Kategori arşivi: Yazılar

Kâinattaki Hârikalıkları Örten Ülfet Perdesi

Acaba bir kişi evdeki artık yemekleri ve bozulmaya yüz tutmuş sebze ve meyveleri alıp, bunlardan yumurta yapan ve arda kalan malzemeyi de çiçeklere koyabileceğimiz gübreye çeviren karpuz büyüklüğünde bir makine yapsaydı – üstelik de maliyeti bir karpuz fiyatını aşmasaydı ve biblo gibi mutfağın bir köşesine koyabileceğimiz bir güzellikte olsaydı – bilim adamları dâhil tüm insanlık bu kişideki sanat ve estetikle bezenmiş harika ilmi tam bir hayret ve hayranlıkla ayakta alkışlamaz mıydı? Bunun nasıl yapıldığını görmek için başta bilim adamları olmak üzere, herkes büyük bir merak içinde sıraya girmez miydi? Hele bu yumurtalar belli bir sıcaklıkta 21 gün bekletilince kabuğun içinde minik bir yumurta makinesine dönse ve bu makine yine yemek artıklarıyla büyüyüp bir süre sonra kendisi yumurta yapmaya başlasa, acaba “Olamaz” diye haykırmaz mıydık? Hele hele bu makine bir de görüyor olsaydı ve ara sıra dışarıya gezmeye çıksaydı “Rüya görüyor olmalıyım” deyip, kendimizi çimdiklemez miydik? Bu mûcit kişiyi baş tacı etmez miydik? Kendisine en yüksek bilim madalyalarını vermez miydik? Eğer evhamlı tipler isek, aklımızı aciz bırakan ve bilim seviyemizi komik hale düşüren bu kişi hakkında “Mutlaka teknolojinin bizden kat kat ileri olduğu bir gezegenden gelmiş olan bir uzaylı” spekülasyonlarına îtibar etmez miydik?

Ama ne yazık ki, her şeyin üzerine âdeta kara bir bulut gibi sinen ülfet perdesi, çevremizdeki binlerce bu tür teknoloji harikalarını – hem de canlılarını – görmemize engel olmaktadır.

Prof. Dr. Yunus Çengel

Gül Tutan Eller Gül Kokar

Gül Tutan Eller Gül Kokar Nur yüzlü anaların, ak pak olmuş dedelerin, o şirin yüzlü insanların elleri ne güzeldi. Yumuşacıktı, bembeyazdı. Gül gibi kokardı. Bir ömrün şahididir eller; nerede ve nasıl geçtiğini eller söyler. Ondan mıdır ki, çocuk ruhumuz o nur elleri öpmeye doyamazdı. Onlar da bizi, öpe koklaya severlerdi. Dualı dillerdi onlar, abdestli ellerdi. Neredesiniz şimdi? Neredesiniz, ey mübarek nineler, analar, dedeler? Dileğim o ki, cennetin en güzel yerindesinizdir inşaallah. Her mevsimin olduğu gibi, her yaşın da kendine özgü bir güzelliği var. İhtiyarlığa ulaşmak, o mevsimi yaşamak, herkese nasip değil. Gençken, ömrünün baharında giden de var, bebekken ölen de var.
Hayat nimetini takdir eden Rabbim. Başını ve sonunu belirleyen sadece O. Elimizden ne gelir ki? Güzel olan yaşadığımızdır, şükürle ve dopdolu bir imanla. Belki bir gün de öleceğimizdir dopdolu bu duyguyla. Yaşadığımız sürece bize düşen, her yaşın, her ânın hakkını vermek. Rabbimizin istediği tarzda bir ömür sürmek. Ve gün gelip çağırıldığımızda, bir misafir edasıyla, bir davetli ruhuyla çıkıp gitmek. Arkamıza bile bakmadan, bir yaprak olup esen rüzgârla gitmek… Geçmiş güzel günlerden ve o ıhlamur kokan evlerden hayalimde tek çizgi bir onlar kalmış. O mübarek ihtiyarlar. Adımı en güzel onlar söylerdi, bir annem, bir de babaannem. Eh ne de olsa dedemin adını taşıyordum. Ellerinde bir yük varsa koşardım yardımlarına, yolda görünce girerdim kollarına. Manava, kasaba, fırına ya da bakkala mı gidilecek, hazırdık. Ne lâzımsa bir nefeste alıp gelirdik hemencecik. Bekletmeye gelmez ihtiyarları, tez canlıdırlar. Bi koşuda hallederdik isteklerini, ikiletmezdik.
Ne güzel anlaşırdık, nur yüzlü dedelerle ve ninelerle. Doğduğumda kulağıma ilk ezan-ı Muhammedîyi onlar okudu. Onların dualarıyla okula başladık. Onların elinde yetiştik, büyüdük. Besmele çekmeyi, selâm vermeyi, zor günlerde sabretmeyi onlardan öğrendik. Okuldu bizim için, öğretmendi onlar. Şimdi yalnızlaştı evler ve sokaklar. Çekildi birer birer ihtiyarlar. Şimdi hasretle anıyoruz o güzel günleri. Açık bir pencereden, yolumuzu gözleyen gözleri. Bilmem ki nasıl anlatsam, nasıl söylesem bu derdimi. Bir bende değil yalnızlık hâli, şimdi herkeste. Siz soğuktan üşürsünüz, ben ise yalnızlıktan. Yalnızlık dediğim, dedelerin, ninelerin yoksunluğu. Oysa gökyüzünü genişletmek elimizdeydi, elimizden tutarken elleri. Ne ümitler, ne çılgın neşeler içindeydik. Ah güzel insanlar, nur yüzlü dedeler ve nineler, şimdi nerdesiniz? Dileğim o ki, cennetin en güzel yerindesinizdir inşaallah. YILLAR geçip, o mevsime doğru adım adım yaklaştıkça, onları daha iyi anlıyorum. ”Kışlar ihtiyarlıkta kolay geçmiyor evlâdım” derdi kimi. Kimi de, ”eskiden telgraf gelirdi, şimdi her gün telefon geliyor” diye hastalıklarından lâtife yollu bahsederdi.
Bazılarının evlâtları vardı ama bakmazlardı. Bizden gayrı arayan soranları pek olmazdı. Kandil geceleri ve bayram günleri, şenlenirdi evleri. ”Gül bahçesine döndürdünüz hanemi,” diye sevinçten ağlarlardı. Kimi ise daha sokak kapısının gıcırtısından bilirdi kimin geldiğini. Bir çocuk safiyetiyle, ”Hep böyle oluyor. Hele de akşam vakti. Kalbimi bir hüzün kapladığında, Rabbim dualarımı cevapsız bırakmaz, üzmez beni. Vefalı komşularımdan birini hemencecik gönderiverir,” derdi. Dikkat ederdim, yürürken sağa sola bakmazlardı. Hak dostu, peygamber aşığı insanlardı benim tanıdığım ihtiyarlar. Kimi de cebinde şeker taşırdı; kim bilir hangi masum çocuğu sevindirmek için. Bir şey verecekleri zaman, gözleri gülerdi, konuşurken seslerini yükseltmezlerdi. Ezan okunmadan önce çıkarlardı camiye.
Vakti onlarla bilirdik. ”Öğle mi, ikindi mi?” diye. İyiliğin adresi onlardı hep. Dedeyle torun bunun için iyi anlaşırlar. Dedeyle torunun birlikte yürüyüşlerinin seyrine doyum olmaz. Kim kimin elinden tuttuğu belli değildir. Ağır ağır yol alırlar. Sırdaş ve arkadaş gibi… Biri hayatın başında, diğeri yolun son ucunda. Çocuk, mirası yaşarken alır dededen ve nineden. Alacağını aldı mı da güvenli büyüyor, tertemiz serpilip gelişiyor. İnanın ruhu gibi, yüzü de güzelleşiyor. Sevdiklerinin güzelliği ve duası, o küçük ruhlara güneş gibi, hava gibi gıda oluyor. Besleyip büyütüyor… Şimdi nerdesiniz, ey güzel insanlar, nur yüzlü dedeler ve nineler, nerdesiniz? Dileğim o ki, cennetin en güzel yerindesinizdir inşaallah. DEDESİ, ninesi öldü mü bir yanı tutmaz çocuğun. O boşluğu doldurmak zordur. Ancak gittiği yeri bildi mi, cennete uçtuğunu öğrendi mi, onların dünyadaki görevini bitirip, daha güzel bir âlemde istirahate çekildi diye belledi mi çocuk rahatlar, ruhunun acıları diner.
”Sen öldün, ölüm güzel demektir” der. Onları cennette bilir. O zaman çocuk da cenneti arzu eder, o diyarı özlemeye, istemeye başlar. Ahiret inancı sağlamlaşır, ruhunda kuvvet bulur. Benim de öyle olmuştu. Sevdiklerimi kaybedince bu duyguyu ben de yaşamıştım. Önce biraz sarsılmış, sonra, gittikleri âlemin bu dünyadan daha güzel bir âlem olduğunu duyduğumda rahatlamıştım. Vefat eden ve bizi seven o insanların, şefkatli ve merhametli bir Rabbin emriyle, hayatlarının yine devam ettiğine inanmakla endişelerim kaybolmuştu. Gerçi o hayat, bu hayata pek benzemiyorsa da olsun, buranın da, oranın da maliki birdi. Rabbim Allah’tı. Onlardan geriye gül kokan eller kaldı.
Nedendir bilmem; tespihleri, seccadeleri, bastonları, abdest havluları ve ibrikleri demedim de, gül kokan elleri dedim. Bilmiyorum. Ama öptüğüm o eller, başımı sevgiyle, şefkatle okşayan, yaralı dizlerimi ovan, merhem süren o eller gül kokardı hep. Derileri buruş buruştu ama olsun, onlarda bile gönlüme bir eğlence bulurdum. Çekeleyip dururdum. O eller, o nineler, o dedeler şimdi nerdeler? Hangi diyardalar. İnanın özledim hepsini. Ey nur simalar, ey mübarek ihtiyarlar. Siz dünyamızdan hiç eksik olmayın emi. Rabbim sizi aramızdan hiç ayırmasın emi. Çocuklar, sizsiz büyümesin. Evlerinde yoksa da mahallede bir nine, bir dede bulunsun. Çocuklar en kıymetli vakitlerini onlarla geçirsinler dilerim.
Ömürleri ve ahlâkları güzelleşip bereketlensin. Rabbim, hiç kimseyi, ne evleri, ne de ülkeleri, dedesiz, ninesiz bırakmasın. RABBİM, sen, çocukları, anaları, babaları ve mübarek ihtiyarları boşuna yaratmadın. Bu sırrı görecek kalbi nasip ettiğin için, bu sırra yakın tuttuğun için, bu nimetten mahrum etmediğin için, milyon, milyar, sonsuz defalar şükürler ve hamdler olsun sana. Dillerinden dualar eksik olmazdı. O mübarek insanların her sözü hikmetle örülüydü. Hâlâ o nur yüzlerini, o şeker sözlerini, hele de tatlı sohbetlerini hatırladığımda ağlarım. Ey çocukluğum ellerinde geçen mübarek ihtiyarlar. Ne oyunlar oynardık sizinle. Hâlâ saklandığınız yerde misiniz? Nerdesiniz; kim bilir şimdi nerdesiniz?
Saydığım sayılar bitti gelmediniz… Çıkmadınız saklandığınız yerden. Anladım, gelmeyecek kadar güzel bir yerdesiniz demek. Dileğim o ki, cennetin en güzel yerindesinizdir inşaallah. Korkardım ateşten, korkardım adı geçince cehennemden. Sizin imanınız tamdı, ama yine ağlardınız. Ve yaşlı gözlerle masum yüzümüze bakıp, ”Evladım, merak etme, cehennem çocukların hiç uğramayacağı bir yerdir” derdiniz. Yüreğimize su serperdiniz. Nerede şimdi yüreğimize su serpecek o güzel insanlar. Yaşlanmaktan, ihtiyar olmaktan korkmayan yiğit insanlar, sizleri göresim geldi, gül kokan ellerinizi öpesim geldi, sohbetlerinizi dinleyesim geldi… Nerdesiniz? Dileğim o ki, cennetin en güzel yerindesinizdir inşaallah. Ümidimiz, Rabbimiz… Şükür ki, çocuklar var. Şükür ki, torunlarımız var. Şükür ki, bize dede diyen diller var. İki hece, o ne güzel bir kelime. Dede, dede, dede… Siz de deneyin bir, siz de söyleyin. Çocukların bu kelimeyi neden çok sevdiğini anlarsınız hemen. SİZLERLE şenlenip, sizlerle güzelleşiyor hayatımız.
Ey mübarek insanlar, sizden duyup, sizden öğrendiklerimizi, evlatlarımızın ve torunlarımızın ruhlarına titizlikle aktaracağız. Ve kabirde amel defterinize sevaplar yazdıracağız inşaallah. Sizi hediyesiz bırakmayacağız. Sizin bizi düşündüğünüz gibi, bizler de sizleri düşüneceğiz, sizi o âlemde duasız, fatihasız bırakmayacağız. Biz dedelerimizi ve ninelerimizi çok severdik. Onların ağzı dualıydı, her adımları abdestliydi. Ellerinden tutar, ellerinden öperdik, bastıkları yerler gibi bastonları bile nurdu. Ey mübarek ihtiyarlar nerdesiniz, arar oldum yerinizi… Yetişsin ruhunuza binler dualar ve fatihalar. Anlatın ne olur çocuklarınıza, anlatalım ne olur torunlarımıza, kahramanlıkları. Hz. Peygamber’in (s.a.v.), o muhteşem sahabe kadrosunu, saadet asrının mutlu tablolarını anlatalım.
Hz. Ali’nin fedakârlığını, Hz. Hamza’nın şehadetini ve yiğitliğini anlatalım. Hz. Hasan’ı, Hz. Hüseyin’i… Kerbelâ’daki o müthiş anları. Susuz günleri ve kâbus dolu geceleri anlatalım. Hz. Ömer’in adaletini, Hz. Ebubekir’in sıddıkiyetini, Hz. Osman’ın cömertliğini anlatalım. Oyunda oynaşta gözükseler de, elleri oyuncakta gönülleri bizimledir. Dinlemez sanırsınız belki ama aldanırsınız. Gönülleri ve ruhları bizimledir. Torunlarınızın kıymetini bilin. Ey güzel evlâtlar, ey güzel torunlar, siz de mübarek dedelerinizin ve ninelerinizin kıymetini biliniz. Daha yakın olunuz. Yakın durursanız o mübarek insanlara ki, acıdan, ateşten, dertten, kederden de uzak olursunuz inşaallah. Rabbim rahmetin en genişini onların eliyle sunuyor. Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi, ”Diken, güle yakın oldu da, ateşten kurtuldu.” Biz de o gül yüzlü, o gül kokulu dedelere ve ninelere yakın olalım. Gül tutan eller gül kokar. Bize de bulaşsın o güzel kokudan ve o ilâhi havadan.
Hz. Peygamberimizin (s.a.v.) müjdeli ve mübarek bir sözü:
”Kul kırk yaşına varınca, Allah (c.c.) ondan hesabı hafifletir. Altmış yaşına vardığında, rızkını önünde durdurur, altmıştan sonra rızkını arkasına alır. Yetmiş yaşına vardığında, sema ehli onu sever. Seksen yaşına vardığında, sevapları sabit kalır, günahları silinir. Doksan yaşına vardığında, kendisinden normal akıl gider, geçmiş günahları affa uğrar, ev halkına şefaat hakkı doğar. Sema ehli ona, ‘Allah’ın yeryüzündeki esiri’ adını verir. Yüz yaşına vardığında ise, Allah’ın yeryüzünde hapsi olur; Allah’ın şanı ise, hapsine aldığı kuluna azap etmemektir.”

Selim Gündüzalp
Fotograf: Flickr Floyd John

Göz, Güzel, Güzellik

Bediüzzaman “Göz bir hassedir ki ruh bu alemi o pencere ile seyreder”diyor. Alemi seyretmek görevi olan gözün , ilk gözüne çarpacak güzelliklerdir. Bir başka cümlesinde ise “Güzelliğin bütün envaını fark eden insan gözü” der. Gayesi görmek olan göz güzelliklerin nevilerini bilmesi gerekir, demek gözün arkasında güzelliklerden anlayan bir fıtri, ilahi, doğuşsal bir güzelliklerden anlama merkezi var. O merkez güzelliğin temel unsurları olan , orantı, ölçü, denge, uyum, armoni gibi değerlendirme tarzlarını içinde taşır. İnsanlar doğduklarında bu değer ölçüleri ve kategorileri asgari düzeyde taşırlar. Ama estetik ve güzellik konusunda ders alanlar, sanat felsefesi okuyanlar bu güzellik nevileri daha iyi görürler ve değerlendirirler. Bediüzzaman güzellik nevilerini estetik tarihinde olmadık bir biçimde genişletir. Onun Dördüncü Şua isimli eserinin Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye isimli bölümü, bütün dünyanın büyük estetikçilerinin çok ötesinde bir güzel muhiti belirler. Bu bahsin tahşiyesi ve yorumu bir kitap olacak kadar büyüktür, ama estetik okumak şartı ile bu bahisler çözülebilir.

Buradaki kısmı alalım. “Kainatta bulunan bütün güzelliklerin envaı ve çeşitleri gayb alemi arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdırlar.

Malumdur ki her şeyin hüsnü kendine göredir, hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Mesela göz ile hissedilen bir güzellik, kulak ile hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akıl ile fehmedilen bir hüsn-i akli, (akli güzellik) ağız ile zevkedilen bir hüsn-i taam (taamın güzelliği) bir olmadığı gibi, kalp ve ruh ve sair zahiri ve batıni duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler , onların ihtilafı gibi muhteliftir.” (Şualar, 67) Batı estetiği sadece nesnelerin , resmin, şiirin, mimarinin, plastik sanatların matematik ve geometrik nisbetlere dayanan güzelliklerini anlatır. Bediüzzaman onları bildiği için güzelin muhitini genişletir. Güz, kulak, akıl, ağız, kalp ve ruh’un ötesinde ve sair diyerek diğer güzellik çeşitlerini de ihata eden bir genişlik gösterir. Buraya batıni ve zahiri güzellikleri de ilave eder, sınırları belirlemek cidden güçtür.

Daha çok beş duyu gibi çok belirli güzellik kıstasları olanların ötesinde diğer güzellik nevilerini sayar ki buralarda filozoflar ve estetikçiler bir şey söylemişlerdir diyemeyiz.”İmanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi, Cemil-i Zülcelal’in nihayet derecede güzel olan Esma-ı Hünsasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan , mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.”(Şualar 67)

İman

Hakikat

Nur

Çiçek

Ruh

Suret

Şefkat

Adalet

Merhamet

Hikmet

Tam on güzellik kategorisi daha. Dayanılmaz bir muhit çizmiş Bediüzzaman. Bunların her birine insanlık tarihi ve İslam tarihi, sanat tarihinden örnekler versek bir estetik kitabı olur. Bediüzzaman kayda alınmaz bir büyük gözlemcidir. İşte delili bu metindir.

İmanın güzelliğini anlayana kadar asırlar kan gölüne dönmüş, Peygamberinin imanının güzelliği bütün diğer güzelleri yetiştirmiş mektebinde, Ebubekir, Ömer; Hakikat’ın güzelliği imanın güzelliğinden doğan bir güzellik türü. Haşir hakikatının güzelliği insanlığı neler getirmiştir, onu da kendisi anlatır. Melekler hakikatı anlaşılınca insanlığa neler getirmiştir, ya Mirac’ın hakikatı sonu gelmez güzellikler zinciri. Birde Bediüzzaman’ın hakikatlara getirdiği yeni bakış açıları ve tozlanmış hakikatı cilalaması o da daha derin bir bahis. Nur cami bir kelime yer yüzünü aydınlatır, yüzümüzü aydınlatır, cihanın bütün güzelliklerini gösterir.Çiçek, Bediüzzaman çiçeğe “tebessüm eden ilahi güzellik” der. Bütün çiçekler perde arkasında kendini ihsas ettirmek isteyen bir İlahın güzelliğidir. Kulağa benzeyen yapısı bize neler telkin eder. İnsan ruhu rencide edilmedi mi bütün güzelliklerin kaynağıdır, işte Bediüzzaman’ın ruhu, ve ruh inceliği ve eserlerinin inceliği. Suret’in geometrik uyumlu güzelliği, bütün şarkılar ve şiirler, onlardan doğmuş. Şefkat, Ana’nın şefkati, anaların yavrulara şefkati. Adalet’in güzelliği işte Ömer. Merhamet’in güzelliği işte Ebubekir Efendimiz, Hikmet’in güzelliği işte Bediüzzaman’ın hikmet okyanusu ve bizdeki tecellileri.

İnsan’in temel argümanı mana içinde yoğrulmaktır, siyasi mesail öyle cazibeder bir elbise ile dolaşır ki insanı kendine yabancılaştırır. İnsan anlar ama vakit geçer, Bediüzzaman “Bu zamanda siyaset ruhları anavar etmiştir”der ki elhak doğrudur.

Prof. Dr. Himmet Uç

İlk İnsan Hz. Âdem’in Yaratılışı

İlk İnsan Hz. Âdem(a.s)’in Yaratılışı ve Kıssasından Çağımız İnsanına Önemli Bir Mesaj!

Dinlerin pek çoğunda yaratılış ve ilk insan anlayışı bulunmaktadır. Ancak bu anlayış, dinlerin kendi özelliklerine göre farklılık arz etmektedir. Bununla birlikte insanın bir yaratıcı tarafından yaratıldığı ve insanlığın da ondan türediği fikri müşterek nokta olarak; Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm dininde görülür. İlk insan ve insanlığın atası Âdem (a.s.) Yahudi, Hıristiyan ve İslâm kaynaklarında sıkça geçer.

Âdem kelimesinin kökü ise tartışmalıdır. Arapça veya İbranice olduğu söylenir. Hangi dilde olursa olsun Âdem kelimesi, toprak, esmer, kırmızı, yerin kabuğu ve yerin tozu gibi anlamlara gelir. Kur’an-ı Kerim’de 25 yerde Hz. Âdem’den söz edilmektedir. Ayrıca bütün insanlara hitap edilirken, “Benî Âdem” şeklinde pek çok yerde geçmektedir. Bundan dolayı Hz. Âdem’e “Ebu’l-Beşer” lakâbı verilmiştir. Âdem Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın seçkin kıldığı kişiler arasında sayıldığından “Safiyyullah” ünvanıyla da anılmıştır. 1

Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah’ın ilk insan tasarımı şöyle açıklanır: “Bir zamanlar, Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Melekler: “Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?. Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve bütün eksik sıfatlardan tenzih ediyoruz.” dediler. Allah (c.c.) da onlara: “Şüphesiz ki ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi.” 2

Kadır-i zül kemal ve zül cemal, yaratılışla ilgili olarak şöyle buyurur: “Andolsun biz insanı çamurdan, bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir nutfe (sperm) olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra nutfeyi alaka (embriyo) ya çevirdik. Alakayı (embriyo) bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir. “3

“Sizi topraktan yaratmış olması onun ayetlerindendir. Sonra siz (her tarafa) yayılır bir beşer oldunuz.” 4

Hz. Âdem, yeryüzünde ilk insan ve ilk peygamber, bütün insanların Babası’dır. Kadir-i Hakim, melekler vasıtasıyla yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan su ile çamur yapıp, insan şekline koydular.”Allah insanı, pişmiş çamur gibi bir balçıktan yarattı.” 5

Hazreti Muhammed, (a.s.v.) Hz. Âdem hakkında : “Allah (c.c.) Âdem’i (a.s.) yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan yarattı. Bu sebeple zürriyetinden siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar olduğu gibi, bazıları da bu renklerin arasındadır. Bazısı yumuşak, bazısı sert, bazısı halis ve temiz oldu“ buyurmuştur.6

Peygamber’imiz (s.a.s.) Hz. Âdem’in cennette ve Cuma günü yaratıldığını bize haber vermektedir. 7

Hazreti Âdem’e her şeyin ismi ve faydası bildirildi. Böylece insan fizik varlığı ile dünya hayatına, ruh yönüyle mânâ âlemine uyum sağlayabilecek bir güce sahip kılınmıştır.

Allah’ın (c.c.) emri ile bütün melekler Âdem’e secde etti, ama İblis (şeytan) kibirlenip, bu emre karşı geldi ve secde etmedi:

Hani biz meleklere (ve cinlere): Adem’e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu“8

Hazreti Havva validemizin yaratılışı ile ilgili Kur’an-ı Kerîm’de, onun Hz. Âdem’den veya Âdem aleyhisselâm ile aynı maddeden yaratıldığına şöyle işaret edilmiştir: “Sizi bir tek nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah’tır.” 9

Ey İnsanlar! Sizi tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve her ikisinden pek çok erkek ve kadın türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının.” 10

Allah her canlıyı sudan yaratmıştır. İşte bunlardan kimi karnı üstünde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde, kimi de dört ayağı üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.” 11

Ve O, sudan bir insan yarattı ve onu nesep ve evlenme yoluyla meydana gelecek bağlarla bağlı kıldı. Senin Rabbinin her şeye gücü yeter.” 12

Allah (c.c.) onları birbirine nikâh etti. Yasak edilen ağaçtan unutarak ve İblis’in oyununa gelerek önce Havva, sonra Âdem aleyhisselamı Cennetten çıkarıldılar.

Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tövbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti.” 13

Adem babamız, Arafat ovasında Havva annemizle ile buluştu. Bazı rivayetlere göre Kâbe’yi inşa etti. İlk İnsan ve tüm İnsanların ebeveynleri oldular.

Cenab-ı Allah insanlara şöyle emretmektedir: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” 14

İşte Bedi’ül beyan, Âllame  Bediüzzaman Said Nursi yukarıdaki ayete 26.cı mektup, üçüncü mebhas’ta şöyle bir açıklık getirmektedir:

Allah,(c.c.) İnsanları taife, millet ve kabile kabile yaratılmasının sebebi insanların birbirlerini tanımak, sosyal ve içtimai hayatta birbirlerine yardımcı olmaktır, yoksa husumet ve adavet etmek için değildir. Bir örnekle şöyle açıklamaktadır: Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere ta takımlara kadar ayrılırlar. Ta ki her neferin iş ve işlemleri vazifeleri tanınsın ve bilinsin. Yardımlaşma ile umumi vazifeler görülsün ve neticede düşmana karşı korunsun. Yoksa ayrı ayrı hareket edip, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı düşmanlık beslesin ve bir birlerinin aksine hareket etsin değildir.

Aynen öyle de, İslam camiası büyük bir ordu hükmündedir. Kabile ve taifeler halinde olsalar da, fakat bin bir birler sayısınca birlikleri vardır. İşte bu birler kardeşliği muhabbeti ve birliği gerektiriyor. Birbirlerini tanıma, yardımlaşma içindir. Düşmanlık ve husumet için değildir.

Hazreti Âdem (as.) ile iblis-i nale ile ilgili kıssalarından bugün ki insanlara da çok önem arz edilen bir mesaj vardır: Hazreti Âdem (a.s.) bilerek veya bilmeyerek bir hataya düşmüştü; iblis’te Cenab-ı Allah’ın emrine itaat etmemekle bir hata işlemişti. Neden en büyük cezaya şeytan müstahak olmuştur diye bir sual akla gelebilir.

Hazreti Âdem (a.s.) yaptığı hatadan Cenab-ı Allah’a niyazda bulundu, tövbesi kabul oldu. Daha önce melekler arasında seçkin bir yeri ve evrenle ilgili geniş bilgisi olan İblis ise büyüklük taslaması ve yaptığı hatadan pişmanlık duymaması sonucunda cennetten ve ilâhi rahmetten kovularak cezanın en büyüğüne müstahak olmuştur. İşte, Ayet-i Kerime’de Allah (c.c.) öyle ise : “ in oradan” orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın! Buyurdu. 15

Peygamber Efendimiz’de; “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurmaktadır

Üzülerek belirtmek isterim: Nefis ve gurur Çağımız insanın en önemli hastalıklarından biridir. Mal ve mülk sahibi olan, biraz makam ve mevki, biraz şan ve şöhret elde eden hemen kendini güçlü hissetmeye başlar, böylece dünyevi değerlerin cazibesine kapılıp nefis ve gurur hastalığına düşerek kendini üstün görür. “Ben benim“ der. İşte nefis böylece insanı şeytan gibi esfel-i safiline götürür.

Evet, gurur ile, insan maddî ve manevi kemâlât ve mehasinden mahrum kalır…” 16

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

Kaynaklar:

1-Diyanet Yayınları

2- Bakara, 2/30

3- Mü’minûn, 23/12-13-14

4-Rûm, 30/20.)

5- Rahman süresi,23

6- Müsned-i Ahmed bin Hanbel

7-Müslim, 585; Tirmîzi, 362;

8- Bakara, 34

9-A’râf, 7/189

10-Nisâ, 4/1

11-Nûr, 24/45

12-Furkân, 25/54

13-Ta’ha, 122

14-Hucurat Sûresi: 49:13

15- A’râf, 7/13; el-Hıcr, 15/34, 35.

16- Bediüzzaman, Hizmet Rehberi

17.10.2011

Hizmette öze yöneliş

Son zamanlarda, özellikle Risâle-i Nur kaynaklı organizasyonlarda dünyanın gidişatını başka yaklaşımların fark edemeyeceği şekilde keşfetmiş olmanın farklılığı gözleniyor. Yapılan organizasyonlarda artık eşyanın ve dünya meselelerinin özüne inen yaklaşımların farklılığı ortaya çıkıyor. Geçen hafta bahsettiğimiz Gaziantep’teki “Sevgi Dünyasına Çağrı” toplantısının hemen akabinde bu hafta sonu İstanbul İlim ve Kültür Vakfının düzenlediği “Haşir Sempozyumu” bu mânâda çok çarpıcı yaklaşımlar. Artık yeni dünya düzeni, dünya siyaseti, ekonomik planlar, kalkınma hamleleri gibi çok şatafatlı gözüken, ama maddî alanı ön plana çıkarmanın sığlığı ile yüz yüze yaklaşımlar yerine, tüm insanlığın daha derinlere ve eşyanın özüne yönelmesi gerekiyor.

Aslında tek tek her insanın dolayısı ile tüm insanlığın en önemli vazifesi ve en belirgin tanımı kulluk. Üzerinde durulacak en belirgin alan da bu olmalı. Yani, ortaya koyacağımız açılımlar Kur’ân ışığında ve tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet zemininde gerçekleşmeli. Haşir Sempozyumu da bu anlam çerçevesinde tüm dünyayı ilgilendiren derinlik ve önemi ile çok dikkat çekici. Daha önce Ortadoğu ve Arap ülkelerinden gelen bilim adamlarının haşir ile ilgili tefekkür ve çalışmalarının süzülmesinin ardından bu hafta sonu İtalya, Kanada, ABD, İngiltere gibi ülkelerden katılan ve önemli bir kısmı başka dinlere mensup bilim adamlarının Risâle-i Nur eksenli haşir çalışması artık külliyatın dünyaya mal oluşunun ve dünyanın geleceğine Kur’ân’ın nuru ile ışık tutacağının müjdesi olmalı.

Günümüz insanlığının değerler dünyasını; para, siyasî güç ve maddî değerlerin şekillendirdiği bir bakış açısı oluşturuyor. Bu bakış açısı ile varlığın bir kitap olarak algılandığı ve görünenden çok görünen mânânın ifade ettiği, arka planın ön planda tutulduğu bir yaklaşıma ulaşmak mümkün değil. Oysa hayatın ve insanın gerçek anlamı arka planda, ferdin dünyasında arka plana yöneliş çok önemli bir dönüm noktası. Bunu sağlayamadığında hayat hızla akıp giderken zerrelerin inceliğinde çizilen imajlar kayboluyor ve kişiye en ufak bir katkı sağlamıyor. Maddenin kendi içinde oluşturulan değerler hayatın asıl gayesi olarak düşünülüyor, ölüm geldiğinde ise hiçbirinin anlamı kalmıyor. İnsan arka planla irtibatlı tanımını bulamadığı müddetçe bu hayat içerisinde gerçek insanlığı yaşayabilmesi ve varlık için zaman ötesi bir tanım oluşturabilmesi mümkün gözükmüyor. Bu yönüyle İslâmî çerçevede ya da daha geniş anlamıyla nübüvvet çizgisinin çizdiği yolda bir hayat algısı maddenin bu tarafa bakan boyutundan uzak olmalı ve asla yönelik olmalıdır.

Maddî planda yaşamanın getirdiği zaaflarla iç içe olan insanlık âleminin bir parçası olan hizmet ehli de maddî alanı ön plana çıkarmanın sıkıntılarıyla yüzleşebiliyor. İslâmî gelişmeler için siyaset zemininde çözüm arayanların da benzer bir problemle yüzleştiğini, zaman içerisinde şuur altında Rabbine bütünüyle dayanmak yerine siyasetin gücünü ön planda tutmak gibi zaaflarla karşı karşıya kaldıklarını gözlemliyoruz. Geçen zaman siyasetin, maddeye yönelmişliğin ve maddî gücün ön planda tutulduğu bir bakış açısı oluşturduğunu ortaya koydu. Bu bakış açısı içerisinde İslâmın berrak hakikatlerinin bulanmadan idrak edilebilmesini ve zaman içerisinde menfaat çatışmalarının oluşmasını engellemenin mümkün olmadığı gözükmektedir. Dini anlamda bir açılım sağlamak öze yönelik olmak halini gerekli kıldığından menfaat arayışlarının uzağında olmalıdır. Oysa siyasetin özünde ve ana felsefesinde sosyal düzeni beşerî güç ile şekillendirmek ve kendi hedeflerini sahip olduğu güç ile ortaya koymak arayışı hakimdir. Bu anlamda siyasetin yapısında maddeyi ön planda tutmak ve bu planda çözüm arayışı içine girmek kaçınılmazdır.

Geçen zamanın da ortaya koyduğu gibi dâvâ uğruna yola çıkanlar siyasî zeminin menfaat çatışması içinde benlik mücadelesine girişmekte ve aynı zeminin gereklerine uygun olarak kendi menfaatlerini ön planda tutan bir noktaya gelmektedirler. Mânâya yönelik hizmetlerin özünde, ferdin şahsî dünyasını Rabbi ile buluşturacak ve bunu yaparken de maddî âlemi sınırlı algısından uzak bütün insanları kucaklayacak bir şeffafiyet hakim olmalıdır. Maddî alanda ortaya konan siyasî mücadelede bu berraklığın muhafaza edilebilmesi ve kişinin varlığın özüne yönelik bir bakış içinde maddî âlemin katılığından uzak kalabilmesi çok güçleşmektedir.

Önümüzdeki yıllar maddenin katılığındaki sınırlayıcılığın ortadan kalktığı ve arka plandaki mânâların duygular şeklinde açığa çıktığı bir dönem olacağa benzer. Şimdiye kadar ortaya konan siyasî arayışlar da göstermiştir ki; ekonomik güç ile, silâh gücü ile devlete hakim olarak manevî bir dâvâya hizmet edebilmek mümkün değildir. Maddî gücü elde etseniz dahi mânâ boyutu iyice dejenere olmakta ve artık sahip olunan imkânların asıl hedefe yönelik kullanılabilmesi zemini kaybolmaktadır. İçinde bulunduğumuz şartlar içerisinde hizmet erbabının ve Kur’ân hizmetine yönelik gayret içinde olanların ferde yönelik yaklaşımları esas tutmaları ve ırk, coğrafya siyasî düşünce ayırt etmeksizin bütün insanların kuşatmaları gerekmektedir. Bundan sonraki yaklaşımlarda daha öze yönelik gayret gösteren ve safiyetin muhafaza edildiği sivil yaklaşımlar hizmet tarzında esas olmalıdır.

Fertlerin dünyasına ulaşmak siyaset ile değil, iletişim ve diyalog ile olacaktır. Sevginin kuşatıcı gücü ön planda tutulduğunda bütün nükleer silâhlardan ve toprak hakimiyetinden çok daha etkili bir sonuç verecek ve bütün insanlığı içine alacak bir yaklaşım haline dönecektir. Böyle bir yaklaşımın önünde siyaseten ve silâh gücü ile durabilmek mümkün değildir. O halde bütün hizmet erbabı Kur’ân’a hizmet dâvâsını yeniden planlarken siyasî yaklaşımların dışında kalmalı ve iktidara yönelik arayışlar yerine insanı keşfetmeye ve doğru insanlığın iç dünyalarda hakim olmasına arayışlar içine girilmelidir.

İnsanlık zemininde ve doğru insanlık tarlasında Kur’ân’dan başka bir şey yeşermeyecektir. Gelecek günlerin İslâmî gelişmeler açısından doğru adımı; öze yöneliş, insanlık zemini üzerinde hareket etmek ve bütün gücünü Âlemlerin Sultanına dayanmaktan aldığına gerçekten inanmak ve bu doğrultuda hareket etmek olacaktır. Sevgi Dünyasına Davet ve Haşir Sempozyumu gibi peşpeşe yaşadığımız güzellikler bu yaklaşım tarzının çok ümit ve şevk verici örnekleri. Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbim hizmet aşkı ile insanlığa sevgi, barış ve iki cihan saadeti duâsını kavlen ve fiilen büyük bir aşk ile yapan nur ehlinin ve onlara destek olanların yardımcısı olsun. Nurun kuşatıcılığı ve huzuru tüm âleme yayılsın ve tüm insanlar hem dünyada, hem âhirette mutlu olsun.

Dr. Hakan Yalman