Kategori arşivi: Yazılar

Hür Adam’ın Hürriyet İstediği Mabet

Bediüzzaman, Ayasofya’yı sadece bir cami değil, bu milletin bir şeref abidesi, asırlardır İslam uğrunda yaptığı cihadın sembolü ve kılıçlarıyla fethettiği toprakların bir nişanı ve bir yadigârı olarak görür. Ayasofya, bu milletin namus ve haysiyeti ile eş değerde kıymet ifade eden bir eserdir. Bediüzzaman, hayatının son dönemlerinde İslam âleminin başına gelebilecek kötü olaylara keffaret olarak Ayasofya’nın hürriyetine kavuşturulmasını talep edecektir.

1960’lı yılların başı… Türkiye siyasi olarak bir kaosa doğru sürüklenmekte, iktidarda olan Demokrat Parti ve Başbakan Adnan Menderes muhalefet tarafından basın yoluyla köşeye sıkıştırılmaktadır. İktidar partisi ve Başbakan hakkında aslı olmayan haberler üretilmekte, ordu kışkırtılmakta ve bir darbeye zemin hazırlanmaktadır.

Tüm bu karışık ortamda olan bitenleri akl-ı selimle takip eden Bediüzzaman Said Nursî, Başbakan Adnan Menderes’e bir mektup yazarak yaklaşan tehlikeye dikkat çeker. Bediüzzaman, Menderes’ten yaklaşan tehlikeyi bertaraf edebilmek için sadaka hükmüne geçecek ve belaları defedecek bazı şeyler yapmasını ister.

Bediüzzaman’ın Başbakan Menderes’e gönderdiği ve bazı tavsiyelerde bulunduğu mektubu şöyledir: “Hem Demokrata Ezan-ı Muhammedi gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslam’ı, hatta bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise, bu mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim. Adnan Bey, Namık Gedik ve Tevfik İleri gibi zatların hatırı için başka yere gitmedim.” (Emirdağ Lahikası-2, s. 147)

Ancak Bediüzaman’ın bu tavsiyeleri yerine getirilemez ve bir süre sonra gerçekleştirilen darbe sonucu Demokrat Parti iktidarı sona erer ve Adnan Menderes ile bakan asılmak suretiyle idam edilirler. Eğer Bediüzzaman Said Nursî’nin tavsiyesi tutularak Ayasofya ibadete açılabilseydi ortaya çıkacak büyük çoşku, cuntacıların gözünü korkutacak ve planlarını akim bırakacaktı.

Bediüzzaman ve Ayasofya

Bediüzzaman’ın Ayasofya’ya karşı olan bu ilgisi yeni değildir. Bediüzzaman’ın İstanbul’a ilk geldiği 1908 Meşrutiyet yıllarından başlayarak Ayasofya ile yakın alakası daha sonraki yıllarda da devam eder. Eserlerinde onun kadar adı geçen ikinci bir cami ismi yoktur. Eserlerinin yirmi kadar yerinde Ayasofya kelimesini bazen cami, bazen ibadethane yerinde zikreder. Tabiat Risalesi gibi tevhidi açıkladığı yerlerde bile onun kubbesindeki taşları misal verir.

İttihad-ı Muhammedi’nin merkez şubesinin açılış merasiminde Ayasofya kürsüsünde ayakta elli bin kişiye hitap ederek, “Kabr-i kalpten hakaik çıplak çıktı, namahrem olanlar nazar etmesin!” dediği hitabesi ise pek meşhurdur. Ayrıca bir namaz sonrası bahçesinde Mısır’ın büyük âlimi Şeyh Bahid’le ilmî münazarası da bilinen bir gerçektir.

Ama asıl Bediüzzaman’ın Ayasofya’ya yüklediği mana bunlardan çok daha öte bir şeydir. Evet, Bediüzzaman Ayasofya’ya sırf bir cami olmanın ötesinde millî ve tarihî bir misyon yükler. Bunu Risale-i Nur’un çeşitli yerlerinde dile getirir. Bu farklı ve özel misyonu üç maddede özetlemek mümkündür.

1. Bu kahraman milletin ebedi bir medar-ı şerefi.
2. Kur’an ve cihat hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı.
3. Kılıçlarının pek büyük ve antika bir yadigârı.

Görüldüğü gibi Ayasofya sadece bir cami değil, bu milletin bir şeref abidesi, asırlardır İslam uğrunda yaptığı cihadın sembolü ve kılıçlarıyla fethettiği toprakların bir nişanı ve bir yadigârıdır. Kısacası, Ayasofya, bu milletin namus ve haysiyeti ile eş değerde kıymet ifade eden bir eserdir.

Ayasofya’nın tarihî misyonu

Bunun içindir ki, Üstad Bediüzzaman bu milletin iradesiyle seçilmiş siyasilerden istediği üç maddeden biri Ayasofya’nın tarihî misyonuna kavuşturulmasıdır. Diğeri ezan-ı Muhammedi’nin aslına çevrilmesi, bir diğeri ise mahkemelerin beraat kararı verdiği Risale-i Nur’ların serbestiyetinin resmen ilan edilmesidir. Üstad bu maddelerin İslam âleminin hüsn-ü teveccühünü kazanmaya vesile olacağını beyan eder. Bu fikirlerini dile getirdiği paragraflar ise şöyledir:

Nasıl Ezan-ı Muhammedi’nin neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslam’da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslam’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemelerin bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkemede beraatine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilan etmelidirler. Ta bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslam’ın tevüccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zalimane kabahati de onlara yüklenmez fikrindeyim.” (Emirdağ Lahikası-2, s. 189)

Üstad, Ayasofya’nın ibadethaneye açılmasının bazı Hıristiyan devletlerini de memnun edeceğini ifade eder: “Hem Demokrata Ezan-ı Muhammedi gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslam’ı, hatta bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise, bu mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim. Adnan Bey, Namık Gedik ve Tevfik İleri gibi zatların hatırı için başka yere gitmedim.“ (Emirdağ Lahikası-2, s. 147)

Bu izahlar ışığında Ayasofya’nın ibadete kapalı kalması, bu milletin millî ve tarihî haysiyet ve şerefini kanatan bir yaranın kanamaya devam etmesi demektir. İbadete açılması ise bu yaraya neşter vurulup dindirilmesi ve milletin makûs talihini değiştirecek ikinci bir İstanbul fethinin gerçekleşmesi demektir.

Mahzun Ayasofya Fatih-i Sanisini bekliyor.

İhsan Atasoy / Moral Dünyası Dergisi

Left Click! Sol Tıkla!

Sevgili zamane, Belki hiç hatırlatan olmadı sana, belki bilgisayar oyunlarının karmaşık menülerinde yer almadığı için hiç duymadın. Aç gözünü hele, sana “sıla-yı rahîm”i anlatmaya geldim. Merak etme, zamanını almayacak bu sözcük. Seni öyle sözel sayısal telaşlara da koşturmayacak. Sözlüde yahut yazılıda sorulmayacak. Hayatını çoktan seçmeli tercihlerin kıvrımınlarına sıkıştıranların da unuttu(rdu)ğu “sıla-yı rahîm”, sana aradığın mutluluğu bulduracak.

Üstelik öykü de anlatıyorum, bak: İki saka, yani sucu, yolda karşılaşırlar. Biri diğerine,“Kardeş, bana kırbandan bir tas su verir misin? Çok susadım” der. Öteki şaşırır; “Be şaşkın. Bende kırba varsa sende de kırba var. Neden kendi kırbandan doldurup kendi suyunu içmiyorsun?” Cevap dikkat çekicidir; “Haklısın kardeş, bende de su var sendeki gibi ama ben kendi suyumu içmekten bıktım.” Hangi kalp su billûrluğunu bile pusta bırakan bu serin çağrıya duyarsız kalabilir ki? Hangi vicdan, içinde biriktirdiği hasret pınarını dudağından dupduru döküveren bu dostu karşılıksız bırakır ki? Sorun su içmek değil; birinin elinden su içmektir aslında. Birinin elinden su içerken, dudağına sudan fazlası dokunur. Sevdiğinin elinde terleyen kadehi dudağına götürürken, damağına su yerine aşk dökülür; boğazında sevdanın en tatlısı düğümlenir, içine muhabbetin denizi taşar. Öyle değil mi? Rahmetle vuslat kurmak, merhamete dokunmak demek “sıla-yı rahîm”. Merhamete dokunmanın yolu anababayı, akrabayı, yetimi öksüzü, yolda kalmışı, fakir fukarayı gözetmekten geçer.

Çünkü, onları düşünür düşünmez, içinden bir parça kopar, benliğinden bir tuğla düşer, bencilliğinin kabuğu çatlar, kendinden bir şey eksilir gibi olur. Öyle vurdumduymaz, öyle sıcak ve yumuşacık akıp gitmez hayatın. Onları dert edinmeyerek, kendinden uzakta tuttuğun şey her ne ise, seni içindeki merhametten de uzak tutuyor olmalı… Yanına usulca sokulan bir dilenci, seni niye rahatsız eder ki? Sende olup senin de uyutup unuttuğun merhameti hatırlatır sana. Seni sana çağırır dilenci. Kendi içinde susturduğun merhametin sesini taşır kulaklarına.. Bir de şunu oku:

İkinci Dünya Savaşı sırasında, Ruslar ve Almanlar Stalingrad’da çarpışmaktadır. Mikhail Goldstein yılbaşı gecesi moral olsun diye Rus askerlerine tek kişilik bir keman konseri verir. Melodiler hopörler yoluyla Alman askerlerinin siperlerine kadar ulaşır, ateş birden kesilir. O acayip sessizliğe, Goldstein’ın yayından akan müzik hükmeder. Bitirdiğinde, Rus askerleri üzerine derin bir sessizlik çöker. Büyüyü, Alman bölgesindeki höparlörden gelen bir ses bozar. Kırık dökük bir Rusçayla şunu rica eder Alman subayı: “Biraz daha Bach çalın. Ateş açmayacağız!” William Craig’in Enemy at the Gates kitabından bu anektodu alıntılayan Slavoç Žižek, böylesi haller için “kırılgan temas” tabirini kullanıyor. (Bk. Kırılgan Temas, Slavoç Žižek, Metis Yayınları) Çok hoşuma gitti bu tabir! “Hah, işte bu!” dedim…

Müzikten az önce –ve ne yazık ki, müzikten hemen sonra da!-birbirlerine kurşun yağdıran askerler o anda, dışlarında olup biten savaş halini kıran bir şeyi farketmişlerdi. İçlerinde kırılgan olan şeyle temaslarını sağlayan bir deneyimdi bu. O kırılgan şey, elleri tetikteyken unuttukları merhametleri olmalarıydı. Sucunun bir başkasının elinden su içmek isterken peşine düştüğü o tatlı serinlik gibi. Aramızdaki farklılıklara, hatta düşmanlıklara rağmen, öteki ile aynı olan yanımızı arar buluruz böyle zamanlarda. Kırılgan merhametimizle temasımız başlar. İçinde kendin olmadığın, içine kalbini koyamadığın mekanlar arasında gidip gelirken, birden, ayak altında süründürdüğün, telaşla paspasın altına sakladığın o yanını, kırılgan temas noktanı farkedersin.

İçinde akıp duran ama bir türlü yıkanamadığın şefkat ırmağının kıyısında bulursun kendini. Şaşırırsın! O kadar şaşırırsın ki, şaşırdığına şaşırırsın! Sanki içinde bir başkasının plağını (CD mi demeliydim?) çalıyorsun. Sana göre formatlanmamış, senin komutlarını tanımayan bir program konuluyor kalbinin hard-diskine. Sen, kazancını da, kaybını da, tuşlar üzerinden kurgulanmış yönlendirmelere düğmelemişsin. Ekranda elektronlar oynuyor aslında, ne sen gol atıyorsun, ne de adam kurtarıyor ya da öldürüyorsun. Sana öyle görünüyor sadece… Joy-stick’le sen mi oynuyorsun, yoksa joy-stick seni mi oynatıyor? Mutluluğunu kendinin dışında, kendine uzak noktalar üzerinden tanımlamanı isteyenlere söyleyeceğin bir şey olmalı sevgili zamane! Sahici olman için içindeki o kırılgan teması bulmanı umuyorum. Mouse’unu avucuna alır gibi avuçla şimdi kalbini.. Sol tıkla!

Senai Demirci
Fotograf : Flickr njphotog201

Haşir Bahsine Giriş

Allah’ın rahmetinin (yağmurun) eserlerine (ağaçlar, bitkiler ve çiçeklere) bir bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor! İşte Arzı öldükten sonra ihyâ eden, ölüleri de böylece diriltendir. O, her şeye hakkıyla kadirdir.”(1)

Âyet-i kerimede geçen ‘Fenzur=bak’ emrinin başta muhatabı Resûl-i Ekrem (s.a.v) olmak üzere O’na tâbi olan iman ehli ve diğer insanlardır.

Rahmet kelimesiyle ‘yağmur’ kastedilmektedir. Yağmurun ortaya çıkardığı eserler ise; ağaçlar, bitkiler ve çiçeklerdir.

Haşrin ana kaynağı, âyet-i kerimede de açıklandığı gibi ‘Kadîr’ ismidir.  Kadîr ismini menba’ı ise; yedi subûtî sıfattır. Kudret sıfatı diğer altı sıfatı da içine almaktadır. Çünkü, hayatı, ilmi, irâdesi, kudreti olmayan, görmeyen, işitmeyen ve konuşmayan bu ihya ve imâte fiilini yerine getiremez.

Âyet-i kerimede geçen ‘rahmet’ den murad ise, Esmâ-i İlâhiyyenin tezâhürü olan İlâhî fiillerdir.

Demek bu dünyada cansızlar, bitkiler ve hayvanlar tâifelerini varlık âlemine çıkararak hayatı veren kimse, ölmüş olan tüm insan nev’ini haşir sabahında yeniden diriltecek olan da odur.

‘Bak’ emriyle şöyle bir gerçek ifade edilmektedir: Göz bu âleme ibretle bakıp iki noktayı tesbitle yükümlüdür:

Biri: İlâhî rahmetin birer eseri olan ağaçlar, bitkiler ve çiçeklere bakıp onlarda tecelli eden isim ve fiilleri, özellikle de rahmet, ihya ve kudret fiilleri ile, Rahîm, Muhyî ve Kadîr isimlerini bulmak ve anlamak,

Diğeri: Madem o fiil ve isimlerin sahibi yeryüzünde bu ihyâ ve imâteyi gerçekleştiriyor. Elbette O Kadîr-i Zülcelâl, insanları da öldükten sonra diriltmeye muktedirdir.

Giriş cümlesinde geçen ‘birâder=ey kardeş’  hitabıyla genel anlamıyla tüm mü’min fertler, özel olarak da Hacı Hulûsî ağabey kastedilmektedir. Çünkü başta Küçük Sözler ve Haşir Risalesi olmak üzere Nurların pek çok yerinde Risale-i Nur’un birinci talebesi olan merhum Hacı Hulûsî Yahyagil, birinci derecede muhatap kabul edilmiştir. Bu durumu te’yîd eden pek çok mektup bu tesbitin açık şâhidi ve delili hükmündedir.(2)

Cenâb-ı Hak, Üstad Bediüzzaman Hazretlerine Hz. Adem (as) zamanından tâ kıyamete kadar gelip geçen ve Haşri inkâr eden;

1)Bütün nefs-i emmârelerin,

2)Peygamberlere, evliyâ ve sıddîkîn cemaatine tâbi olmayan tüm felsefecilerin

3)Küfür ehlinin misâl âlemindeki sûretlerini ve iç yüzlerini sersem bir adam sûretinde gösterdiği gibi;

Haşre iman edip onu isbat eden;

1)Selîm kalp sahiplerinin,

2)Semâvî vahye tabi olup onun gereğini yerine getiren peygamberler, veliler ve sıdddıklar topluluğunun

3)İslâm ümmetinin misâl âlemindeki görüntülerini de emin ve güvenilir bir adam şeklinde göstermiş, izn-i İlâhî ile keşfedilen bu hakikatlerin mânaları ilham yoluyla kaleme alınarak bu Risale te’lif edilmiştir.

Haşir Risalesinde dünya üç boyutuyla ele alınmıştır:

a)Bir sınav ve manevra meydanı,

b)Bir misafirhane,

c)Bir sergi/fuar/gösteri/tanıtım ve ticaret merkezi

Bu dolaşım ve ticarette iki grup göze çarpmaktadır:

1.‘emin arkadaş’ nitelemesiyle memleketin sahibini tanıyan ve kanunlarına itaat eden mü’minler,

2.Kâfir veya müşrikler,

3.Fâsıklar

İnsanın işlediği her fiil, organlarında iz bırakır.

Küfür ve isyan ehlinin işledikleri sebebiyle hemen cezalandırılmamaları aldatmamalıdır. Cenâb-ı Hak ihmal eder (süre ve mühlet /fırsat verir), ama ihmal etmez (es geçmez, üstünü örtmez, delilleri karartmaz, haşa savsaklamaz).

Kitap ve sünnette beyan edilen haklar yerine getirilmediği takdirde, bu dünyada karşılığını bulmazsa, hesabı mahkeme-i kübrada görülecektir.(3)

Bütün unsurlar işlenenleri haber verecektir.

“O gün Arz, üzerinde ve  kötü ne işlenmiş ise haberlerini anlatacaktır. Çünkü Rabbin, anlatacağı şeyleri ona bildirmiş, ilham etmiştir.”(4)

Resûlullah (s.a.v) de şöyle buyurmuştur:

“Yerden sakınınız. Çünkü o, sizin ananızdır. Üzerinde kim, iyi ve kötü ne amel yaparsa, ahirette lehinde veya aleyhinde şâhitlik edecektir.”(5)

‘Ser=baş+sem=zehir= başı zehirli. Kâfirin aklı küfür ve inkârla dolu olduğu, bununla başkalarını da mânen zehirlediği için, potansiyel zehir hükmündedir.

Metinde geçen ‘İslâm yazıları’ ndan maksat, kâinatın mâna ve mahiyeti, yaratılış gayelerinin şehâdetleri olan İlâhî isimlerdir. Sersem arkadaş onları okuyamıyor. Ecnebi yazıları okuduğu için gözü onları görmüyor.

Kur’ân/İslâm yazısı fıtrîdir, insanın yaratılışnda yerleştirilmiş ve yaratılışa uygundur. Elimizin içine bakalım; birinde Arapça olarak bir ve sekiz, diğerinde sekiz ile bir rakamını görürüz. Her iki rakamı birlikte okuduğumuzda; birinde 18, diğerinde 81 olduğunu fark ederiz. İkisini topladığımızda 99 olan Esmâ-i Hüsna sayısına, çıkardığımızda ise, 63 olan Peygamberimiz (s.a.v)’in mübarek ömrüne işaret var. İkisini çarpınca da, 1458 etmekle Kur’ân yazısının bütün yazılara üstün geleceği tarihe remzen işaret eder.(Allah en iyisini bilir). Demekki Kur’ân yazısı insanın ve kâinatın yaratılışına yerleştirilmiştir.

Bilindiği üzere Kur’ân hattının pek çok varlıkta ve nesnede bulunduğunun sayısız örnekleri vardır.

“…anlaşılıyorki, bir parça frengi okuyanlar bu yazıları okuyamıyorlar..”

Bu yazılar Allah’ın varlığını ve birliğini ilân etmektedir. Bu yazıyı değiştirmek yaratılışa zıttır!…

“ Allah’ın fıtratı ki, insanları o fıtrat üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratmasında değişme olmaz.”(6)

Yola koyulmuş iki kervan: biri; Peygamberlerin, sıdddıkların, şehidlerin, sâlihlerin kervanıdır ki, başında Resûl-i Ekrem (ASM) vardır.

Diğeri; Şeytanların, kâfirlerin, fâsıkların, fâcirlerin kervanıdır ki, bu kervanın başnda da İblîs-i Laîn vardır.

Büyük duruşmayı hesaba katmayan katil ve câni eşkiya sürüleri; din, namus, vatan ve kardeşlik düşmanı terörist/anarşist/bölücü güruhları, lânetli Şeytana tâbi olmuş şakîlerdir.

Rabbim Peygamberin önderliğindeki kervanda yer almayı nasip ve müyesser eylesin

İsmail Aksoy

Dipnotlar:

  1. Rum sûresi, 50.
  2. Bkz. Sözler, s.5; Barla Lahikası, s.8; Barla Lahikası,s.248 v.b
  3. Mâide,33; Kalem, 42-43; Âl-i İmrân, 180; Tevbe, 34-35; Nur,2,4; Nisa,10 v.b
  4. Zilzâl Sûresi, 4-5
  5. Et-Terğîb ve’t-Terhîb, 1/240
  6. Rum Sûresi, 30

Kürt Meselesinin Çözümünde Bediüzzaman’dan Projeler

Bediüzzaman’ın Nur Külliyatı, özellikle “Mektubat” adlı eserindeki “Uhuvvet Risalesi”, “Onaltıncı, yirmiikinci ve yirmialtıncı mektupları” hakiki bir milli barış ve kardeşlik projeleridir. Bediüzzaman, siyaset adamı değildir ama, Türkiye ve dünya siyasetine yön veren adamdır. Kaleme aldığı iman hakikatleri, barış ve kardeşlik projeleriyle Türkiye’ye, dolayısıyla da dünya siyasetine denge ve istikrar kazandırmıştır. Başlattığı iman hareketi ve kaleme aldığı iman hakikatleriyle Bediüzzaman, Türkiye ve dünyada denge ve istikrar siyasetinin mimarı olmuştur.

O okundukça ve okuyucuları arttıkça bu denge ve istikrar gün geçtikçe kuvvet kazanacak, dünya, beklenen, özlenen ve gözlenen gerçek baharına, altın çağına, saadet asrına kavuşacaktır, inşallah. Çünkü o, Allah dedi, Peygamber dedi, başka bir şey demedi. Bir insan Allah’ın rızasını ve gücünü yanına alır, Peygamberin cehd ve gayretini kafasına koyarsa ona ne dayanır? İşte Bediüzzaman bunu yaptı. Bunu yaparken güzel bir yol ve güzel bir yöntem kullandı. İşte o yol ve yöntemin anatomisi:

1-Müsbet hareketi esas aldı. Hikmetle, güzel öğütle davetini yaptı. “Biz, muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur” dedi. Muhabbete muhabbet besledi ve düşmanlığa düşman oldu. Okuyucularına da bunu öğretti. Sevgiden yoksun kalmış bir dünyada bu önemli bir olaydır.

2-Davasını anlatırken, tebliğini icra ederken icbar, zor ve zorbalık yolunu değil, ikna yolunu seçti. Tatlı ve yumuşak üslûbu esas aldı.

3-Adaletin ve özgürlüğün savunucusu oldu, diktaya ve cuntaya boyun eğmedi.

4-Zindanlarda kendisine yer hazırlayanlara, zulüm ve işkence yapanlara beddua etmedi. Ta ki onların masum çocukları babalarına gelen zarardan acı çekmesin.

5-O beş esası sinelere yerleştirmeye çalıştı. Onlar da: Hürmet, merhamet, emniyet, haramdan kaçınma, itaat ve ibadet etmekti.

6-Ona göre din ve dindarlık, iman hakikatlerinin tahsili, doğal ve zorunlu bir ihtiyaçtı. Onun için bütün mesaisini buna tahsis etti.

7-Dünyayı oyun ve eğlence yeri değil, ahiretin bir tarlası ve Allah’ın isimlerinin bir aynası gördü.

8-Kendisi ve talebeleri barış ve asayişin gönüllü muhafızı oldu. Bu hususta yönetimden kendisine destek istedi.

9-Yönetimdekilere, başarılı olabilmeleri için, Allah’ın kanunlarına uygun hareket etmeleri gerektiğini söyledi.

10-Kâfire “hey kâfir!” demeyi eziyet saydı. Köre “hey kör!” demek eziyet olduğu gibi.

11-Şiddet kültürünü besleyen hastalıkları teşhis etti. Reçeteler yazdı, yönetime önemli projeler sundu. Ve şu tavsiyelerde bulundu:

a-Doğu ve Güney doğu vatandaşlarınıza dindarca yaklaşın.

b-Müsbet milliyeti (bütün milliyetleri bağrına basan İslâm milliyetini) esas alın.

c-İslâmiyet’i, Hıristiyanlık ve diğer dinlerle mukayese etmeyin. Çünkü İslâmiyet’in esası, tevhiddir. İslamiyet, vasıta ve sebeplere hakiki tesir vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise “velediyet” fikrini kabul ettiği için, vasıta ve sebeplere bir kıymet verir, benliği kırmaz. Âdeta Allah’ın Rububiyetinin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. “Yahudiler hahamlarını, Hıristiyanlar rahiplerini ve Meryem’in oğlu Mesihi Allah’tan başka Rab edindiler.” (1) meâlindeki ayetin dairesine girdiler. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enaniyetlerini muhafaza etmekle beraber sâbık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar, ya enaniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için bir kısmı lâkayd kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar. (2)

ç-Şark vilayetleri merkezinde din ilimleriyle fen ilimlerinin beraber okutulduğu büyük bir üniversite açın. Böylece İslâm birliğinin en büyük düşmanı olan menfi milliyeti yani ırkçılık belasını da bertaraf etmiş olacaksınız.

Üstad Bediüzzaman Bitlis, Van ve Diyarbakır havalisinde kurulmasını istediği örnek ve model üniversite için sekiz şart ileri sürmüştür. Ben, bu sekiz maddeyi özetleyerek sıralamak istiyorum:

Birincisi: Üniversitenin ismi Medresetü’z-Zehra olmalı. (Zehra, zühreden gelmekte, çiçek demektir. Müzekkeri ezher, müennesi zehra’dır. Mısır’ın Camiü’l-Ezheri gibi Türkiye’nin Medresetü’z-Zehrâsı olmalı. Camiü’l-Ezher’den farkı, dişi olması hasebiyle doğurgan olmasıdır.)

İkincisi: Müsbet ilimler, bu medresede din ilimleriyle harmanlanarak verilmelidir. Böyle olursa izdivaç gerçekleşmiş olur. Çünkü, “Vicdanın ışığı, din ilimleridir. Aklın nuru, medeniyet fenleridir. İkisinin imtizacı (yani birbirine karıştırılması ve evlendirilmesiyle) hakikat tecellî eder. O iki kanatla talebenin gayreti şahlanır. Ayrıldıkları vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe meydana gelir.” (3)

Üçüncüsü: Arapça vacip, Türkçe lazım, Kürt’çe caiz olmalı. Yani Arapça din dili olduğu için vacip olmalı, Türkçe Türk nüfusunun ve nüfuzunun çokluğundan dolayı resmi dil olarak seçilmeli, Kürtçe de fıtratın hakkı ve gereği olarak serbest bırakılmalıdır. İsteyen istediği gibi kullansın.

Dördüncüsü: Kürt âlimler ve Kürtçe bilen öğretim elemanları ve öğretmenler o bölgeye tayin ve tahsis edilmeli. (4)

Dördüncüsü: Kürtlerin ileri gelenleri ve kanaat önderleriyle istişare edilmeli. Herkese aynı ilaç değil, her hastalığa uygun ilaç verilmeli.

Beşincisi: İş bölümü kuralına uygun olarak ihtisaslaşmaya ve branşlaşmaya gidilmeli, her branşın birbiriyle yardımlaşması sağlanmalı.

Altıncısı: Bu üniversiteden mezun olanlara diploma verilmeli, bu üniversite devletin bütün resmi okullarına eşit tutulmalı, mezunlarına iş verilmeli, istihdam alanlarında onlardan yararlanılmalı, yanı sonuçsuz bırakılmamalı.

Yedincisi: Öğretmen okulları da Üniversite bünyesine alınmalı. Bütün okullarımızda intizam, fazilet ve din eğitimi olmalı.

Sekizincisi: Kürtlerin çoğunlukla yaşadığı bölgelerde devam eden bireysel öğretim, genel öğretime, informal öğretim, formal öğretime dönüştürülmeli.

d-Cehalet, zaruret ve ihtilâf düşmanının karşısına marifet, sanat ve ittifak silâhiyle çıkın.”

e-Risale-i Nur’u okuyanların “asayişin manevî bekçileri oldukları”nı, asayişi korumanın tek yolunun da, insanların kalplerine iman ve marifet nurunu yerleştirmekten geçtiğini, bu işi de çağımızda en güzel şekilde Risale-i Nur’un yaptığını bilin.

f-Özgürlüğü, kuralsız ve ahlaksız yaşamak şeklinde görmeyin. “İnsanlar hür oldular, amma yine abdullahtırlar.”(5) Yani yine Allah’ın kuludurlar. “Hürriyet, nefsine de, başkasına da zarar vermemektir.” (6)

g-Kanun-u adalet ve te’dibden başka hiç kimse kimseye tahakküm etmemeli. Herkesin hukûku korunmalı, herkes meşru hareketlerinde şahane serbest olmalı.

ğ-Birlik ve beraberlik korunmalı, bunu bozmak isteyenlerin oyununa gelinmemeli. Üç tane bir ayrı ayrı dururlarsa üç kıymeti var. Eğer bir araya gelseler, omuz omuza verseler yüz on bir kıymet ve kuvvetini kazanırlar.

h-Biz Kalû Belâ’dan Muhammedî Cemiyet’e (Aleyhissalâtü Vesselâm) dâhiliz. Bizi bir araya getiren, bir ve beraber yapan tevhiddir. Andımız ve yeminimiz îmandır. Mademki Allah’ın birliğine inanıyoruz, öyleyse biz biriz. Herbir mü’min i’lâ-yı Kelimetullah’la görevlidir. Bu zamanda, bu görevin en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira yabancılar teknik ve sanayi silâhıyla bizi manevî istibdatları (baskıları) altında eziyorlar. Biz de, fen ve san’at silâhiyle i’lâ-yı Kelimetullahın en müdhiş düşmanı olan cehalet, fakirlik ve ayrışmaya karşı cihad edeceğiz. Amma dışa karşı cihadı, nurlu şeriatın kesin delillerinden ibaret olan elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere üstün gelmek ikna iledir, söz anlamayan vahşilere yapıldığı gibi zorla değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, (sevgi kahramanlarıyız) husumete vaktimiz yoktur. İttifak Hüdâdadır, heva ve heveste değil. İnsanlar hür oldular amma yine Allah’ın kullarıdırlar. Ümitsizlik her gelişmenin engelidir. “Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdadın (baskı rejimlerinin) yadigârıdır. (7)

(Devam edecek)

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Tevbe, 9 / 31

2-Nursi, aynı yer.

3-Orijinali için bkz. Nursî, Münâzarat

4-Bir Üstad Bediüzzaman’ın yıllar önce ortaya koyduğu bu projeye bakıyorum, bir de Zaman Gazetesinin 8 Şubat 2010 tarihli nüshasındaki habere bakıyorum. Bediüzzaman’ın ne kadar isabet kaydettiğini, o gün o proje dikkate alınsaydı, bu kadar ziyan olmayacaktı, kanaatine varıyorum. Şimdi o habere bir göz atalım: Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu, Diyarbakır’da kanaat önderlerini tek tek dinledi. Halkın ve kanaat önderlerinin isteği şu: 1- Bölgemiz, din hizmetlerinin zayıflatılması sebebiyle bu hale geldi. 2-Kırsalda halk derdini cami imamlarına anlatır. Ancak camilerde görevli imamlar Kürtçe bilmiyor. Bu yüzden halkın itibar ettiği Kürtçe bilen müderrislerin önü açılmalı. 3- Geçmişte ezan bile okutulmuyordu. Şimdi çok daha rahatız. Ancak ülkeyi karıştırmak isteyen şer odaklarına fırsat verilmemeli.

5-Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neş. İst. 1991, s. 58

6-Bkz. Nursî, Münazarat, s. 55

7-Nursi, Divan-ı Harbi Örfi, s.9-14

Devamlı Deva

YİRMİ DÖRT devayı geride bırakan, onu özetleyen ve özümseyen bir ifade ile başlar Yirmi Beşinci Deva: “ Gayet nafi ve her derde deva ve hakiki lezzetli kudsi bir tiryak isterseniz “imanınızı inkişaf ettiriniz”.

İmanı inkişaf ettirmek, kemalat mertebelerinde ilerlemek, marifetullahta yükselmek, lezzet-i ruhaniyi kazanmak bütün meseleleri önünde ve üstündedir çünkü keder kementlerine maruz, musibete giriftar, acz ve fakrla sarılı insan için hakiki teselli, gerçek deva, kuşatıcı şifa ondadır ve onunladır. 

İhlâs safi imanın neticesidir ve yine imanı safiyete götürür. Onu kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir sebebi “rabıta-i mevt ve tefekkür-ü imani” olduğundan bahseder Bediüzzaman ikinci ihlâs risalesinde. 

Hayatın ölümsüz hakikati ölümü hatırlamak deni dünyanın sufli zevklerinden uzaklaştırdığı gibi ulvi hislere karşı heyecan oluşturur, gayb kapılarını aralar.

Kâinat kitabını esma talimiyle okumak, hayatı o esma şifreleriyle çözümlemek ve özümsemek; yaşamı renklendirdiği gibi, her şeyde ve her bir şeyde güzellikleri görmeye sevk eder. Huzur-u daimiyi kazandırır, o huzurdan da uzaklaştırmak istemez.

Musibete maruz kalanlar derecelerine göre bu iki iksirden bolca istifade ederler, dertten devaya, hastalıktan şifaya giden yolu bulurlar. 

Yirmi beşinci devaya dönersek, “imanınızı inkişaf ettiriniz” derken bunun pratiğini, hayata dönük uygulamasını da sunar asrın şefkatli Tabibi; “ Tevbe ve istiğfar ile namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kudsi olan imanı ve imandan gelen ilacı istimal ediniz.” 

Tevbe ve istiğfar ile O’na sığınmak, namaz ve ubudiyetle sığınmayı daha canlı kılmak, dışa dönük ifadelendirmek; bedeni canlandırdığı gibi ruhu hafifletir, kalbi hüşyar kılar, latifeleri adiyattan elini çektirir, aklın yönünü uhraya döndürür. Küçük dünyanın küçük işleri, gelip geçici olayları onu kederlendirmez, üzmez. Üzülecek bir şey varsa Kudreti nihayetsiz, Rahmeti sonsuz dünya ve ahiretin Malik-i Hakiki’sinin rızasına uygun davranışlarda yeterince bulunamamak, hayatının bütününde olduğu gibi her karesinde de O’nu hatırda ve sadırda sürekli taşıyamamak, yeteri şekilde şükürde bulunamamak, ibadetin ve zikrin azlığı… 

“İman ilacı ise; feraizi mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor” dedikten sonra gaflet ve sefahatin o ilacın tesirini izale ettiğini söylüyor Said Nursi ve devam ediyor; “Hastalık, madem gafleti kaldırıyor; iştihayı kesiyor; gayrı meşru keyflere gitmeye mani oluyor; ondan istifade ediniz. Hakiki imanın kudsi ilaçlarından ve nurlarından Tevbe ve istiğfar ile dua ve niyaz ile istimal ediniz.”

Böylesi müjde ile son buluyor Yirmi Beşinci Deva. Üslup tatlılığı, ifade rahatlığı, anlam kolaylığı ile hikmeti arının petekleri şifalı balla doldurması gibi kalb peteklerini iman balı ile dolduruyor. Öyle bir bal ki her derde deva olduğu gibi kabrin arkasında, uzun ahiret yolculuğunda, mahşerin şiddetinde, dehşetli dönüşümlerde, sıratın üstünde tesirini devam ettiriyor bu ilaç, sahibini de cennete kadar götürüyor. Yeryüzü bahçesine bu imanı devşirmek için gelmişiz; musibetler ise en fazla ürün alma zamanı.

Öyle bir imana sahip olun ki devanız devamlı, şifanız daimi, şükrünüz sürekli olsun.

 Hüseyin Eren

 Karakalem.net