Kategori arşivi: Yazılar

Bediüzzaman üç aylar gelince mektup yayınlardı!

Son Şahitler’den Bayram Yüksel anlatıyor:

Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri şuhur-u selase (üç aylar) girdiğinde muhakkak lâhika neşreder, talebelerinin mübarek ay ve günlerini tebrik eder, vesile ile muharebeyi devam ettirirdi. Talebeleriyle devamlı irtibat halinde idi. Lâhika mektuplarından bir misal:

“Evvela; sizin mübarek şuhur-u selase ve içindeki kıymettar leyali-i mübarekelerinizi tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak her bir geceyi sizin hakkınızda birer Leyle-i Regaib, Leyle-i Kadir kıymetinde size sevap versin.”

“Hem Leyle-i Beratınızı ve gelecek Ramazanınızı ve hem gelecek Leyle-i Kadri, hakkınızda bin aydan daha hayırlı olmasını ve defter-i âmalinize böyle geçmesini Cenab-ı Haktan niyaz ediyoruz.”

“Hem Leyle-i Miracınızı tebrik ve içinde ettiğiniz duaların makbuliyetini rahmet-i İlâhiyeden niyaz eder ve bu havaliden Mirac Gecesinden bir gün evvel, bir gün sonra müstesna rahmetin yağması işaret eder ki, umumî rahmet tecellî edecek inşaallah.’

“Aziz, sıddık kardeşlerim,

“Mübarek Ramazan-ı Şerifinizi ruh-u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak Ramaz-ı Şerifin Leyle-i Kadrini umumunuza bin aydan hayırlı eylesin. Amin. Ve seksen sene bir ömr-ü makbul hakkınızda kabul eylesin.’

Bu şekilde Regaib, Berat, Mirac Gecelerinde teksir lâhikası gönderirdi. Dolayısıyla çeşitli mevzularda, Risale-i Nur’un neşri, hizmeti ve faaliyeti ile ilgili müjdeli haberleri Nur Talebelerine gönderirdi.

(Son Şahitler)

Korumamız gereken ‘Emanet’ler

Maneviyat büyüklerimizin, “Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et.
Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl!.”diye yaptıkları dualarında kastettikleri Emanet, ‘sadece canımızı teslim etme Emaneti midir, yoksa vazife ve sorumluluklarımız da korumamız gereken emanete girmekte midir?’ diye sormuşlar Hocaefendi’ye.

Verilen geniş bilgi fevkalade önemlidir. Emin kılınmak istediğimiz emanetin içine nice İlahi ikram ve ihsanlar giriyormuş da farkında bile olmuyor muşuz diye düşündüm. Konunun yerimizin aldığı kadarını sizinle paylaşmak istedim. Birlikte okuyoruz yüklendiğimiz emanetin nice nimetleri içine aldığını.

****

– Emanetin çerçevesi geniştir. Allah Teâlâ’nın insana bahşettiği ilk ihsanlar birer emanet olduğu gibi, insanın, iradesinin hakkını verip bu ilk mevhibeleri değerlendirmek suretiyle kazandıkları da birer emanettir!

– Dolayısıyla Rabb’imizin bahşettiği hayatımız bize bir emanet olduğu gibi, onun üstünde ebedi hayatın nüvesini taşıyan iman, Kur’an, marifetullah, muhabbetullah da birer emanettirler!

– Zaten iman olmayınca insan, bu dünyada diğer mahlûklar gibi çok dar bir zaman dilimi içinde yaşayıp sonra da kendini yokluğa mahkûm etmiş olur. Onun ebediyete mazhar olması ise imana bağlıdır. Bu sebepledir ki insan, kendisine tevdi edilen iman gibi çok önemli Emanetleri korumak için etrafında ne kadar surlar oluştursa, bu hedef doğrultusunda, bütün cehdini ortaya koyup ne kadar gayret sarf etse azdır!

-İnsan, bu bakış açısını yakalayabildiği takdirde, hem kendisine bahşedilen hem de iradesinin hakkını vererek mazhar olduğu bütün nimetlerin evvel ve âhirinde, zâhir ve bâtınında kudret-i namütenahinin elini görecek, bu nimetleri kendisine ihsan eden Zat’a karşı sinesi, hamd-ü sena duygularıyla dolup taşacaktır!.

– Bütün bu nimetleri düşünen insan, çok ciddi bir metafizik gerilim içinde minnet ve şükran hisleriyle oturup kalkacak, “elhamdülillah”la soluklanacak ve bu mübarek kelimeyi, tepeden tırnağa kadar vücudunun her yanında ihtizaz meydana getirecek şekilde duyacaktır!..

-İşte bu açıdan bakıldığında emanetin çerçevesinin çok geniş olduğu görülecektir…

– Dün seleflerimizin omuzlarına konulan bu (iman ve Kur’an) emaneti, bugün bizim omuzlarımızın üzerinde bulunuyor, yarın da sonraki nesillere aktarılacak. Biz bu emanete sahip çıkmaz, onu gereğince korumaz ve sağlam bir şekilde haleflerimize teslim etmezsek, bir taraftan bu emanete ihanet etmiş, diğer yandan da yarının insanlarına karşı büyük bir haksızlık yapmış oluruz.

– İhmale uğradığından dolayı bilhassa günümüzde, imana ve Kur’an’a hizmet emaneti daha bir önem kazanmıştır. Geçmiş dönemlerde, çok sıkıntılı şartlarda bile bu yüce mefkûre uğrunda insanlar hırz-ı can etmiş, yapmaları gerekli olan işleri arızasız kusursuz yerine getirmiş ve bu emaneti günümüze kadar taşıyıp bize ulaştırmışlardır.

– O halde bize düşen vazife de, bu hizmet-i imaniyeyi arıza ve kusura maruz bırakmaksızın geldiği şekliyle muhafaza etmek, hız kesmeden devam etmesini sağlamak ve onu ulaştırılması gerekli olan yerlere ulaştırmaktır. Yani biz ömrümüz olduğu sürece bu emanetin emanetçileri olarak, zerresini zayi etmeksizin, onu götürülmesi gerekli olan yere götürmekle mükellefiz. Eğer hakkıyla yerine getirilemediğinden dolayı bu hizmette kırılma, çatlama, duraklama ve hatta geriye gitme olursa, emanete hıyanet etmiş sayılırız ki, Cenâb-ı Hak bunun hesabını ahirette bize sorar.

-Evet, nezd-i uluhiyette hainlik damgası yemekten ve emanete hıyanet etmekten endişe ediyorsak, meseleyi bu çerçevede ele almalı, sonra da “Allah’ım! Bir an önce emin insanları gönder de, üzerimizdeki bu emanetleri zayi etmeden onlara teslim edebilelim.” dua ve mülahazalarıyla Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve rahmetine sığınmalıyız…”

İşte biz de bugün bu geniş emanet anlayışı içinde dualarımızı tekrar ederek diyoruz ki: -Ya Rab, bizleri kendine kul, Resulüne ümmet kabul eyle! Teslim etme vaktine kadar da bizleri emanetlerinde emin kıl!

Ahmed Şahin / Zaman

Bediüzzaman’da Endişe Kavramı

    Endişe denilen psikolojik durum, insanı korkutan her olay ve olguya karşı farklı şekillerde biçimleniyor. İnsanlar genellikle geleceklerinden  endişe ederler. Dünyevi ihtiyaçlarını karşılamak, kimseye muhtaç olmadan el açmadan yaşamayı düşünürler. Bu  tutum iyi bir tutumdur, dünyada dünyevi anlamda aziz bir şekilde yaşamak geleceğini kurmak ile mümkündür, yoksa dünyada çektiği bütün sıkıntılar geleceğini inşa etmekte ettiği laubaliliklerden dolayı onu sürekli huzursuz eder ve “sürekli keşke ben de çalışsaydım, böyle mi olmalıydı “ gibi yorumlarda bulunur. İnsan gelişme çağında psikolojisini ve çalışma takvimini iyi ayarlarsa bütün hayatı boyunca ideallerine daha yakın olur. Ama aksi durumlar da kötü sonuçlar doğurur.

DÜNYEVİ VE UHREVİ ENDİŞELER

      Endişe kavramı iki önemli şekilde biçimlenir, birisi dünyevi endişeler, ikincisi ise uhrevi endişelerdir.

     Peygamberimiz bu iki endişeyi birleştiren açıklamalarda bulunmuştur. Hemen ölecekmiş gibi ahirete, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya  çalışmaya örgütleyerek bu iki sanırı birleştirmiştir.

    Hakikaten bu söz çok ideal ve yerinde söylenmiştir. Endişe ile korku arasındaki sınırı belirlemek  zor bir psikolojik çözüm.

Bu endişe daha sonra korkuya daha sonra da paniğe ve anskiyeteye dönüşebilir.Psikolojideki anskiyete panik endişe demektir, çok zaman zararlıdır. Cahit Sıtkı’nın ölümden korkması bir panik bir anskiyetedir. Yunus Emre korkuyu yenmiş ve şöyle demiştir,

   Ölümden ne korkarsın korkma ebedi varsın

Yunus , Sırat köprüsünden de korkmaz. Ve

Sırat kıldan ince kılıçtan keskin derler

Varıp anın üstünde evler  yapasım gelir

     Ne kadar, Allah yanında itibarlı bir yer edinmiş bu sözü söylerken.

     Yine ashabdan birisi “ Bir kişi cennete gidecek olsa ben o olmak için çabalarım, bir kişi Cehennem’i gidecekse ben  o olmamaya gayret ederim “ der.

PEYGAMBERİMİZİN ENDİŞESİ

    Hazreti Peygamber de endişe kavramı yeni bir boyut kazanır, o ümmetini endişe edendir. Büyük adamlar milletlerini peygamberler ümmetlerinden endişe ederler.

     Bediüzzaman’ın hayatında kendini endişe etmesi başına büyük riskler açar. Van’a  gittikten sonra kendini kurtarma endişesi ile ibadete verince , alıp Barla’ya sürgün edilir, bunu kendisi söyler.

     Hazreti Musa  dağdan döndüğünde ümmetini çok kötü bir durumda görür, sürekli onlara yerler gökler  İlahını anlatırken döndüğünde her şeyi unutmuş olan bu garip insanlar bir buzağıya tapmaktadırlar. Onları bırakıp gitmez , onları kurtarmaya gayret eder.

UYANIK VE DÜŞÜNEN İNSANLAR

     Bediüzzaman Peygamberimizden en büyük miras olarak bu endişe kavramını almıştır, o peygamber muavini olan büyük insan sanki “ümmetimin ahiretinden ve dünyasından endişe et, onları uyanık ve düşünen insanlar haline getir” emrini almıştır, veya gibidir diyelim, çünkü bu doğru ama fiktif bir yorumdur.

    “Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem, orası da bana zindan olur” der.

    Ne kadar büyük bir endişe değil mi, bir bize kendimize bakalım, bir de bu sözün sahibine. Endişeden mutlu olmak işte Bediüzzaman. Biz küçük mutluluklarla mutlu olurken o endişeden mutlu olur.

BU GÜN ALLAH İÇİN NE YAPTIN?

     Uçuruma  düşerken bile endişesi davasıdır “ ah davam “ diye feryat eder. Bir çok insan bir araya gelmişiz, endişesi dünyevi makul isteklerini gerçekleştirmek olan birçok sözde uhrevi insanlar. “Bugün Allah için ne yaptın” endişesinden mahrum insanlar.

     Kendini bir itfaiye neferi gibi gören

   “Karşımda büyük bir yangın var,  alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor”  diyen bir şefkatli baba ve ana gibi

    insanları küfrün ve inkârın ve ibadetsizliğin, lakaytlığın yangınından kurtarmaya  çalışan insan.

   İnkâr büyük bir yangın,

   dini hakaika yabanileşmek büyük bir yangın,

   ibadette aşksızlık bir büyük yangın,

   herkes sokakta kendi yangınını anlatmak için yangın var diye bağırsa yeridir. Çünkü herkesin yanan  bir yanı vardır.

   Fuzuli  yalnızlık yangınını anlatırken, dar bir yerde kalmıştır.

Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge

Ne açar kimse kapım bad-ı  sabadan gayri

Der.

     Bediüzzaman ‘da endişe  kavramı o kadar çok işlenmiş ki neredeyse bir kitap olacak kadardır. Bediüzzaman  denen bu büyük adam adeta endişeden doğmuştur.

    “Ben de Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir  nur olduğunu bütün dünyaya isbat edeceğim “ demek , işte Bediüzzaman’ın rahm-ı maderi.

ÖLÜM VE HAYAT HAKİKATI

       Onuncu söz bir endişeden doğmuştur, çünkü ahireti anlamayan  bir zihin büyük bir olumsuzluk içindedir, Bediüzzaman imanın bu büyük kapısını açmak için on iki kapılı bir hakikat sistemi kurmuş, önce o hakikatlerin girişini suretlerde anlatmış daha sonra ise hakikatlere geçmiş, ne kadar harika bir tefsir ve tasarım.

    Miraç bir endişeden doğmuştur. Barla’da miraç konusunda ruhani mi maddi mi konusunda hocaların tartışmasını biri  O’na nakleder o da birkaç dakika düşünür ve Şamlı  Hafız Tevfik  Beyefendi’ye “ yaz  Şamlı “ der. Sonra emsali olmayan bu bahis nasıl ortaya çıkar. Bediüzzaman’ın bütün eserleri onun endişesinden doğmuştur.

BU EJDERHA İMANIN ESASINA İLİŞECEK

     Tabiat risalesi bir endişeden doğmuştur, kendisi anlatır. “Bin ü ç yüz otuz sekizde Ankara’ya gittim. (Zannedersem 1922 li yıllar)İslam ordusunun Yunana galebesinden neşe alan ehli imanın efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah dedim bu ejderha imanın erkânına ilişecek! “ (Tabiat risalesi )Toplumun imanını nasıl korumaya almış zihninde  endişeye bak” Eyvah dedim bu ejderha imanın erkanına ilişecek” Hergün,  evlerde okullarda,  salonlarda, sokaklarda erkanına ilişilen iman  ve imanı kendine dava edinmiş endişesiz insanlar. Demek endişe kişinin imanından doğan bir olağan üstü insani ve imani durum.

    Nurları dar bir  kalıp içinde görmeyi sadakat telakki eden , Bediüzzaman’ı kendi dar dünyasına hapsetmeye çalışan sözde sevenler. Onu çok yükseklerde görüp hayatın içinden kaçıran yorumlar.

    Dağlar gibi insanları küçük mülahazalarla kar tanelerine çeviren mülahazalar.

    Sineği bile kendi sanatına yeryüzü galerisine koyan Allah, Akif ‘i Bediüzzaman’ı anlatmakta bir mukayese  unsuru göremeyen mülahazalar.

    Küçük dağlar , tepeler ve çukurlar bile dağların büyüklüğüne selam durur. “Bir dağ ne kadar yüksek olsa bir tarafı yol olur “diyen halk şairi , azamet ile insanı birleştirir.

     Karşısındaki kadının titrediğini gören Hülasa-i Kâinat, “Korkma be kardeşim ben kral değilim, kuru ekmek yiyen bir dul kadının oğluyum “diyen. Nebiyyi Zişan “

     Her bahsin arka planında bu Bediüzzaman endişesi var. En büyük endişelerinden biri kitapları ve talebeleri!

      Talebelerinin haysiyetini sırtında yumurta sepeti taşıyan bir yumurtacı hassasiyetinde koruyan insan!

    Ayeti Hasbiyede bu endişelerini uzun uzun anlatır. “ Hayatımı ve  ve bekamı  o resailin  hakaik-i  imaniyeyi  isbat eden  her bir risalenin  bekasına  , devamına , ifadesine , makbuliyetine  feda etmeğe  her vakit  hazır olduğumu  ve saadetimi onların Kur’an’a hizmet etmelerinde  bildim.”(Ayeti Hasbiye)

Bir kitap olacak azamette bir konu Bediüzzaman’da endişe kavramı. Herkes kendi endişe kavramını tahlil etsin Bediüzzaman gibi toplumu, Müslümanları düşünen endişesi olmuş mudur, yüreğini ve aklını yoklasın.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.org

 

Kurşunların İsabet Etmediği An

Bir gün Üstad, Emirdağ’da zile basar. Zübeyir huzuruna girince:

‘’Hemen acele sağlam bir sepet bul getir, kapaklı olsun’’der.

Hemen koşup Üstad’ın istediği sepeti bulup getirir:

‘’Bu kitapları içine koy, iple sağlam bir şekilde bağla!’’

Zübeyir Ağabey, kitapları sepete yerleştirip sıkıca bağlar.

Hemen ardından bir ziyaretçi çıkagelir:

‘’Ben çaldırandan geliyorum. Üstad’ı ziyaret etmek istiyorum ‘’der

Zübeyir Ağabey: ‘’Üstad’ım, böyle biri geldi; sizi selam vermek istiyor.’’

‘’Hemen gelsin’’der. Gelen ziyaretçiye:

‘’Kardeşim, tam zamanında geldin. Benim İran’da bir talebem var. Oranın en büyük alimlerindendir.

Bu sepete ona verirsin’’der. O zat ders ve talimat aldıktan sonra:

‘’Peki Üstad’ım’’ deyip ayrılır.

Epey zaman sonra bu zatın bir arkadaşı Üstad’ı ziyarete gelir. Üstad, emanetin yerine varıp varmadığını sorar. O zat, olan biteni anlatır:

‘’O arkadaş koşucu bir atı vardı. Heybesini bir tarafına Risale-i Nurları, diğer tarafına yiyecekleri yerleştirip İran’a doğru yola çıkmış. Tam hududu geçeceği sırada jandarmalar kendisini görmüş. Durması için ateş etmişler. Atını mahmuzlayıp uçar gibi gitmiş. Bu sefer yaylım ateşine tutmuşlar. Kurşunlar, sağından solundan vızır vızır geçtiği halde hiçbiri isabet etmemiş. Halbuki ölüm ihtimali yüzde yüz. İran’daki o zatı bulmuş, emanetleri teslim etmiş. O zat 70-75 yaşlarındaymış. Çok memnun olmuş. Dönüşte sınırın başka bir yerinden girmiş.’’

Nur’un Büyük Kumandanı / İhsan Atasoy

Kibir Nedir?

Kibir; insanın servet, makam, ilim, ibadet, soy, güzellik ve kuvvet gibi her hangi bir meziyetinden dolayı kendini başkasından üstün görme hastalığıdır. Hak ve hakikati kabul etmemektir.

Kibrin çok dereceleri vardır. Bazısı vardır ki, insanı küfre kadar götürebilir. Şeytan, gurur ve kibrinden dolayı Allah’ın huzurundan kovuldu ve ebedi cehenneme düçar oldu. Şeytana aldanan ve Cenab-ı Hakk’ın rububiyet sıfatını taklide cesaret eden Firavun suda boğulurken, Nemrut da bir sineğe mağlup olmuş ve elim akıbete uğramışlardır. Nitekim Cenab-ı Hak bir hadis-i kudside: “Kibriya ve azamet hususunda kendisiyle çekişecek kimseyi cehenneme atacağını” haber vermiştir.

Kibrin ne kadar tehlikeli ve çirkinolduğu bir ayette şöyle ifade buyrulur: “Kibirli davranarak insanlardan yüzünü dönme, çalımlı çalımlı yürüme! Çünkü Allah kibirle kasılan, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez.

Bir başka ayette de; “Cehennem, kibirliler için ne çirkin, ne kötü bir yerdir.” buyrulmuştur.

Yine başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Hem, kibirli kibirli yürüme! Zira ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara erişebilirsin..

Büyüklük ve azamet kainatı ve içindeki bütün mahlukatı yoktan var eden Cenab-ı Hakk’a aittir ve O’na layıktır. Bir kulun kibirlenmesi, bir kölenin hükümdarın tacını başına geçirerek onun tahtında oturup hükmetmesine benzer.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “ Kalbinde zerre kadar kibir bulunan bir kimse cennete giremeyecektir.” Binaenaleyh az bir kibrin ahirette böyle büyük bir cezası olursa acaba Firavun ve Nemrut gibi bu hususta haddi aşanların durumu nice olacaktır. Bu hadis-i şerifte ifade edilen kibir, Allah’a ve Peygamberlere karşı yapılan kibirdir.

Kibrin sebebi, cehalet ve muhakeme noksanlığıdır. Halık-ı Azim’in kudret ve azametini düşünen ve bilen bir insan, hiç kibir ve gurur tehlikesine düşer mi?

Akl-ı selim sahibi bir insan hayal ve vehimden ibaret olan kibrin ne kadar manasız olduğunu anlar. Eğer kişiyi gurur ve kibre sevkeden, onun ceddinin ve neslinin şeref ve fazileti ise bu kendisine bir şeref kazandırmaz. Soyu ile övünmek ahmaklıktır. Kabil, Hazret-i Âdem’in oğlu idi, ancak babasının Peygamber olması, onu küfürden kurtarmadı. Nuh (a.s)’un oğlu da babasının peygamberliğini kabul etmeyerek ebedi felakete sürüklendi. Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Atalarınız ile övünmeyi terk edin

Eğer insan kendinde var olan kudret, servet ve marifetten dolayı gurur ve kibre giriyorsa, bu da pek manasızdır ve büyük bir cehalettir. Zira, bir insan fil kadar kuvvetli ve kaplan gibi cesaret ve şacaatli olamaz. Sonsuz kudret sahibi olan ve kendisindeki bu nimetleri ona ihsan eden Cenab-ı Hakk’a karşı böyle bir harekette bulunmak en büyük felakettir. İnsan ne kadar kuvvet ve iktidar sahibi olursa olsun, bunların bir gün mutlaka elinden çıkacağını düşünse kesinlikle gurur ve kibre düşmez. Akıllı insan kendisinde bulunan maddi ve manevi nimetlerin Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve keremi olduğunu bilmeli, bir anda yazı kışa, kışı yaza çeviren Allah’ın bu nimetleri elinden her an alabileceğini unutmamalıdır ki, gurur ve kibre düşmesin. İnsan bütün bu nimetleri Allah’ın ikramı olarak görür ve şükür ile mukabele ederse bu hastalığa düşmez.

Eğer kişi, gençliğinden ve hüsn-ü cemalinden dolayı gurur ve kibre düşüyorsa bilmelidir ki, bu geçlik ve güzellik kısa bir zaman sonra elinden çıkar, yüzü kırışır, saçı ağarır ve beli bükülür. Gençliğinden ve güzelliğinden bir eser kalmaz.

Eğer onu gurur ve kibre götüren akıl ve zekasının çokluğu ise, bu durum da onun akılsızlığına delildir. Ama ne yazık ki, insan kendisinde bulunan bütün nimetlerin fani olduğunu bildiği halde, yine de o zavallı kibir ve azameti elinden bırakmaz. Zengin ise fakirleri, rütbe sahibi ise idare ettiği kimseleri, ilim sahibi ise kendinden aşağı mertebede olanları hakir ve küçük görür, fahr eder, gurur ve kibre düşer.

Eğer kişi ilim ve faziletinden dolayı kibre giriyorsa, bilmelidir ki, o ilim de Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanıdır. Kibir ile ilim bir arada bulunmaz, bunların bir kişide cem olmasına taaccüp edilir. İmam-ı Gazali Hazretleri ilminden dolayı gururlanan kişiler için şöyle der; “ Böyle bir kimse ilme vakıf olmadığından ve cehlini ilan etmiş olacağından ona teessüf olunur. İlim silah gibidir. İlim, kibirlinin kibrini izale eder, tevazu ise, ehlinin itibarını ve derecesini artırır. İlmi ile kibirlenmek, büyük bir felakettir.” Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Âlimin afeti, kendini büyük görmesidir

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:

Eğer gurur saikasıyla başkaların kemalâtına tenezzül etmeyip, kendi kemalâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslaf-ı izamın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar.

Aciz, zaif ve fakir olan insana yakışan tevazu ve tezellüldür. Zira insanın izzeti Cenab-ı Hakk’a karşı zilletindedir; şükür ve secdesindedir. Akıllı insan mütevazi olur, akibetinin ne olacağını düşünerek gurur ve kibre düşmekten kurtulur. Dünyanın fani ve geçici zevk ve sürurlarına aldanıp tekebbür etmez. Zira, dünyevî makamlar, kuvvet ve servetler fânidir, geçicidir.

Tevazu öyle ulvi bir meziyettir ki, insanı Allah’a yaklaştırır, O’na dost eder ve diğer insanların da muhabbetini kazandırır. İnsan tevazu sayesinde aklen ve ruhen terakki eder ve kalben de huzur bulur. Onda şefkat, merhamet ve edep gibi bir çok hisler meydana gelir. Bu haliyle diğer insanlara bir numune-i misal olur. Tevazu göstererek gurur ve kibirden kurtulan insan şeref ve itibar sahibi olur. Allah dostlarının kalplerini nazargâh-ı İlahi bilir ve onları incitmemeye gayret eder.

Mahsul, ovadaki sulu ve yumuşak toprakta yetişir. Dağda ve sert toprakta mahsul yetişmez. Aynı şekilde hikmet de, mütevazı olanın kalbinde yerleşir, kibirlinin gönlünde yerleşmez.

Bediüzzaman hazretleri gurur ve kibirin ağır bir yük ve tavazunun ise çok lezzetli ve mükafatlı olduğunu veciz bir şekilde şöyle ifade eder:

Gurur ve kibirde öyle ağır yük var ki, mağrur adam herkesten hürmet ister ve istemek sebebiyle iskiskal gördüğünden, dâimâ azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez. Hem, meselâ, tevâzuda ve terki-i anâniyette öyle lezzetli bir mükâfât var ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.

Tevazu sahiplerinin özelliklerinden biri, bir ayette mealen şöyle ifade buyrulur: “ Ve rahmanın –halis- kulları onlardır ki, yer yüzünde mütevaziane bir halde yürürler ve cahiller onlara hitabettikleri vakit “ selametle” derler.

Evet, tevazu ehli olanlar, azamet-i ilahiyeyi düşünerek kibir ve gururdan kaçınırlar. Kendi acizlik ve fakirliklerini bilerek rıfk ile hareket ederler. Hiç kimseye karşı mütekebbirane ve hodfuruşane bir vaziyet almazlar. Birtakım cahil ve sefih kimseler o mütevazi zatlara karşı hoş olmayan davranışlarda bulundukları zaman, onlar fena bir tarzda mukabelede bulunmazlar.

Bir insanın gurur ve kibir hastalığından kurtulmasının bir çaresi de hüsn-ü zan sahibi olmasıdır. Hüsn-ü zan bir kimse hakkında iyi niyetli olma halidir. İnsanlar hakkında hüsn-ü zanda bulunmak sünnettir. Hüsn-ü zan muhabbetin en büyük vesilesi olduğu gibi, kişinin kibir ve gurudan kurtulmasının da çaresidir.

Çünkü insan kendi hatalarını ve günahlarını çok iyi bildiği halde, karşıdaki insanın işlediği günahlarından tam manasıyla emin değildir.

Mehmet Kırkıncı