Kategori arşivi: Yazılar

Bayram Yapmak Kimin Hakkı?

Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekatuhu.

Pek Aziz ve Muhterem erkek Kardeşlerim  ve Muhtereme kız Kardeşlerim! Duhuli ile müşerref olacağımız Kurban Bayramınızı cânu dilden tebrik eder, bütün âlem’i İslam’a din düşmanlarının şerlerinden kurtulup, hakiki bayrama kavuşmakla  bu Bayram külli hayırlara vesile olmasını Cenabı Haktan temenni ve niyaz ederiz.

Evet, Allah’ın kanunlarına karşı kendileri yaklaşmadıkları gibi, masum yavrularının da ma’neviyatı ile hiç ilgilenmeyip, onları cehenneme birer odun parçası yapanlar var. Halbuki Mehmet Akif boşuna dememiş “Kendin yanacaksan bari evladını yakma.”

Müslümanlığın ne olduğunu anlamak için Hz. Ömer’in Evvelki ve sonraki hayatına bakmak yeter;

Hz. Ömer bir gün Peygamberimize a.s.m. “Ya Resulallah bir şey aklıma gelince gülmekten kendimi tutamıyorum. Diğer bir şey aklıma gelince ağlamaktan kendimi tutamıyorum” demiş. Peygamberimiz a.s.m “Ya Ömer nedir onlar?” deyince,  

Gülmemin sebebi: Annem veya hanım hamurdan put yapardılar. Biz onlara tapardık. Herhangi yere yolculuk esnasında karnımız açığınca onları yiyerek karnımızı doyururduk.

Ağlamamın da sebebi: O zaman kızın babası olmak ayıp olduğu için, 10 yaş civarında bir kızım vardı, o ayıptan kurtulmak için, bir gün kızı alıp kumlarda gömmek için götürdüm. Ben kumlarda çukur açarken sakalım tozlanınca kız sakalımdaki tozları silmeye çalışıyordu. Ben onu hiç aldırmadan kızı çukura gömüp eve geldim!!!

Peygamberimiz a.s.m. gözyaşları içinde cevabı şu oldu; “Artık üzülme, çünkü sen o halden kurtulup iman dairesine girince senin günahların silinmiş oldu. Kız da masum olduğu için, ahirete  günahsız gitmiştir.”

Fakat! (Bu yaşadığımız zamanı kastederek)gelecek gün anne baba gün gece evlatlarının dünyevi hayatları için çalışırlar. Aman oğlumun parası olsun, evi olsun, atı olsun onu olsun bunu olsun. Evlatlarının ahiretlerini düşünmedikleri için; ASIL EVLAT KATİLİ ONLAR OLACAKLAR.

Evlatlarının ahiretleri hiç düşünmeyenlerin kulakları çınlasın! İşite dinden uzak yaşayan kimseler her zaman olduğu gibi, bayramlarda da, ne kendinin ne de evlatlarının ma’nevi derdi ile uğraşmadan bayramı yalınız bol bol keyif çattırmak için baklava ve türlü türlü yiyecekler yemek için, sağa sola tozmak için bayramı özlerler. “Ah ne zaman bayram olacak” derler. Bunların bu mübarek dini bayramlardan hisse alma  hakları yoktur!

Mübarek Ramazan ve Kurban bayramlarında bayram yapma hakları, ancak Allah rızası yolunda nefsin kötü isteklerini  kurban edenlerin hakkıdır! Onlar Allah’ın ve Peygamberimizin emirlerine harfiyyen itaat etmeye âmâde oldukları için ümit var olabilirler. Onların  Bayramları bayram ola!

Fitne fesat devrinde yaşadığını bilip,  attıkları  her adımında, yaptıkları her işte, hal ve harekatında dikkatli olanlar  Bayramda sevinmeyi hak ettiler. Onların da  Bayramları bayram ola!

Anne baba olup, onlara Allah’ın ihsan ettiği en büyük hediye olan evlatlarına dünyalık kazandırmağa gayret ederken, o günahsız yavruları, aman cehenneme birer odun parçası  olmasınlar diyerek Allah’ın dinini de öğretmek için titizlik gösterenler de sevinmeye hakları var. Onların da  Bayramları bayram ola!

Kendini bencillikten kurtarıp bütün yaratıklara şefkat la  yaklaşıp, bilhassa şerefli mahlûk olan insanların maddi yardımlarına koşarken, onlara manen de bir şeyler verebilmeye gayret eden kişi sevinmeye hak etti.  Onların da Bayramı bayram ola!

Yüce Mevlâm, şehit torunları olan vatandaşımı, önce  hiçlikten kurtarıp, dağda bir taş yapmamış, yılan yapmamış, inek yapmamış, Rusya’da bir dinsizin oğlu, İsrail de bir Yahudi’nin oğlu veya kızı yapmamış, şehit kanıyla yoğrulan bu toprakta, Müslüman anne ve babadan doğup, bu kadar merhalelerden geçirip, nimetlerin en büyüğü olan dindar yetiştirme sebeplerini önüne seren Allah’ına isyan etmemeye gayret gösterip, Ona boyun eğebildi ise, sevinmeye hakkıdır. Onun da Bayramı bayram ola!

Kader onun kötü insanlar arasında yaşamasını takdir edip, oda onların kötü ahlaklarından kapmadan yaşayabildi ise? Onlardan bazıları; “İnsan nedir? Nereden geldi? Ne için geldi? Burada onun görevi nedir? En son nereye gidecektir?” sorularının cevaplarının öğrenildiği yer olan Kur’an tefsiri Risale-i Nurlar  okunan yerlere gitmek için gayret edebildi ise, sevinmeye hakkıdır. Onunda Bayramı bayram ola!

İnsan yaşı ilerlediği halde, geçmiş hayatına bakıp, oraları araştırdıktan sonra, ne pahasına olursa olsun günahlardan çekinip, Allah’ın emirlerine uyma gayreti ile, daha önce olumsuz yerlerde tükettiği hayata tekme vurup  o kötülüklere ciddi pişman olup, kendini müspet bir hayata çevirebilirse, herkesi kokutan o ölüm, onun için zindandan kurtulmaya bir sebep olup,  Âlemlere rahmet olarak gönderildiği Peygamberimize (a.s.m.) ve tüm sevdiklerine kavuşmaya vesile olduğunu kabul ederse, böylece bu zat, geriye kalan günlerini, ötekiler gibi endişeli geçirmekten kurtardığı için kendini memnun hissederse, sevinmeye hak etmiş olarak kendini mutlu bir kul kabul edebilir. Onun da  Bayramı bayram ola! 

1400 küsur seneden beri bütün iyi insanlar,  şerrinden Allah’a sığındıkları bir devirde yaşadığımızın şuuru ve idraki içerisinde yaşayıp, iç ve dış düşmanlarımızın ortaya serdikleri bir kötü  hal ki; “kızlarımızın, ablalarımızın yarım çıplak halleri, görünüşte çok cazip, fakat o cazibeli  haller erkekleri öldürmeye yarayan silahlar  olduğunu fark edip, sokakta yürürken onları görünce sinemada gibi onları cehennem ateşinde yanar görerek” acısından gözleri yaşla dolan  kardeşimin hakkıdır sevinebilir. Onun da Bayramı bayram ola!

Zerre kadar insafı olmayan iç ve dış düşmanlarımız, abla ve kız kardeşlerimizi reklam ve ticaret aracı yapma yolunda hiç çekinmeden, ellerinden geleni yaparak, onları acımadan soyup soğana çevirmeye çalıştıkları bir devirde, onları asıl düşman bilip,  oyunlarına gelmemeye gayret eden benim kız kardeşlerime bin barekâllah diyerek herkesten ziyade onlar bayram yapmaya hak etmişlerdir. Hatta bazı kız kardeşlerim, düşmanların oyunlarına geldiklerini fark ederek en yakın zamanda kurtulmaya gayret ettiklerinden ötürü, onları da  tebrik ediyoruz. Onlara da, Bayramınız bayram ola, diyoruz. Onlarında Bayramı bayram ola!

Bayramların en büyüğünü hak edenler, kâmil imanla ruhlarını teslim edebilme gayret ve ümidi ile yaşayanlardır.  Yani bir Müslüman bu fitneli devirde yaşadığı halde, Allah’a karşı ibadetlerini yaparak, buradan sağlam iman ve az günahla kurtulabilme gayreti ile yaşarsa, en büyük kârı o elde etmiştir.  Bu mübarek zatlar ahirette iki büyük kârı kazanma ümidi ile yaşadıkları için onları candan tebrik ederiz.

Kârlardan biri: O nazik vücudunu cehennem gibi o müthiş ateşten kurtarmak gibi büyük bir kârı elde etmiştir.

Diğeri ise, gençliği bitmeyen, derdi sıkıntısı olmayan, sıcağı soğuğu olmayan, rahatsız edecek en ufak bir şey bulunmayan bir mutluluğu kazanmasıdır. Cennette hareket, ruh hiffetinde ve kuvvetinde ve hayal süratinde olup, hiçbir zaman sonu olmayan güzelim cennet gibi bir mutluluğu kazanmasıdır.

İşte bayramların en büyüğünü bu müspet hareketle kazanma ümitleri kavi olanlar kazanmış olacaklar. Oh bee! Ne mutlu size! Hapisten, azaptan kurtulmakla kalmayıp, kârların en büyüğünü elde edeceksiniz İnşaallah. Allah cümlemizi değeri tarif edilmeyecek kadar bu büyük  bayramdan   mahrum etmesin. 

ONLARIN BAYRAMLARI  BAYRAM  OLA VE OLACAKTIR İNŞAALLAH. 

Sizden dua bekleyen, size dua eden Nurun en kemter talebesi,

Kardeşiniz Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.Org / www.AlbNur.com

Sade hayat, soframızdan başlar..

Sade Hayat Derneği, hayatı sade yaşamak isteyenlerin bir araya gelerek kurdukları bir dernek. Bu derneğin üyeleri, sade bir hayatın gerekliliklerini yerine getirmek için birbirleriyle fikir alışverişinde bulunarak sadeliği yakalamak istiyorlar.

Sade Hayat Derneği Başkanı Faruk Günindi, sade hayatın başlangıç noktasının sofralar olduğunu belirterek sofraların sadeleşmesiyle hayatımızdaki birçok şeyin de sadeleşeceğine vurgu yapıyor.

Faruk Bey, uzun süreden beri faaliyette olan Sade Hayat Derneği’niz var. Bu derneğin başkanı ve üyeleri olarak sade hayatı nasıl tanımlıyor ve nasıl yaşamaya çalışıyorsunuz?

Sade hayat, en anlaşılır ifadesiyle “Peygamberî bir hayat” tarzıdır. Efendimiz (a.s.m.) kendisine Allah (c.c.) tarafından Cebrail vasıtasıyla “kul bir peygamber” mi veya “melik bir peygamber” mi olmak istediği sorulduğunda “kul bir peygamber” olmayı seçmiştir. Efendimiz (a.s.m.) isteseydi varlık içinde yaşamayı seçebilirdi ama o kulluğu yani sadeliği seçmiştir.

İlginç bir yaklaşım. Efendimizin (a.s.m.) bu tercihini diğer peygamberlerde de görebiliyor muyuz?

Tabii ki. Bunun en bariz örneği Hz. Süleyman’dır. Allah tarafından kendisine çok büyük güçler bahşedilen Hz. Süleyman neden kocaman kocaman saraylar yaptırıp durmadı? O yaptırdı ama ibadethane yaptırdı.

Hz. Süleyman’ın yeryüzünde tüm insanların görmüş ve göreceği en zengin insan olduğunu biliyoruz. Ama o ellerini açıp Allah’tan ne istiyor? “Allah’ım, bana hayırlı bir kazanç ver” diyor. Her şeyi olan bir insan, tüm zenginlikler ona verilmiş bir insan “Bana elimle kazanacağım bir şey söyle” diyor. O kadar zenginlikler içindeki bir insan kendi rızkını sepet örüp satarak kazanıyor. O büyük krallığın içinde sepet ören bir hükümdar, bir peygamber… Ne müthiş bir manzara değil mi?

Bunun yanında krallıklarına güvenen Nemrutlar, Firavunlar bütün o şaşaalarına, debdebelerine rağmen yok olup gittiler. Ama her türlü imkâna rağmen, bütün zenginliklere rağmen kul olmayı seçen peygamberler sonsuza kadar hayırla anılacaklar.

Hz. Süleyman o muhteşem zenginliğine rağmen sade bir hayatı tercih etti ve kul oldu. Bu sadelik onu kulluğa götürdü. Fakat Firavun, Babil kralları, Nemrutlar o debdebe içinde bütün imkânlarına bakarak ilahlıklarını iddia ettiler. Sade yaşam insana kul olduğunu fark ettiriyor, her şeye sahip olduğunu sanmak ise, insanı kulluktan çıkarıyor veya bir nevi ilahlık yaptırıyor diyebilir miyiz?

Kesinlikle öyle. Sade hayat kul üretir, modern hayat kendi dünyalarının tanrıları olan küçük tanrıcıklar üretir. Modern hayat, kendi dünyalarına hükmedebileceklerini sanan, kendi kaderlerini belirlediklerini sanan, varlığın kaderiyle ilgili karar verebileceklerini sanan ufak tanrıcıklar üretti.

Ben bir fert olarak hayatımı sade yaşayacağım diyorum. Sadelik derken tüketimden mi uzaklaşmam gerekiyor? Ne yapmam gerekiyor ki sade olabileyim? Sade yaşamaya karar veren bir insan ne yapmalı?

Böyle bir kararı sade yaşamak için vermemek lazım. O kararı doğru yaşamak için vermeli. Onun kuralları da sade hayat felsefesinin koyduğu hayat kuralları değil, onlar herkesin uyması gereken ilahî kurallardır.

Hz. Adem’den beri aynı şeyler söylenip duruyor. Yani burası yeryüzü, biz buraya Hz. Adem’le birlikte indirildik. Cennet ehli idik, buraya indirildik. İndirildikten sonra buranın bazı yaşam kuralları var. Ne doğru, ne yanlış bunlar bize öğretildi. Tüm peygamberler kendi ümmetlerine “Burası böyle bir yer, bu yapılır, bu yapılmaz” dedi. Mesele budur. Yani sade yaşamayı isteyen biri İslam’ı seçtiyse zaten lüks yaşamaz. Sürekli nefsinin istediği tüm arzularını yerine getirmez. Helal-haram diye bir şey vardır. Bu, sade hayat fikrinin icat ettiği bir şey değil.

Sade hayat deyince ilk başta dünya nimetlerinden istifade etmeme, mesela çok cafcaflı giyinmeme, modayı takip etmeme, az tüketme gibi bir şey anlaşılıyor. Burada “Sade hayat ilahî emirlere uymaktır” diyerek farklı bir boyut getirdiniz. Sizin kastettiğiniz sade hayat bu mudur?

Bizim yaşamaya çalıştığımız sade hayat budur. Bizce helal-haramı, zararlı-zararsız diye tanımlamak daha doğru olur. Zararlı bir şeyin helal olduğunu düşünemiyorum, yani zararlı olduğu halde Allah Teâlâ’nın kendi kulları için bunu isteyeceğini düşünemiyorum veya yararlı olduğu halde Allah’ın yasakladığı bir şey de düşünemiyorum. Bütün helal olanları alırsam onlar bana kârdır.

Birisi sade bir hayat yaşamaya karar verdi. Siz Sade Hayat Derneği başkanı olarak ve sade hayat yaşayan biri olarak buna karar veren birine ne tavsiye edersiniz? Yani birden bire bu hayatın içine balıklama mı dalmam lazım, her şeyden vazgeçmem mi gerekiyor? Ya da nasıl bir sade hayat tarzı uygulamam gerekiyor ki en verimli şekilde yapabileyim?

İnsanın ara sıra harcadığı ve her gün harcadığı şeyler vardır. Biz her gün harcadığı şeyleri tekrar düzenlemesini istiyoruz. Yani insanlar her gün üç defa yemek yiyor. Önce sofralarını sadeleştirseler, o zaman geriye dönük olarak birçok şeyleri de sadeleşecek.

Soframızı sadeleştirmekle nasıl birçok şeyi sadeleştirmiş olacağız?

İnsan sofrasını sadeleştirse ya da sadece yağını tuzunu değiştirirse, bu tercihin domino etkisiyle birçok şeye etkisi olacaktır. Niçin sentetik yağ kullanalım? Bir yağ nelere mal oluyor? İçinde hidrojenle işlenmiş bir katkı varsa o yağ, yağ vasfını yitirmiştir. Çok yapışkan hale geliyor, biz onu tabaklardan çıkarmak için deterjan kullanıyoruz. Deterjan hayatımıza giriyor. Deterjan bütün doğayı fosforla mahvetti. Her şeyi pislettik. Sonra o yağı yedik vücuttan ter olarak çıktı. Ter de giysilere yapıştı. Çünkü yapışkan bir yağdır. Giysileri de güçlü deterjanlarla yıkamak zorunda kaldık. Bütün suları mahvettik. Yağı yedik, hastalığa sebep oldu, bütün vücudumuzda damarların, organların çalışmasını etkiledi. O zaman da ameliyatların, ilaçların hepsinin yolunu hazırladık.

Biz diyoruz ki tereyağına, zeytinyağına, en doğal yağlara geçin. O zaman bulaşık deterjanı ihtiyacı en aza inecek. Sadece sıcak suyla bile zeytinyağı çıkabiliyor. Zeytinyağı kadar olağanüstü bir şey yok. Demir dünyaya sonradan indi diyorlar, belki zeytin ağacı da sonradan inmiştir. O kadar olağan üstüdür. O yağ sizi hastalıklardan da koruyacak. Sadece yağı değiştirerek bunların hepsini değiştirmiş olacaksınız.

Tuzun böbreklere neler yaptığını, vücutta metal bıraktığını biliyoruz, vücutta su dengesini bozduğunu, tiroid bezlerini bozduğunu biliyoruz. Bunlar her gün kullandığımız dominolardır. İnsanlar sadece bunları değiştirseler, bu niyetle 40 gün devam etseler, o zaman Allah’ın vaadi var, “Ben sizin bilmediklerinizi öğretirim” diyor.

Yağ ve tuza şeker ve unu da ekleyebilir miyiz?

Tabii onları da katabiliriz. İnsanın düşünebilme yetisinin devam edebilmesi için sentetik şekerin vücuda girmemesi gerekir. Olaylar arasında veya varlıklar arasında ilişki kurabilme yeteneği olan aklın devam edebilmesi için sentetik şekerin hiçbir şekilde tüketilmemesi gerekir. O zaman belki akıl eve geri döner.

Unda da nem tutucular var, gerçek un olsa onun kadar güzel besleyici bir şey yok. Temel besin maddelerinden bir tanesidir. İnsan ömrünü un, yağ ve etle geçirebilir. Ama şimdi un unluktan çıkmış. Biz onu eliyoruz. Elediğimizi hayvanlara veriyoruz, en değerli yerini onlar yiyor. Biz ise unun en hastalıklı yerini yiyoruz. Nemlenmesin, beyaz olsun diye içine katkı maddeleri koyuyoruz.

Anlattıklarınızdan sade hayatın başlangıcının giydiklerimiz, arabamız, televizyonumuzdan değil soframızdan başladığı sonucunu çıkarıyorum.

Sofralarda nelerin yenip nelerin yenmediği çok önemli. Çünkü herkes sofralarda. Herkes araba almayabilir, herkes televizyon almayabilir, ama herkes yemek yiyor. Dolayısıyla dikkat etmemiz gereken şeylerden ilki odur. Biz eğer kendi soframızı ya da ağzımızı kontrol edebilirsek o zaman arabanın neden olduğu şeyleri de, televizyonunun neler yaptığını da anlayabiliriz. Çünkü akıl geri gelir. Hz. Adem haya veya iman istemedi, akıl istedi. Çünkü akıl varsa haya ve iman da vardır. Biz akıl nasıl geri gelir diye düşünüyoruz. Sofradan başlasak zincirleme diğer hatalarımızı da fark ederiz.

Ekrem Altıntepe

Moral Dünyası Dergisi

Ramazan, gönül gölümüzü berraklaştır!

Ramazan ibadetlerinin insanın bedensel ve ruh sağlığı üzerindeki olumlu etkisi oruç tutarak bu deneyimi yaşayan her müminin ortak kabulü… Ramazan ayı mideyi dinlendirmekten tutun, sabrı öğrenmeye, manevi yönden derinleşmeye kadar birçok açıdan insanın fiziki ve ruhi olarak kademe atlamasını sağlıyor. Oruçlu iken sakinleştiğimizi, dingin bir hal aldığımızı, vücudumuzun rahat ve relaks olduğunu görüyoruz.

Bu yaşadığımız gözlemleri alanında uzman bir isimle yorumlayalım istedik. Bu sebeple Ramazan ibadetlerinin kişilik ve karekter gelişimimiz üzerine etkilerini bu alanda çalışmaları da olan Psikiyatrist Prof. Dr. Mustafa Merter ile görüştük.

Prof. Dr. Merter’in Ramazan ve Ramazan ibadetlerinin insanın karakter ve kişilik gelişimine etkileri üzerine söyledikleri ana başlıklar altında şöyle:

“Ramazan, bizi nefs-i levvame mertebesine yükseltir”

Öncelikle bir yanlışı düzelterek başlayalım. “Ruh sağlığı” yerine kullanmamız gereken tabir “nefs sağlığı” olmalıdır. Ruh mevzuunda bizlere çok az bilgi verildiğine göre (İsra 17/85) “ruh sağlığı”, “ruh hastalığı” veya daha da vahimi “ruh doktoru” tabirleri yanlıştır. Nefs sağlığına batı dillerinde “psikohijyen” de denir.

Ramazan ayı, Şehr-u Ramazan, insan hayatını en ince teferruatına kadar tanzim eden İslam dininin doruk dönemidir. Beden sağlığı açısından faydaları zaten malum olduğu için, mevzuya sadece psikolojik yönleriyle temas edeceğim. İnsan varoluşu, duraklama (stagnasyon) kabul etmez, tekâmül (olgunlaşma) bir zarurettir. “Bir günü bir gününe uyan ziyandadır” hadis-i şerifi mucibince sürekli ileriye doğru adım atmak gerekir. Bütün sene zaten yapılması gereken, tefekkür/muhasebe, ibret, nefs tezkiyesi (temizlik), kalp tasfiyesi (masivayı boşaltma) bu özel günlerde daha da yoğunlaşır ve nasibi varsa insanın bazı kötü huyları artık hayat sahnesini terk eder, mecazi manada ölür. Ve her “ölüm”ün ardından yeni kişilikler sahnede yer alır. “Ölmeden evvel ölün” hadis-i şerifinin manası budur.

Misal verirsek, gıybet, dedikodu illetine duçar olmuş birisi, Ramazan ayında hem bu kötü huyundan kurtulur ve hem de su-i zann (başkası hakkında doğrusunu bilmeden kötü tahminde bulunmak) halinden, hüsn-ü zann haline geçer (hep iki ihtimalden müspet olana ağırlık verme). Ramazan esnasında açlık ve susuzluk, bizleri farkına varmadan nefs-i levvame (Kendisini kınayan, işlediklerinden dolayı pişmanlık duyan ve kendini hesaba çeken nefis) mertebesine yükseltir ve biz artık rüyadan uyanır ve hayat sahnesini ibret gözüyle “yukardan” izlemeye başlarız. “İnsanlar rüyadadır, ölünce uyanırlar” hadis-i şerifi bu hakikati ifade eder.

“Ramazan geceleri, gönül gölümüzü berraklaştır”

Bir dağ gölü hayal edin, dümdüz sathı ve berrak suları çevredeki tüm dorukları ayna gibi yansıtıyor. Sakin, huzurlu, barış dolu. Birdenbire gökte bulutlar beliriyor ve önce yağmur sonra dolu yağışı geliyor, o sakin satıh artık dolu taneciklerinin oluşturduğu dalgacıklarla çalkalandı, yansıtmıyor.

İşte modern hayatın uyaran ve enformasyon fazlasını bu mecaz ile açıklayabiliriz. “Kendi ellerimizle yapıp ettiklerimizden dolayı” (Şura 30) böyle bir sistemin esiri olduk, gönül suları artık durulmuyor, yansıtmıyor. Güzellikleri, letâfeti, âhengi, anlamı görecek, şükür, hamd edecek zamanız yok. Sezgiler köreldi, bencillikten kalpler katılaştı, âyetler (ilahî işaretler manasında), tevafuklar (anlamlı raslantılar) fark edilemiyor ve cep telefonları vasıtasıyla birbirlerimize imdat çağrıları gönderiyoruz.

Şehr-u Ramazan işte böyle deli bir dünyada, bulutların dağıldığı ve gönül gölünün tekrardan yansıtmaya başladığı bir dönemi temsil eder. Ve bu mubarek ayın geceleri de çok anlamlıdır, çünkü gece vakti zaten çevreden gelen uyaranlar azaldığı için “yağış” nispeten durulur. Ve o gecelerde, kim bilir belki nasibimiz varsa, bir de muhteşem, kusursuz bir mehtap çıkar ve o dağ gölü, anlatılmaz bir nûrla buluşursa…

Efendimizin (a.s.m.) hicret nihayetinde Medine-i Münevvere’ye teşriflerinde zikredilen “talaal bedr-u aleyna” ilahisi olanAy doğdu üzerimize / Veda tepesinden / Şükür gerekti bizlere / Allah’a davetinden / Sen güneşsin Sen aysın / Sen nûr üstüne nûrsun… bu hakîkati ne eşsiz ifâde eder.

İşte bu hâlet-i rûhaniyle sıcacık yataktan kalkıp, tüm aile fertlerinin o aşkla, muhabbetle, huzurla, sekîne-i kalple, huşu ile sofrada buluşmaları herkezin üzerinde, özellikle çocuklarda unutulmaz hatıralar bırakır. Sanki boyut değiştirir başka bir âleme kadem basarız, o nûrlu gecelerde.

“Ramazan’da rota düzeltmesi yapılarak merkeze dönülür”

Efendimizin (a.s.m.) “Bu âyet beni ihtiyarlattı.” diye buyurduğu “festekîm kema umirte/emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd 112) ayeti hepimizin tüylerini ürpertmesi gerekir. İnsan varoluşunu, merkezi nurlu, üst üste sıralanmış bir daireler dizisi gibi tahayyül edersek, o merkezden uzaklaştıkça, kayboluruz, karanlığa dalarız. Reca’ (temel varoluş ümidi) ve itminan (temel varoluş güveni) yerine havf hâline bırakır (temel varoluş kaygısı).

İşte ilâhi buyruklara uymak bizi o “sırat-ı müstakîm” hattına yaklaştırır. Sanki yıldızlar kapısı açılır ve nasibimiz varsa bir üst kata terfi ederiz. Bu urûc (yükseliş) teferruat değil, aslî bir zarurettir. Aynı katta kalırsak, istediğimiz kadar o katı süsleyelim, dekoru değiştirelim, sıkıntıdan çatlarız.

Dünya gailesine ve masivaya kendini kaptıran modern insan, farkına varmadan o merkezden uzaklaşır, rotadan çıkar, rutin, yek-nesak hayata kendini kaptırır. Ama mubarek Ramazan ayında, “rüyadan” uyanılır ve rota düzeltmesi yapılarak tekrardan merkeze dönülür.

“Ramazan’da gönül tortuları dibe çöker”

İnsan muhabbetten doğar, muhabbetle yaşar ve nasibi varsa muhabbetle ahiret âlemine göçer. İnsan insanın yanında insan olur ve Allah da (c.c.) insana insandan tecelli eder. Bu manada insanlar arası muhabbet sadece bizleri bu dünyadaki yanlızlığımızdan kurtarmaz, rahmani ilişkilerde insan bir diğeri için ahiret âlemine açılan bir pencere gibidir. “Mü’min mü’minin aynasıdır” hadis-i şerifi, manasını idrak etmemiz çok zor olsa da bu muhteşem hakikati ifade eder.

Tabii ki yakın ilişkilerde temas daha da yoğundur ve bu sebeple aile mübarek bir beraberliktir. Ama bildiğimiz gibi modern hayat, arzu ve isteklerin artmasından kaynaklanan iş yoğunluğu sebebiyle, artık oğul babayı, anne kızını göremez hale gelmiştir. Görseler de akşam yorgun argın, zihin binbir meşgale içinde boğulmuş halde olduğu için, hakiki temas, rabıta çoğu zaman mümkün olmaz.

Ama Ramazan ayının yüzü suyu hürmetine bu çalkantı durulur, gönül tortuları dibe çöker (kalp tasfiyesi) ve ilişkiler sadece zihinsel olmaktan kurtulur, kalbî hale de dönüşür. Yaşanılan rahmânî haller, sabır, tevekkül, tevfîz (ilerde olabileceklere de hazır olmak), rıza, sekîne, selâm (barış/huzûr), merhamet, muhabbet, tevazu… Bütün bu duygular paylaşılır hale gelir. Burada teravih, mukabele gibi topluca yapılan ibadetler büyük tesir gösterir.

“Açlık, infak ve isar şuurunu uyandırır”

İnsanın arzu ve istekleri iki temel yönde ilerler. Kendisi için ve başkaları için istemek. Birincisine “ben merkezli varoluş tarzı”, ikincisine ise “infak ve îsar şuuru” denir.

Hayatın başlangıcında tabii ki insan maddi, manevi açılardan almasını bilmeli ve sağlam bir nefs binası inşaa etmelidir. Ama doyum noktasına eriştikten sonra, akıntı tersine dönmeli ve insan aldıklarının borcunu edâ etmeye başlamalıdır. Mutluluğun sırrı budur. Âyet-i kerimede, “Onlar ki, sahip olduklarından, gece ve gündüz, gizlice ve açıkca infak eder, Allah katında onların ecri, ne korkarlar ne de mahzun olurlar” (Bakara 274) buyrurur.

İşte açlık, “alan varoluş” konumundan “veren varoluş” mertebesine geçişi sağlar. Bu sebeple infak ve îsar şuuru ve fiili tatbikatı (hayır, hasenât) uyanmadıkça oruç, sadece aç kalmak, çok sathi bir ibadet olur. Nefs tezkiyesi, kalp tasviyesi (masivayı olabildiğince kalpten çıkarmak) ve canını yakacak kadar vermek (infak), başkalarını kendinden daha fazla düşünmek (îsar, “ensâr” ahlakı) birbirleri ile iç içe geçmiş üç daire gibidir. İşte açlık bu süreci harekete geçirmelidir. Nefsin “doyması” temel varoluş kaygısının (havf) azalması ve mahzuniyet hâlinin reca’ (ümit), itminan (güven), surûr (nedensiz derin mutluluk) hâllerine tebdil olmasıdır.

“Teravih, müminleri yücelerde buluşturur”

Ferdî secde hali, bildiğimiz gibi müminin mir’acıdır. Topluca yaşanan secde hali ise her insanın özünde aslında kuvve olarak mevcud olan Hazret-i İnsan boyutunun diğer insanlarla yaşanan tevfîk halidir. Tevfîk “fevk” kökünden gelir (iki şey arasındaki uyum) ve frenkçesi senkronizasyon demektir.

Şimdi bir tahayyül edin, cemaatle eda edilen namazda hangi mubarek (özellikle sırlı, kendini örten) insanlarla, velilerle, Hakk âşıkları, abdallarla bu tevfîk halini yaşama şerefine nâil oluyoruz! Onların yüzü suyu hürmetine bizi de alıp götürüyorlar…

“İrfan meclisine erişebilsem/Varıp anlar ile görüşebilsem/Aşkın kervanına karışabilsem/Yolda bırakmazlar alırlar seni”

Cerrahi büyüklerinden Atıf Efendi Hz. lerinin (k.s.) bu şiiri bildiğimiz manada irfan meclislerinin yanısıra secdede yaşanabilecek tevfik halini de ne güzel ifâde ediyor…

Büyüklerimiz bize bir hatırlatma yaparlar, cemaatle kılınan namaz sadece 27 kere daha efdal değil, onun da ötesinde asıldır. Çünkü Efendimiz’in (a.s.m.) hâne-i saadetleri zaten mescidin yanıbaşındaydı, sadece bir perde ayırırdı. İşte teravih namazı bizlere böyle muhteşem bir uyum hali, yücelerde buluşma yaşatır.

“Ramazan’da Cennet’in tadı alınır”

İbret gözüyle bakıldığında filimler bazen çok güzel dersler verir. Bunlardan birisi de son zamanlarda çevrilen Avatar filmidir. Kısaca hatırlatırsak, anlatılamayacak kadar güzel bir gezegende aslında belden aşağısı tutmayan kahraman Jack Sully, tabut gibi bir aletin içinde uyutulur ve yeni bedeni ile yaşamaya başlar. O kötürüm bacaklar gitmiş, yerine daha güçlü dev gibi bir beden gelmiştir. İlk yürüdüğünde coşku ile koşmaya başlar, ilkbaharda kırlara giden bir çocuk gibi… Yanında ona refakat eden, gezegenin yerlisi Neitiri vardır, ona usul, âdab öğretir…

İşte Ramazan boyunca yaşanan güzel hâller, zamanla biraz solsalar da bütün sene tesirini üzerimizde devam ettirirler. Sanki artık biz “Pandora” nın tadını almış, oradaki çiçeklerin rayihasını hissetmiş, “tabut” dışında da bir vâroluşu, sadece teorik olarak değil, görerek de yaşamışızdır. Hele hele olması gerektiği gibi, hayır ziyaretleri yapmış, hastaların, düşkünlerin, yetimlerin, yaşlıların kapılarını çalmışsak kalbimizin üstündeki buzlar da erimiş, merhamet, muhabbet uyanmıştır.

Bu sebeple Efendimizin (a.s.m.) Sünnet-i Seniyyelerinde, Ramazan dışı oruçlar da vardır. Pazartesi, perşembe, Muharrem, Recep, Şaban, Şevval ayları oruçları eğer eda edilirse bu hâlleri canlı tutar.

“Ramazan, çocukların gönlüne serpiştirilen çiçek tohumları gibidir”

Bendenize sorsanız, çocukluğunda yaşadığın en güzel anıların nedir diye, aklıma hemen Cihangir İlyas Çelebi sokağındaki mescid gelir. Allah ondan razı olsun anneciğim, beni oraya teravih namazını kılmaya götürürdü. O anlarda yaşadığım duyguları satırlara dökmekten âcizim, ama hallerin tadı hâlâ damağımda.

Seneler sonra, uzun Avrupa “sürgün“ünün akabinde beni tekrardan İslâm ile buluşturan etkenlerden birisi de bu yaşantım oldu. Bu sebeple Ramazan’ı usûl-u erkânı ile eda etmek, çocuklarımızın gönlüne serpiştirilen çiçek tohumları gibidir. Vakti saati geldiğinde açarlar inşaallah.

Erenlerin himmeti üzerlerimize sayebân olsun.

Fatma Şenadlı Kavak

Moral Dünyası Dergisi

Mübarek Kadir Gecesi! (Şiir)

Mu’cize olan İnsanı çok seven büyük Allah,

Ateşte yakmamak için sebep gönderir Vallah.

 

Dert ile telaşeler sıkıştı ise kafana,

Bu gece gibi kurtaran sebep var mı  söyle bana.

 

Madem öyle, aç ellerini yalvar Allah’ına,

Ondan daha faydalısı hiç yoktur bu insana.

 

Bin aydan fazla değerde bir sebep al sana,

Bana inanmazsan bak eşi olmayan Kur’ana.

 

Kardeş! Bu insanı Allah o kadar seviyor ki,

Yaptığın günahı tek bir yazıyor değil iki.

 

Halbuki sevapları en az on yazıyor böyle bil,

Halikını inkâra kalkışan kurusun o dil.

 

Mübarek gün ve gecelerde sevap çoğalıyor,

Bazan o sevaplar otuz bine dek  yükseliyor.

 

Bilhassa Kadir  gecesi, sevap bini geçiyor,

Çünkü Allah bu insanı melekten çok seviyor.

 

Ne olur kardeşim bu geceyi ihyaya çalış,

Rabbine karşı İbadetten zevk almaya alış.

 

Namaz kıl, rüku ve secde ederek vakit geçir

Böylece kalbine bol bol iman şerbeti içir.

 

Kur’an’ı kerim de, cevşende okuyabilirsin,

Sen bu faydalı işlerle meşgul olabilirsin.

 

Sana ve bütün mü’minlere dua, düşer bana,

Kabulü umulur, çünkü günahım geçmez sana

 

Rabbim! Bu gece hakkına zalımdan bizi kurtar

Ya yab! Düşmanları kahret, rahmetini bize et yar.

 

Rabbim Nurda ki kuvvetle bize yâkini iman ver,

Hıfzına alarak şefkatını önümüze ser.

 

Yeryüzündeki mü’minlere rahmetini gönder.

Din düşmanlara, hak etiklerini onlara ver.

 

Kadir gecesi hürmetine rahmetini esirgeme,

Şerirlerden Kurtar bizi kâfire fırsat verme.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.Org / www.AlbNur.com

Bir mucize mümin: “Hz. Ebu Bekir (R.A.)”

Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın (c.c.) kâinata koyduğu yasalarından biri de insana doğru yolu göstermesi için peygamberler göndermesidir. Hadislerde geçtiği üzere 124 bin ya da 224 bin peygamber gönderilmiş, Kur’an bunlar içerisinden seçtiği 28 peygamberi bizlere anlatmıştır.

Gönderilen bu peygamberler muhatap oldukları insanların hassasiyetlerine göre çeşitli mucizelerle geldiler. Mesela, Hz. Davud büyük bir hükümranlıkla gelmişti. Oğlu Süleyman’a Allah (c.c.) onlarca mucize vermişti. Hz. Musa sihrin revaçta olduğu bir zeminde böyle mucizelerle geliyor, Hz. İsa Allah’ın izni ile ölülere yeniden hayat veriyor, hastaları iyileştiriyor, cüzamlılara eli ile şifa ulaştırıyordu.

Son Peygamber olan Efendimiz de (a.s.m.) çeşitli mucizeler gösteriyordu. Efendimiz’in (a.s.m.) bir çok mucizesi arasında en büyük mucizesi ise Kur’an’dır.

Peki, Kur’an’ın en büyük mucizesi nedir?

Bu soruyu sorduğumuzda onlarca cevap gelir zihnimize… Kur’an’ın nazmı, belağatı, edebi niteliği, evrensel özelliği, az söz ile çok şey beyan etmesi, korunmuşluğu ve daha birçok özelliği de birer mucizedir.

Bu mucizelerden bir tanesi de şudur: Kur’an’ın insan yetiştirme, terbiye etme ve geliştirme potansiyeli… Daha dün deve çobanları iken, yol kesip şakilik yaparlarken, diri diri kız çocuklarını toprağa gömerlerken, böyle bir toplumdan yeryüzünde ikinci bir örneği olmayan Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı bir topluluk meydana getirmiştir. Öyle bir topluluk ki, kıyamete kadar, kul olma gayreti olanların gaye-i hayalleri olmuştur. Öyle bir topluluk ki, kim onların yolunda yürüse cennete, kim onlar gibi yapmazsa azaba yürüyeceklerdir. İşte bundan dolayı diyebiliriz ki; Nübüvvetin en büyük mucizesi Kur’an, Kur’an’ın en büyük mucizesi Sahabedir.

Peki, sahabenin en büyük mucizesi nedir? Sahabenin en büyük mucizesi ise Hz. Ebû Bekir’dir.

Kırk üç yılllık dostluk

Neden Hz. Ebû Bekir?

Bunun birçok sebebi olsa da, ancak biz sadece bir noktada dikkatlerimizi yoğunlaştıracağız. Hz. Ebû Bekir, Miladi 573’te Mekke’de doğuyor, yani Efendimiz’den (a.s.m.) iki yaş küçük olarak dünyaya geliyor. Efendimiz de (a.s.m.) Hz. Ebû Bekir de Mekke’de oldukları için ta çocukluktan itibaren birbirlerini tanıyorlar. Ama ilk sıcak buluşmaları Efendimiz (a.s.m.) 20 yaşlarında, Hz. Ebû Bekir 18 yaşlarında iken bir erdemliler harekâtı olan Hilfu’l-Fudul’da oluyor. Kim olursa olsun zalime karşı, kim olursa olsun mazlumdan yana ilkesi ile kurulan bu faziletliler topluluğunda yer alan Efendimiz (a.s.m.) ve Hz. Ebû Bekir, o günden sonra bir daha hiç ayrılmıyorlar. Öyle bir dostluk başlıyor ki aralarında 20 yıl Nübüvvet öncesinde, 23 yıl da Nübüvvet günlerinde tam 43 yıl fasılasız devam ediyor.

Hz. Ebû Bekir ile Efendimiz (a.s.m.) Nübüvvet öncesi tam 20 yıl süren bu dostluklarında, bu ifadeye dikkat edin; hep bir adım önde olan Hz. Ebû Bekir’dir.  Neden mi? Hz. Ebû Bekir o günler iyi bir tüccardır, tam 40 bin dirhemlik bir sermayesi vardır; ama Efendimiz’in (a.sm.) böyle bir imkânı yoktur. O (a.sm.) Hz. Hatice’nin yanında sermaye-iş ortaklığı üzerinden çalışmaktadır. Hz. Ebû Bekir okuma-yazma bilmektedir; ama Efendimiz (a.s.m.) kâğıdı-kalemi hiç eline almamıştır, almayacaktır da… Hz. Ebû Bekir Mekke’nin sosyal yapısı içerisinde söz sahibi biridir. Daru’n-Nedve’ye girme yaşı 40’tır; ancak üç insandan bu zorunluluğu Mekke kaldırmıştır; Bu üç insan Ebû Cehil, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir’dir. Hz. Ebû Bekir’in Daru’n-Nedve’de Eşnak diye bir görevi vardır. Eşnak, diyetleri belirlemedir.

Nübüvvet öncesi böyle bir durum ortada varken, yani Hz. Ebû Bekir hep bir adım öndeyken, Miladi 610’da bir pazartesi gecesi vahye muhatap olan Efendimiz (a.s.m.) salı günü Hz. Hatice’yi kadınlardan, Hz. Ali’yi çocuklardan, Hz. Zeyd b. Harise’yi kölelerden kazandıktan sonra o zamana kadar 20 yıllık dostu olan Ebu Bekir’e bu dini arz ettiğinde, Hz. Ebu Bekir hiç tereddüt etmeden, düşünmeden, şüphe duymadan, iman etmiş ve 20 yıldır bir adım öndeyken bir anda bir adım arkaya geçmiş ve 23 yıl boyunca da Efendimiz’in (a.s.m.) hep sağında ama arkasından yürümüştür. Bu bir mucize değil de nedir? Bu İslam’ın, imanın ve tabii ki Kur’an’ın bir mucizesidir. Kur’an’ın insan kazanma ve yetiştirme potansiyelinin ne kadar büyük olduğunun bir göstergesidir.

Yaşanılması zor bir hayat

Hz. Ebû Bekir’in hayatı başından sonuna kadar; bu manada hep mucizelerle doludur. Mucize; şahit olanları aciz bırakan, görenleri kendine hayran eden hadiseler demektir. Gerçekten Hz. Ebû Bekir’in hayatı böyle bir hayattır. Bundan dolayıdır ki Hz. Ömer, onun vefatının ardından şöyle demiştir: “Ey Ebû Bekir! Arkanda kalanlara yaşanamaz, yapılması çok güç bir hayat bıraktın.”

Hicri olarak 63 yıl süren bu hayatın her karesi çok farklı hadiseler ve mesajlarla doludur. Öyle bir bereketli hayat ki, hayat defterinin hiçbir sayfasında boşluk yok, boşa geçmiş bir zaman yok, atlayıp dikkate almayacağınız bir vakit yok; bereket var, anlamlı yaşama var, hedef var, büyük bir emel var, gayret var, mücadele var; var da var…

Hz. Ebû Bekir’i birkaç sayfa içerisinde anlatmak nasıl mümkün olabilir ki? Bu çok kolay bir iş değildir. Dolayısı ile biz yazımızın çerçevesini biraz daraltarak Hz. Ebû Bekir’in hayatında çok önemli gördüğümüz ve bizlerin hayatında da ne yazık ki istenilen düzeyde şahit olamadığımız, beş temel kavram üzerinden onu anlamaya çalışacağız. Bu kavramlar: Muhabbet, Sadakat, Teslimiyet, Celadet ve Evveliyet’tir.

Muhabbet

Muhabbet, bu zorlu işin olmazsa olmazıdır. Sevgi deyip geçmeyin, hakkı ile seven, sevdiğinin yolunda olur. Feda eder, feda olur, neyi varsa vazgeçer, gözü sevdiğinden başkasını görmez, hayatını sevgilisinin yoluna kurban eder. Biz bunların hepsini Hz. Ebû Bekir’in hayatında görüyoruz.

Hz. Ali Kufe’de halife iken, bir gün İslam’ın destan yazdığı o ilk günlere şahit olmayan genç nesle: “Söyleyin bakalım insanların en cesuru kimdir?” diye sormuştu. Soruya muhatap olan o günün Müslümanları, cesaret deyince akıllarına hep Ali geldiği için: “Ente Ya Emir’el-Mü’minin/ Sensin Ey Müminlerin Emiri!” demişlerdi. Hz. Ali: “Hayır, ben değilim. İnsanların en cesuru Hz. Ebû Bekir’dir” demişti. Neden Hz. Ebû Bekir olduğunu merak eden o bakışları görünce, Hz. Ali anlatmaya başlamıştı: “Bizler bir avuç iman eden kardeşlerimizle beraber nübüvvetin ilk günlerinde Kâbe’de namaz kılıyorduk. O anda Mekke’nin kara yüzlü adamları bize ve Efendimiz’e (a.s.m.) saldırdılar. Kimi Allah Resulü’nü (a.s.m.) itekliyor, kimi cübbesini çekiyor, kimi üzerine çöreklenmiş O’na (a.s.m.) vuruyordu. Biz ise elimiz kolumuz bağlı hiçbir şey yapamadan sadece olanları seyrediyorduk. Bir anda baktık ki ötelerden cübbesi rüzgârda savrulan, ama gelişi ile etrafa izzet saçan biri bize doğru yaklaşıyor. Gelenin kim olduğunu merak etmiştik. O yiğitçe gelen, naif bedeni ile o gün bir aslan kesilen Hz. Ebû Bekir’den başkası değildi. Koşa koşa bize doğru geliyor, kendisine engel olanları bir bir deviriyor ve Kâbe’nin duvarlarında yankılanan şu sözü haykırıyordu: “Rabbim Allah’tır dediği için birini mi öldüreceksiniz?” Bu sözleri en gür sedası ile haykıran Hz. Ebû Bekir, gelip kendini o anda Mekkelilerin saldırılarına muhatap olan Efendimiz’in (a.s.m.) üzerine atıyordu. Bu sefer o kara yüzlü adamlar Efendimiz’i (a.s.m.) bırakıyor; Hz. Ebû Bekir’i ortalarına alıyorlardı ve başlıyorlardı onu dövmeye… Yumruklar, tekmeler, hakaretler havada üşüşüyordu… Ağzı, gözü, burnu dağılan Hz. Ebû Bekir daha fazla acılara dayanamıyor; oracıkta bayılıyordu. O anda kabilesi Benî Teym, olaydan haberdar oluyor, gelip Hz. Ebû Bekir’i onların elinden kurtarıyorlardı. Her tarafı kan-revan içerisinde ve baygın bir halde evine taşıyorlardı. Nice sonraları Hz. Ebû Bekir gözlerini açıyor, biraz kendine gelir gibi oluyordu.  Uyanır uyanmaz ağzından çıkan ilk söz “Allah Resulüne ne oldu?” sözü oluyordu. Söyler misiniz böyle bir cesareti ortaya koyarak insanların en cesuru olmayı hak eden Hz. Ebû Bekir değil de kimdir?”

Hz. Ali’nin nübüvvetin ilk yıllarında yaşadığı ve yıllardır unutmadığı bu tablo, Hz. Ebû Bekir’in, Efendimiz’e (a.s.m.) nasıl bir sevgi ile muhabbet ile bağlandığının bir örneğidir. O günden sonrada Hz. Ebû Bekir, hayatının birçok sayfasında muhabbetin ne kadar önemli olduğunu hep gösterip durmuştur.

Sadakat

Sadakat, sözünde ve özünde sadık olma, doğru olmadır. Sadakatin iki önemli vechesi/yüzü var. Biri; doğruluktan asla ayrılmama, başına ne gelirse gelsin, ne kaybederse kaybetsin; doğruluğu hayatın en temel şiarı kılma. İkincisi ise; doğruları tasdikleme, söylenen doğruyu tereddütsüz bir şekilde kabul etme… Biz sadakatin bu iki halini de Hz. Ebû Bekir’in hayatında zirve noktalarda görüyoruz. Zaten zirve olduğu için o Sıddık’tır; sadakat onunla âleme öğretilmiş ve o sıdkın en zirve hali olarak bu işin abidesi olmuştur. Sadece İsra ve Miraç hadisesinde onun tavrı hatırlandığında bu sözlerin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılacaktır.

Teslimiyet

Teslimiyet, Müslümanın olmazsa olmaz vasfıdır. Zaten Müslüman demek, hiçbir tereddüde, şüpheye kapı aralamadan teslim olan demektir. Hz. Ebû Bekir’in teslimiyeti söz konusu olduğunda kesinlikle Rûm Süresi’nin nazilindeki tutumunu hatırlamamız gerekir.

Bi’setin beşinci yılı, Milâdi olarak 614 senelerinde iki komşu ve rakip devlet, birbirleriyle kanlı bir muharebeye girişmişlerdi. İran devleti tahtında 2. Hüsrev, Rûm İmparatorluğunda ise Heraklius bulunuyordu. O yıl yapılan son savaşta İranlılar galip gelmişti. Romalıların bu mağlubiyet haberi Mekke’ye ulaşınca müşrikler sevinmişler, Müslümanlar ise üzülmüşlerdi. Müşrikler bu hâdiseyi vesile yaparak Müslümanları rahatsız etmeye ve: “Siz ve Hıristiyanlar Ehl-i kitapsınız; biz ve İranlılar ise ümmiyiz. İranlı kardeşlerimiz, sizin Rûm kardeşlerinize galebe çaldı. Biz de, sizinle muharebeye girişirsek, sizi mağlup ederiz” diyerek şamataya başlamışlardı. Bu hadise üzerine Rûm Süresi nazil oldu ve yakın bir gelecekte Rûmların galip geleceğinin haberini verdi. İlgili ayetler nazil olduğu zaman, Rûm İmparatorluğu öylesine perişan olmuştu ki, Romalıların bir kaç sene zarfında canlanıp yeniden galip geleceklerine katiyetle hükmetmek şöyle dursun, ihtimal vermek bile akılların havsalasına sığacak bir şey değildi.  İşte böyle bir zeminde inen ayetler Rûmların kısa bir zaman sonra galip geleceklerini haber veriyordu.

Hz. Ebû Bekir, bu ayetleri Efendimiz’den (a.sm.) dinler dinlemez onları, Mekke’nin bir tarafında yüksek sesle okudu. Sonra da o sevinen müşriklere, “Rûmlar, birkaç sene sonra İranlılara muhakkak galebe çalacaklardır” dedi. Müşrik liderlerden Übey b. Halef bu sözleri duyunca hemen Hz. Ebû Bekir’in yanına geldi ve onunla bahse girmek istediğini söyledi. Allah’ın ayetlerine karşı büyük bir teslimiyet içerisinde olan Hz. Ebû Bekir onun bu teklifini kabul ederek, bahse girdi ve elbette netice Allah’ın dediği gibi oldu. Sadece bu olay bile Hz. Ebû Bekir’in teslimiyet noktasında nasıl bir duruşu olduğunu anlamamız açısından yeterlidir.

Celadet

Celadet, yiğitliktir, kahramanlıktır. Tabir caiz ise Ömerce davranmaktır. Yeri gelince aslan gibi kükremek, yeri gelince masaya yumruk vurabilmek, yeri gelince bakışları ile ödler koparmak, yeri gelince zalimin yüzüne hakkı haykırabilmektir. Bu vasıflar Hz. Ömer’de çok var da sanki Hz. Ebû Bekir’de yok gibidir. Ancak işin aslı böyle değildir. Gerçekten celadet Hz. Ebû Bekir’in de şahsiyetinin en önemli kavramlarından biridir. Onun Efendimiz’in (a.sm.) vefatındaki tavrı, Üsame ordusunu belirlenen hedefe göndermesi, peygamberlik iddiasında bulunanlara karşı ortaya koyduğu mücadelesi, dinden çıkanlara, iman ile zekât arasını ayıranlara karşı başlattığı cihadı nasıl bir celadet sahibi olduğunu bize göstermektedir.

Evveliyet

Evveliyet, ilk olmanın ayrıcalığını ilk günden son güne kadar devam ettirmek, başta heyecan ile başlayıp sonunda yorulmamak, hayırlarda hep yarışmak, her şeyin ilki olmasına rağmen , “hel min mezid” şuuru ile yani; “daha ötesi yok mu?” anlayışı ile yaşamaktır. Hz. Ebû Bekir, hayatı boyunca hep ilklerden, öncülerden oldu. Buna rağmen hiçbir zaman yaptıklarını yeterli görmedi. Her ne yapmışsa hep bir adım ötesine geçmek için gayret gösterdi.

Hz. Ömer Tebûk Gazvesi öncesini anlatıyor: “O günler Hz. Peygamber (a.s.m.) sadaka vermemizi emir buyurdu. O sırada benim malım çoktu. Kalbimden ‘Eğer Ebû Bekir’i geçeceğim bir gün varsa o, bu gündür‘ dedim ve malımın hepsini hesaplayarak, tam yarısını getirip, Efendimiz’in (a.sm.) önüne bıraktım. Peygamber Efendimiz bana ‘Ey Ömer! Çocuklarına ne bıraktın?’ diye sordu. ‘Getirdiğim kadar da onlara bıraktım’ dedim. Sonra Ebû Bekir geldi. Meğer o nesi varsa hepsini getirmişti. Peygamber Efendimiz ona da ‘Ey Ebû Bekir! Çocuklarına ne bıraktın?’ diye sordu. Ebû Bekir ‘Ben onlara Allah ve Resulünü bıraktım’ dedi. O zaman kalbimden ‘İmkânı yok, ben Ebû Bekir’i hiçbir zaman geçemeyeceğim’ dedim.”

İşte Hz. Ebû Bekir bu… Salih amellere doymayan biri o…

Muhammed Emin Yıldırım

Moral Dünyası Dergisi