Kategori arşivi: Yazılar

Kar yağar çiçek çiçek

Bir bahar sabahı uyanmışlardı.

Aylarca gülümsediler.

Bazan yağmur okşadı yüzlerini.

Bazan güneş öpücükler kondurdu yanaklarına.

Kucaklarında nice konuklar ağırladılar.

Bir yaz böylece geçti.

Yorgun düştü çiçekler.

Ve uyumak istediler.

•••

Bu defa gökte çiçekler açtı.

Bulutlarda nakışlar işlendi.

Herbiri ayrı bir desenle süslenmiş beyaz çiçekler usulca inmeye başladı yeryüzüne.

Ve yerde uyuyan çiçeklerin üzerini örttü incitmeden.

Donmasınlar diye, onları toprağın sıcaklığıyla baş başa bıraktı.

•••

Bem beyaz bir yorgan, dağlardan ovalara doğru serildi.

Renkler de çiçekler gibi gözlerden kayboldu.

Sadece beyaz kaldı ortada. Bir de güneşin kızıllığı zaman zaman.

Yorganın altında mışıl mışıl uyudu çiçekler.

Yukarıda olup bitenlerden haberleri bile olmadı.

•••

Gün geldi, bir diriliş müjdesi ulaştı uyuyanlara.

Bir tebessüm yukarıdan, bir tebessüm aşağıdan, deliverdi karları.

Önce güneş gülümsedi semâda.

Ona çiçekler cevap verdi.

İkisinin arasında dağlar eridi, gitti.

•••

Toprak, suyu yanı başında hazır buldu.

Kana kana içti.

İçtikçe coştu.

Coştukça güldü.

Dinlenmiş yüzlerle güldü.

Çiçekleri özleyenler, o gülen yüzde bir haşir müjdesi buldu.

Ve ölümü de, tıpkı kar gibi, kış gibi, bir diriliş habercisi bildi.

Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor.

Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltendir. O herşeye kadirdir.

Rûm Sûresi, 50

Ümit Şimşek

Nur Risalelerini Sadeleştirme Hevesine Kapılanlara Mühim Bir İhtar!

İşittim ki, iman hakikatlerinin tefsiri olan Risaleleri sade bir dille yazma, sizin tabirinizle “sadeleştirme” sevdasına düşmüşsünüz. Maalesef bunun örneklerini de gördüm. Bu husustaki fikirlerimi madde madde söylemek niyetindeyim. Beni dinlemeseniz bile samimiyetime kulak vermenizi rica ediyorum:

Birincisi: Bu hakkı nereden ve kimden alıyorsunuz? Bir müellifin eserlerinden istifade etmek, okuyucuya kitaplarında tasarruf etme yetkisini verir mi?

İkincisi: Bu Risaleler zengin bir kelime kadrosuna sahiptir. Ben lügatini hazırladım ve bu günkü nesillerce bilinmeyen on bir bin kelime buldum. Bilinenleri de sayarsak kelime sayısı en az ikiye katlanır. Oysa, sade dille yazınca okumalarını ve anlamalarını umduğunuz insanlar azami bin kelime kullanıyorlar. Bu durumda, lisan ve lügat ilmine vakıf herkes bilir ki, Risaleleri zayi etmeksizin sadeleştirmek muhaldir. İnsaf edin, yirmi bin kelimeyi bin kelimeyle ifade etmek nasıl mümkün olabilir?

Üçüncüsü: Erbabına malumdur ki, dil ile düşünce arasında paralellik vardır. İnsan, sahibi olduğu kelimeler kadar düşünebilir ve bu sınırı aşamaz. Risale diline sahip olmak demek aynı zamanda tefekkür alanını genişletmek demektir. Bu kıymetli eserlerin önemli faydalarından biri de budur. Bu hikmeti kesip atmak zulüm olamaz mı?

Dördüncüsü: Risalelerde Bediüzzaman Hazretlerinin kendine has bir üslubu vardır. Fevkalade tesirli bir üslup. Hem akla, hem de kalbe tesir eden bir surettir bu. Bu bedi üslubu kendi keyfine göre parçalamak ve tesirini kırmak cinayet olmaz mı?

Beşincisi: Lisanımız bir asırdır sadmeler geçiriyor. Kırpıla kırpıla fakir bırakıldı, tefekkür dili olmaktan uzaklaştırıldı. Nur Risalelerinin bir hizmeti de lisanı muhafaza etmek ve ortak bir dil kurmaktır. Siz aksi istikamette hareket etmekle tahripçileri sevindirmiş olmuyor musunuz?

Altıncısı: Siz de bilirsiniz ki, her ilmin kendine has ıstılahları, terimleri, kavramları vardır. O ilmi elde etmek isteyen adam bu kelimeleri öğrenmek zorundadır. O ilmi bilmek, terimleri sindirmekle mümkündür. Risalelerde de iman ilmi anlatılıyor. Onun da ıstılahları var. Bu ıstılahların günlük dilde karşılıkları yoktur ki yerine konabilsin. Risalelerin dili, imanın dilidir. İman dili tercüme edilebilir mi, edilirse ruhu incinmez mi?

Yedincisi: Bazı kimseler risaleleri okumak istiyorlar da anlamakta zorlandıkları için mi okumuyorlar sanıyorsunuz. Zehi gaflet! Nurları, enfüsi aleminde sorgulaması olan ve hakikati arayanlar okur. Bu vasıflara sahip her yaştan ve her baştan insan okuyor zaten. Anlamak için lügatlere bakıyor, bilmediklerini soruyor ve istifade ediyorlar. Bu o kadar bedihi ki delil bile istemiyor. İnsanlar daha çok namaz kılsın diye caminin dışına seccade sermekle namaz kılanların sayısı artar mı?

Sekizincisi: Bazı sadeleştirmeleri inceledim, hakiki metinden hiç de daha anlaşılır olmadıkları gördüm. Risalelerin anlaşılıp anlaşılamaması sadece kelimelerle ilgili değil ki. Ortada derin ve ince bir ilim var, dikkat ve itina istiyor. Zengin kelime kadrosu onun sadece bir yönü. Bazı kelimelerin yerine başkalarını koymakla, belki bir derece bilinen kelimelerin sayısını artırıyorsunuz, ama esas dokuyu bozmakla da onu daha karışık bir hale getiriyorsunuz. Bunun neresinde sadelik?

Dokuzuncusu: Risalelerin şiirli bir dili vardır. Ahengi ruhlara tesir eder, kalbin en derin ve ince hislerini lerzeye getirir. İnsan da sadece akıldan ibaret değildir. Akla iyilik edeceğim diye kalbe darbe vurmak akıllılık mıdır? Sadeleştirme ünvanı altında bu harika, sanatlı, revnaklı, fasih ve selis üslubu tahrip etmek nurlara en büyük zararı vermektir. Malum ya, bazen gafil dostumuz düşmanımızdan ziyade zarar verebilir!

Onuncusu: Kaldı ki, nurlardan istifade ettikten sonra, kalem erbabı zatlar, bu hakikatleri yazabilir, her edebi türde eserler verebilirler. Buna hiçbir engel yoktur. Nurlar, yazılarınıza ruh olmak kaydıyla roman, hikaye, deneme, şiir ve saire yazmanıza ne mani var? Risalelere hemen muhatap olamayanlar sizin eserlerinizi okur, istifade eder, hakikati bulabilirler. Daha fazlasını isteyince de nurları okumaya başlarlar. Nitekim böyle de oluyor. Nice Nur Talebesi yazar var dünyada. Kitapları basılıyor, satılıyor, okunuyor. Sizin de madem ilminiz ve edebi kabiliyetiniz var, gösteriniz, işte meydan! Bu yazarlar kendileri adına yazıyor ve konuşuyorlar. Nurlara halel getirmeleri söz konusu olmuyor. Çünkü Risaleler adına konuşmuyor ve yazmıyorlar.

On birincisi: Muarızlar, Nurların önüne perde çekmek ve insanları onu tanımaktan alıkoymak için her yolu denediler, ama muvaffak olamadılar. Siz ise, Nurların sadesi, lügatlisi, meallisi ve saire derken araya perdeler koyuyorsunuz ve koyacaksınız. “Kötü para iyi parayı kovar” misali, sizin uyduruk dilinizle yazılanlar nurlara perde oluyor ve olacak. Zamanla bu perdeler hem daha da artacak, hem de daha fazla kalınlaşacak. Nurlar, zaman zaman hatırlanan birer mübarek yadigar haline gelecek!

On ikincisi: İnsanları zıvanadan çıkaran mühim amillerden biri de para hırsıdır. Bu mübarek eserler iyi de alıcı buluyor, çünkü herkesin ihtiyacı var. Sade basım, yalın yayım derken korkarım ki, bazı paracıların iştahını kabartırsınız. Cevşen ticareti meydanda! O zaman her bezirgan, canı nasıl isterse ve ne kadar isterse o kadar basar ve satar. Bu yolu açmaktan korkmuyor musunuz?

On üçüncüsü: Sizden bir kısmınızın Risale neşir hakkı yok diye biliyorum. Var da ben mi bilmiyorum. Sahi, siz risale basma ve yayma hakkını kimden aldınız? Muhterem müellifin varis tayin ettikleri malum. Siz de onlardan mısınız? İzniniz yoksa bu fiilinizin hesabını nasıl vereceksiniz? Biliyorum ki, varislerden hiç biri yaptıklarınızı uygun bulmuyor. Öyleyse siz yaptıklarınızı ne hakla yapıyor ve hangi hukuka dayanarak basıp yayıyorsunuz!

On dördüncüsü: Mesele sadece sadeleştirme de değil. Kiminiz sayfanın altına meal koyuyorsunuz, kiminiz metnin yanına sözlük yerleştiriyorsunuz, kiminiz kitabın önüne önsöz, takdim, biyografi ekliyorsunuz. Öyle ya, bu mübarek Kuran tefsirine herkes ne isterse yapabilir! Yeter ki aslını kaybetsin! Her yol mübah! Bunları yapmak için fetvayı kimden aldınız?

On beşincisi: Tercümeleri kendinize delil yapıyormuşsunuz. Böyle kıyas mı olur, insaf ediniz! Hiç lisan bilmeyenlere tercüme etmek bir zarurettir. Zaruret ise haramı bile helal kılar. Açlıktan ölme tehlikesi geçiren adam haram etten doymayacak kadar yiyebilir. Ama ölüm tehlikesi olmayan adam bu ruhsattan istifade edemez. Bu misali meselemize tatbik ediniz! Türki lisan bilmeyenler, muztar adamlardır. Sizin muhataplarınız böyle mi! Nasıl unutursunuz ki, risaleler onların diliyle yazıldı. Risale dili muhataplarınıza yabancı değil, muhataplarınız bu dile yabani. Onları buraya getirmek gerek. Yoksa bunu oraya taşımak için derisini yüzmek akıl karı değildir. Müfsitler de dil uygulamalarıyla bunu yapmak niyetindeydiler zaten. Ezanı ve namaz surelerini tahrif için az mı didindiler! Nurlarda dil ve üslup canlı deri gibidir. Elbise gibi olsa, belki onu soyar, kendi modanıza göre bir libas giydirebilirdiniz!

On altıncısı: Evet, risalelerde manası hemen kavranamayan yerler vardır. Ama hepsi böyle mi? Kolayca anlaşılan, sezilen, sevilen bölümler de var. Nurlara yeni muhatap olan bunlardan başlamalı. Sonra öbürlerini de okur, onlardan da faydalanır.

On yedincisi: Risalelerin bir gazete yazısı gibi basit olmayışından dolayı bir cazibesi var. O bezme ancak layık olanlar girebilir. İhtiyacını hisseden ve iştiyak duyanlar talebe olabilir. Onu arayanlar bulabilir, bulmalıdır. O, popüler bir meta değildir. Biraz istek, biraz talep, biraz da gayret lazım. Ucuz bir mal olmamalı nurlar. Hemencecik tüketilememeli. Tüketim kültürü yaygınlaştı. Bu kültürün etkisinde kalanlar kolay elde ettiklerinin kıymetini bilmezler. Pahalı olan ve zor elde edilen daha değerlidir. Bu sakat kültürün bir aktörü mü olmak istiyorsunuz? Olabilir, sözüm yok, ama yeter ki bunu Nurlarla yapmayın!

On sekizincisi: Nurlardaki derin meseleleri anlamak ve tam feyiz almak için toplu okumalar ve müzakereler yapılır. Talebeler birbirinin anlayışından ve uygulamasından istifade eder. Mesleğimizin mühim bir esası da budur. Zaman cemaat zamanıdır. Bu hususa ne kadar ehemmiyet verilse azdır. İlminiz ve iktidarınız varsa buraya sarfediniz!

On dokuzuncusu: Bu biçare kardeşiniz risaleleri üniversitede tanıdı. Ne arabi bilirdi, ne de tam anlamıyla türki. Nurun talebelerinden etkilendi ve anladı ki onları böyle yapan Kuran Nurlarıdır. Okumaya başladı. Anlamakta biraz zorlandı. Ama önemini inanmıştı okumanın. Yüzünde ve hayatında nur parlayan talebeleri görüyordu. Şevke geldi, gayret etti, sonunda Nurlar kapılarını ona da açtı. İşte fıtri yol budur. Risaleler, kalbime iman, aklıma nur, ağzıma dil ve elime kalem verdi. Herkese de verebilir. Siz de aynı yollardan geçmediniz mi? Öyleyse bu bidat niye? Öyle ya, bidat her sahada olabilir. Her bidat mebdede cazip görünür. Oysa, devamı ve neticesi vahimdir. Sonra nedamet cahiminde yanarsınız, ama kar etmez!

Hazer ediniz! Nefsiniz sizi aldatmasın. Bu kitaplar orta malı değildir. Size ve bize düşen onun aslını titizlikle korumaktır. Her ilave ve her noksan ona vurulmuş bir darbedir. Ehil olmayanlara kapı açmaktır. Yağmacılara zemin hazırlamaktır. Ne niyetle olursa olsun her tahrif bir tahriptir, zarar verir. Aslını bozar. Suretini yırtar. Özünü zedeler. Tesirini kırar… Meslek bozulur. Dehşetli bir zamandayız. Her tarafta bidat selleri akıyor. Dalalet fırtınaları esiyor. Nurun duvarlarında delikler açmak akıl karı değildir. Nur risalelerinin cazibesi kendini okutmaya kafidir. Üslubu harikadır. Dili zengindir. Anlatımı fıtridir. Her harfine ihlas kokusu sinmiştir. Her noktasının altında feragat nuru vardır. Kırık dökük kelimelerinizle Nurların dilini ve üslubunu bozup insanlara göstermek, “İşte risaleler bunlardır” demek hak mıdır, adalet midir, hizmet midir, yoksa tahrif ve tahrip midir? İnsafınıza havale ediyorum!

Ömer Sevinçgül

Her An Değişen Varlıklar Yaratıcılarını Göstermektedir

Yaratılan her şeyde kendine mahsusu kabiliyetlerin olduğunu ve bu kabiliyetlerin inkişaf edip geliştiğini görüyoruz. Bütün yaratılmışların çok kıymetli vaziyetlerde çalıştırıldıklarını ve sonra da daha yüksek bir mertebeye çıkarıldıklarını müşahede ediyoruz. Mesela elementlerin her biri madenler mertebesine, madenler nebatlar hayatına, nebatlar rızık olarak hayvanların hayat derecesine ve hayvanlar da daha yüksek bir hayat seviyesi olan şuurlu insaniyet mertebesine çıkarılıyor. Böylece kâinatta daimi bir faaliyet cereyan ediyor. Her şeyin kabiliyetine göre bir vazife yaptıktan sonra kaybolduğunu ve onun yerine başkasının vazifelendirildiğini görüyoruz. Elbette bir yerde bir faaliyet varsa, bir iş yapılıyorsa, o faaliyeti, o işi yapan birisinin varlığını her akıl sahibi kabul eder. Çünkü fiil failsiz olmaz. Bir iğne ustasız, bir harf kâtipsiz, bir köy muhtarsız olmazken, bu kadar harika varlıkların elbette harika bir yaratıcısı, sahibi ve idarecisi olacaktır.

Hele o yapılan işler ne kadar mükemmel, nizamlı, intizamlı hikmetli ise o nispette o işi yapan zatın mükemmelliğine, ilminin, iradesinin, kudretinin yüksekliğine delalet eder. İşte kâinattaki mükemmellik, zerrelerden kürelere, sinekten semadaki yıldızlara kadar, gözle görülmeyen bir yaratıktan insana kadar her şeyde görülen hikmetli, intizamlı, son derece hayret verici güzel yaratılışlar bunları yaratan, terbiye eden, idare eden yaratıcının varlığını, birliğini sonsuz ilmini, iradesini, kudretini apaçık ortaya koymaktadır. Mesela bu yaratılan her bir varlığın resminin bile kendi kendine olması, tesadüfe havale edilmesi mümkün olmadığına göre, bu kadar harika eserlerin kendi kendine olamayacağı, tesadüfe, akılsız, şuursuz, ilimsiz, iradesiz tabiata, sebeplere verilemeyeceği aşikârdır. Gündüzün varlığı güneşi ne kadar kati gösteriyorsa, kâinatta yaratılan küçük büyük, görünen görünmeyen bütün varlıklar da o katiyette yaratıcıları olan Allah’ı akıl gözüne göstermektedir.

Materyalistlerin Yanıldıkları Noktalar

Allah her organı belli bir görev için yaratmıştır. Bu organların yanlış yerde kullanılması, yanılgılara sebep olmaktadır. Mesela, göz görmek, dil tatmak, akıl ise düşünmek ve varlıklardan mana çıkarmak için verilmiştir. Materyalizmi felsefelerine esas alanlar, aklın vazifesini gözden istemekte ve böylece hataya düşmektedirler. Gözün gördüğü şey, ancak maddedir. Hâlbuki her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür. Nasıl ki, gözün ruh ve akıl gibi manevi şeyleri görmesi mümkün değildir. Ruhun ve aklın varlığı eserleriyle anlaşıldığı gibi, Allah’ı n varlığı da ancak kendisini tanıtmak için yarattığı harika eserleriyle anlaşılacaktır.

Materyalistlerin yaratıcıyı tanımakta yanıldıkları ikinci nokta, yaratılanla yaratıcıyı mukayeseden kaynaklanmaktadır. Yaratan, yaratılan cinsinden olamaz. Yaratılan varlıklarla yaratıcıyı mukayese etmek çok yanlış bir kıyaslama olur. Sonsuz bir sayı sonlu bir sayıyla mukayese edilmediği gibi, bütün sıfatları sonsuzlukta olan Allah, sonlu sıfat sahibi olan varlıklarla hiç mukayese edilebilir mi?

Varlıklar bir yaratıcı tarafından, yoktan yaratılmakta, her an yeniden yeniye değişime uğramaktadır. Çünkü varlıklardaki bu halden hale geçişin, değişimin sebeplerinden birincisi, sonradan yaratılmış olmalarıdır. İkincisi, mükemmel hale gelmek için halden hale girerek yenilenmeye ihtiyaclarının olmasıdır. Üçüncüsü, ihtiyaç sahibi olmalarıdır. Dördüncüsü, maddî bir varlık olmalarıdır. Beşincisi de, mümkün, yani sonradan yaratılmış varlıklardan olmalarıdır. Hâlbuki Cenab-ı Hak, hem kadîmdir, hem her cihetçe sonsuz kemaldedir, hem hiçbir şeye muhtaç değildir. Hem maddeden mücerrettir. Yani, maddenin bütün özelliklerinden farklı bir hususiyettedir. Hem vacibü’l vücuttur. Tegayyür ve tebeddülü, yani bir halden bir başka hale geçmesi ve değişmesi muhaldir, mümkün değildir. Çünkü sonradan yaratılmış varlıklardan değildir.

Bütün noksan sıfatlardan uzak olan Allah, hem ezelidir, evveli ve sonu yoktur. Hem her cihette sonsuz mükemmelliktedir. Hem hiçbir zaman hiçbir şeye muhtaç değildir. Vücuda gelmiş eşyanın şekil ve suretlerinden, her türlü düşünülebilen özeliklerinden ayrı bir keyfiyettedir. Hem Vacibül Vücuttur, yani varlığı kendinden dolayı gereklidir. Başka birinin var etmesine ihtiyacı yoktur. Bunun için elbette tegayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir.

Onların yanılma sebeplerinden birisi de, mahlûkatın yaratılmasında görünün hadsiz kolaylık, gayet derecede çabukluk, işlerin sonsuz süratte olmasıdır. Bunlar Allah’ın kudretinin, ilminin ve iradesinin sonsuzluğuna delil olduğu halde, materyalistler bunu Allah’ın sonsuz kudretiyle olduğunu kabul etmedikleri için, bin derece akıldan uzak olan, kendi kendine icat edildiğine hükmetmişlerdir. Oysaki sonsuz bir kudretin delilini, onun yokluğuna delil yapar ve nihayetsiz muhalat kapısını açar. Yani, aklın kabul etmesi mümkün olmayan inkâr yollarına kapı açar. Çünkü o halde, âlemin yaratıcısı olan Allah’a lazım olan nihayetsiz kudret, her şeyi ihata eden ilim gibi nihayetsiz kemalde olan sıfatlarını, zerrelere vermek lazım gelir. Tâ kendi kendine teşekkül edebilsin. Bu ise, bir tek İlâhı kabul etmeyip, zerreler sayısınca İlâhların kabulünü netice vermektedir.

Tabiatperestlerin yanılma sebeplerinden birisi de, Allah’ın eserlerini tabiata dayandırmalarıdır. Hâlbuki tabiat; Allah’ın bir sanatıdır, sanatkâr olmaz. Allah’ın kudret kalemiyle yazılmış bir kitabıdır, kâtip olmaz. Tabiat bir nakıştır, nakkaş olamaz. Bir defterdir, defterdar olmaz. Bir kanundur, kudret olmaz. Onların, eşyanın yaratıcısı olarak kabul ettikleri tabiat ise, her şeyi yoktan yaratan Allah’ın kudretinin, hikmetinin ve iradesinin cilveleridir.

Materyalistlerin yanıldığı noktalardan birisi de, Allah’ın ezeli sıfatını maddeye vermeleri ve maddeyi ezeli kabul etmeleridir. Allah’ın varlıklardaki kudretinin tecellisini görüp, fakat bunun nereden geldiğini bilemediklerinden ve nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezeli tevehhüm etmişlerdir. Böylece Allah’ın eserlerini, maddede görülen harekete ve zerrelere vermişlerdir.

İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki, mekândan münezzeh olmakla beraber, her bir yerde, her bir şeyin icadında, her şeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle Allah’ın yaptığı fiilleri ve eserleri, cansız, kör, şuursuz, iradesiz, ölçüsüz ve tesadüf fırtınaları içinde çalkanan zerrelere, moleküllere ve bunların hareketlerine vermek ne kadar cahilane ve hurafekerane bir fikir olduğunu zerre kadar aklı bulunanların bilmesi gerekir.

Bunlar Allah’ı kabul etmedikleri için, nihayetsiz ilahları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yani, Allah’ın zatının gereği olan ezeliyetini ve yaratıcılığını, kendi akıllarına sığıştıramadıklarından, o hadsiz ve nihayetsiz cansız zerrelerin ezeliyetlerini ve ilahlıklarını kabul etmeye mesleklerince mecbur oluyorlar. Hâlbuki ilah gibi kabul edilen bu zerreler, Allah’ın nihayetsiz kudreti, emri altında hareket ettirilen muntazam ve muhteşem bir ordusu hükmündedirler. O zerrelerden meydana gelen düzgün şekiller, faydalı neticeler, intizamlı ve hikmetli yaratılışlar, nasıl akılsız, şuursuz ve ilimsiz zerrelere verilebilir? Çünkü bir şeyde intizam ve nizam varsa, bu bir ilmi, iradeyi ve kudreti gösterir.

Her Şeyi Değiştirenin Kendisi Değişmemelidir

Kâinatta devamlı şekilde bir faaliyet, bir değişim söz konusudur. İşte bunun için diyorlar ki; Bu faaliyeti, bu değişimi yapan zatın kendisinin de değişmesi bir halden başka bir hale geçmesi, aynı halde durmaması lazım gelir.

Yerdeki aynaların tegayyürü, yani değişmesi, gökteki güneşin değişmesini değil, bilakis, cilvelerinin ve akislerinin tazelendiğini gösterir. Demek, yerde güneşin ışığını aksettiren ne kadar ayna misali parlak şey varsa, cam parçaları, su zerreleri gibi, bunların değişmesi güneşin de değişeceğini göstermez. Aksine güneşin değişmediğini sabit ve daim olduğunu, fakat güneşe aynalık yapan güneşin varlığını gösteren aynaların tazelendiğini, değiştiğini gösterir.

İşte kâinattaki her varlık Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği, isimlerin sahibini gösteren bir aynadır. Mesela yaratılışlarından Halık ismi, nizamlı intizamlı oluşlarından Nazım, Munazzım isimleri, kendilerine mahsus aldıkları suretlerden Musavvir ismi, hayat sahiplerinde Hay ve Muhyi isimleri, hayattan terhis olup ölmelerinde Mümit ismi, rızka muhtaç olanların rızıklandırılmalarında Rezzak, Rahman, Kerim, Rahim isimleri, süslü ve güzel yaratılışlarında Müzeyyin, Cemil gibi isimleri tecelli etmekte kendilerini göstermektedir. Allah(c.c.) bir ayette şöyle buyurmaktadır.

Şüphe yok ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için (Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösteren), büyük işaretler vardır.

İşte düşünen bir insan, ayette de belirtildiği gibi, her şeyden bir ders çıkarır. Kâinattaki her an değişen faaliyetten ve yukarda sayılan isimlere ayna olan varlıkların devamlı olarak tazelenmesinden, çıkaracağı ders; Bu güzel, mükemmel bir şekilde yaratılıp, fakat hiç durmadan değişen gelip geçen varlıklar perdesinin arkasında daimi, değişmez bir güzellik sahibi, iyilik sahibi, yaratıcı, sanatkâr, rızıklandırıcı, kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ama bütün ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılayan, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan birisinin varlığının bilinmesidir.

Değişimin Hikmeti Nedir?

Burada akla bir soru daha gelebilir. Oda: Kâinattaki varlıkların devamlı değiştirilmesinin arkasında ne gibi hikmetler vardır? Birinci hikmeti, güzelliklerinin arttırılması, ikincisi lezzetlerin yenilenmesi, üçüncüsü yeni yeni sanat eserlerinin sergilenip, teşhir edilmesi için bir tazelendirmektir.

İnsan yaratılış itibariyle, her an değişiklik ister. Bir odadaki eşyaların değişmesini istemek, elbisesini değiştirmek gibi arzu ve istek insanın içinde vardır. İşte bir evi gibi olan dünyayı, Allah onun yaratılışına uygun olarak her an değiştirmekte ve böylece bir cihetten de kendi varlığını hissettirmekte ve nazarlara göstermektedir. Çünkü madem bir değişiklik var. O halde bu yeryüzü ve sema sayfalarını, gece ve gündüzü, yaz ve kışı, gençlik ve ihtiyarlığı değiştiren bir yaratıcı olacaktır.

Böylece bu manaları düşünen bir insan, her şeyin hikmetini anlamakla, dünyadan alacağı lezzetini, şevkini ve hayranlığını arttırır.

Dr. İdris Görmez

Dünya Ahiretin Mezraasıdır.

Günümüz insanı aslında çok şanslı fakat bu şansını çoğu zaman boş işlerde kullanır. Ahretini çok basit amelleri yaparak belki kazanabilir. Fakat onu yapamıyor. Bazen saatlerce televizyonun karşısında bazen saatlerce kumar masasında, bazen saatlerce topun arkasında bazen de bilgisayarın karşısında geçirir.

Günler geçer, haftalar ,aylar, yıllar geçer ahireti düşünmez. Bir gün bakar ki ahir ömrü gelmiş. Artık ne ayak, ne el ne de vücudun diğer azaları artık tutmaz olur.

Daha gencim yaşlanınca ibadet ederim. Yaşlanınca hacca giderim diyerek-sanki yarına kadar kalacağına dair senedi var-diye kendini avutur. Bir bakmışsınız ki ölüm meleği onu yakalar.

Artık çok geçtir. Dünyadaki hiçbir mal, dost, arkadaş, çoluk, çocuk kar etmez. Hayırlar ve şerler sayılmaya başlanır. Böyle bir adamın durumunu yıllar önce okuduğum bir hikâye çok güzel anlatır.

Adamın biri, genç yaşta ölüvermiş. Yakınları, onu en kısa yoldan mezara koyduktan sonra, arkalarına bile bakmadan uzaklaşmışlar. Biraz sonra iki melek görünmüş ve hoş mu yoksa boş mu geldiğini anlamak için adamı sorgulamaya başlamışlar.

Meleklerden biri:

—Bundan sonraki durumun, vereceğin cevaplara bağlı, demiş. Hazırsan başlıyoruz. Adam, televizyondaki yarışma programlarına hiç katılmamış olmasına rağmen onları ekran başında takip ediyor ve soruları gayet güzel cevaplıyormuş. Bu yüzden de eminmiş kendisinden. Önce ”Rabbin kim?”, ”Dinin ne?” ve ”Kitabın hangisi?” gibi klasik sorular sorulmuş. Aşırı heyecandan olacak ki, adam kem küm bir şeyler gevelemiş.

Diğer melek:

—Pek olmadı ama her neyse, demiş. Hüküm elbette ki Rabbimizindir. Melekler, kısa bir ara verdikten sonra:

—İkinci grup sorulara geçiyoruz, demişler. Buna kültür soruları diyebilirsin. Adam, meleklerin dünya ile alâkalı sorularını bu sefer tıkır tıkır cevaplamış. Hem de çok fazlasıyla ve bin türlü ilaveyle.

Melekler, soru faslı bittiğinde:

—Senden önce sorguladığımız bir genç, ikinci grup soruların hiç birini bilemedi, demişler. O şeylerden haberi bile yoktu.

Adam:

—Herhalde bu yüzden cezalandırıldı, diye atılmış. Öyle değil mi?

Melekler, birbirine bakıp gülümseyerek:

—Hayır, demişler. O soruları bilemediği için Cennet’e gitti.

Adam, inanmamış duyduklarına. Ama işin ciddi olduğunu fark edince:

—Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz deniyordu, demiş. Her sorulan soruyu bilmedim mi?

Melekler:

—Elbette ki bildin, demişler. Dünyada kaç çeşit kumar olduğunu ve nasıl oynandığını, içkilerin tat olarak neye benzediğini, hangi mankenin hangi sanatçı ile gezip, kaç gün sonra ayrıldığını, televizyonlarda hangi dizilerin oynadığını, hortumlama yollarını, faiz ve repo oranlarını falan yani. Kabirde makbul olan, bunları bilmemektir. Biz gidiyoruz; sana kolay gelsin.

Evet bazen boş işlerle uğraşmak ve boş şeyleri bilmek bir yarar değil zarardır. Sırat köprüsünden geçecek olan insan için bir ağırlıktır. Onun için kullandığımız zamanın ve bildiğimiz şeylerin hesabını vereceğimize bilmeli ve öyle yaşamalıyız.

Hamit DERMAN

Başarının sırrı mı varmış?

Einstein, dört yaşına kadar konuşamamış. Müzik hocası Beethoven’i kabiliyetsiz bulmuştu. Mimar Sinan sıradan bir acemioğlandı. Baltacı Mehmed Paşa oduncu çırağıydı. Ve Sokollu Mehmet Paşa…

Başarının bir sırrı var mı?..

Var…

Yakınmak yerine gerekeni yapmaktır, başarının sırrı.

Tarih gerekeni yapan insanların başarı öyküleriyle doludur.

Meselâ, meşhur fizikçi Albert Einstein, dört yaşına kadar konuşamamış, okumayı yedi yaşına gelene dek sökememişti…

O kadar ki hem öğretmenleri, hem de ailesi Einstein’in “zihinsel özürlü” olduğundan kuşkulanmışlardı…

Yani başarısızlığın tüm şartları hazırdı…

Ama çalıştı, çabaladı, inandı, umdu, tüm engelleri yendi ve sonunda çağının en büyük fizikçisi oldu.

Meşhur bestekâr Ludwig Van Beethoven de öyle…

Beethoven’in müzik öğretmeni, bir gün aileyi ziyaret etti ve oğullarının müziğe kabiliyetinin olmadığını, boşuna emek sarf etmemelerini söyledi…

Beethoven buna hiç aldırmadı: Çok çalıştı, çabaladı, inandı, umdu; karşısına çıkan güçlükleri bir bir yendi ve dünyanın “en iyi bestekâr”larından biri haline geldi.

Ya Walt Disney?..

Disney, “Gereksiz şeylerle uğraştığı, onlara fazla vakit harcadığı, bu yüzden işe yaramadığı” gerekçesiyle çalıştığı gazetelerden kovulmuştu…

Çalıştı, çabaladı, inandı, umdu ve dünyanın tartışmasız en tanınan ve en çok para kazanan ressamı oldu.

Şimdi “içimizden biri”ne, Koca Mimar Sinan’a bakalım…

Sinan sıradan bir “acemioğlanı” olarak Yeniçeri Ocağı’na girmişti…

Çalıştı, çabaladı, basamakları bir bir çıktı, önüne gelen fırsatları değerlendirdi ve binlerce “acemioğlanı” arasından sıyrılıp yükseldi…

Nihayet “Koca Mimar Sinan” oldu, Selimiye gibi eşsiz bir mâbede imza attı.

Bir “içimizden biri” daha: Sokollu Mehmed Paşa…

1519 yılında Devşirme Sistemi ile çocuk yaşta Edirne Sarayı’na getirilen küçük Mehmed, başlangıçta kimsesiz bir garibandı. Hiç kimseyi de tanımıyordu. Yani arkasında “dayı”sı filan yoktu…

Kendi emeği, kararlılığı, çabası ve gücü ile yükseldi. 1541’de Kapıcıbaşılığa, 1546’da saray hizmetlerinde başarılı olanların dış göreve atanmaları yolundaki gelenek uyarınca Kaptan-ı Deryalığa geldi.

Görevde iken Trablusgarp Seferi’ne katıldı, İstanbul Tersanesi’ni genişletti ve yeniledi. 1549’da vezirliğe gelerek Rumeli Beylerbeyliğine atandı.

Nihayet Kaptan-ı Derya ve Sadrazam oldu.

Osmanlı donanması İnebahtı’da (07 Ekim 1571) yanıp kül olduktan bir sene sonra dünyanın en büyük donanmalarından birini kuran Sokollu Mehmed Paşa’dır…

Buna başlangıçta inanamayan Kaptan-ı Derya Ali Paşa’ya şöyle demiştir:

Bak a Paşa!.. Kaptan-ı Deryası olduğun devlet öyle muazzam bir devlettir ki, isterse bütün donanmanın demirlerini gümüşten, halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapabilir. Hangi geminin malzemesi yetişmezse, gel onu benden al!

Ve “İnebahtı Deniz Savaşı’nda donanmanızı nasıl da mahvettik!..” diye böbürlenmeye kalkışan Venedik elçisine:

Biz, Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik, siz İnebahtı’da bizi yenmekle, sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kol yerine gelmez, fakat kesilen sakal daha gür çıkar!..” diyerek, dersini vermiştir.

Ve Baltacı Mehmed Paşa…

Baltacı Mehmed Paşa (Prut Savaşı’nda Rus Çarlığı ordularını dize getiren komutan) Osmanlı Sarayı’na “oduncu çırağı” olarak girmişti. Yani balta (baltacı unvanı buradan gelir) ile odun kırıyor, ocaklara taşıyordu…

İşini iyi yapması, odun kırmada pratik ve uygun yeni metotlar geliştirmesi sonucu dikkat çekti. Enderun’a alınıp eğitildi. İğnenin deliğinden geçirildi. Önce “Baltacı Halifeliği”ne terfi etti.

Sesinin güzelliği yüzünden musikiye teşvik edildi, “müezzin” oldu. Oradan yazıcılığa terfi etti. Basamakları hızla çıkarak 1703 Aralık ayında “Mirahurluk”a yükseldi.

Çok zeki ve son derece çalışkandı. İlme karşı müthiş bir merakı vardı. Durmadan okuyordu. Bu çabası onu 1704 yılı Kasımında “vezir”liğe, hemen ardından “Kaptan-ı Derya”lığa (Deniz Kuvvetleri Komutanlığı), 21 Aralık 1704’te de “Sadrazam”lığa (başbakanlık) taşıdı.

Prut Savaşı’nın kahramanı işte bu eski “saray oduncusu”dur.

Onlar başardıysa, biz neden başaramayalım?

Yavuz BAHADIROĞLU

Kaynak: www.NurDergi.com