Kategori arşivi: Yazılar

Eğitim Çalıştayı 1. Sorusu

Dershane-i Nuriye (Medrese-i Nuriye) kavramları size neler çağrıştırmaktadır?

Risale-i Nur Dershanesi, başladığım günden bu güne kadar geçen zaman içinde, zihnimde sürekli gelişen bir yapı kazandı. Çok yönlerden bakılabilir bu mekana.

HAYATIN İÇİNDE VE DERSTE OLMA

Ben bir veya iki yönüne dikkat çekmek isterim.

Osmanlı medrese sistemi talebenin bir noktaya odaklanmasını sağlamak üzerine kurulmuştur. Bir öğrenci ne kadar dışarıdaki hayattan kopabilirse zihninin ve fikrinin ambarını doldurabilir. Şayet hem hayatın içinde, hem de dersin içinde olmak isterse, kişilikte parçalanma oluştuğu için kendini toparlayamadığı gibi bilgilerde de kopukluk olur.

Üniversite anlayışı, lise, rüştiye ve saire ise öğrenciyi gençlik ve zevklerin girdabından kurtaramadığı için yüzeysel bir bilim eğitimi almayı doğurur.

Biz zihnimizi ve fikrimizi korumak için pencereleri bile kâğıt ile kapatırdık. Çünkü insan kesretten zihnini vahdete döndürmesi için bir noktaya odaklanması gerekir.

Günlük hayatta bir noktaya odaklanıp yürümek ile medresede bir hedefe odaklanmak kişiyi toparlar, zihnin melekelerinin vahdetini korur, duygularını çağıran harici tesirlerden kurtarır ve zihninde tam bir vahdet oluşur. Böyle bir zihni yapı, kalite olarak düşük de olsa kendini dağıtmadığı için metne nüfuz eder, kendini toparlar, hafızayı dağılmaktan korur velhasıl her yönden bir yoğunluk kazanır.

BOŞBOĞAZLIKTAN KORUNMA

Bediüzzaman hayatın hay huyundan kurtarmak için kapalı ve kişiyi içine dönük imar etmek için hariç ile mümkün mertebe az uğraşan bir insan tipini ister. Siyasi, içtimai, gündelik konulara, “boğazlar meselesinde boşboğazlık” yapan bir insan tipine izin vermez.

Bir gün otomobil ile giderken, yolda bir kalabalık görür ve; “Zübeyir hele bir bak ne var orada?” o da gider bir bakar ve geri döner. “Üstadım bir şey yok.” “Zübeyir eğer bir dakika dursaydın seni kovardım” der. Zübeyir Ağabey, bir siyasi konuda çok bilgi verince “Seni kovacağım.“der. “Ben Risale-i Nur ile iktifa ettim, siz de iktifa etmelisiniz.” derken, zahiren bir yasaklama gibi görünürse de kişinin kişiliğini ve bilgi dağarcığını doldurması için böyle bir yasaklama zorunlu olur. Bu marksizmde de böyledir, teoriyi iyice belirleyene kadar kişi başka kitaplara yasaklanır, ama temel belirlendikten sonra ne okusa zarar vermez. Ama bu belli bir dönem için gereklidir.

Bana hocam, elimde velilerin hikmetleri ile ilgili bir kitabı görünce, “Himmet efendi sana nurlar yetmiyor mu demişti?” Ben sonradan bunu anladım. O yıllarda kazandığım direnci bütün ömür boyu kullandım ve kullanmaktayım.

Risale-i Nur dershanesi bir sünnet-i seniye zırhıdır, bir kaledir, kişi orada kendini, dinini, ilmini, kişiliğini, basiretini, hafızasını, hayatını daha birçok şeyi geliştirme çağında korur. Orada okunan derslerin ve kitapların getirdikleri ise, ayrı bir konu gerektirir.

Ben kişinin kendi ile yalnız kalması üzerine kurulan psikanalitik başarı konseptine uygun düşündüm.

BEDİÜZZAMANIN İNSANI KUTARMA METODU

Bediüzzaman anlatılmaz bir büyük inşacı. Bunun çok yönlü yorumu yapılmalıdır. Bediüzzaman’ın yaptığını anlamak için dünya eğitim ve bilgi tarihinin akışını iyi bilmek gerekir. Böyle bir dalalet asrı, bid’aların istilası, fesad-ı ümmet zamanında Bediüzzaman insanı kurtarmak için böyle bir metodu inşa etmiş.

Medrese modelinin ayrıntısı önemli. Bu bir araştırma konusu, daha sonra bazı nev jön gruplar yeni bir uygulama getirmişse de kemiyet olsa da keyfiyet yetersiz olmuştur.

BİLİMSEL ARAŞTIRMALAR YAPILMALI

Bizim eğitim ve edebiyat tarihimizde okuma saati kavramını Mithat Efendi Hazretleri bir defa başarmış ve okuma saatleri getirmiştir evlere. Bediüzzaman ise çok daha farklı ve geniş bir kapsam getirmiştir. Bence bunun bir sempozyumu yapılmalıdır, Risale-i Nur Dershanesi bir eğitim modeli olarak.

Ama bunu, -hep aynı şeyleri söyleyen kusura bakmasın,- arkadaşlarımızla birlikte bu işi bilimsel, sosyolojik, psikolojik, eğitim tarihi sürecinde insanlarla yapmalıyız. Kendini yetersiz görmek güzel bir şeydir. İnsan öğrenir, konunun arkasını önünü karıştırır ve gelişir. Hep aynı metinlere karşılaştırmasız bakan zihin yeniliği göremez. Dolayısı ile başka ilimlerden imdat alarak bakmak zorunluluğu vardır.

Prof. Dr. Himmet Uç

Kar Tanesi Adam

WILSON BENTLEY, bazılarının gözünde gerçek bir deliydi. Ne zaman kar yağsa, hemen tepsisini alır ve kar tanelerini yakalamaya uğraşırdı. Yol ortasına kurduğu fotoğraf makinasıyla kimselerin aklına gelmeyen bir şeye, ‘kar tanelerinin fotoğraflarını çekmeye’ çalışırdı. Onun bu tuhaf davranışları bir tek çocukların hoşuna gider ve çalışmaları sırasında etrafından ayrılmazlardı. Onların ‘Wille Amca’ diye çağırdıkları bu garip insan, tarihe ‘Kar Tanesi Adam’ olarak geçti. Wilson Bentley, kar tanelerinin fotoğraflarını çekebilen ilk insandı. Ve her kar tanesinin birbirinden farklı eşsiz bir güzellikte yaratılmış olduğunu gösteren de yine ilk Bentley oldu.

Bentley, henüz onbeş yaşlarındayken, annesi kendisine bir mikroskop hediye etti. Zaten oldukça meraklı bir çocuktu. Mikroskobu elinde bütün gün dolaşır durur ve bulduğu herşeyi daha yakından görmek için tükenmez bir enerjiyle çalışırdı.

Kar yağdığı bir gün, elinde mikroskopuyla dışarıya çıktı. Ve havada uçuşan milyonlarca kar tanesinden biri Wilson Bentley’in mikroskobunun camına konuverdi. Meraklı çocuk mikroskoptan baktığında o güne kadar görmediği, o güne kadar hiçkimsenin görmediği muhteşem bir tabloyla karşılaştı. Kar kristalleri altıgen ve olağanüstü bir güzellikte yaratılmışlardı.

Bentley, kar tanelerini daha iyi görebilmek için hemen eve koştu ve annesinden siyah kadife bir parça kumaş aldı. Kumaşa düşen her bir kartanesi çok daha net bir şekilde görülebiliyordu. Wilson Bentley o sırada bir şey daha farketti. O ana kadar gördüğü kar tanelerinin hiçbiri bir diğerine benzemiyordu. Bu onu çok heyecanlandırmıştı.

Sonraki yıllarda Bentley, kar tanelerini izlemeye devam etti. Onların resmini yapmak istiyordu ama resim kabiliyeti neredeyse hiç yoktu.

Onyedinci yaş gününde, büyük bir süprizle karşılaştı. Bütün aile paralarını biriktirmiş ve ona 100 Dolar’a bir fotoğraf makinası almışlardı. O günler için bu küçük bir servet demekti.

İki yıl boyunca Wilson Bentley, kar tanelerinin fotoğrafını çekmeye çalıştı. İlk fotografını çektiği gün, defterine şu notu düşmüştü:

15 Ocak 1885. Sıcaklık –2 C, rüzgarlı bir hava. Yaklaşık 13 mm boyunda kar taneleri düşüyor. İlk kar kristalleri çekildi!

Wilson Bentley, tam kırk yıl boyunca kar tanelerini fotoğraflamayı sürdürdü.

İlk başta yaptıklarını çok tuhaf bulup kendisine ‘deli’ diyenler dahil herkes onu zamanla çok sevdi. Dünyada kar taneleri hakkında en çok bilgi sahibi olan kişi olarak bilindi ve “Kar Tanesi Adam” olarak meşhur oldu. Zaman zaman, yakaladığı bir kar kristalinin erimemesi için nefesini tutarak çalışan bu adam, o eski makinesiyle tam 6000 fotograf çekti. İnsanlar gelip fotograflarını parayla satın aldılar, para ve şöhret onu hiç değiştirmedi. Altmış yaşlarındayken, kar taneleri hakkında yazdığı kitabı basıldı. Dostlarının anlattığına göre ölümünden bir hafta kadar önce çok soğuk ve karlı bir havada dışarıya çıkmış, yeryüzüne ağır ağır süzülen, bu kristal çiçeklerin resmini çekmeye çalışıyordu.

Her zamanki gibi, kocaman bir fötr şapka, kalın bir palto ve siyah eldivenlerini giymişti.

Bu kısa boylu ufak tefek adam, yeryüzüne düşen bütün kar tanelerinin fotoğrafını çekmek isteyebilecek kadar büyük bir yürek taşıyordu.

Emine Aydın / Zafer Dergisi

Hutbe-i Şamiye : Bir İstanbul Hediyesi II

İmam Huseyin Zararia’nın Nijerya’nın en çok tiraj yapan gazetesine haftalık yayınladığı yazılarından, bu hafta gönderdiği Hutbe-i Şamiye hakkındaki İngilizce makalesinin çevirisidir:

Allah buyuruyor: “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır. Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azab vardır.” [ Al-i İmran Suresi: 104-105 ]

Bediüzzaman Said Nursi 1876 yılında Türkiye’nin doğusunda yeralan Nurs köyünde doğdu ve 1960 yılında Türkiye’nin Urfa şehrinde vefat etti. Okuyucular onun hayatını daha detaylı olarak okuyabilirler. Onun hayatı; Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine, Osmanlının I.Dünya Savaşının ardından yıkılışına, yeni Cumhuriyetin kuruluşuna, 25 yıllık Halk Parti iktidarına, ki bu 25 yıllık dönemde İslama karşı alınan olumsuz tavırlar zirveye çıkmıştır, şartların yumuşadığı10 yıllık Demokrat Parti dönemine rast gelmektedir.

Bediüzzaman küçüklüğünden itibaren olağanüstü bir zeka ve yetenek sergilemiştir. Normalde çok uzun zamanda bitirilebilecek bir eğitim olan medrese eğitimini 14 yaşında bitirmiş ve icazet almıştır. Daha o yaşında son derece parlak zekası ve karşısındaki din alimlerini alt eden bir bilgi birikimi vardı.

O, sadece klasik din ilimlerini değil zamanının modern ilimlerini de öğrenmiş bir alimdi. Çok küçük yaşta sahip olduğu  olağanüstü zekası ve öğrenme kapasitesi   onu öğretmenleri, ders arkadaşları ve halk arasında meşhur etmişti. Henüz 16 yaşında katılmış olduğu bir münazarada döneminin tüm alimlerini ilzam etmişti. Bu durum  birkaç kez daha tekrarlanınca, kendisine zamanın harikası manasında Bediüzzzaman lakabı takıldı. Eğitimde geçirdiği zamanlar Bediüzzamanın düşüncesinde bir fikrin oluşumuna yol açtı;

Dünya yeni bir döneme girmekteydi. Fen ve delillendirme öne çıkmaktaydı. Klasik din eğitimi, Kur’an’a ve İslama yönelik şüpheleri dağıtmada yeterli olmayacaktı. Modern okullarda, hem din ilimleri hem de modern ilimler bir arada verilmeliydi. Böylece; modern okuldakiler dinsizlikten, din okullarındakiler de bağnazlıktan korunacaklardı. Bir asra yaklaşan ve her dakikası hak uğrunda geçirilmiş hayatını 23 Mart 1960 sabahı tamamlayan Bediüzzzaman ardında Risale-i Nur Külliyatını bırakmıştır. Risale-i Nur Külliyatı ki, içinde bulunduğumuz ve gelecek yüzyılları aydınlatabilecek, kıyamete değin nesillerin birbirlerine sevgiyle emanet edeceği  muazzam bir eserdir.

Bediüzzaman’ın hayatını kısaca gözden geçirdikten sonra, Hutbe-i Şamiye’ye kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Hem Asr-ı Saadet’ten şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki; bir Müslümanın muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakinî ile ve İslâmiyete tercih etmekle eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor. Avamın delilsiz, taklidî bir surette başka dine girmesinin bu mes’elede ehemmiyeti yok. Dinsiz olmak da başka mes’eledir. Halbuki, bütün dinlerin etba’ları ise -hattâ en ziyade dinine taassub gösteren İngilizlerin ve eski Rusların- muhakeme-i akliye ile İslâmiyete dâhil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım kat’î bürhan ile İslâmiyete girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar (Haşiye).

            (Haşiye): İşte bu mezkûr davaya bir delil şudur ki: İki dehşetli harb-i umumînin ve şiddetli bir istibdad-ı mutlakın zuhuruyla beraber, bu davaya kırkbeş sene sonra şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya gibi küçük devletleri Kur’anı mekteblerinde ders vermek ve kabul etmek ve komünistliğe, dinsizliğe karşı sed olmak için kabul etmeleri ve İngiliz’in mühim hatiblerinin bir kısmı Kur’an’ı İngiliz’e kabul ettirmeye taraftar çıkmaları ve Küre-i Arz’ın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlarına taraftar çıkması ve İslâmiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükûnet ve musalaha bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslâm devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırkbeş sene evvel olan bu müddeayı isbat ediyor, kuvvetli bir şahid olur.

            Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.

            Hem nev’-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış; elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar ve olamazlar. Ve En dinsizi de, dine iltica etmeğe mecburdur. Çünki acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten haricî ve dâhilî düşmanlara karşı istinad noktası; ve fakrıyla beraber, hadsiz ihtiyacata mübtela ve ebede kadar uzanmış arzularına meded ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni’-i Âlem’i tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok!..

            Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddi-manevî kıyametler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak.

            Hasıl-ı kelâm: Beşer bu asırda harblerin ve fenlerin ve dehşetli hâdiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi’ istidadını hissetmiş. Ve insan, acib cem’iyetli istidadıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış; belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular, mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeğe başlamış.

            Hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye denilse: “Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak, fakat sonunda hiç dirilmiyecek bir surette bir idam senin başına gelecek.” Elbette hakikî insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş o insanın hayali; sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak.

            İşte bu nükte içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine bir din-i hakkı aramak meyli çıkmış. Herşeyden evvel, ölüm idamına karşı din-i haktaki bir hakikatı arıyor ki kendini kurtarsın. Şimdiki hâl-i âlem bu hakikata şehadet eder.

            Kırkbeş sene sonra, tamamıyla beşerin bu ihtiyac-ı şedidini dinsizliğin zuhuruyla küre-i arzın kıt’aları ve devletleri birer insan gibi hissetmeğe başlamışlar. Hem âyât-ı Kur’aniye, başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale eder, “Aklına bak” der, “Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki, bu hakikatı bilesin” diyor.

            Meselâ: Bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: “Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikatı bilesiniz.” “Biliniz” ve “Bil” hakikatına dikkat et. “Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdisat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun. Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalâlete düşüyorlar. Ey insanlar ibret alınız! Geçmiş kurûnlardan ibret alıp gelecek manevî belalardan kurtulmağa çalışınız!” manasında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen çok âyetlerde beşeri aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.

            Ey bu Câmi-i Emevî’deki kardeşlerim gibi âlem-i İslâm’ın câmi-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırkbeş senedeki bu dehşetli hâdisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız. Ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telakki edenler!

            Hasıl-ı kelâm: Biz Kur’an şakirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek.

            Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkisafına ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeğe başlıyorlar. Kırkbeş sene evvel o fecrin emareleri göründü. Yetmişbir’de fecr-i sadıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzib de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sadık çıkacak.

www.NurNet.org

orjinal metin için tıklayın

Üç çizgi

“Ne istiyorsun?”
Anne çocuğuna sorar. Arkadaş arkadaşa. Terapist danışanına.
Ya da insan kendine sorar: “Ne istiyorsun?”

İnsan ne ister, diye düşünüyordum. Ne istiyorum, diye de.

Ne istiyorsun, diye sormaya görün. Bu masum sorunun cevapları bir anda dört bir yanınızı sarmaya başlar. İstekler, arzular, emeller birbiriyle yarışır. Her bir istek bu hengâmeden sıyrılıp öne çıkmak ister. İtiş kakış arasında, “Ben, önce ben,” diye haykırır durur…

Onu tekrar görmek istiyorum. Âşık olduğum kızın da beni sevmesini istiyorum. Beni bırakmasın istiyorum. Benimle gurur duyulsun istiyorum. Hiç yaşamadığım çocukluğumu yaşamak istiyorum. Kanseri yenmek istiyorum. Yeniden genç olmak istiyorum. Mutlu olmak istiyorum. Adalet istiyorum. Hakkımı istiyorum. Saygı istiyorum. Yaşamımın bir anlamı olsun istiyorum. Bir şey başarmak istiyorum. Umursanmak, önemli olmak, anımsanmak istiyorum. Yaşlanmamak istiyorum. Ölünce ona kavuşmak istiyorum. Beni kimsenin incitmemesini istiyorum. Hiç ölmemek istiyorum. Zayıflamak istiyorum. Burnumun biraz daha küçük olmasını istiyorum. Beyaz tenli olmak istiyorum…

Birine ne istiyorsun diye sormaya görün. İstekler, arzular, emeller, bendini aşmış bir baraj gibi taşar insanın içinden.

Bütün konuşmalara, insan hikâyelerine, tüm anlatılara kulak kabartın, kelimelerin altını kaldırın: aynı çığlığın yankısını duyarsınız: “İstiyorum! İstiyorum!”.

Ne istiyorsun?

Her şeyi ama her şeyi. Hadsiz şeyi.

Bir gün, yere bir çizgi çizer Kâinatın En Değerli Varlığı. “Bu insanı temsil eder,” der.

Önümdeki bir kâğıda bir çizgi çizdim (siz de çizin). Yanına “insan” diye yazdım.

Sonra bunun yanına ikinci bir çizgi daha çizip, “Bu da ecelini temsil eder” buyurur.

Önümdeki kâğıttaki “insan” çizgisinin yanına bir çizgi daha çizip yanına “ecel” yazdım.

İkinci çizdiği çizgiden daha uzağa bir çizgi daha çizdikten sonra, “Bu da emeldir” der ve ilave eder: “İşte insan daha emeline kavuşmadan ona daha yakın olan eceli ansızın geliverir.”

Ecel ansızın gelivermeden geleceğini düşünmek bile emellerimizin ferini söndürür. Kim bu dünyada istediklerinin tümünü elde etmiş ki?

Emeller terazisinde bir aşağı bir yukarı yol alırız. Arzular, istekler bir sarmaşık gibi gelip gelmeyeceği meçhul bir geleceğe tutunarak sürgün verir. Akrep ve yelkovanlara tutunmuş arzular zamanın üzerinde yol alır. İsteğin dur durağı yoktur. Esnekliği ise sonsuzdur. Bir o yana bir bu yana eğilir arzular.

Çekişler dövmeye başlar emellerimizi.

Gölde günün son ışıkları gibi titreşip durur evrenin köşelerinde. Dünyanın dişlileri öğütür onları. Ufuktaki son çizgi gibi sönmeye yüz tutar. Gönlümüze gecenin ateşi düşer.

İkinci çizginin yanına “emeller” çizgisini çizerken aklıma şairin (Kaysın Kuliev) sözleri düşüverdi.

“Karanlığa nerde yakalanırsa kuş,/Durup dinlenirmiş, derler orda./Ya sen dur durak bilmeyen kuş/Yüreğim, sen nerde durursun acaba?/Denize kavuşan telaşlı ırmak/Durup dinlenirmiş, derler orda./Ya sen, soluk almadan akan ırmak/Yüreğim, sen nerde durursun acaba?”

İnsan yüreği nerede durur?

Sorumun cevabını Zamanın Bedii’nden aldım: “Yine o şahıs, ebede kadar uzanıp giden emellerini, istidadlarını düşündüğü zaman, saadet-i ebediyeyi (sonsuz saadeti) tasavvur eder. O saadet-i ebediyenin mâ-ül hayatından (hayat suyundan) bir yudum içer, kalbindeki emellerini teskin eder.”

Sonra ölümün yanına “ebedi saadet” diye yazdım. Ölüm emellerimize bu dünyada ulaşmayı engellerken, ebedi hayatta onlara kavuşmak için bizi sırtlayıp oraya götürüyor diye düşündüm.

Mustafa ULUSOY

Tanımak Ve İbadetle Sevmek

Bediüzzaman tanıttırmak fiiline

Onuncu Sözde başka bir keyfiyet kazandırır. İnsana verilen kabiliyet Allah’ı tanımaya yeterli bir kabiliyettir, o kabiliyet kainat ve yeryüzündeki masnuat, sanatlı canlıları ve evrende her şeyin yerli yerine yerleştirilmesinden tanıttırmak isteyeni tanıyacak bir ağırlıktadır. Bunu anlatır Bediüzzaman.

Evet hiç mümkün müdür ki insan umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini t a n ı t t ı r s a , mukabilinde insan onu i m a n ile tanımazsa.” (sözler 71)

Demek tanımak iman demek.

Daha sonra tanıtmanın arkasından sevdirme geliyor. “ Hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse , mukabilinde insan ibadetle kendini ona sevdirmese…”(sözler 72)

Rahmetin süslü meyveleri sevdirmeyi, ana karşılık da sevmenin şekli i b a d e t l e sevmek.

Tanıtmak—iman Sevdirmek –ibadet

Bediüzzaman görsel bir din ortaya koyuyor.

Her şey âlemden yapılan gözlemlerle ortaya konuyor. İbadetle sevmenin arkasından, muhabbet ve rahmet karşılığında, şükür ve hamd ve hürmet geliyor.

Hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamdle ona hürmet etmese, cezasız kalsın, başıboş bırakılsın. O izzet ve gayret sahibi Zat-ı Zülcelâl bir dar-ı mücazat hazırlamasın”(Sözler 72)

Tanıttırmak, sevdirmek, muhabbet ve rahmet, bu üç şey mukabillerini bulursa insan ebedi bir saadeti hak eder.

Tanıttırmaya karşı — iman

Sevdirmeye karşı– ibadet

Muhabbet ve rahmete karşı – şükür ve hamd

“Hem hiç mümkün müdür ki O Rahman-ı Rahimin kendini tanıttırmasına mukabil, i m a n ile t a n ı m a k l a ve sevdirmesine mukabil i b a d e t l e s e v m e k, ve sevdirmekle ve r a h m e t i n e mukabil şükür ve hürmet etmekle mukabele eden müminlere bir dar-ı mükafatı , bir saadet-i ebediyeyi vermesin . “(Sözler 72)

Tanıttırmak- iman, sevdirmek – ibadetle sevmek- muhabbet ve rahmet- şükür ve hamd

İnsan ne kadar ibadet ederse Allah’ı o kadar sever, ibadeti ile sevgisi doğru orantılı, ibadet ne kadar zayıf ise sevgi de o kadar zayıf. Demek Hz Muhammet ibadetten ayakları yara oluyorsa bu bir sevgi tezahürüdür, herkesin sevgisi ibadeti kadardır.

Allah kendi sanat eserlerine insana açıp ona kendisini tanımasını hissettiriyorsa o da iman ile tanımalı, imanı çok olan çok tanır, az olan az tanır. Ne kadar iman o kadar tanıma.

Allah seviyor sevdiğini nimetleri ile gösteriyor, kul da seviyorsa ibadetle göstermeli

On Birinci sözde tamamen görselliğe ve eylemlere dayanan bir okumalar ve sorumluluklar zinciri vardır.

Bediüzzaman kâinat kitabı ile Allah’ın kitabı arasında müşterek okumalar gerçekleştirir, natüralistlerin boğulduğu tabiatı Allah’ı anlatan kutsal bir metne dönüştürür.

“Ey ahali şu kasrın meliki olan Seyidiniz bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımağa çalışınız.

(Demek gösterme , izhar , ve yapma tanıtmak için , insan da onu g ü z e l c e tanımalı. Çünkü yapılanlar güzeldir, karşılık da güzel olmalıdır. )

Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun sanatını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz.

(Süslemek sevdirmek içindir, süsü seyreden ve süsten anlayan estetik donanımlı insan bu güzellikleri takdir etmeli ve beğenmeli. Takdir ve istihsan sanat terimleridir., bir sanatçıyı takdir ve beğenmek , asıl sanatçı olan Allah’ın sanatlarını beğenmek, tanımak ve takdir etmek ve sevmek insanın ince bir zihinsel faaliyetidir.

Aynı sözün devamında görsel olarak yapılması gerekeni anlatır. Allah’ın sanatlarını kâinat galerisinde seyrederek ona karşı tavırlarını ortaya koyarlar. Sanatsal bir faaliyettir onu tanımak ve takdir etmek, bütün terimler sanatın terimleridir.

O Sani-i Zülcelâl’ın kendi sanatının latiflerini, harikalarını, antikalarını, sergilerde teşhirgah-ı enamda neşrine karşı “ Maşallah” diyerek takdir ederek, “ Ne güzel yapılmış” deyip istihsan ederek, “Barekallah “ deyip müşahede etmek, “Amenna “ deyip şehadet etmek geliniz bakınız hayran olarak “Hayyalelfelah “ deyip herkesi şahit tutmakla mukabele ettiler. “ (Sözler 138)

Prof. Dr. Himmet Uç