Kategori arşivi: Yazılar

Dünya ve Ahirette mutluluk kaynağı: “Şükür”

Rahmet ayı Ramazan ayının vazgeçilmez velinimetinden biri olan şükür, Allah için büyük önem taşıyor. Kullarına verdiği sayısız nimetler karşılığında her an hatırlanmayı ve teşekkür edilmesini bekleyen Allah-ı Teala, şükredenlerin nimetini artıracağını, değerini bilmeyenlerden ise nimetlerini geri alacağını belirtiyor. Şükretmenin insana neler kazandırdığı, nankörce davranmanın ise neler kaybettirdiğinin Kur’an-ı Kerim’de açıkça ifade edildiğine dikkat çeken Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) İlahiyat Fakültesi Din Psikolojisi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Peker, Dünya ve ahiret mutluluğu sırrının Allah’ı her zaman şükretmekte gizli olduğunu hatırlatıyor.

İnsanı iman konusunda olgunlaştıran ve nefisini azgınlaşmaktan koruyan gizli kalkan şükür, Allah’ın emri olan en büyük ibadetler arasında yer alıyor. Genellikle Ramazan ayında iftar ve sahur sofralarında eda edilen şükrün faziletleri ve insana sağladığı faydalar konusunda bilgi veren Din Psikolojisi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Peker, insanın şükür karnesinin zayıf olduğunu vurguladı.

Şeytanın vesveseleri ve hileleriyle insanları şükürden uzaklaştırmaya çalıştığını ve bunda da kısmen başarılı olduğunu söyleyen Prof. Dr. Peker, “İnsan kendisine verilen hayatı, sağlığı, aklı, şuuru, beş duyusu, nefes, rızk gibi bunlara benzer sayısız nimetleri iyilikleri görme, fark etme ve bunlara karşı yapması gerekeni yerine getirme noktasında maalesef zayıf bir karneye sahip. İnsan sahip olduklarını değil, eksik olanları daha çok hissediyor. Bu nedenle nimetin değerini yeterince anlamıyor.” değerlendirmesinde bulundu.

Bazı müminlerin şükretmek için büyük ve çok özel bir nimetin gelmesini veya büyük bir sorunlarının çözülmesini beklediğini ifade eden Prof. Dr. Hüseyin Peker, “Teşekkür konusunda belki de en geri durumda olan canlı varlık insandır. İnsan kendisine verilen nimetleri, yapılan iyilikleri görme, fark etme ve şükretmede zayıftır. Şükür 3 aşamalıdır. Nimetin nereden gelirse gelsin Allah’tan olduğu bilinmeli, nimeti veren olarak Allah sevilmeli, O’nun istediği gibi şükredilmelidir.“ bilgisini verdi.

Şükrün insana maneviyat kazandırdığını vurgulayan Prof. Dr. Hüseyin Peker, kanaat, razı olma, yetinme ve yardım etmenin şükrün, göz açlığı, doyumsuzluk ve hırsın ise şükürsüzlüğün ölçüsü olduğunu kaydetti. “Şükür insanı Allah’la barışık olmaya götürür. İnanan Allah’ı yanında hisseder. “ diyen Din Psikolojisi Öğretim Üyesi, “Şükür kanaatkar ve ümitvar olmayı öğretir. Ümit ise karamsarlığı giderir, canlılık ve hayat verir. İnsanın olumsuzluklar karşısındaki direncini artırmaktadır. Şükreden kişi, bencil, hırslı olamaz. Şükürde ayrıca kendini benimseme ve kendini bağışlama vardır. Şükretmeyen kişi ise “Neden bu duruma geldim” diye yakınır. Uyumsuz ve geçimsiz olur. Merhamet ve bağışlama duyguları zayıflar. Onda çıkar ilişkileri, öfke ve nefret hakim olur. İnsanı mutsuzluğa mahkum eder. “ ifadelerini kullandı.

Cihan

Bediüzzaman Ramazan’ı Nasıl Geçirirdi?

Talebeleri, Üstad’ın Ramazan’da uyumadığını, tüm gece ara vermeden, Kur’an, Cevşen, Risale-i Nur, Hizbu’l-Envar, Hakaiku’l-Nuriye okuduğunu aktarıyor. Üstad Hazretleri, özellikle Ramazan’ın on beşinden sonra talebelerini de uyutmamaya çalışır, geceleri ihya etmelerine vesile olurdu.

Kur’an odaklı bir hayat yaşayan Bediüzzaman Hazretleri’nin, Kur’an ayı olan Ramazan’a da bu yüzden çok ehemmiyet verdiğini belirten talebeleri, Üstad Hazretleri’nin bütün hayatında, özellikle akşam ve sabah namazlarından sonra evrad-u ezkârla geçirdiğini, mübarek gecelerde de kesinlikle uyumadığını ifade ediyorlar. 1954 yılında Bediüzzaman Hazretleri’nin yanına giden ve O’na talebe olma şerefine erişen Mustafa Sungur ağabey, Üstad Hazretleri’nin Ramazan’ını anlatırken şu ifadeleri kullanıyor: “Üstad’ımız Ramazan ayında uyumazdı. Bütün bir gece hiç durup aralık vermeden, Kur’an, Cevşen, Risale-i Nur, Hizbu’l-Envar, Hakaiku’l-Nuriye okurdu. Geceleri arada bir 15-20 dakika gibi kısa dalmalar dışında hiç uyumazdı.

Necmeddin Şahiner’in kaleme aldığı Son Şahitler isimli çalışmada Üstad’ın Ramazanlarını anlatan talebeleri onun bu aya verdiği kıymeti ve ayı değerlendirişini anlatırken insanı hayrete düşüren ifadeler kullanıyorlar. Üstad’ın 1953’te Fatih Çarşamba’daki evinde üç ay kadar misafir olarak kalan talebelerinden Mehmet Fırıncı ağabey bir Ramazan ayında Üstad Hazretleri’nin özellikle geceleri hiç uyumadığını, onun bu mübarek aya has bir usulünün olduğunu belirterek söz konusu usulünü şöyle izah ediyor: “Üstad Hazretleri bize derdi ki: ‘Ramazan’da insan oruçla ibadet halinde olduğundan, uykuda da olsa farz bir ibadeti ifa etmiş oluyor.‘ Her dakikası bire bin verilen bir ayda ibadetsiz bir zaman boşluğu bırakmak istemiyordu. Onun için iftardan sonra zaten akşamla yatsı arası kendisinin her zaman normal olarak evrad vaktidir. Tâ sahura kadar, imsak vakti girer girmez hemen sabah namazını kılar, tesbihatı kendisine mahsus ifadan sonra istirahata çekilirdi. Tâ kuşluğa kadar. Ondan sonra kalkar, gene Nur dersleri ve evrad u ezkâr ile meşgul olurdu. Üstad Hazretleri geceleri çok parlak ışıkta evrad ve ezkâra devam ederdi. Loşluktan hoşlanmadığını görürdüm.”

Bediüzzaman Hazretleri’yle 1947 yılında tanışan rahmetli Bayram Yüksel ağabey de Üstad’ın Ramazan’ını anlatırken şu ifadeleri kullanıyor: “Üstad’ımız Ramazan’ın on beşinden sonra kendisi yatmazdı, bizi de yatırmazdı. Hattâ çok gece kontrol ederdi. Eğer uyurken yakalarsa, bize su döker, uyandırırdı. Bizleri uyumamaya alıştırırdı. Mübarek geceleri ihya ettiğimiz zaman sabah namazını kılar, yatardık.

Cüz taksim ederek hatim yapardı

Mübarek, mualla Üstad’ımız üç aylar girdiğinde Isparta’daki Nur talebelerine hatim için Kur’ân-ı Kerim taksim ettirir, herkese bir cüz vererek vazife taksimi yapardı. Isparta, Sav, Kuleönü, Atabey, Bozanönü gibi Nur hizmeti ile müşerref olmuş, mübarek köylere cüzleri taksim ettirir, böylece mübarek şuhur-u selasede her gün hatim indirilirdi. Bütün duasını umum Nur talebeleri namına kendisi yapardı. Başta Peygamberimiz (sas) ve ashabı olmak üzere bütün ehl-i iman ve Nur talebelerine bağışlardı.

‘Kimdir bu Ramazan?’

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Ramazan ayında da zulüm ve haksızlıklara uğramıştı. “Isparta’da ani yapılan baskın ve araştırmalarda ele geçirilen Risale ve mektuplar arasında bir kitabın üzerinde ‘Ramazan’a aittir’ diye bir yazı vardı. İslam yazısını okuyamadıkları için kimdir bu Ramazan diye aradılar, taradılar, nihayet Isparta Atabey’in köylerinden Ramazan isimli bir vatandaşı da ellerini bağlayarak Eskişehir Hapishanesi’ne yolladılar. Aradan iki ay geçtikten sonra kitabın Ramazan Efendi’ye ait değil, Ramazan ve orucun hikmetlerini anlatan Bediüzzaman’ın Ramazan Risalesi olduğu anlaşıldı. Mazlum ve masum Ramazan Efendi tahliye edildi. Hapishanede Bediüzzaman tebessüm ederek ‘Kardaşım Ramazan hakkını helal et’ diye Ramazan’ı teselli ederdi.” diyor Üstad Hazretleri’nin talebelerinden Refet Barutçu.

Samanyolu Haber

 

İnsan, Allah’a inanmaya mı programlı?

Yapılan çeşitli araştırmalar gösteriyor ki, insan beyninde bir yaratıcıya inanma özelliği bulunuyor. Bu da bize Allah inancının ne kadar yaratılışa uygun ve gerekli olduğunu gösteriyor.

Fıtrat, yani, Allah’a inanmanın delili, ilmî araştırmalarla ortaya konmuş. Dünyanın en saygın üniversitelerinden Yale Üniversitesi tarafından yapılan ve dünyanın yine en saygın bilim dergilerinden New Scientist’ta yayınlanan bir araştırmaya göre insan beyni “Allah’a inanmak için programlanmış”…

Bebekler ve çocuklar arasında yapılan araştırmaya göre, insan beyninin tabiatında Allah’a ya da bir yaratıcıya inanmak var. Beyin “sebep ve sonuçla” çalışıyor. Beyin, “beyin ile ruhun” birbirinden ayrı olduğunu düşünmek için programlı… Bu da “hayalî arkadaşlar” edinmeye veya “Allah’a ve dinlere inanmamıza” sebep oluyor…

Araştırmaya göre, hiçbir din eğitimi almamış 6-7 yaşında çocuklar bile dünyadaki her şeyin bir sebebi olduğuna inanıyor. Taşların, nehirlerin veya kuşların yaratılmasının bir sebebi olduğunu düşünüyor.

Darwinciler ise, bunu “doğal seleksiyona” bağlamış. Oysa tabiî seleksiyonun da meydana gelebilmesi için bir sebep, bir Müsebbibü’l-Esbâb lâzımdır. Yani, sonsuz bir kudret sahibi.

Fıtrat delilinin açılımını yaparsak:

Kuluçka için tavuğun altına konan ördek yumurtasından çıkan civciv, bir müddet sonra suya atlar.

Su, donarsa kabını parçalar.

Tohum, toprağı delip yeryüzüne çıkar ve sümbül verir. Bunlar fıtrattır. Ve fıtrat yalan söylemez! Yani her şey, dizayn edildiği yapıya göre hareket eder.

İnsanoğlunun, sapkınlıkla da olsa, kâinatın yaratıcısından başkasına tapması, onu “büyük” tanıması, “yaratıcı” olarak kabul etmesi, inanmanın fıtrî olduğunu gösterir.

Temiz hava veya su bulamayan, pis ve kirlisiyle yetinir. Gerçeğe ulaşamayan, Allah’ı tanıyamayan, O’nun vasıflarını maddeye / toteme / putlara taksim eder.

Putlara, birtakım unsurlara tapınma ve ibadet, yaratılışın, fıtratın aslında iman ve ibadet için olduğunu gösterir. Tarih boyunca en ilkel toplumlarda bile yanlış, sapık ve bâtıl şeylere inanma, tapınma, ibadet etme ve sığınma, insan ruhu için iman / ibadetin nefes almak gibi temel bir ihtiyaç olduğuna delildir.

Dinler tarihi, beşerin hiçbir devirde dinsiz yaşayamadığını göstermektedir. Mutlaka bir şeye, bir güce inanmışlardır.

Vicdanlar / fıtratların, Allah’a ibadet etmesi, O’nu tanıması, O’na boyun eğmesi, zikir ve şükretmesi, O’nun varlığını ve büyüklüğünü göstermektedir.

Kâinatı yaratan kim ise, insanı da O yaratmıştır. Çünkü insan, kâinatın bir minyatürüdür. Kâinatın tabiatında, fıtratında ne varsa, insanın yapısında da o vardır. Bütün bunlar gösteriyor ki, inanmak bir zarûrettir; zira o, fıtratta vardır. İnsan fıtratına bu ihtiyacı yerleştiren, bize inanmayı emreden, aynı zattır. Ve O da Allah’tır (cc).

Ali FERŞADOĞLU

Kâinat ve İnsan (İnsanlığın Mikro Hikayesi)

Türkiye Diyanet Vakfı tarafından organize edilen ve İBB Kültür A.Ş.’nin katkılarıyla düzenlenen 31. Türkiye Kitap ve Kültür Fuarı’nın Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER)’nin katkılarıyla gerçekleştirdiği Beyazıt Ramazan Sohbetleri, her gün bir yazarı hem Beyazıt’la hem de ziyaretçilerle buluşturuyor. Beyazıt Camii yanında kurulan çadırın konuğu, Ramazan’ın 11. gününde yazar Ümit Şimşek oldu. “Kâinat ve İnsan” başlıklı bir konuşma yapan Ümit Şimşek, içinde yaşadığımız evren ile ilgili son derece şaşırtıcı verileri dinleyenlerle paylaştı

“NİÇİN?” İÇİN…

Kâinatın büyüklüğünü hem rakam hem de görsel mukayeselerle dinleyicilerin hayallerinde canlandıran Ümit Şimşek, Yeşilköy Havalimanı’ndan başlayarak evrenin derinliklerine doğru kısa zamanda uzun bir yolculuk yaptırdı:

“Bir gece vakti, İstanbul’un tüm ışıkları yanarken onu gökyüzünden izlesek, ona yüz bin ışık daha ilâve etsek ancak içinde yaşadığımız galaksideki yıldızların sayısına ulaşabiliyoruz. Galaksi, bir gece vakti bütün şehrin ışıkları yanıyormuşçasına bir görüntü sunabilir. Ama biz gökyüzünü yapay ışıklarla kirlettiğimiz için o aydınlığı artık göremiyoruz. Dünün insanı sadece başını gökyüzüne kaldırarak orada başka bir âlem görüyordu. Bu görüntüyü dağ başlarında yakalayabilirsiniz; ama her gece görmeniz imkânsız. Böyle bir gökyüzüne tanık olamadıkça “Niçin?” sorusunu soramıyoruz. Niçin yaşadığımızı bile. Zaten onun yerine bizi başka sorularla muhatap ediyorlar. Ama hayal gücümüzü zorlamalıyız.”

İNSANLIĞIN MİKRO HİKÂYESİ

Bu dünyadan ışık hızıyla hareket edilerek önce aya sonra da güneşe makul zamanlarda varılabileceğini anlatan Ümit Şimşek, güneşten sonra herhangi bir yıldıza ulaşmanın 4-5 yıl sürdüğünü, Samanyolu (Dünyanın içinde bulunduğu galaksi) içindeki yıldızların birbirine mesafesinin yaklaşık aynı civarda olduğunu ifade ederek “Dünya nüfusunu Samanyolu’ndaki yıldızlara dağıtsak her birimizin 20 yıldızı olurdu. Samanyolu’na en yakın Andromeda galaksisi 2 milyon ışık yılı uzakta. Hatta bu mesafeler zaman zaman azalıyor veya çoğalıyor.

100 bin şehir ışığına karşılık her bir yıldızın yerine galaksi koyarsak dünyada yaşayan her bir insana 30 ile 60 arası galaksi düşecek kadar büyük bir kâinatta yaşadığımızı anlarız. Dünya nüfusu içinde bir adam bulmak ne kadar güçse o galaksiler arasında kendi galaksimizi bulmak o kadar güçtür. Maddî dünyamızın büyüklüğü budur” dedi.

Kâinatın 15 milyar yaşında olarak tahmin edildiğini, bu süre bir gün olarak düşünüldüğünde, 24 saatin ancak son saniyesinin insan neslinin yaşama süresi olduğunu kaydeden Şimşek, şöyle devam etti:

İKİ PERSPEKTİF, İKİ BOYUT

Bütün o savaşlar, kavgalar, çekişmeler ve başka bütün olaylar, o son saniyede yaşanmıştır. Bunun yanında mikroskobik ölçülerde bakarsak bir metabolizmada 50-100 trilyon insan hücresi vardır. Kâinattaki galaksi sayısını çok geride bırakan bir rakamdır bu. Dünya nüfusunun 10 bin katına eşittir ve mükemmel şekilde işler. Bir taraftan bakınca insan çok küçülüyor, diğer taraftan devasa bir mekanizmaya dönüşüyor. Ama insanın maharetlerine baktığımızda oturduğu yerden kâinatın öbür ucundaki verileri hesaplayabiliyor. İnsan tüm kâinatı öğrenme, soru sorma ve sonuçlar elde etme kabiliyetine sahip.”

Ümit Şimşek, bu kâinat kitabının tercüme edilmeden anlaşılmasının imkânsız olduğunu söyleyerek bunu sağlayacak başka bir kitabın yani Kur’ân’ın okunması gerektiğini, batıdaki bilim içerikli anlatımlardan çok uzak ve bambaşka bir dille kâinatı bize izah ettiğini vurguladı. Batıda bütün kâinat oluşumlarının tesadüfî ve kendiliğindenmiş gibi anlatıldığını, Kur’ân’a bakınca da bütün bu düzeni Allah’ın kurduğunu öğrendiğimizi, ama anlayışımızın temelinde tesadüfle gerçekleştiğinin artık kanıksanmış olduğunun altını çizdi.

İNSANIN KÂİNATLA İLİŞKİSİ

Kâinat gerçeğinin bilincimizdekinden farklı olduğunu Kur’ân’a bakıp anlasak da tam bir idrak gerçekleşmediğini anlatan Ümit Şimşek, Kur’ân’ın bize anlattıklarını tam manasıyla kavrayabilmek için zihnimizi sıfırlamak gerektiğini ve bunun sanıldığından çok daha zor olduğunu ifade etti. Ayetlerle anlatılan yeryüzünün bilimsel açıklamalardan farkını şöyle ifade etti:

Taş da vardır ki, Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşüyor’ ayetinin karşısına yerçekimini koyuyoruz. ‘Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah’ı tesbîh ederler’ ayeti ise Kur’ân’da çok sık tekrarlanır. ‘Bu Kuran’ı bir dağın üzerine indirseydik, Allah’a olan saygıdan ötürü onun titreyip paramparça olduğunu görecektin’ bir başka örnektir. Bu ayetler, yeryüzündeki her varlığın bir canlı olarak anlatıldığını gösteriyor.

Batı bilinciyle bakınca dış görüntüyü görüyor, Kur’ân’da ise bambaşka bir anlatımla karşılaşıyoruz. Peygamber Efendimizin mucizeleri, dünyadaki ve kâinattaki her varlık üzerinden zuhur etmiş. Kâinat, neredeyse bunun için sıraya girmiş. Kur’ân bize her işin Allah iradesinde olduğunu gösterir. O dilemeden yere bir yaprak dahi düşmeyeceğini anlıyoruz. Üstelik âlim ve cahil herkesin anlayabileceği gibi apaçık ayetler vardır.”

BİLİM İLE KUR’AN FARKI

Gezegenlerin birbirini çekmesine bilim, çekim kuvveti derken; mahlukâtlar arasındaki kan çekiminin ancak muhabbetle, rahmetle açıklanabileceğini söyleyen Ümit Şimşek, “Kâinat, aynı iradenin çeşitli yansımalarıdır” dedi. Her şeyde Hikmet-i İlâhî olduğunu hatırlatan Şimşek, batının moleküllerin çarpışması dediği şeyin, bu bakışla kucaklaşmaya dönüşeceğini, şu anda etrafımızda gezen hava moleküllerinin Âdem ile Havva’dan bu yana aynı olduklarını, sürekli seslerimizi kaydederek günü geldiğinde yeniden karşımıza çıkarılacağını dile getirdi ve yağmurun oluşumuna da moleküller gibi Kur’ân’da farklı bir izahı olduğunu sözlerine ekledi.

Kur’ân’ı, kâinata bakarak ve ayetlerini tekrar tekrar tefekkür ederek okumamız gerektiğini söyleyen Şimşek, Kur’ân’ın “Göklerde ve yerlerde ayetler var” sözünün çok mühim olduğunu belirtti ve şöyle devam etti:

Kur’ân olmasa kâinatın alfabesini sökemeyiz ve yanlış okuruz. Doğayı tek başına algılamak gafletine düşeriz. Reklamlarla ve dizilerle bu durum dilimize giderek yerleşiyor. Kasıtlı bir delalettir bu. Basit bir sözmüş gibi duran “doğaya şükür” çağrısı, çok ağır bir mesuliyet gerektirir. Hiç kimse bunu kaldıramaz. Kendisine ortak koşanları Allah affetmeyeceğini net bir şekilde ifade etmiştir. Kâinatta bir gerçek var. Çalışmayana ekmek yok. Canlı cansız herkes için böyle. Bu dünyanın mutluluğu ve cennet çalışmakla elde edilir.”

ÇOCUKTAKİ YARATICI BİLİNCİ

ESKADER Başkanı Mehmet Nuri Yardım’ın Türkiye’deki ders kitaplarının insan ve kâinat ilişkisini anlatacak şekilde düzenlenip düzenlenmediğini sorması üzerine Ümit Şimşek; “Eğitim reformu bu noktada bir gelişme gösteremedi. Yeni sistemle birlikte çok erken yaştaki çocuklar okula gitmesiyle aileden alabileceği ilmî eğitimin de önü kesilmiş oldu. Bu durumda çocukların fikirleri, yaratıcısız formatlanıyor. Tesadüf ve abesiyet üzerinden kâinatı anlatırsanız, dinsiz bir bilinç oluşturmuş olursunuz. Kâinatın oluşumunun kendiliğinden gerçekleştiğine inanır. Yaratıcı fikrinde birleşen bir eğitim sistemi üretilmeli.”dedi.

Aydınlarımızda bir dindarlaşma gözlemlediğini de anlatan Ümit Şimşek, Ayhan Songar ve Haluk Nur Baki gibi isimlerin çabalarıyla meseleye ışık tutulduğunu ve daha rahat konuşulduğunu hatırlattı ve dinleyicilerden gelen dinî soruları yanıtladı.

Beyazıt Ramazan Sohbetleri, Kadir Gecesi’ne dek her gün saat 18.00’de Beyazıt Camii yanındaki sohbet çadırında birbirinden değerli yazarlarla dinleyicilerini bekliyor

Kaynak: moralhaber.net

Peygamber Efendimiz nasıl şaka yapardı?

Peygamber Efendimiz şaka yapar mıydı?

Peygamber Efendimiz, herkese samimi ve içten davranırdı. Zaman olur, şakalaşır, tatlı ve güzel bir hava oluştururdu. Çünkü başka türlü olsaydı, insanlar Peygamberimiz’e yanaşamazlar, ona soru bile soramazlardı. Zaten insan her zaman ciddi ve ağır meseleleri konuşamaz, bazen ortamın yumuşatılması, insanların rahatlatılması gerekir.

Herkes gibi Peygamberimiz (sas) de şaka yapar, lâtifeli konuşur, ama hiçbir zaman yalan söylemezdi. Çünkü şaka yollu da olsa, yalan yalandır. Bunun yanında, Peygamberimiz (sas) insanlarla alay etmez, hafife almaz, dalga geçmez, küçük düşürmez, mahcup etmez, zor durumda bırakmaz, “işletme” gibi olumsuz tavırları hoş karşılamazdı.

Peygamberimiz (sas)’in yaptığı şakalar yerli yerinde ve mesaj doluydu. Lüzumsuz ve yersiz değildi. Daha çok gönül alıcı ve sevindirici şakalar yapardı. Çocuklarla, hanımlarıyla, yaşlı ve kimsesiz kişilerle şakalaşması bu türdendi.

BU KÖLEYİ SATIYORUM, VAR MI ALAN!

Peygamberimiz (sas)’in bir latifesini Enes bin Mâlik’ten dinleyelim:

“Çöl halkından Zahir adında bir adam vardı. Peygamberimiz, Zahir’i çok severdi. Zahir, yaratılış itibariyle fiziksel yönü çok hoş değildi.

Bir gün pazarda çölden getirdiği malları satmaya çalıştığı bir sırada Peygamber Efendimiz gitti, sessizce yaklaştı, Zahir’i arkasından kucakladı ve elleriyle gözlerini kapadı. Zahir, tutanın kim olduğunu göremiyordu. “Tutan kimse bıraksın” diye çabalamaya başladı. Bu arada göz ucuyla arkasındaki kişinin Efendimiz olduğunu anlayınca sırtını Peygamberimiz’in göğsüne iyice dayamaya başladı. Zahir’in bu neşeli hareketinden hoşlanan Peygamber Efendimiz yüksek sesle:

– Bu köleyi satıyorum, var mı alan, diye seslenmeye başladı. Zahir boynu bükük, mahzun bir halde:

– Yâ Resulallah, benim gibi değersiz bir köleye vallahi kuruş veren olmaz, deyince Peygamber Efendimiz:

Hayır, yâ Zahir, sen Allah katında hiç de değersiz değilsin” buyurdu.

YAŞLI KADINLAR CENNETE GİREMEZ!

Başka bir misal. Bir gün yaşlı bir kadın Peygamberimiz’e gelerek: “Yâ Resulallah! Cennete girmem için bana dua eder misiniz?” dedi. Peygamber Efendimiz: “Yaşlı kadınlar Cennete giremez” diye ona takıldı. Bunun üzerine kadın ağlayarak oradan ayrıldı.

Peygamber Efendimiz, Sahabîlere:

“Gidin ona söyleyin, insanlar Cennete yaşlı olarak girmeyecekler. Cenab-ı Hak, ‘Biz onları yepyeni bir yaratılışla yarattık da, eşlerine sevgi ile düşkün hep aynı yaşta genç kızlar yaptık’ buyurmuyor mu?” (Vakıa Sûresi, 36.)

Evet, insanlar cennette genç olacaklar, yaşlı değil. Efendimiz de, “Yaşlı kadınlar cennete giremez” derken böyle bir latife yapıyordu.

Peygamberimiz kimsesiz, fakir, yoksul, herkesin yüz vermediği, ilgilenmediği insanlarla küçük şakalar yapar, onların kalplerini kazanırdı. Enes bin Mâlik anlatıyor:

Bir gün adamın biri Peygamber Efendimiz’in huzuruna geldi ve kendisinden bir binek hayvanı istedi.

Peygamberimiz ona, “Peki, sana bir dişi deve yavrusu vereyim mi?” diye takıldı.

Adamcağız, “Yâ Resulallah, ben sizden bir binek istiyorum, dişi deve yavrusunu ne yapayım?” dedi.

Peygamber Efendimiz gülerek: “Bütün develer dişi deve yavrusu değil midir?” buyurdu.

Evet Peygamber Efendimiz, Allah’ın elçisi olması dolayısıyla ciddi, vakarlı, ağırbaşlı, heybetli bir insandı. Bu hali zaten normaldi. Çünkü taşıdığı görev, üstlendiği vazife bunun gereğiydi. Ancak her haliyle o da bir insandı. Yeri geldiğinde şakalar da yapıyor, etrafındaki insanları rahatlatıyordu.

Bugün gazetesi