan sanatlı yaratıcının muhatabı da odur.

Kâinat denilen bu büyük ve çeşitli ilimlerden yapılmış varlığı yorumlayacak insan, onu yorumlayacak bir mahiyette yaratılmıştır. Yani kâinat denilen sırlar hazinesi, ancak insanın maddi manevi bedenine yüklenen anahtarlar sayesinde açılmıştır. Burada evren ve onu anlayacak insan arasında bir denklik vardır.

 O koca evrenin en büyük muhatabı ve yorumlayıcısı oradaki sanatı beğenen, takdir ve teşhir eden bir ferd Hazreti Muhammed’dir.(ASM.)

Allah güzel, evren güzel onu anlayan da güzel, en güzel anlayıcı da Hz Resulullah, güzelden güzele bir güzel seyir ve tanıtım.

İşte Bediüzzaman kimsenin aklının kesmediği bir güzellik felsefesi yapar, Peygamberimizi güzelden hareketle isbat eder. Buraya şunu ilave edelim bu güzel okumayı gerçekleştiren de Bediüzzaman’dır. Emsalsiz, orijinal bir yorumdur.

Prof. Dr. Himmet Uç

Aşere-i Mübeşşere Kimlerdir?

Aşere-i Mübeşşere; “Hz. Muhammed’in daha sağlıklarında kendilerine doğrudan cennete gideceklerini müjdelediği Müslümanlığın önde gelen on kişisidir.”

Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Ebu Bekr Cennet’tedir. Ömer Cennet’tedir. Osman Cennet’tedir. Ali Cennet’tedir. Talha Cennet’tedir. Zübeyr Cennet’tedir. Abdurrahman bin Avf Cennet’tedir. Sa’d ibni Ebi Vakkas Cennet’tedir. Said ibni Zeyd Cennet’tedir. Ebu Ubeyde ibn’ül-Cerrah Cennet’tedir.”

Bunların da en üstünleri Aşere-i mübeşşere; bunlardan en üstün olanları da, Hulefa-i raşidin yani dört halife olup, üstünlük sırasıyla hazret-i Ebu Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali’dir.

Hadislerde cennetlik oldukları topluca bildirilen bu sahabîlerden başka, Hz. Hatice, Abdullah ibn Ömer, Abdullah ibn Selâm gibi bazı sahabe de münferit olarak cennetle müjdelenmiştir (Müslim, Fedâîlü’s-Sahabe, 71; Tirmizî, Menâkıb, 26).

Bunlar, kendilerini Alah’a adamış ve erişilmesi güç mertebelere erenlerdir. Bu ve diğer sahabelerin hayatı bizlere örnek olmalıdır. Allah’ın ve Peygamber(sav) dostlarının sevgisiyle Allah ve peygamber(sav) düşmanlarının sevgisi aynı kalpte yer almaz. Sahabe Efendilerimizi tanımaz, hayatlarını öğrenmeden kusurlarımızn farkına varamaz, bize örnek ve rehber olacak ve bize cennetin kapılarını aralayacak bu güzide insanlardan gereği şekilde yararlanamamış oluruz.

Allah (cc) Hazreti Meryem’i alemlerin kadınlarına üstün kıldı, bununla beraber Rabbine gönülden itaatte bulunmasını, secde etmesini ve rüku edenlerle birlikte rüku etmesini emretti. Al-i imran süresinde böyle buyuruyor.

Tüm bunlardan, üstünlüğün Rabbimize inanıp emirlerini yerine getirmekle olduğunu anlıyoruz.. Nasıl secde edeceğiz? Allah’ın rızasına nasıl ereceğiz? Allah bizden neyi yapmamızı? Neyi yapmamazı istiyor? Neyi nasıl yapacağız? Bütün bunlar başta Peygamber(sav) efendimizi ve Sahabe Efendilerimizi tanımakla mümkün olabilir. Müslüman cemaati okuma alışkanlığını kaybetmemeli.

Her biri yıldız olan Sahabe Efendilerimizi kaybeder, unutur, bilmez, tanımazsak yolunu kaybetmiş gezgin misali nereye gideceğimizi bilemeyiz..

Gevşeklik göstermeyin, tasalanmayın; eğer iman ediyorsanız üstünsünüz.” (Âl-i İmrân, 3/139) mealindeki ayet-i kerime de belli bir hadise üzerine nâzil olmuş bulunsa bile, her devirdeki inananlar için çok önemli bir tembihtir (F.Gülen)

Ayeti kerimedeki üstünlüğü sadece silah ,savaş ve maddi güç olarak anlamamamız gerekir.

Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için hoşnut ve razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaadde bulunmuştur. “Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kimler inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.” (Nur 55)

Rehbersiz, öndersiz, lidersiz menzile ulaşılamaz, hele cennete varmak çok güç olsa gerek. Rehberimiz önderimiz liderimiz kimler ? Nasıl yaşamışlar? Hayatlarında nelere önem vermişler? Ve son durakları neresi olmuş? Gafletten uyanıp silkinip kendimize gelip tüm bunların ne anlama geldiğini öğrenmeli, hayata geçirmeliyiz. Allah’ın İnkar eden fasık kullarından değil, salih amel işleyen hoşnut ve razı olduğu kullarından olup vadettiği şekilde yaşadığımız korkulardan arınan mutlak emniyete kavuşan kullarında olalım inşaallah.

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

Kaynaklar:

– Kütüb-ü Sitte

– Sevgi Kutupları