Kategori arşivi: Yazılar

Sevgi, Foton Enerjisi Gibidir

İnsanı kendi içinde bir radyo istasyonuna benzetirsek, elektrik enerjisinde saklı olan egosunu görebiliriz. Bu radyo istasyonunun içinde teybe kaydedilmiş olanlara benzer bilgiler yer almakta ve bu da insana yetmektedir. Ancak bağlanabilirlik özelliğinin aktif olması için, üzerindeki ‘açma’ tuşunun anahtarıyla oynanması gerekir. Aksi halde insan, içindeki mevcut bilgilerle yaşadığında bir hesap makinesinin sınırlarında yaşamış olacaktır. Fakat içinde televizyon kartı da bulunan bir bilgisayarımız olduğunda; internete bağlanmak bir yana dünyadaki diğer kanalları da izleyeceğimiz bir güce kavuşuruz.

Hayvanlar, insanlardan farklı olarak tıpkı bir radyo ya da teyp gibi, elektrik olduğu sürece çalışan ve içine kaydedilmiş bilgileri kullanan bir yapıdadır; yeyip içerler, cinselliklerini yaşarlar ve temel ihtiyaçlarını karşılarlar. Ama evrendeki bilgiyi alabilecek bir FM bantları yoktur. Oysa insan, megahertz üzerinden gelen titreşimle RF, Radyo Frekansı dalgaları ile ilahi radyoya bağlanır. Bu bağı oluşturan sevgidir. Sevgi gönlün enerjisi, kalbin özüdür. Buradaki kalpten kasıt, bir uzuvdan öte gönül boyutudur. Tıpkı foton ışınları gibi…

Elektronlar, kütlesi olan ışınlardır ve elektrik bu ışınlardan üretilir. Fotonlar da ışık benzeri her tarafa yayılabilen kütlesiz ışınlardır. Sevgi, foton enerjisinden oluşmuş gibidir. Hatta son yıllarda ışık hızından daha hızlı bir enerji parçacığından söz edilmekte ve ismine ‘psikon’ denilmektedir. Vücudumuzdaki elektrik devrelerini çalıştıran elektron özellikli bir enerjiyken; sevgi, foton özellikli kütlesiz bir enerjidir. Kalp ise bir ‘baz istasyonu’ gibi vericilerle bağlantı kurar. İçindeki duyguları ve fikirleri gönderir; yahut dışarıdan gelen bilgileri alır. Bu özelliği ile uyduya çıkma imkanı doğar.

Hayvanlar sadece elektronik bir alete benzerken; insan bilinçli belleği olan, elektromanyetik bir cihaz gibidir. Çünkü hayvanlar içlerindeki programa birebir uysalar da, onlarla ‘online’ bağlantı kuramazlar. Zira onların yaratılışları ancak bu kadarına izin vermiştir. Yaratılışın sınırlı tutulduğu yerde, gelişim de yavaştır. Oysa imkanlar verildiği ölçüde, programın içi doldurulur, geliştirilir ve iyi yolda kullanılırsa, sistemin iyi tarafları ön plana çıkar.

İnsanda biri sabit biri değişken olmak üzere iki program vardır. Hayvanlarda ve diğer canlılarda geliştirilme özelliği bulunan ikinci bir programdan söz edilemez. İnsanın ayrıcalığı, beyninde doğuştan var olan işletim sistemindeki bu programın, yüklenebilir halde bulunmasıdır. Bu durum diğer canlıların yoksun oldukları, kabiliyetleri ve sınırları çok geniş bir işletim sisteminin, insan beyninde mevcut olduğuna işarettir.

İnsanın yeteneklerini keşfederek kendini geliştirmeye çalışması, onun Yaratıcı ile muhatap olma melekesini ilerletir. Zaten insanı insan yapan özelliklerin başında; kendisini, hayatı, yaratılanları sorgulayabilme ve cevaba ulaşma özelliği vardır. Mesela, psikiyatri alanında çalışan hekimler olarak beyindeki hücreleri birbirine bağlayan elektronik devreleri inceleyip, bu devrelerdeki arızaları düzeltmeye uğraşırken; insandaki sabit programın varlığı ve buna yeni programlar ekleme özelliğimizin olduğu gerçeğiyle tekrar tekrar karşılaşmamız söz konusudur. ‘İnsan bilgisayarına neden ruh programı yüklenmiştir ve daha da önemlisi ruhu yükleyen dış güç kimdir?’ sorusu, İlahiyat alanının cevaplayacağı bir sorudur. Pozitif bilimler ise, ‘mevcut işleyişin nasıl vücuda geldiğini ve ne şekilde çalıştığını’ izlemeye yoğunlaşır.

Nevzat Tarhan

Dile Nasıl Hizmet Edilir?

Risale-i Nur’un dil özelliklerinden biri de şudur:

Okuyucunun İslam kültürüyle irtibatını devamlı nazara almış ve sağlam tutmuştur. Bilindiği gibi, bir dil, bir kültürün neticesidir veya bir kültürle bağlıdır. Bugün bir Alman dili Alman edebiyatıyla ve Alman kültürüyle bağlıdır. İngilizce, Anglosakson kültürüyle bağlantılıdır. Keza Fransızca Latin ve Fransız kültürüyle bağlantılıdır. Arapça geniş şekilde bir edebiyat dili ve İslam kültürüyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bu diller daha çok o konularda ortaya çıkmış ve kullanılmış bir vasıtadır. Farsça edebiyat dilidir v.s. Buna benzer diğer misaller de verilebilir.

Risale-i Nur’un kullandığı dil ise, İslam kültürü ile Kur’an hükümleriyle, hadislerin mana ve muhtevasıyla sıkı bağlantılıdır. Bu özelliği söylüyoruz:

Türkçe’de yaklaşık 80 yıldır meydana getirilen veya getirilmek istenen tahribat çok büyüktür. Türkçe’deki Arapça ve Farsça kelimeler, ıstılahlar, dini ibareler sökülüp atılmak suretiyle Türkçe fakirleştirilmiş ve yozlaştırılmıştır. Bu sebeple uydurma Türkçe dediğimiz bir Türkçe ortaya çıkmaktadır ki, bu Türkçe’de asla İslami bir kültür, asla İslami bir mana yoktur ve böyle bir irtibat kullanmak da, bulmak da mümkün olmamaktadır.

Risale-i Nur’da kullanılan dil ise, özellikleri bir İslam kültürüne doğru gidişi, herhalde bir hadisin mana ve muhtevasına sevkedici, herhalde Rabbani hikmetleri anlamaya götüren bir özellik halinde kendini göstermektedir.

Bu konuda daha önce de, haftalık bir gazetede (İttihad) bir makale yazmıştım. Ve Risale-i Nur’un Türk diline yapmış olduğu hizmetlerin büyük olduğunu, bu konuda eşsiz bir eser olduğunu belirtmiştim. Çünkü çoğu defa mühim âlimler, İslam âlimleri, hatta İslam hukuku konusunda yazanlar dahi ya uydurma Türkçe kullanmakta ya da muhtevası çok zayıf, gramer kaidelerine uymayan bir metin halinde o ulvi hakikatleri dile getirmektedirlerdir ki, bu yanlış bir metoddur.

Çünkü o ulvi hakikatlar layıkı vechiyle ifade edilememektedir. Risale-i Nur ise, İslam kültürünü ihtiva eden bir dil ile yazılmıştır, mevzuun yüceliğini ortaya koyan ve o mevzua uygun kelimelerle ve İslamî muhteva ve manada bir istikamet vererek okuyucuya hizmet etmekte ve dolayısı ile Türk diline hizmet etmektedir. Bu sebeble diyebiliriz ki, Risale-i Nur’lar, bu açıdan hiçbir zaman diğer eserlerle karşılaştırılamaz.

Prof. Dr. Servet ARMAĞAN

Sınırsız Şartlara Bağlı Mutluluklar

Mutsuzluk ve hayatından memnuniyetsizlik, insanın temel sorunu. Bu temel sorun ona dışarıdan dayatılmıyor. İnsanlar bu gezegen üzerindeki varlıklarını, gezegenle birlikte yaptıkları yolculuğun anlamsızlığını bir takım sınırsız şartlara bağlıyorlar. Kendi yaşamları için olmazsa olmaz kurallar koyuyorlar. Olmazsa olmaz şeklinde getirilen beklentiler, istekler, arzular, hedefler kişilerde düş kırıklıkları yaşanmasına yol açıyor. Bu da hayatın yaşanmaya değmez olduğu fikrini uyandırıyor.

Sabah yatağından kalkan bir insanın o günkü hava şartları ile ilgili “Mutlu olmak için ılık bir hava olmalı. Gökyüzü açık olmalı, hava ne soğuk ne sıcak olmamalı, yollar karlarla kaplı olmamalı”şeklinde bir kuralı varsa, yağmurlu bir günde bu kişinin yaşamını düşünün. Aklından geçireceği ilk düşünce “Ne berbat bir gün” olacaktır. Sabahtan akşama kadar bu yağmurlu ve kapalı hava için yüzlerce kez söyleyeceği ‘berbat’ sözcüğü onun o günkü hayatının psikolojisini belirleyecektir.

Yaşadığı gün için berbat yakıştırmasını kullanan bir kişinin, kendi içsel dünyasında berbat bir gün yaşaması da oldukça muhtemeldir. Peki ‘berbat’ yakıştırmasının arkasındaki temel yanılgı nedir?

Kanaatimce, bu yanılgı, insanın iradesine bırakılmamış olayları kendi iradesi ile oluyormuş gibi düşünmesidir.

Oysa insan aklı kainatın işleyişinde mühendis kılınmamıştır. Mutlu ve memnun bir gün yaşamayı yağmursuz bir hava şartına bağlayan kişi, farkında olmadan da yapsa, yağmurun yağıp yağmamasının onun istek ve arzularına göre ayarlanmasını talep etmektedir.

İnsanın buna hakkı yoktur. Çünkü her ferdin keyfine göre hareket edilirse dünyanın nizam ve intizamı fesada gider. Bir ferdin istek ve arzularının hilafına, kainatın idare edilmesi için, kainatta binlerce hikmetin gözetilmesi icap eder. Cenab-ı Hak her an bu hikmetlere göre kainatı idare eder; yoksa, bir ferdin istek ve arzusuna göre değil.

İnsan, yaşamını ‘olmazsa olmaz’lar üzerine kuramaz. Buna hakkı yoktur. Kendisine sunulan ve iradesine bağlanmamış olayları, durumları tenkit etmeden, mevcut nizam ve intizama uyabilir. Çünkü yaratılan her şey sonsuz hikmetle yaratılmaktadır; insanın cüz’i aklına göre değil.

İkinci yanılsama ise ‘olmazsa olmaz’ denilen her şeye bir mutlakiyet verilmesidir. Aşık olduğu insana “Sensiz yaşayamam” diyen bir insan, şu gezegendeki varlığını kendisi gibi aciz ve fani bir başka insana bağlamış olur. Bu, büyük riskler taşıyan çok ağır bir yatırımdır. Oysa olmazsa olmaz denilen her şey geçici ve fanidir. Her şeye hayat ve ölüm verilmektedir. Yani, her bir şey, belli bir noktadan sonra zaten bu dünyadan göçüp gitmektedir. Dünya içindeki hiçbir şey, bu yüzden, olmazsa olmaz demeye layık değildir. Onların dayanak noktaları da kendileri değildir.

Olmazsa hiçbir şeyin olmayacağı, varlığı başka bir varlığa bağlı olmayan tek bir varlık vardır. O da, bütün kainatı yaratan bir Yaratıcıdır. Bizim ve tüm kainatın varlığı O’nun varlığına bağlıdır. Sonsuz ihtiyaçların giderilmesi O’nun irade, kudret ve hikmetine bağlıdır. O’nun kudreti olmaz ise, hiçbir şey olmaz. 

‘Olmazsa olmaz ‘ın alternatifi hiçbir istek ve arzu duymamak, bir şeyler hedeflememek, çalışmamak değildir. Kişi havanın açık ve güneşli olmasını talep edebilir. Veya yağmura ihtiyacı vardır, yağmurun yağmasını ister. Mesele, bu talebi olmazsa olmaz sınırına getirip getirmeme noktasında düğümlenmektedir. İnsan Rabbinden her şeyi isteyebilir. O’na dua eder, hatta istekleri için yalvarır. Fiili olarak durmadan çalışır. Ama neticeyi Rabbinin bir iradesi ve hikmeti olarak görür. Her şeyi, her hali nimet olarak görür. Olmazsa olmaz olan O’dur. Onsuz yapamayacağımız şey, O’nun rahmetidir. O’nun rahmetide her an vardır ve ebedî olarak da var olacaktır. O zaman, insan için her şey vardır.

Mustafa Ulusoy / Zafer Dergisi

Sultan II. Abdülhamid Han

Sultân Abdülhamid Hân, Osmanlı Padişahları arasında en uzun süre tahtta kalanlardan biridir; Osmanlı Devleti’ni yakından ilgilendiren çok önemli olayların saltanatında meydana geldiği nadir padişahlardandır ve en önemlisi de hakkında en çok eser bulunan bir devlet adamıdır. Bir iki sayfada onun şahsiyetini ve devrindeki olayları özetlemek mümkün değildir. Bu sebeple sadece bazı olayların ana hatlarını vermeye çalışacağız.

II. Abdülhamid, I. Abdülmecid’in 4. Kadınefendisi olan Çerkez asıllı Tîr-i Müjgan Kadınefendi’den Çırağan Sarayında Eylül 1842 yılında dünyaya gelen oğludur. 10 yaşında annesini kaybeden Abdülhamid, manevi annesi Başikbal Perestû Hanımefendi’nin terbiyesi altında büyümüştür. 28 yıl II. Abdülhamid’in vâlide sultânlığını ifa etmiştir. Milletin Sultân Hamid dediği II. Sultân Abdülhamid, şehzâdeliğinin ilk günlerinde musiki dersleri almış; 1850’den itibaren devrinin âlimlerinden hat, Arapça, Farsça, Osmanlı Edebiyâtı ve diğer İslâmi İlimleri ders almıştır.

Özellikle hadisden Buhari okuyan Abdülhamid, devrin Maârif Bakanından politika ve iktisad, Vak’anüvis Lütfi Efendi’den Osmanlı Tarihi derslerini dinlemiştir. Kendinden önceki padişahlardan farklı olarak, Şâzelî tarikatına intisap eden Abdülhamid, 1879’dan itibaren Kadiri tarikatının derslerini almaya başlamış ve ömrünün sonlarına doğru Nakşibendi tarikatına da intisap eylemiştir. Bu bir kaç satırlık bilgiden anlaşılacağı üzere, Sultan Abdülhamid Han, bütün hayatını tam bir İslâm âlimi ve siyâset ve devlet adamı olmaya vermiştir.

Amcası Abdülaziz zamanında ziyâretlerde ve seyahatlerde bulunan Abdülhamid, Fransız İmparatoriçesi, Avusturya Kralı, Prusya Veliahdı, Galler Prensi, Fransa Prensi, Şeyh Şâmil ve Emir Abdülkadir gibi, batılı ve doğulu devlet adamlarıyla tanışmış ve onlardan istifade etmesini bilmiştir. Babasının tabiriyle kuşkulu ve sükûtî oğul olan Abdülhamid, kurulduğu yıl Yeni Osmanlılar Cemiyetine girmiş ve ancak gayelerinin bozuk olduğunu anlayınca ayrılmıştır.

Hayat tarzı itibariyle Sultân Abdülaziz’e benzeyen, şarklı, tam bir Müslüman, tam bir Osmanlı ve tam bir Müslüman Türk olan Abdülhamid Han, takvâ ve dindarlığı sebebiyle halk arasında veliyyullah olarak bilinmiştir.

Dedesi II. Mahmûd’a ve Reşid Paşa’ya hayran olduğu ifade edilen II. Abdülhamid, babası I. Abdülmecid ile ağabeyi Murad’ın alafranga hayatının devlete ve millete zarar verdiğine inanıyordu. 31 Ağustos 1876’da, akıl hastası olan V. Murad’ın yerine, Midhat Paşa ve Mütercim Rüşdü Paşa’yı ikna ederek Osmanlı tahtına oturan II. Abdülhamid, dış ve iç düşmanların bütün gayretlerine rağmen, 27 Nisan 1909 yılına kadar Osmanlı tahtında oturmayı başarmıştır.

*  *  *

devamını okumak için aşağıdaki linke tıklayın:

http://www.osmanli.org.tr/yazi-5-243.html

Osmanlı Araştırmaları Vakfı

Editörün notu : 10 Şubat, Sultan II.Abdulhamit’in vefat yıldönümüdür.

Ümide Çağrı

Araf sûresinden öğrendiğimize göre, şeytanın insanlar için hazırladığı tuzaklar tek tip değildir. Taşıdığı kibir dolayısıyla emr-i ilâhiye isyan eden ve bu yüzden cennetten kovulan şeytan, kendisine mahşer gününe kadar verilen mühleti, Rabbinin doğru yolunda durup insanları yoldan alıkoyma yönünde kullanmaya azmetmiştir. Şeytanın ahdi, sapa yollara sapmaları için, insanlara ‘önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından yanaşma’ şeklindedir..

Bu bakımdan, insan tek tip tuzakla karşılaşmaz. Aksine, karmaşık ve çetrefilli tuzaklar çıkar karşısına.

İşte bu karmaşık şeytanî tuzakların belki en etkili örneği, insanın bile bile günaha düşmesinin peşisıra yaşadığı sorgulama hengâmında sergilenir.

Şeytan, reklamcıların piri olarak, insanı ve özellikle müminleri binbir allama-pullama, binbir katıp katıştırma ile, adeta ağzının suyunu akıtıp imrendirerek günaha çağırır. İnsan bu çağrıyı bir kez savsa, peşinden ikincisi gelir. Onu da savsa, üçüncüsü gelir. Hülasa, bu günah çağrısı, insan bilfiil günaha düşünceye kadar değişik renklere ve suretlere bürünerek durmaksızın yinelenir. Sonunda bile bile günaha düşer, göz göre göre şeytanın davetine icabet eder, kalb ve vicdanının uyarılarına rağmen şeytanın tuzağına düşeriz.

Bu tuzakların ilkidir.

Bu meyanda davet edildiğimiz günahtan elde edeceğimiz vaad edilen lezzet ile o günahı bilfiil işlemekle elde ettiklerimiz arasındaki muazzam uçurum, ‘aldatıldığımızı’ geç de olsa farketmemizi sağlayacaktır. Ancak olan olmuştur ve bizim dünyamızda, böylesi bir günaha nasıl düşebildiğimiz sorgulaması doldurmuştur.

Bu sorgulama, kalp ve vicdanın yardımıyla, Rabbin doğru yolundan sapıp girdiğimiz şeytanî günah yolunun çirkinliğini derketmemiz sonucunu getirecektir. Bu ise, istiğfar ve tevbeye yöneltir bizi. Yaptığımızın, bir insan ve bilhassa bir mümin olarak bize yakışmadığını anladığımızda, işlediğimiz bu fiile karşı Rabbimizden utanır ve onun rızasına uygun bir hayata yeniden dönüşün adımları olarak istiğfar ve tevbe surecini başlatırız. Bu ise şeytanın bir kez ısırdığı mü’mini ikinci kez ısıramaması demektir. Bir kez ağına düşürdüğü insanın ikinci kez tuzağa düşmekten kurtulması demektir.

Şeytan, bu ihtimali yeni bir hileyi devreye sokarak aşmaya çalışır. Günah sonrası sorgulamalar içinde vicdandan gelen, “senin aslın bu değil!” dir. Vicdan “sen ‘ahsen-i takvim’de yaratılmış arza halife kılınmış en şerefli mahluksun. Bunun hakkını ver.” çağrısında bulunacaktır. Bu vicdanî teşvik, insanın iç dünyasında hayra yönelme iştiyak ve ümidini uyandırır. İşte bu ümid ve iştiyakı kırmak için, şeytan benzersiz bir tuzak kurar. kandırıp aldatarak; akıl, kalp ve vicdanını tesirsiz kılarak insanı günaha sevk eden kendisi değilmiş gibi, çelmelediği aynı insana şu telkinleri vermeye başlar;

İşte senin gerçeğin bu.Sen böylesin işte.Kendini iyi biri mi sanıyorsun? Sen bu’sun işte; sen adam olamazsın.” Peşi sıra, bu iddialarına delil olarak, bizi işlemeye sevk ettiği günahı gösterecektir şeytan: “Çirkinliği bu kadar bariz bir günaha nasıl da kapılıp gidiverdin. Hâlâ daha, kendini iyi bir kul olabilir mi sanıyorsun? Allah’ın kapısına hangi yüzle gideceksin ki? Bu günah la mı O’nun kapısından içeri kabul edileceksin? Boş yere umutlanma!

Açıkçası, insan Rabbinin rızası dahilinde, karınca kararınca yürürken, şeytan ilk önce günaha sevk ve teşvik ederek ve peşi sıra günah işleterek onun yolunu keser. İlk tuzak budur. Bundan sonra ise işlenenin günah olduğunu bilip tevbe ve istiğfarla tekrar Rabbinin yoluna dönme çabamızı, ‘artık herşeyin bittiği’ kabilinden bir ümitsizlik aşılayarak engellemeye çalışır. Bu da ikinci tuzağıdır.

Maamafih, bu çabasında başarısız olduğuda söylenemez.Her birimizin tecrübe ettiği üzere şeytanın hazırladığı günah tuzaklarına düşen pek çok insan ardı sıra gelen ümidsizlik tuzağına da düşmüş durumdadır.

Üstelik tuzaklar bununla bitecek değildir.Zira, kendini hayra yarayacak her hangi bir meziyetten mahrum olarak müflis bir halde görmek, insanın iç dünyasında müthiş bir bunalım ve çatışma yaşaması demektir. İnsan, ancak ‘İslâm’ ile yani iç dünyasında barışın temini ile yaşayabilir. ‘Kendisiyle barışık’ olabilmesi için ise, insanın Rabbi ile barışık olabilmesi icab eder. Bu barışıklık, Rabbinin emrine teslimiyet, ve itaat halinde zaten mevcut olduğu gibi, günah ve isyan halinin akabinde, istiğfar ve tevbeyi kuşanmakla yeniden tesis olunabilir. Mü’minin “kendisiyle barışık” olmak için baş vuracağı yegâne formül budur: (1) tâat ve teslimiyet; (2) masiyet halinde, istiğfar ve tevbe ile yeniden tâat ve teslimiyet haline dönüş.

İşte tâatte ve ibadete muvaffak olamamış, günaha düşmüş, lakin peşi sıra yeis ve ümitsizlik ağına düşerek istiğfar ve tevbeden uzak kalmış bir insan vicdanının ikazı ve nefsin itirazı ekseninde gelişen ‘iç savaş’tan sıyrılabilmiş değildir. Lakin, bu ‘iç savaş’ ı sürekli tecrübe ederek, yaşaması da imkânsızdır. Bu yüzden karşısında, ya intihar (kelimenin tam anlamıyla ölüm) yahut sefahat (aklını uyuşturmak suretiyle manen ölüm) gibi bir ikilemle yüz yüze gelir insan. Az bir zümre ilkine, çoğu insan ikincisine yeltenir.

Bunlar deyim yerindeyse, “iç savaş”ı aşmak için baş vurulacak ‘radikal tedbirler’dir. Şeytan ise, hem kolay hem de keyif verici üçünçü bir formül daha öğretecektir: ucb. Yani önce günaha, sonra günah karşısında ümitsizliğe düşürdüğü insanı bu ümitsizlik halinin davet ettiği iç çatışmadan“ameline güvendirerek” çıkarır şeytan. Ona, kendisini kurtarabileceğini umacağı bir takım iyiliklerini gösterir. Bunları öylesine köpürtür ve öyle büyütür ki, kişi kendisinin başkalarından daha iyi, hem de çok daha iyi olduğunu düşünür hale gelir.“Kalbi herkesten temiz” olanların, günaha ziyadesiyle batmış kişiler olması manidar değil midir? Görüldüğü üzere, günah -yeis-ucb sürecinde, gurur durağında da kalınmayacak; gururuyla kabaran insan kendinden başka kimseyi beğenmez hale gelerek müthiş bir suizannı kuşanacaktır.

Şeytanın günaha karşı yaşanan sorgulama karşısında gündemimize taşıdığı dördüncü bir formül ‘rasyanolizasyon’dur. İşlediği günaha karşı rahatsız olan ve de kendisiyle barışıklık halinden uzak düşen insana aslında işlediğinin hiç de günah olmadığını fısıldar şeytan.Bu şartlarda der, “yapılacak olanı yaptın sen. Doğrusu buydu.” Bunun için ‘şartlar’, ‘niyetler’, ‘zaruret’, ‘maslahat’ gibi kalıplar üzerinde, işlenilen günahı, günah olmaktan çıkaran bir dizi kalıbı sıraya dizer. Böylece, haramı helal, helalı haram gibi görecek ve gösterecek feci bir vaziyete düşürür insanı.

Beşincisi işlediği günahı meleklerin görüp bildiği ve yazdığı ve Kadir-i Zülcelal’in hesap günü bunun hesabını sorarak kendisini cehenneme atacağı düşüncesini takiben bunları düşünmenin getirdiği tedirginlikten kurtulmak üzere insanı âdeta, Allah’ın, meleklerin, ahiretin yokluğunu arzular hale getirmesidir. İnsan hele böyle bir arzuya yatkın hale gelsin, peşi sıra inkar ve küfür telkinleri sökûn edecektir.

Günah karşısında, affedilme ümidinden mahrumiyet hali, işte böyle bir dizi şeytanî oyunun düğümü hükmündedir.Zümer suresinin 53. âyeti, işte bu şeytanî oyunu kökünden bozup atar. Rabb-i Rahim :“De ki: Ey nefislerine karşı haddi aşan kullarım!” Hitabıyla başlayan bu ümid âyetinde, Nebi-i Zişan’a Rabbi adına şu tebligatta bulunmasını emreder: “Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin!” Zira, âyetin devamında bilirtildiği üzere, onun katında, işlenmesinden dolayı samimi ve ciddi bir istiğfar ve tevbenin edilmesi kaydı ile, affedilemeyecek günah yoktur. Zira O Gafûr’dur; gufranı ve bağışlaması sonsuzdur. Hem, Rahim’dir de; rahmet ve merhametine nihayet yoktur.

Ümit âyeti insan için istiğfar kapısını her hâl ve şartta açık tutarak kendisini affedilemeyecek günahların sahibi bilenlerin istiğfarsızlıkla girecekleri dehşetli şeytanî kapılara işte böyle kilit vurmaktadır!

Bu âyetten anlaşıldığı üzere, aslolan istiğfardır. Hiç günah işlememek, ancak Nebilerin kârıdır. Bizim için aslolan, işlemişse dahi, günahından geri dönmektir. İşlediğinin günah olduğunu itiraf ile, af ve bağışlanma dileyip (istiğfar) tekrar onun yoluna yöneldikten (tevbe) sonra, Allah bütün günahları affedicidir.

Madem hakikat budur, ey nefisleri konusunda haddi aşan kullar, günahlarınız hangi düzeyde olursa olsun, hepsinin Ezel ve Ebed sultanının Gafur ve Rahim isminin “kapsama alanı” içinde bulunduğunu bilin, ve bunun idrakiyle kendinize hayra doğru bir fırsat daha verin. İtiraf edin. İstiğfar edin.

Bilin ki, bu fırsatı kullanıp, Rahmet-i İlahiye karşı ümid içinde istiğfarı dile getirebildiğimiz ve de tevbeyi becerebildiğimiz zaman, şeytan tezgâh ve tuzağını üzerimizde kolaylıkla icra edemeyecektir.

Metin Karabaşoğlu /