Kategori arşivi: Yazılar

Cemaat – Telattuf – Takiyye

Cemaat oluşumunda ve gelişiminde en çok uygulanan taktiklerden birisi de hiç kuşkusuz “telattuf” taktiğidir. Telattuf, hissettirmeden varlığını sürdürmek, ağyarı uyarmadan mesafe kat etmek gibi anlamlarda kullanılır. Kavram, dayanağını Kehf Suresinin 19. Ayetindeki “felyetelattaf” sözcüğünden alır. Ayetin bu kısmında ve bir sonraki hükme gerekçe gösterilen ayette mealen şöyle buyrulur:

“.. Şimdi siz birinizi, bu gümüş paranızla şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise ondan size azık getirsin. Hem çok dikkatli davransın/telattuf etsin ve sizi kimseye sezdirmesin. Çünkü şehir halkı sizi ellerine geçirirse muhakkak sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman siz dünyada da ahrette de asla kurtuluşa eremezsiniz.”(Kehf, 19-20)

Ayette anlatılan telattuf, tedbir anlamınadır. Bu şekliyle söz konusu ayet, tedbiri, kafir bir toplumda yaşayan azınlık Müslümanlara, dinlerini yaşama uğruna uzleti tercih edenlere, neler yapmaları gerektiğini, mağaraya çekilmiş gençlerden birinin dilini kullanarak öğretir. Mekke döneminin ilk yıllarına tekabül eden çile sürecinin bütün zamana yayılmış izdüşümlerinde geçerli bu öğreti, hiçbir yılgınlığa, hiçbir geri dönüşe meydan vermemek adına uygulanması gereken taktiklerin sunumu mahiyetindedir, maksat dini tavizsiz yaşamaktır.

Ayette, böylesi bir taktiğin uygulanma gerekçesi üç şarta bağlanır. Birincisi: Kafir bir toplumun galip güç olarak tahakkümünü sürdürmesidir. Böylesi bir toplumda iman sahipleri hem güçsüz hem de azınlıktadır. Toplum bünyesi iman ehlini ret etmekte, onları zararlı bir virüs gibi algılamaktadır. İkincisi: Bilindiklerinde, deşifre olduklarında öldürülme tehlikesidir. Üçüncüsü: İman ehlinin dinlerinden döndürülmeye zorlanmalarıdır. Bu üç şart söz konusu değilse, talattuf hem geçersiz, hem de anlamsızdır.

Ayette dillendirilen önemli hususlardan biri de, çarşıya gönderilen gencin eline verilen gümüş para ve bu paranın veriliş gayesi ile ilgili anlatılanlardır. Gümüş para, ekonomik güçtür. Bu ekonomik güçten maksat da temiz ve helal bir geçimin teminidir. Bu bağlamda tavsiye edilen telattuf, takva üzere yaşamayı garanti etmek anlamındadır.

Söz konusu şartlar oluştuğunda, yine söz konusu gaye ve maksatlar uğruna, kişinin ya da azınlık bir iman topluluğunun kendini açığa vurmama, varlığını ayrıca hissettirmeme gibi bir uygulamaya hakkı vardır; nitekim ilk dönemlerdeki sahabe uygulamalarında da böylesi bir tedbir kısmen uygulanmıştır. Fakat bu uygulama, asla, müşrik bir toplumda müşrikler gibi davranma, onların halleriyle hallenme noktasına varan bir uygulama değildir; olamaz da. Verilen ruhsat, kimliğini doğrudan ilan etmeme, açığa vurmama çerçevesiyle sınırlıdır, tatbik de hep böyle olmuştur.

Ölümle, dininden dönme noktasında yapılan dayanılmaz baskıya (ikrah) karşı verilen cevaz, bir emir değil sadece bir ruhsattır. Yani insan böylesi bir durumda, kalben değil, diliyle dininden döndüğünü söyleyebilir. Ne ki bu noktadaki azimet, ölümü tercihten tarafa meyletme şeklindedir. Ruhsatı kullananlar için de bir kınama söz konusu değildir.

Tedbir ile takiyye hiçbir noktada birbiriyle örtüşmez. Tedbir, kendini açığa vurmamak iken takiyye bir gizleme ameliyesidir. Telattuf ya da tedbir, kafir toplumlara karşı uygulanırken, takiyye kendi mezhep ya da cemaatinden olmayan herkese karşı uygulanır. Telattuf, dini tavizsiz yaşama, azimete yüklenmiş dini hayatla dinini ihya etme uğruna yaşanırken, takiyye ruhsat ve tavizlerle kendini örtme, kendini başka gösterme hatta başkalaşma uğruna gerçekleşmektedir. Telattufun hedefinde sadece rızay-ı ilahiyi talep bulunurken, takiyyenin hedefinde insanların rızası ve her türlü dünyevi beklentiler bulunmaktadır.

Ashab-ı Kehfin uyanış ve diriliş döneminde ihtiyaç söz konusu olmadığı gibi, Türkiye özelinde ve İslam dünyası genelinde, günümüz açısından bir değerlendirme yapılacak olursa, dini hayatı yaşama adına eskiye ait pek çok problemin çözüme kavuşmuş bulunması sebebiyle telattufu gerektirecek bir durum artık söz konusu değildir. Henüz çözülememiş problemlerin çözüme kavuşmasının yolu ise telattuftan çok, toplumun çok yönlü hassasiyetlerini nazara alarak, herkesin anlayacağı ortak bir dille, gaye ve hikmeti öne çeken anlatım üslubuyla irşat ve tebliğde bulunmaktır; cemaat yapılanmalarının, özelliği olsa da gizliliği olmayan şeffaf yapıya kavuşturulmasını tesis ile güven sarsıcı her türlü niyet ve pratikten uzak tutulmasını temindir. Allah’ın rızasını tahsil dışında, her hangi bir gaye ve maksada yönelmeme konusunda azami sebat göstermek ve bunu hal diliyle, tecrübi yaşantıyla ispat etmektir.

Aziz dostlar,

Gezi olaylarından bu yana, Cemaate ve Hocaefendiye, yanlış uygulamaları nedeniyle açık eleştiri yapıyor ve doğru bildiğim doğrultuda bazı uyarılarda bulunuyorum. Kimileri de benim Hocaefendi ve Cemaatle ilgili daha önceki olumlu kanaat ve değerlendirmelerimle yaptığım bu eleştiriler arasında bir çelişki keşfiyle uğraşıyor. Zahmet etmesinler. Ben açıklayayım. İyi bir vasıtayla, güzel bir yolda, güzel yerlere giderken, ya vasıta arızalanıyor, ya kaptan vasıtayı bir yere çarpıyor ve tanınmaz hale sokuyor ya da kaptan rotayı değiştirerek bizleri istenilmeyen yerlere götürmeye çalışıyor.. Olumlu ya da olumsuz bu iki hal ve keyfiyetle ilgili yorumlarımız, tepkilerimiz hep aynı olmak zorunda mıdır? Soru retorik, cevabı içinde.

Latif Erdoğan

Bediüzzaman’ın Eskişehir’e Nakli

O dönemki Hükümetin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya

Jandarma Genel Komutanıyla teçhiz etmiştir bir kıta

 

Isparta Afyon yoluna, süvari askerler yerleşti

Kontrol altında tutuluyor tüm Ege Bölgesi

 

İkinci bir Menemen olayı çıkartmak bütün gaye

Üstad hiç hizmet eder mi böyle kirli bir emele

 

Tutuklanmıştı bütün Nur talebeleri

Kelepçeler yetmedi iple bağlandı elleri

Eskişehir ağır ceza mahkemesine sevk edilir

Kamyona hep birlikte besmele çekerek binilir

 

Müfreze komutanı Ruhi Beyin sızlıyordu vicdanı

Kahraman askerler, içine akıtıyordu gözyaşlarını

 

Daha fazla dayanamadı çözdürdü kelepçeleri

Serbest olmuştu bilekleri ile birlikte benlikleri

 

Kazaya kalmadan tüm namazlar edilir eda

Başlayacaktı Eskişehir hapsinde büyük bir cefa

 

Yüz yirmi talebesi ile Eskişehir’e gelir Üstad

İdare tarafından uygulanmakta tecridi mutlak

 

Bekir Özcan

www.NurNet.org

Ermeniler Millet-i Sadıka (Sadık Millet) iken Neden İsyan Ettiler? Soykırım Yapıldı mı?

Tesbitlerimize göre, Ermeni meselesi, İslam âleminde ve Gayr-i Müslim dünyada yeterince bilinmemekte veya yanlış bilinmektedir; Avrupa ve Amerika’daki Türk nesilleri tarafından maalesef bilinmemektedir, Türkiye’de ise özellikle İslâmî yönü itibariyle ele alınmamıştır ve nihayet bilim adamlarının birçoğu dahi hukuki ve İslami tahlilleri açısından bilmemektedirler. Bu eserin telifi bütün bu bilinmezliklere ışık tutmak amacını taşımaktadır.

Ermeni Meselesi, neredeyse bir buçuk asır önce kucağımızda bulduğumuz, bugüne kadar da taşımak zorunda olduğumuz bir meseledir. Muhataplarının dışında pişirilen ve geliştirilen bu sorun, bin yıldır birbirine el kaldırmamış iki milleti bıçak sırtı gibi ikiye ayırmış, sönmeyen bir kin ve düşmanlık ateşini yakmıştır.

Ermeni iddiaları Ermeni milletine hiçbir şey kazandırmamıştır. İddialarının hiç biri de gerçekleşmemiştir. Ermeniler 1878’den beri elde ettikleri kazanımları bir hesap etmelidirler. Elde var sıfır. Ermeni terör örgütleri Taşnak ve Hınçak kendi milletine hiçbir şey veremediği gibi Ermeni milletinin var olan kazanımlarını, huzur ve sükûnlarını da selbetmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin ve ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin ise boğuşmak zorunda olduğu bir problem olarak devam etmiştir. Her iki tarafın da sadece kayıpları vardır, geride bıraktığı gözyaşları vardır, binlerce ailenin dramları vardır, yetim ve öksüz kalan yavrularımızın feryat ve figanları vardır.

Osmanlı, Ermeni Meselesininin müsebbibi değil, muhatabıdır. Osmanlı kendi ülkesinde bir Ermeni Meselesi çıkarayım da şu Ermenilerden kurtulayım diye de uğraşmamıştır. Ermeni Meselesi, Rusya’nın, İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı’nın başına sardığı bir musibettir. Devleti zaafa uğratmak için, daha da ötesi Osmanlı’yı tarih sahnesinden silmek için başvurulan uluslararası bir oyundur. Ermeniler bu oyunun icracısı olmuştur. Oyuna gelmişlerdir.

Osmanlı bir ulus devlet değil, birçok milleti bünyesinde taşıyan çok uluslu bir devlettir. Dolayısıyla coğrafi sınırları içinde hâkim bir unsurdan söz etme yerine, yönetimde hiçbir ayrım yapmadan farklı etnisitelere eşit haklar tanıyan bir devlet modeli söz konusudur. Devlet teb’asına eşit mesafede yaklaşmış, birini diğerine tercih etmemiş, etnik kimliğinden dolayı ayrıcalık tanımamıştır. 600 yıllık Osmanlı yönetim kadrolarına bakıldığında bu durum apaçık görülür. Osmanlı Devletinde vatandaşların vasıflandırılmasında kullanılan kriter dindir ve bu sebeple ayrı ayrı din mensuplarına millet adı verilmiş; ancak vatandaşlar arasında çok istisnai haller dışında ayırım yapılmamıştır.

Ermeniler için de durum aynıdır. Ermeniler, millet-i sâdıka sıfatıyla Osmanlı ülkesinde zimmî tabir edilen statüde yani Müslüman bir ülkenin Gayr-i Müslim vatandaşı sıfatıyla yaşamışlar ve Osmanlı Devleti, vatandaşlarına tanıdığı bütün hak ve hürriyetleri onlara da tanımıştır. 1071’den beri, uzun tarih dönemeci içerisinde Müslüman Türkler, azınlıkların hak ve hürriyetlerine saygı göstermişlerdir. Aynı tarih dilimi içerisinde İspanya’da Müslüman azınlıktan eser kalmaması, Avrupalılar, daha doğrusu Hıristiyan milletler ile Müslümanların, bu konudaki gerçek tutumlarını göstermektedir. Ermenilere temel hak ve hürriyetler tanındığı gibi, İslâm Dininin koyduğu prensipler ışığında din ve vicdan hürriyeti de tanınmıştır. Tanzimat’tan sonra ve özellikle de II. Meşrutiyet döneminde, siyasi haklar, Müslümanlar kadar Ermeniler için de kabul edilmiştir.

Osmanlı Devleti’nin bu davranışlarına mukabil Ermeniler, Rusya’nın tahriklerine kapılarak ve Berlin Muâhedesi’nin 61. maddesine dayanarak devlete isyan etmeye başlamışlardır. Aslâ çoğunluk teşkil edemedikleri Doğu ve Güneydoğu vilâyetlerinde, kurdukları terör örgütleriyle devlete karşı ayaklanmalar çıkarmışlardır. 1894’de Sason’da isyan eden Hamparsum Boyacıyan Kozan Milletvekili olarak İttihâdcılar tarafından Meclis’e bile getirilmiştir. İstanbul’da arka arkaya patlayan Ermeni ayaklanmaları, Abdülhamid’i bomba olayı ile yok etmek istemeleri onların dış güçlerin emriyle hareket ettiklerini açıkça ortaya koymuştur.

Nihâyet 29 Ekim 1914’de I. Cihan Harbine giren Osmanlı Devleti’ni, Doğudaki Ermeniler, Ruslarla birlikte arkadan vurmaya başlamıştır. Hatta Van’ı boşaltan Ruslar, burayı Ermenilere teslim edince, şarkta Müslüman katliamı başlatmışlardır. İşte bu dönemde Doğu ve Güneydoğu dahil bütün Osmanli ulkesinde, yaklasik 1.300.000 Ermeni yaşamaktadır ve nüfusun da sadece % 5’ini teşkil etmektedir. Bütün tedbirlere rağmen Ermenilerin girişimleri durmayınca, Nisan 1915’de Dâhiliye Nâzırı Tal’at Bey, Doğu ve Güneydoğudaki 500.000 Ermeninin, mecburi göçe zorlanması (tehcir) kararını almıştır. Gaye, Rus ordularının yollarından Ermenileri uzaklaştırmaktır. Asker himayesinde Irak, Suriye ve Lübnan’a sürgün edilen Ermenilerden bazıları yolda ağır yol şartlarından ve açlıktan ve bazıları da daha evvel yakınları Ermeniler tarafından katledilen bazı sivil ahali tarafından telef edilmişlerdir. Ermenilerce katledilen Müslüman sayısı ise yarım milyondan fazladır. Daha sonra da ifade edeceğimiz gibi, alınan bu zorla tehcir kararı, Kur’an’ın emriyle Hz. Peygamber’in Nadiroğulları kabilesine uyguladığı cela yani ülke güvenliği açısından tehcir uygulamasına dayanmaktadır.

Kısaca aslı astarı olmamasına rağmen, bir asra yakındır Ermeni katliamı iddialarıyla suçlanan Müslüman Türk milletinin katliam yapmadığı halde suçlanmaya devam edilmesi, tarihî ve ilmî değil, sadece siyâsidir. Osmanlı Arşivlerini açan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu iddialara en güzel cevabı vermiştir.

http://www.osmanlisahafi.com/index.php?Uid=52

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

E akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof.AhmetAkgunduz; twitter.com/AhmetAkgunduz

Cemaat fobisi oluşmasına sebep olundu!

İki gündür yazdıklarımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bunlar bütün hüsnü niyetimize rağmen bizde oluşan kanaatlerdir.

DAVA ADINA KUL HAKKINA GİRİLDİ

Resmi devairde yetki alan her hizmet erinin cemaatten olmayanlara karşı dışlayıcı davranması ve nasıl olursa olsun, yetkisindeki görevi kendi mensuplarına vermesi, intihaller, imtihanlarda akla hayale gelmedik yolsuzlukların yapılması gibi konularda o kadar çok şeyler söylendi, o kadar örnekler anlatıldı ki, aklı başında kimse artık bu söylentilerden şüphe duymaz hale geldi. Oysa Efendimiz buyurur ki, ‘Kim bizim işimize daha layık birisi varken, sırf yakınlığına bakarak layık olmayanı alırsa kıyamet günü onun hasmı bizzat ben olacağım’. Kuvvetle muhtemeldir ki, hizmet eri olma başlı başına bir liyakat sebebi olarak görüldü.

Kul hakkı sadece insanın elindeki malını çalmak değildir ve kul hakkı gayretullaha dokunur, sanıyorum dokundu.

Bütün olup bitenlerin karşısında cemaatin; ‘bunlar yalan, ispatlasınlar bakalım, polis yolsuzluklara müdahale etmişse bunun bizimle ne ilgisi var, hiç birini tanımıyoruz’ gibi beyanları insanların zekâlarıyla alay etme derecesine vardırılan bir başka takıyye örneği oldu.

AFFEDİLMEZ POLİTİK HATALAR YAPILDI

Yolsuzlukların üzerine gitmede samimi olunsaydı bu konuda otoriteye destek olunurdu ve yapılanlar hakka hizmet olmuş olurdu. Ama bunda iyi niyetli olduklarına kimseyi inandıramadılar.

İran konusunda durup dururken garip iddialar ortaya atıldı. Mut’adan, humustan ve birilerinin İrancı olmasından yerli yersiz söz edilir oldu. Kendileri bile buna inanmaya başladılar. Sonunda bu reflekslerin İsrail politikalarına mümaşat dışında hiçbir mukni gerekçesinin olmadığı kanaati yerleşti. Cemaatin inandırıcılığı yara aldı.

Ortada durarak Allah için düşünen birisi, özellikle Erdoğan’a ve Davutoğlu’na, yapılan düşmanlığın, buyurun, devletin hepsi sizin olsun dememeleri, ya da özellikle İsrail’e karşı dik durmaları dışında bir gerekçesini bulabilir mi? Başbakan’ın sarf ettiği ağır sözler sebep görülüyorsa, bunların ihanete uğradığı ve sırtından hançerlendiği kanaatine varmasından sonra olduğunu hatırlamak gerekir. ‘Allah açık açık kötü sözler söylenmesinden hoşlanmaz, ama zulme uğrayanlar bundan müstesnadır’.

Ve şaka zannettiğimiz halde gelindi, seçimlerde sahip olduklarını bildiğimiz değerlere düşman olanlarla birlik olundu ve ikna toplantılarında, bakın biz desteklemeye başladıktan sonra nasıl Sarıgül’ün yüzüne nur geldi, demeye varacak ironiler yaşandı. Buna siyasi bir manevra olarak bir cevaz bulabilirsiniz, ama bunun böyle takdisi, maneviyatı ve her şeyde hikmet aramayı merkeze almış bir topluluğun muti ve sıradan fertlerinde bir akide sapması oluşturacağını da hesaba katmak gerekir. Allah, ‘Zalimlere en küçük bir meyil göstermeyin, yoksa sizi ateş çarpar da sonra bir dost ve yardımcı da bulamazsınız’ buyurur.

CEMAATTEN OLMAYANLARA KORKU SALINDI

İslam ahlakıyla da hiç bağdaştırılamayacak dinlemeler, kasetler alüfte şantajları herkeste bir korku oluşturdu.

Mesela, herkesin aleyhine konuştuğu halde kimsenin bir şey demediği, ama cemaatin, onun medyasının, liderinin, diyaloğun aleyhine konuşmaya başlayınca cübbesiyle maruf bir efendinin başına gelenler, ilgili herkeste; cemaate karşı olanlar uydurma sebeplerle de olsa cezalandırılır, hatta şerefi ve haysiyeti bile çiğnenebilir, mahremine girilebilir endişesi uyandırdı. Özellikle cemaatten olmayan inanan kesimde bir cemaat fobisi oluştu. Çokları bunu dillendirmekten bile çekinir oldular. Sonra bu efendi meseleyi anlayınca ‘Hoca Efendi’yi çok severim’ edebiyatı yapınca ancak çıkabildi.

SONUÇ HAYIRLI DA OLABİLİR

İsabet etmiyor olsak bile neticede işte bunlar konuşulmaya başlandı. Muhtemeldir ki, bütün taraflar kendilerine yeniden çeki düzen verme fırsatı bulurlar.

Madem ki, hükümete karşı en büyük adavet sebebi yolsuzluklar ve haksızlıklar olarak gösteriliyor, öyle olmasa bile bu konularda siyasilerin de artık çok daha dikkatli olmaları gereği anlaşıldı. Kur’an-ı Kerim’le alay edecek, kendisine lütfedilen bakanlık elinden alınınca çekip gidecek kadar davaya ters ve bencil insanlara başka mülahazalarla milletvekilliği ve bakanlık bahşetmenin yanlış olduğu ortaya çıktı.

Hulasa yanlışlardan ders almak ve olandaki hayrı da görmek işin güzel tarafı oldu.

Prof. Dr. Faruk Beşer

Yağdır Mevlam Su!

Hüseyni makamındaki bir şarkının anlamlı sözlerinden birisi bu. Söz yazarı Erol Martal, bestekârı ise Mahmut Oğul. Kimsenin bunları hatırladığını sanmam ama, bu şarkıyı okuyan solistleri bilenimiz çoktur.

Türk sanat musikisine de konu olan, şarkılara kadar giren su, bütün canlılar için çok önemlidir. Hayatın olmazsa olmazıdır. Çünki canlı hücrelerde meydana gelen kimyasal reaksiyonlara sıklıkla doğrudan katılır.

2 Hidrojen ve 1 Oksijen atomundan meydana gelen suyun çok özellikleri var, bir kısmından bahsedeceğiz. Önemli özelliğinden bir tanesi “çözme ve taşıma” özelliğidir. Büyük moleküllü maddeler Hidrojen köprüleriyle su molekülüne bağlanırlar ve suyu tutarlar. Küçük moleküllü maddeler için ise iyi bir çözücüdür. Örnek olarak tuz gibi. Birçok metabolik olay sulu ortamda gerçekleşir ve sonuçta oluşan birçok artık ürün suda çözünmüş olarak atılır.

Suyun “termal kapasitesi”, yani suyun ısısını bir derece artırmak için gereken ısı miktarı, bilinen diğer sıvıların çok büyük bölümünden daha yüksektir. Yani suyun ısısını artırmak için çok yüksek kalori gerekir. Bu sayede, % 70’i sudan oluşan vücudumuz çok hızlı bir şekilde ısınmaz.

Suyun “termal iletkenliği”, yani ısıyı iletebilme yeteneği, bilinen diğer herhangi bir sıvıdan en az dört kat daha yüksektir. Su iyi bir ısı düzenleyicisidir, yüksek buharlaşma yeteneğine sahiptir. Bu sayede vücut, içinde oluşan yüksek ısıyı hızla deriye taşır. Hatta bunun için deriye yakın olan kan damarları genişler ve biz de bu yüzden ısındığımız zaman kızarırız.

Normal bir insan 10 kilometrelik yolu bir saat içinde koştuğu zaman, yaklaşık 1000 kalorilik bir ısı açığa çıkarır. Eğer koşu sırasında bu ısı vücuttan atılmasa, koşan kişinin vücut ısısı o kadar artacaktır ki, koşucu daha birinci kilometrenin içinde komaya girecektir. Vücut, açığa çıkan ısı karşısında kendisini serinletmek için terleme mekanizmasını kullanır. Terleme sırasında deriye yayılan su, hızla buharlaşır. Bu buharlaşma sırasında ise, gizli ısısı çok yüksek olduğu için, yüksek ısıya ihtiyaç duyar. Bu ısıyı vücudumuzdan çekip alır ve böylece bizi soğutmuş olur. Bu soğutma o kadar etkilidir ki, bazen üşütmeye bile neden olabilir.

Suyun “akışkanlık özelliği” de çok yüksektir. Bu değer, bizim için hayati öneme sahiptir. Suyun akışkanlığı biraz daha az veya biraz daha fazla olsaydı yaşamsal faaliyetleri sürdürmek imkânsız olacaktı. Hareketli organların çevrelerinde veya aralarındaki boşluklarda bulunan su, bunların hareketini kolaylaştırmaktadır. Suyun akışkanlık değeri, sadece hücre içindeki hareketler bakımından değil, aynı zamanda dolaşım sistemi açısından da çok önemlidir.

İnsan vücudunun su oranları yaşlara göre değişir. Yeni doğan bebekte % 90, çocuklarda %70, yetişkinlerde ise %60 oranlarındadır. Yaş ilerledikçe suyun yerini yağ dokusu almaya başlar, su oranı da azalır.

Vücudumuzdaki suyun 2/3’ü hücrelerin içinde, geri kalan su ise damarlarımızda, dokular arasında, sindirim sistemi ve vücut boşlukları içinde bulunurlar.

Öncelik sırasına göre insanın her an havaya ihtiyacı vardır. Çünki, her 3 sn de bir nefes alırız. Her zaman suya, her zaman ve her gün gıdaya ve her hafta da ışığa ihtiyacı vardır.

El, yüz ve önkollarının, haftada 10–15 dakika kadar güneşe maruz kalması, kanda yeterli miktarda aktif D vitamini oluşması için yeterlidir. Günlük su ihtiyacı yetişkin biri için harcanan her kalori başına 1-1.5 ml dir. Bunun %60’ı sudan, %40’ı ise yiyecek ve içeceklerden temin edilmelidir.

* cesed-i insan havaya, suya, gıdaya muhtaç olduğu (SÖZLER, 9.Söz)

* İnsan maddî hayatında, her anda havaya, her vakit suya, her zaman ve hergün gıdaya, her hafta ziyaya muhtaçtır. Bunların tekerrürü haddizatında tekerrür olmayıp, ihtiyaçların tekerrürü içindir. (M.NURİYE, Habbe)

Bedenin ihtiyaçlarını giderirken zamanın da önemi vardır. Sabah kahvaltısı öğünler içerisinde en önemli olanıdır, ana öğündür. Güne hem iyi başlamak hem de günün daha iyi geçmesini sağlamak için sabah kahvaltısı yapmadan işe başlanmamalıdır. En besleyici gıdalar sabahleyin alınmalıdır. Öğle ve akşam yemeklerinde de yenecek gıdalar farklı farklıdır. Öğleyin orta, akşam ise hafif yemekler tercih edilmelidir. En az kalorili yemekler akşamleyin alınmalıdır. Gece yemek yemek ve yatmak sağlığa zararlıdır.

Susamak, vücudun su kaybettiğinin en önemli göstergesidir. Susama hissi vücuttan 0,5 ila 1 litre su kaybedildiğinde gelişir.

* Cismani ihtiyaçlar vakitlerin ihtilaflarıyla tebeddül eder, noksan ve fazlalaşır. Mesela, havaya olan ihtiyaç her anda var. Suya olan ihtiyaç, midenin harareti zamanlarında olur. Gıdaya olan hacet, her günde olur. Ziyaya olan ihtiyaç, alelekser haftada bir defa lazımdır. Ve hakeza… (M.NURİYE,14.Reşha)

Suyun hoş bir tadı vardır ancak bir rahatsızlığı bulunan kişiler bu tadı alamaz ve suya acı diyebilirler.

* Evet, gözleri hasta olan, güneşin ziyasını inkâr eder; ağzı acı olan, tatlı suya acı der (İ.İCAZ)

İnsanlardan başka bitkilerin de suya ihtiyacı vardır. Meyveler, sebzeler çamurlu bulanık bir su içerler. Mesela nar ağacı, rahmet hazinesinden saf, kırmızı bir şarab gibi meyvesini bize sunar. Kudret konserveleri olan kavun, karpuz, nar; konserve kutusu gibi meyvelerini bizim için saklar. Bir süt kutusu olan Hindistan cevizi ve incir gibi ağaçlar meyveler, çamurlu suyu içer ama en güzel gıdaları bize içirir, yedirir.

Meyvelere kadar suyun çıkma nedeni suyun son derece yüksek olan “yüzey gerilimi “ özelliğidir, yani “sıvıların yüzeyinin gerilmiş bir zar gibi davranması özelliği” dir. Bunun nedeni, sıvıyı oluşturan moleküllerin birbirlerini çekmeleridir. Bitkilerin ve ağaçların köklerindeki ve damarlarındaki kanallar, suyun yüzey geriliminden yararlanacak şekilde tasarlanmışlardır. Yukarı doğru gidildikçe daralan bu kanallar, suyun yukarı doğru tırmanmasına neden olurlar.

* zeminin suya muhtaç nebatatına yağmurla yardım eden (MEKTUBAT, 20.Mektup)

* Bak, başında çok süt konserveleri taşıyan hindistan cevizi ve incir gibi meyvedar ağaçlar, rahmet hazinesinden lisan-ı hal ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır, meyvelerine yedirir, kendi bir çamur yer. Nar ağacı sâfi bir şarabı hazine-i rahmetten alıp meyvesine yedirir, kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder. (M.NURİYE, Zühre)

* Sen yalnız şu ipe takılan tatlı konserve kutusuna bak. Haşiye 16 Eğer onun gizli matbaha-i mu’ciznümâsından çıkmasa idi, şimdi kırk para ile aldığımız halde, yüz liraya alamazdık.

Haşiye 16

Konserve kutusu, kudret konserveleri olan kavun, karpuz, nar; süt kutusu Hindistan cevizi gibi rahmet hediyelerine işarettir. (A.MUSA, 2.KISIM)

Canlılar için su çok önemlidir. Sadece maddenin katı ve gaz haline izin vermiş olsa, hayat hiçbir zaman var olamayacaktır. Çünkü katı maddelerde atomlar birbirleri ile çok içiçe ve durgundurlar ve canlı organizmaların gerçekleştirmek zorunda oldukları dinamik moleküler işlemlere kesinlikle izin vermezler. Gazlarda ise atomlar hiçbir istikrar göstermeden serbestçe uçuşurlar ve böyle bir yapı içinde canlı organizmaların karmaşık mekanizmalarının işlemesi mümkün değildir.

* Evet, nasıl ki buhar, su, buz gibi havâî, mâyi, câmid üç nevi eşya aynı maddeden oluyor. (12.Lema)

Sular her zaman yüzeyden donarlar ve buz her zaman suyun üzerinde yüzer, dibe batmaz. Bilinen tüm maddeler ve sıvıların, ısıları düştükçe büzüşür, hacim kaybederler. Hacim azalınca yoğunluk artar ve böylece soğuk olan kısımlar daha ağır hale gelir. Bu yüzden sıvı maddelerin katı halleri, sıvı hallerine göre daha ağırdır. Ama su, bilinen tüm sıvıların aksine, belirli bir ısıya (+ 4°C’ye) düşene kadar büzüşür, ama sonra birdenbire genleşmeye başlar. Donduğunda ise daha da genleşir. Bu nedenle suyun katı hali, sıvı halinden daha hafiftir. Yani buz, aslında “normal” fizik kurallarına göre suyun dibine batması gerekirken, su üstünde yüzer.

Soğuk kış günlerinde ısı 0°C’nin altına düşer. Bu soğuk elbette denizleri ve gölleri de etkiler. Bu su kütleleri giderek soğurlar. Soğuyan tabakalar dibe doğru çöker, daha sıcak kısımlar yüzeye çıkar, ama bunlar da havanın etkisiyle soğur ve yine dibe doğru çöker. Ancak bu denge sıcaklık 4°C’ye gelince birden değişir, bu kez ısının her düşüşünde, su genleşmeye ve hafiflemeye başlar. Böylece 4°C’lik su en altta kalır. Daha yukarıda 3°C, onun üstünde 2°C, böylece devam eder. Suyun yüzeyi ise 0°C’ye vararak donar. Ama sadece yüzey donmuştur. Buzun ve karın termal iletkenlikleri ise düşüktür. Yani buz, havadaki soğuğu, altındaki su tabakasına çok az iletir. Böylece dışarıdaki hava –50°C’yi bulsa bile, denizin üstündeki buz tabakası bir-iki metreyi geçmez. Yüzeyin altında kalan 4°C’lik bir su tabakası, balıkların ve diğer su canlılarının yaşamlarını sürdürmeleri için yeterlidir. Foklar, penguenler ve diğer kutup hayvanları, bu sayede denizin üstündeki buzu delip alttaki suya ulaşabilirler.

* Lâtif, nâzik su incimad emrini aldığı vakit, öyle şiddetli bir şevkle o emre imtisal eder ki, demiri şak eder, parçalar. Demek burûdet ve tahtessıfır soğuğun lisanıyla, ağzı kapalı demir kaptaki suya “Genişlen” emr-i Rabbânîsini tebliğinde, şiddet-i şevkle kabını parçalar. Demiri bozar, kendisi buz olur. (LEMALAR, 17.Lema)

Suyun bir damlasında bile hayat vardır.Bir damla su mikroskopta incelendiğinde Planktonlar, tek hücreli mikroalgler, terliksi hayvan, kamçılı hayvan ve amipler suda yaşayan mikroskobik canlılar gibi birçok varlıklar görülür. Her birisinin harika özellikleri vardır, onlara aklın mikroskobuyla bakılmalı, seyredilmeli bu harika sanatların yaratıcısı önünde saygıyla secdeye varılmalıdır.

* O kadar küçüklüğüyle beraber bir âlem-i hayvanat-ı hurdebiniyeyi istiab eden bir katre suya, aklın hurdebiniyle temaşa ediniz (MUHAKEMAT, Mukaddime)

Dr.Selçuk Eskiçubuk

 www.NurNet.Org