Ama ne yazık ki, her şeyin üzerine âdeta kara bir bulut gibi sinen ülfet perdesi, çevremizdeki binlerce bu tür teknoloji harikalarını – hem de canlılarını – görmemize engel olmaktadır.
Prof. Dr. Yunus Çengel
Ama ne yazık ki, her şeyin üzerine âdeta kara bir bulut gibi sinen ülfet perdesi, çevremizdeki binlerce bu tür teknoloji harikalarını – hem de canlılarını – görmemize engel olmaktadır.
Prof. Dr. Yunus Çengel
Selim Gündüzalp
Fotograf: Flickr Floyd John
Buradaki kısmı alalım. “Kainatta bulunan bütün güzelliklerin envaı ve çeşitleri gayb alemi arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdırlar.
Malumdur ki her şeyin hüsnü kendine göredir, hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Mesela göz ile hissedilen bir güzellik, kulak ile hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akıl ile fehmedilen bir hüsn-i akli, (akli güzellik) ağız ile zevkedilen bir hüsn-i taam (taamın güzelliği) bir olmadığı gibi, kalp ve ruh ve sair zahiri ve batıni duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler , onların ihtilafı gibi muhteliftir.” (Şualar, 67) Batı estetiği sadece nesnelerin , resmin, şiirin, mimarinin, plastik sanatların matematik ve geometrik nisbetlere dayanan güzelliklerini anlatır. Bediüzzaman onları bildiği için güzelin muhitini genişletir. Güz, kulak, akıl, ağız, kalp ve ruh’un ötesinde ve sair diyerek diğer güzellik çeşitlerini de ihata eden bir genişlik gösterir. Buraya batıni ve zahiri güzellikleri de ilave eder, sınırları belirlemek cidden güçtür.
Daha çok beş duyu gibi çok belirli güzellik kıstasları olanların ötesinde diğer güzellik nevilerini sayar ki buralarda filozoflar ve estetikçiler bir şey söylemişlerdir diyemeyiz.”İmanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi, Cemil-i Zülcelal’in nihayet derecede güzel olan Esma-ı Hünsasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan , mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.”(Şualar 67)
İman
Hakikat
Nur
Çiçek
Ruh
Suret
Şefkat
Adalet
Merhamet
Hikmet
Tam on güzellik kategorisi daha. Dayanılmaz bir muhit çizmiş Bediüzzaman. Bunların her birine insanlık tarihi ve İslam tarihi, sanat tarihinden örnekler versek bir estetik kitabı olur. Bediüzzaman kayda alınmaz bir büyük gözlemcidir. İşte delili bu metindir.
İmanın güzelliğini anlayana kadar asırlar kan gölüne dönmüş, Peygamberinin imanının güzelliği bütün diğer güzelleri yetiştirmiş mektebinde, Ebubekir, Ömer; Hakikat’ın güzelliği imanın güzelliğinden doğan bir güzellik türü. Haşir hakikatının güzelliği insanlığı neler getirmiştir, onu da kendisi anlatır. Melekler hakikatı anlaşılınca insanlığa neler getirmiştir, ya Mirac’ın hakikatı sonu gelmez güzellikler zinciri. Birde Bediüzzaman’ın hakikatlara getirdiği yeni bakış açıları ve tozlanmış hakikatı cilalaması o da daha derin bir bahis. Nur cami bir kelime yer yüzünü aydınlatır, yüzümüzü aydınlatır, cihanın bütün güzelliklerini gösterir.Çiçek, Bediüzzaman çiçeğe “tebessüm eden ilahi güzellik” der. Bütün çiçekler perde arkasında kendini ihsas ettirmek isteyen bir İlahın güzelliğidir. Kulağa benzeyen yapısı bize neler telkin eder. İnsan ruhu rencide edilmedi mi bütün güzelliklerin kaynağıdır, işte Bediüzzaman’ın ruhu, ve ruh inceliği ve eserlerinin inceliği. Suret’in geometrik uyumlu güzelliği, bütün şarkılar ve şiirler, onlardan doğmuş. Şefkat, Ana’nın şefkati, anaların yavrulara şefkati. Adalet’in güzelliği işte Ömer. Merhamet’in güzelliği işte Ebubekir Efendimiz, Hikmet’in güzelliği işte Bediüzzaman’ın hikmet okyanusu ve bizdeki tecellileri.
İnsan’in temel argümanı mana içinde yoğrulmaktır, siyasi mesail öyle cazibeder bir elbise ile dolaşır ki insanı kendine yabancılaştırır. İnsan anlar ama vakit geçer, Bediüzzaman “Bu zamanda siyaset ruhları anavar etmiştir”der ki elhak doğrudur.
Prof. Dr. Himmet Uç
Dinlerin pek çoğunda yaratılış ve ilk insan anlayışı bulunmaktadır. Ancak bu anlayış, dinlerin kendi özelliklerine göre farklılık arz etmektedir. Bununla birlikte insanın bir yaratıcı tarafından yaratıldığı ve insanlığın da ondan türediği fikri müşterek nokta olarak; Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm dininde görülür. İlk insan ve insanlığın atası Âdem (a.s.) Yahudi, Hıristiyan ve İslâm kaynaklarında sıkça geçer.
Âdem kelimesinin kökü ise tartışmalıdır. Arapça veya İbranice olduğu söylenir. Hangi dilde olursa olsun Âdem kelimesi, toprak, esmer, kırmızı, yerin kabuğu ve yerin tozu gibi anlamlara gelir. Kur’an-ı Kerim’de 25 yerde Hz. Âdem’den söz edilmektedir. Ayrıca bütün insanlara hitap edilirken, “Benî Âdem” şeklinde pek çok yerde geçmektedir. Bundan dolayı Hz. Âdem’e “Ebu’l-Beşer” lakâbı verilmiştir. Âdem Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın seçkin kıldığı kişiler arasında sayıldığından “Safiyyullah” ünvanıyla da anılmıştır. 1
Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah’ın ilk insan tasarımı şöyle açıklanır: “Bir zamanlar, Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Melekler: “Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?. Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve bütün eksik sıfatlardan tenzih ediyoruz.” dediler. Allah (c.c.) da onlara: “Şüphesiz ki ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi.” 2
Kadır-i zül kemal ve zül cemal, yaratılışla ilgili olarak şöyle buyurur: “Andolsun biz insanı çamurdan, bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir nutfe (sperm) olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra nutfeyi alaka (embriyo) ya çevirdik. Alakayı (embriyo) bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir. “3
“Sizi topraktan yaratmış olması onun ayetlerindendir. Sonra siz (her tarafa) yayılır bir beşer oldunuz.” 4
Hz. Âdem, yeryüzünde ilk insan ve ilk peygamber, bütün insanların Babası’dır. Kadir-i Hakim, melekler vasıtasıyla yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan su ile çamur yapıp, insan şekline koydular.”Allah insanı, pişmiş çamur gibi bir balçıktan yarattı.” 5
Hazreti Muhammed, (a.s.v.) Hz. Âdem hakkında : “Allah (c.c.) Âdem’i (a.s.) yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan yarattı. Bu sebeple zürriyetinden siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar olduğu gibi, bazıları da bu renklerin arasındadır. Bazısı yumuşak, bazısı sert, bazısı halis ve temiz oldu“ buyurmuştur.6
Peygamber’imiz (s.a.s.) Hz. Âdem’in cennette ve Cuma günü yaratıldığını bize haber vermektedir. 7
Hazreti Âdem’e her şeyin ismi ve faydası bildirildi. Böylece insan fizik varlığı ile dünya hayatına, ruh yönüyle mânâ âlemine uyum sağlayabilecek bir güce sahip kılınmıştır.
Allah’ın (c.c.) emri ile bütün melekler Âdem’e secde etti, ama İblis (şeytan) kibirlenip, bu emre karşı geldi ve secde etmedi:
”Hani biz meleklere (ve cinlere): Adem’e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu“8
Hazreti Havva validemizin yaratılışı ile ilgili Kur’an-ı Kerîm’de, onun Hz. Âdem’den veya Âdem aleyhisselâm ile aynı maddeden yaratıldığına şöyle işaret edilmiştir: “Sizi bir tek nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah’tır.” 9
“Ey İnsanlar! Sizi tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve her ikisinden pek çok erkek ve kadın türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının.” 10
“Allah her canlıyı sudan yaratmıştır. İşte bunlardan kimi karnı üstünde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde, kimi de dört ayağı üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.” 11
Ve O, sudan bir insan yarattı ve onu nesep ve evlenme yoluyla meydana gelecek bağlarla bağlı kıldı. Senin Rabbinin her şeye gücü yeter.” 12
Allah (c.c.) onları birbirine nikâh etti. Yasak edilen ağaçtan unutarak ve İblis’in oyununa gelerek önce Havva, sonra Âdem aleyhisselamı Cennetten çıkarıldılar.
“Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tövbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti.” 13
Adem babamız, Arafat ovasında Havva annemizle ile buluştu. Bazı rivayetlere göre Kâbe’yi inşa etti. İlk İnsan ve tüm İnsanların ebeveynleri oldular.
Cenab-ı Allah insanlara şöyle emretmektedir: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” 14
İşte Bedi’ül beyan, Âllame Bediüzzaman Said Nursi yukarıdaki ayete 26.cı mektup, üçüncü mebhas’ta şöyle bir açıklık getirmektedir:
Allah,(c.c.) İnsanları taife, millet ve kabile kabile yaratılmasının sebebi insanların birbirlerini tanımak, sosyal ve içtimai hayatta birbirlerine yardımcı olmaktır, yoksa husumet ve adavet etmek için değildir. Bir örnekle şöyle açıklamaktadır: Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere ta takımlara kadar ayrılırlar. Ta ki her neferin iş ve işlemleri vazifeleri tanınsın ve bilinsin. Yardımlaşma ile umumi vazifeler görülsün ve neticede düşmana karşı korunsun. Yoksa ayrı ayrı hareket edip, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı düşmanlık beslesin ve bir birlerinin aksine hareket etsin değildir.
Aynen öyle de, İslam camiası büyük bir ordu hükmündedir. Kabile ve taifeler halinde olsalar da, fakat bin bir birler sayısınca birlikleri vardır. İşte bu birler kardeşliği muhabbeti ve birliği gerektiriyor. Birbirlerini tanıma, yardımlaşma içindir. Düşmanlık ve husumet için değildir.
Hazreti Âdem (as.) ile iblis-i nale ile ilgili kıssalarından bugün ki insanlara da çok önem arz edilen bir mesaj vardır: Hazreti Âdem (a.s.) bilerek veya bilmeyerek bir hataya düşmüştü; iblis’te Cenab-ı Allah’ın emrine itaat etmemekle bir hata işlemişti. Neden en büyük cezaya şeytan müstahak olmuştur diye bir sual akla gelebilir.
Hazreti Âdem (a.s.) yaptığı hatadan Cenab-ı Allah’a niyazda bulundu, tövbesi kabul oldu. Daha önce melekler arasında seçkin bir yeri ve evrenle ilgili geniş bilgisi olan İblis ise büyüklük taslaması ve yaptığı hatadan pişmanlık duymaması sonucunda cennetten ve ilâhi rahmetten kovularak cezanın en büyüğüne müstahak olmuştur. İşte, Ayet-i Kerime’de Allah (c.c.) öyle ise : “ in oradan” orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın! Buyurdu. 15
Peygamber Efendimiz’de; “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurmaktadır
Üzülerek belirtmek isterim: Nefis ve gurur Çağımız insanın en önemli hastalıklarından biridir. Mal ve mülk sahibi olan, biraz makam ve mevki, biraz şan ve şöhret elde eden hemen kendini güçlü hissetmeye başlar, böylece dünyevi değerlerin cazibesine kapılıp nefis ve gurur hastalığına düşerek kendini üstün görür. “Ben benim“ der. İşte nefis böylece insanı şeytan gibi esfel-i safiline götürür.
“Evet, gurur ile, insan maddî ve manevi kemâlât ve mehasinden mahrum kalır…” 16
Rüstem Garzanlı / Diyarbakır
Kamu Yöneticisi
Kaynaklar:
1-Diyanet Yayınları
2- Bakara, 2/30
3- Mü’minûn, 23/12-13-14
4-Rûm, 30/20.)
5- Rahman süresi,23
6- Müsned-i Ahmed bin Hanbel
7-Müslim, 585; Tirmîzi, 362;
8- Bakara, 34
9-A’râf, 7/189
10-Nisâ, 4/1
11-Nûr, 24/45
12-Furkân, 25/54
13-Ta’ha, 122
14-Hucurat Sûresi: 49:13
15- A’râf, 7/13; el-Hıcr, 15/34, 35.
16- Bediüzzaman, Hizmet Rehberi
17.10.2011
Son zamanlarda, özellikle Risâle-i Nur kaynaklı organizasyonlarda dünyanın gidişatını başka yaklaşımların fark edemeyeceği şekilde keşfetmiş olmanın farklılığı gözleniyor. Yapılan organizasyonlarda artık eşyanın ve dünya meselelerinin özüne inen yaklaşımların farklılığı ortaya çıkıyor. Geçen hafta bahsettiğimiz Gaziantep’teki “Sevgi Dünyasına Çağrı” toplantısının hemen akabinde bu hafta sonu İstanbul İlim ve Kültür Vakfının düzenlediği “Haşir Sempozyumu” bu mânâda çok çarpıcı yaklaşımlar. Artık yeni dünya düzeni, dünya siyaseti, ekonomik planlar, kalkınma hamleleri gibi çok şatafatlı gözüken, ama maddî alanı ön plana çıkarmanın sığlığı ile yüz yüze yaklaşımlar yerine, tüm insanlığın daha derinlere ve eşyanın özüne yönelmesi gerekiyor.
Günümüz insanlığının değerler dünyasını; para, siyasî güç ve maddî değerlerin şekillendirdiği bir bakış açısı oluşturuyor. Bu bakış açısı ile varlığın bir kitap olarak algılandığı ve görünenden çok görünen mânânın ifade ettiği, arka planın ön planda tutulduğu bir yaklaşıma ulaşmak mümkün değil. Oysa hayatın ve insanın gerçek anlamı arka planda, ferdin dünyasında arka plana yöneliş çok önemli bir dönüm noktası. Bunu sağlayamadığında hayat hızla akıp giderken zerrelerin inceliğinde çizilen imajlar kayboluyor ve kişiye en ufak bir katkı sağlamıyor. Maddenin kendi içinde oluşturulan değerler hayatın asıl gayesi olarak düşünülüyor, ölüm geldiğinde ise hiçbirinin anlamı kalmıyor. İnsan arka planla irtibatlı tanımını bulamadığı müddetçe bu hayat içerisinde gerçek insanlığı yaşayabilmesi ve varlık için zaman ötesi bir tanım oluşturabilmesi mümkün gözükmüyor. Bu yönüyle İslâmî çerçevede ya da daha geniş anlamıyla nübüvvet çizgisinin çizdiği yolda bir hayat algısı maddenin bu tarafa bakan boyutundan uzak olmalı ve asla yönelik olmalıdır.
Maddî planda yaşamanın getirdiği zaaflarla iç içe olan insanlık âleminin bir parçası olan hizmet ehli de maddî alanı ön plana çıkarmanın sıkıntılarıyla yüzleşebiliyor. İslâmî gelişmeler için siyaset zemininde çözüm arayanların da benzer bir problemle yüzleştiğini, zaman içerisinde şuur altında Rabbine bütünüyle dayanmak yerine siyasetin gücünü ön planda tutmak gibi zaaflarla karşı karşıya kaldıklarını gözlemliyoruz. Geçen zaman siyasetin, maddeye yönelmişliğin ve maddî gücün ön planda tutulduğu bir bakış açısı oluşturduğunu ortaya koydu. Bu bakış açısı içerisinde İslâmın berrak hakikatlerinin bulanmadan idrak edilebilmesini ve zaman içerisinde menfaat çatışmalarının oluşmasını engellemenin mümkün olmadığı gözükmektedir. Dini anlamda bir açılım sağlamak öze yönelik olmak halini gerekli kıldığından menfaat arayışlarının uzağında olmalıdır. Oysa siyasetin özünde ve ana felsefesinde sosyal düzeni beşerî güç ile şekillendirmek ve kendi hedeflerini sahip olduğu güç ile ortaya koymak arayışı hakimdir. Bu anlamda siyasetin yapısında maddeyi ön planda tutmak ve bu planda çözüm arayışı içine girmek kaçınılmazdır.
Geçen zamanın da ortaya koyduğu gibi dâvâ uğruna yola çıkanlar siyasî zeminin menfaat çatışması içinde benlik mücadelesine girişmekte ve aynı zeminin gereklerine uygun olarak kendi menfaatlerini ön planda tutan bir noktaya gelmektedirler. Mânâya yönelik hizmetlerin özünde, ferdin şahsî dünyasını Rabbi ile buluşturacak ve bunu yaparken de maddî âlemi sınırlı algısından uzak bütün insanları kucaklayacak bir şeffafiyet hakim olmalıdır. Maddî alanda ortaya konan siyasî mücadelede bu berraklığın muhafaza edilebilmesi ve kişinin varlığın özüne yönelik bir bakış içinde maddî âlemin katılığından uzak kalabilmesi çok güçleşmektedir.
Önümüzdeki yıllar maddenin katılığındaki sınırlayıcılığın ortadan kalktığı ve arka plandaki mânâların duygular şeklinde açığa çıktığı bir dönem olacağa benzer. Şimdiye kadar ortaya konan siyasî arayışlar da göstermiştir ki; ekonomik güç ile, silâh gücü ile devlete hakim olarak manevî bir dâvâya hizmet edebilmek mümkün değildir. Maddî gücü elde etseniz dahi mânâ boyutu iyice dejenere olmakta ve artık sahip olunan imkânların asıl hedefe yönelik kullanılabilmesi zemini kaybolmaktadır. İçinde bulunduğumuz şartlar içerisinde hizmet erbabının ve Kur’ân hizmetine yönelik gayret içinde olanların ferde yönelik yaklaşımları esas tutmaları ve ırk, coğrafya siyasî düşünce ayırt etmeksizin bütün insanların kuşatmaları gerekmektedir. Bundan sonraki yaklaşımlarda daha öze yönelik gayret gösteren ve safiyetin muhafaza edildiği sivil yaklaşımlar hizmet tarzında esas olmalıdır.
Fertlerin dünyasına ulaşmak siyaset ile değil, iletişim ve diyalog ile olacaktır. Sevginin kuşatıcı gücü ön planda tutulduğunda bütün nükleer silâhlardan ve toprak hakimiyetinden çok daha etkili bir sonuç verecek ve bütün insanlığı içine alacak bir yaklaşım haline dönecektir. Böyle bir yaklaşımın önünde siyaseten ve silâh gücü ile durabilmek mümkün değildir. O halde bütün hizmet erbabı Kur’ân’a hizmet dâvâsını yeniden planlarken siyasî yaklaşımların dışında kalmalı ve iktidara yönelik arayışlar yerine insanı keşfetmeye ve doğru insanlığın iç dünyalarda hakim olmasına arayışlar içine girilmelidir.
İnsanlık zemininde ve doğru insanlık tarlasında Kur’ân’dan başka bir şey yeşermeyecektir. Gelecek günlerin İslâmî gelişmeler açısından doğru adımı; öze yöneliş, insanlık zemini üzerinde hareket etmek ve bütün gücünü Âlemlerin Sultanına dayanmaktan aldığına gerçekten inanmak ve bu doğrultuda hareket etmek olacaktır. Sevgi Dünyasına Davet ve Haşir Sempozyumu gibi peşpeşe yaşadığımız güzellikler bu yaklaşım tarzının çok ümit ve şevk verici örnekleri. Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbim hizmet aşkı ile insanlığa sevgi, barış ve iki cihan saadeti duâsını kavlen ve fiilen büyük bir aşk ile yapan nur ehlinin ve onlara destek olanların yardımcısı olsun. Nurun kuşatıcılığı ve huzuru tüm âleme yayılsın ve tüm insanlar hem dünyada, hem âhirette mutlu olsun.
Dr. Hakan Yalman