Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

İnsanın üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye âyineliği

“Otuz Birinci Pencere”

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِىۤ اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ (“Muhakkak ki Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık.” Tîn Sûresi, 95/4) وَفِى اْلاَرْضِ اٰيَاتٌ لِلْمُوقِنِينَ – وَفِىۤ اَنْفُسِكُمْ اَفَلاَ تُبْصِرُونَ (“Kesin olarak iman edenler için yeryüzünde ve kendi nefislerinde nice deliller vardır. Hâlâ görmez misiniz?” Zâriyât Sûresi, 51/20-21).

“Şu Pencere insan penceresidir ve enfüsîdir. Ve enfüsî cihetinde şu pencerenin tafsilâtını binler muhakkıkîn-i evliyanın mufassal kitaplarına havale ederek, yalnız feyz-i Kur’ân’dan aldığımız birkaç esasa işaret ederiz. Şöyle ki: On Birinci Sözde beyan edildiği gibi, insan öyle bir nüsha-i câmiadır ki, Cenâb-ı Hak, bütün esmâsını, insanın nefsiyle insana ihsas ediyor. Tafsilâtını başka Sözlere havale edip yalnız Üç Noktayı göstereceğiz.”

“BİRİNCİ NOKTA: İnsan, üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir âyinedir.” hâkezâ, bütün âzâ ve âlâtıyla, cihazat ve cevarihiyle, letâif ve mâneviyâtıyla, havas ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmâda bir İsm-i Âzam var; öyle de, o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır.”

“Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz a’dâsına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcibü’l-Vücuda bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksatlara karşı bir nokta-i istimdad aramaya mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîmin dergâhına dayanır. Dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîmin bârgâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.”

“İkinci vecih âyinedarlık ise:
İnsana verilen nümuneler nev’inden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir. Meselâ, “Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder,” ve hâkezâ…”

“Üçüncü vecih âyinedarlık ise:
İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder. Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfının başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyade esmâ vardır. Meselâ, yaratılışından Sâni, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahmân ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Lâtif isimlerini, ve

“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var.”

İnsan kainatın küçültülmüş bir numunesi ve modelidir. Kainat küçülse insan, insan büyütülse kainat olur. Kainatta azametli ve büyük yazılmış tevhit hakikatleri, insanın mahiyetinde küçük ve okunaklı bir şekilde yazılmıştır. Bu hususta kainat ile insan müsavidir, fark sadece kemiyettedir, yani boyut ve hacimdedir.

İnsanı kainat kadar geniş yapan şey ise; insanın fıtratına konulan istidat ve duygulardır. İnsanın mahiyetinde herbir alem ile irtibat kuracak cihaz ve duygular vardır. İnsanın her bir cihazı ve duygusu bir aleme açılan bir penceredir, insan bu duygu penceresi ile o alemi seyreder ve o alemle iletişim kurar.

Mesela; göz bir penceredir, mubsırat alemine açılır; kulak bir penceredir, sesler alemini işitir; dokunma duyusu bir penceredir, cismani alemlere açılır; hayal kuvveti bir penceredir, misal alemi ile irtibat kurar, ruh bir menfezdir; ruhlar alemine açılır, kalp aşk ve muhabbet dünyasının kapısıdır, akıl hikmetli mevcudat aleminin mütefekkir bir mütalaacısıdır, buna benzer binlerce his ve duygular insanın geniş mahiyetinde mevcuttur ve her birisi bir alem ile irtibatlıdır.

İnsanın mahiyetinin genişliğinin ikinci önemli sebebi; istidat ve kabiliyet noktasında nihayetsiz donanıma sahip olmasıdır. İnsanın birçok duygu ve kuvvelerine sınır konulmadığı için, insanda terakki ve tedenni nihayetsiz oluyor. Bir insan Allah ile muhatap olup, onun huzuruna çıkacak kadar inbisat da eder, aynı insan hayvandan yüz derece aşağı adi bir mahluk da olabilir.

İnsan ayrıca mahlukat içinde, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını tartıp ölçecek geniş mahiyete sahip tek mahluktur. İnsan sahip olmuş olduğu his ve cihazlar sayesinde, Allah’ın bütün isimlerini tartıp ölçebilir.

Mesela; midenin açlık hissi ile Rezzak ismini, tat alma duyusu ile Allah’ın Kerem ve Muhsin ismini, cüzi iradesi ile Allah’ın külli irade sıfatını, cüzi ilmi ile Allah’ın sonsuz ilim sıfatını bilebilir. Demek insanın mahiyetindeki her bir cihaz ve duygu aynı zamanda Allah’ın isimlerine açılan birer kapı birer pencere hükmündedir.

Ayrıca Allah’ın bütün isim ve sıfatları, insanın mahiyetinde nakışlar suretinde tecelli etmiştir. Allah’ın isimlerinin hayatın üstünde nakış suretinde tecellisi kıyasi ve farazi değil, hakiki ve kaynamak suretindedir. Yani tabiri yerinde ise; maddi ve işlemek noktasında bir tecellidir. Diğer iki tecelli tarzı daha çok kıyas ve farazi bir şekildedir. Malum, kıyas ve farazilik mevhum bir şeydir; nakış ise hakiki bir işlemek ve tecelli etmektir.

Mesela; insanın simasındaki göz; Allah’ın Basar sıfatının bir tecellisidir; kulak, Sem sıfatının bir yansımasıdır; konuşma mahalli olan dil, Kelam sıfatının bir cilvesidir; yüzdeki tasvir ve çizim, Musavvir isminin bir tecellisidir; hayata lazım olan rızkın gönderilmesi ve bedenin ve bedende çalışan hücrelerin beslenmesi, Rezzak isminin nakışları ve tecellileridir.

Bu isimler gibi, Allah’ın bütün isimleri insan mahiyetinde nakış suretinde, yani maddi ve hakiki bir tecelli ile cilvelerini göstermiştir. Bu nakışların ve tecellilerin hepsi kaynakları hükmünde olan isimlere açılan birer pencereler hükmündedir. İnsan bu pencereler vasıtası ile Allah’ın isim ve sıfatlarına intikal ederler ve idrakine ererler.

“İKİNCİ NOKTA: Mühim bir sırr-ı ehadiyete işaret eder. Şöyle ki:”

“İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki, bütün âzâsını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani, irade-i İlâhiye cilvesi olan evâmir-i tekvîniye ve o evâmirden vücud-u hâricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve lâtife-i Rabbâniye olan ruh,  onların idaresinde, onların mânevî seslerini hissetmesinde ve hâcatlarını görmesinde birbirine mâni olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak, yakın, bir hükmünde; birbirine perde olmaz. İsterse çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüz’ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ, çok nuraniyet kesb etmişse, herbir cüz’ü ile görebilir ve işitebilir.

“Öyle de,  وَ ِللهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى Cenâb-ı Hakkın, madem Onun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve âzâsında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette, âlem-i ekber olan kâinatta, o Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına, hadsiz fiiller, hadsiz sadâlar, hadsiz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette Ona ağır gelmez, birbirine mâni olmaz, o Hâlık-ı Zülcelâli meşgul etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın, uzak birdir. İsterse bütününü birinin imdadına gönderir. Herşey ile herşeyi görebilir, seslerini işitebilir. Ve herşey ile herşeyi bilir, ve hâkezâ…”

Ruhun beden üzerindeki tasarruf ve tedbiri; Allah’ın kainat üzerindeki tasarrufunun ve tedbirinin anlaşılmasında önemli ve somut bir temsildir. Üstat bu temsil ile, Allah’ın tek ve yekta olmasına karşın, milyarlarca fiil ve icraatları aynı anda ve şaşırmadan nasıl yapabildiğini akla yaklaştırmak için ruh ve beden ilişkisini bize gösteriyor.

Ruh, insan bedeni üzerinde tam bir tasarruf sahibidir. Bedenin bütün aza ve hücrelerinin tedbir ve idaresi ruhun elindedir. Ruh, milyonlarca hücre ve azaları tedbir ederken hiç şaşırmıyor ve yanılmıyor. Bir iş bir işine mani olmuyor. Bütün bedenin azalarını birbirinin yardımına ve imdadına gönderiyor. Ruh, tek ve yekta olmasına rağmen, bedenin her yerinde aynı anda hazır ve nazır olabilir. Bir aza ile ilgili iken diğerlerini ihmal etmez. Bir aza ya da hücre ruhu kendi ile meşgul edip diğerlerinden alıkoyamaz. Ruh için bedenin ayak tırnaklarını tedbir etmekle baştaki saçları idare etmek arasında fark yoktur.

İşte mahluk olan ruh, böyle harika bir şekilde beden üzerinde tedbir ve tasarruf edebiliyor ise, mahlukattan ve maddeden münezzeh olan ve sıfatları ezeli ve ebedi olan Allah, neden bütün kainatı tedbir ve idare edemesin deyip, aklı somut örnekler ile ikna ediyor. Allah’ın basit bir mahluku böyle olursa, Allah nasıl olur düşünmek lazımdır. Burada temsildeki beden kainat oluyor, ruh ise Allah’ın kainat üzerindeki tedbir ve idaresi anlamında olan Rububiyeti temsil ediyor.

“ÜÇÜNCÜ NOKTA: Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir vazifesi var. Fakat o bahis, Hayat Penceresinde ve Yirminci Mektubun Sekizinci Kelimesinde tafsili geçtiğinden, ona havale edip yalnız bunu ihtar ederiz ki:”(1)

“Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar, pek çok esmâ ve şuûnât-ı zâtiyeye işaret eder, gayet parlak bir surette Hayy-ı Kayyûmun şuûnât-ı zâtiyesine âyinedarlık eder. Şu sırrın izahı, Allah’ı tanımayanlara ve daha tam tasdik etmeyenlere karşı zamanı olmadığından, kapıyı kapıyoruz.”

Hayatın üstündeki sayısız nakışlar ve ince işlemeler, hayattan kaynayan duygu ve cihazlardır. Hayat sahibi birisi bu cihaz ve duygular sayesinde bütün kainat ile ilgi ve alaka kurabiliyor. Bu cihaz ve duyguların her birisi Allah’ın isimlerine açılan birer pencereler hükmündedir. İnsan bu cihaz ve duygular pencereleri ile Allah’ın isim ve sıfatlarını seyrediyor. Sair hayatsız mahluklarda bu cihaz ve duygular olmadığı için, insan gibi Allah’ın bütün isim ve sıfatlarına mazhar ve ayna olamıyor.

Mesela; bir dağ hayatsız olduğu için, ilgi ve alakası sadece oturduğu bölge ve bulunduğu mekandır. Ama dağdan küçük olan bir arı, hayat sayesinde bütün kainat ve onun içindeki alemlerle ilgi ve alaka kurabiliyor. İşte arıyı dağdan azametli kılan şey, hayatın ince işlemeleri ve nakışları hükmünde olan duygu ve cihazlardır. Bu mana insanda daha parlak ve daha geniş bir şekilde tecelli ediyor. İnsanın hayatının yanında şuur ve akla da sahip olması, hayatının nakış ve inceliklerini daha da genişlendiriyor, parlak hale getiriyor.

Mesela; göz görme işlemini hayat sayesinde yapıyor; Allah’ın basar sıfatına hem mazhar hem de nakış oluyor. Kulak işitme fiilini hayat ile icra ediyor, Allah’ın semi sıfatına nakıştır. Dil tatma eylemini hayat ile tadabiliyor, Allah’ın Kerim ve Rahim ismine aynedarlık ediyor. Akıl manalar alemini hayat ile seyrediyor, Hakim isminin manasına insanı ulaştırıyor. Mide rızık alemini hayat temelinde tadıyor ve Rezzak ismine güzel bir takvim oluyor vs.

İnsan mahiyetine takılmış bütün cihaz ve duyguların hepsi hayat enerjisi ile işleyen ve ondan kaynayıp gelen birer nakışlar, birer işaretler hükmündedir.

Özet olarak nakıştan maksat, insanın mahiyetine yerleştirilmiş nihayetsiz duygu, cihaz ve kabiliyetlerdir.

Kaynak: Sorularla Risale-i Nur

Depresyon ve Risale-i Nur

Hızlı, san’atlı, suhûletli ve sehavetle, muazzam değişikliklerin yapıldığı bu mevsimde, her şey yaratılış hikmetine uygun hareket ederken, insan bu hikmete uymaz ise, sıkıntılar yaşar. Bu mükemmel enerjiye ayak uyduramaz, dar bakış açıları ile, basit, günü birlik olay ve hadiselere takılıp, enerjisini bu yönde harcarsa, elbette depresyon kaçınılmaz bir sonuç olacaktır.

Depresyon sadece bu sebeple ortaya çıkmamaktadır. Çağımızın hastalığı depresyona, sebepleri açısından baktığımızda dört çeşide ayrıldığı görülür.

  • Bunlardan birincisi, beyindeki bir bozulma sonucu olan depresyondur ki, bu fiziksel bir hastalıktır.
  • İkincisi, genetik olmayan ama biyolojik bir depresyon çeşididir. Bu da genelde madde bağımlılarında ortaya çıkar.
  • Üçüncüsü, halledilmemiş bir çocukluk travması, geçmişteki bir sorundan kaynaklanan, psikolojik olmakla beraber, biyolojik de olan bir sorundur.
  • Dördüncüsü ise, insanın günlük hayatında meydana gelen, ani ve şiddetli bir etki neticesinde ortaya çıkan depresyondur.1

İlk iki depresyonda insanın tıbbî bakıma ihtiyacı vardır. Psikiyatri tedavisi ve ilâçlar şarttır. Üçüncü ve dördüncü tip depresyon tedavisinde ise, ilâçla beraber sağlıklı sonuç için, ‘inanç tedavisi’ de gerekmektedir. Belki inanç faktörü ve iman, tam bu noktada en iyi bir çözüm olacak ilâç mesabesindedir. İman, gerçi ilk iki depresyon tedavisinde dahi, hatta koruyucu tedbir açısından da bir ilâç ve kalkandır. Fakat bu gün toplum içerisinde en yaygın olanı, üçüncü ve dördüncü tip depresyon çeşididir.

İnsan, kendini tanımazsa, nereden geliyor ve nereye gidiyor olduğuna dair sorular sorup bunların en doğru cevaplarını bulamaz, bu dünyadaki vazifesini idrak edemezse, elbette depresyona düşmeye müsait hâle gelecektir. Bu soruları her insan fıtrî olarak sorar, fakat doğru cevaplarını herkes bulamaz. Bu cevapları da en doğru ve ikna edici olarak, dinler ve peygamberler vermiştir.

Geçmişte çözülemeyen bir problem sonucu, ilâç tedavisi, kişinin konu hakkında konuşmasına ve bu konuşmanın neticesinde kendini kısa süreli iyi hissetmesine sebep olabilir. Kısa vadede faydalı gibi gözüken bu tedaviyle, problemler yüzeysel çözülmüş olabilir, fakat ilâçla yapılacak bu çözüm, kaçınılmaz olan sonucu sadece erteler. Bunun tehlikeli bir yanı da, bir hap sayesinde kendini iyi hissetmenin, ileride duran zorluklara karşı yapmak gerekeni de yapmaktan kaçınmaya yol açabileceğidir.

O halde, bir depresyon durumunda yapılması gereken, ilâç tedavisi olsa bile, bununla beraber ‘inanç tedavisi’ de şarttır. Psikolog ve psikiyatristlerin ilâç tedavisi ile beraber inanç terapileri yapmaları da gerekir.Hazık(uzman) mütedeyyin(dindar) hekimlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilâçtır. Mütedeyyin hekim, elbette meşrû dairede nasihat eder ve vesâyâda (tavsiyelerde) bulunur. Yarım hekimlere veyahut insafsız doktorlara rast gelse, evhamını daha ziyade tahrik eder. Zengin ise malı gider, yoksa ya aklı gider, veya sıhhati gider.”

“PEACE” veya İmânî Bakış Açısı

Psikolojik hastalıklarda, İngilizce “PEACE” kelimesi, özellikle Batı’da kullanılan bir tedavi sürecinin baş harflerinden oluşmaktadır. Kelime anlamı, “HUZUR” demektir. Harf açılımı ise, “P (problem); E (emotion=duygu); A (analysis=analiz); C (contemplation= tefekkür); E (equilibrum= denge)” anlamındaki kelimelerin birleşimi PEACE kelimesin oluşturur.2

Psikolojik sorunlarda problem ve problem neticesinde gelişecek duygu, fıtrî bir hâldir. İnsanın bunu tahlil etmesi veya olay karşısında hissetmesi gerekeni öğrenmeye ihtiyacı yoktur. Bu zaten fıtratta olan bir hâl olarak tezahür eder. Sonra ise, analiz kısmı gelir ki, problem daha ileri düzeyde tetkik edilir. Bunu insanın kendisi yapabileceği gibi, bir yol göstericiye de ihtiyaç duyabilir. Fakat dördüncü basamak, yani problemin tefekkür edilişi ise, insanı tamamen hikmet okumalarına götüren, Esmâ talimi yaptıran bir süreçtir ki, bu süreç en doğru biçimde ancak mânâ-i harfî ile, niyet ve nazarla okunabilir. Aksi halde, doğru okuma formülünü bilemeyenler için, psikolojik sıkıntılarını derinleştiren bir faktör bile olabilir. Son basamak ise denge hâlidir. İlk dördünde öğrenilenlerin hayatın içinde yaşanılır hâle gelmesi demektir. Yani benzer olay ve hadiselerde nasıl tavır alınacağını veya hızlı gelişen anlık olaylardaki tepkileri düzenleyen bir süreçtir.

Duyguları değerlendirmek bir iç muhasebedir. Buna enfüsî bir tefekkür de denebilir. Psikolog ve psikiyatristlerin pek çoğu bu aşamadan öteye geçemez.

İşte Batılıların adını, PEACE koyduğu, anlam olarak da HUZUR mânâsına gelen bu tedavi süreci, aslında baştan başa imanî bir bakış açısı sürecidir. Her ne kadar bunun adını böyle koymasalar da, ‘Huzurda olan huzurlu olur’ prensibine yaklaştıklarının bir göstergesidir.

Hiç şüphesiz burada önemli olan, gerek problem teşhisinde, gerek duygusal yaklaşımda, tetkik ve tefekkür aşamalarında, insanın en doğruyu bulması gerekir. Yani problem dediğimiz şeye bir kul olarak, imtihan vesilesi yaklaşımı, bu dünyanın lezzet ve ücret yeri olmadığı düşüncesi probleme bakışımızı değiştirecektir. Bu değişen bakış, soruna karşı vereceğimiz duygusal tepkiyi de değiştirecektir.

Meselâ, insanın bir ölüm haberi alınca hissedeceği duygu, ya isyan ya da tevekküldür. Bu tepkiyi belirleyen elbette imânî bir yaşayıştır. Çünkü Peygamber Efendimiz (asm), “Bir kimse, aldığı bir ölüm haberi karşısında, dudaklarından dökülen ilk sözleri, ‘innâ lillah ve innâ ileyhi râciûn’ olursa, imanının kâmil olduğuna işarettir” demiştir.

Bunun gibi daha nice problemler ve onlara karşı gösterilecek itidalli duyguların hepsi, sünnet-i seniyyenin içinde mevcuttur. Bu yaklaşımlarda olan ve sünnet-i seniyyede hissesi ziyade olan birisinin de elbette meseleleri tahlil etmesi kolaylaşacaktır. Problemini tahlil ederken, bakış açısı imanla nurlanmış bir mü’min, hadiselere, musibetlere bile arkalarındaki hikmetleri gören bir nazarla bakacaktır. Elbette bize böyle bakmayı, maddî ve mânevî hayatı nasıl korumaya alacağımızı öğreten en doğru rehber, Resûlullah’tır (asm).

Risâle-i Nur, bir PEACE tedavi sürecidir

Kur’ân ve sünnete göre bir bakış açısı ayarı sunan Risâle-i Nur eserleri, başlı başına bir PEACE tedavi süreci eserleridir. Risâle-i Nurlar başta insanı psikolojik problemlere karşı koruduğu gibi, probleme düşmüş insanlara da Kur’ânî tedaviler uygulayan bir hekim gibidir. Ve nihayette yaşanan hâdiseleri, kulluk ekseninde tefekkür edip, ifrat ve tefrit duyguları vasata çekerek, insanı denge hâline getirir. Problemlere karşı bu süreci, bu şekilde inanç terapi metoduyla işletmek, ileride gelecek sorunlara karşı da insanı hazırlar. Bu da, vasat bir hâl yaşamayı, yani dengeyi sağlar.

Dindar insanlar depresyona girmez diye bir düşünce yanlıştır. Nasıl maddî vücut hastalanırsa, insanın mânevî yapısında da hastalıklar olabilir. Fakat imanlı bir insan bu tür hastalıklardan kurtulmaya, yol ve yöntem açısından daha müsaittir.

Mânevî hastalıkların ilâçları mü’min insana daha yakındır. Yeter ki insan bunları kullanabilsin. Bu tedavi, bir süreçtir. Nurları okumak bu hastalıklara karşı koruyucu olabildiği gibi, hastalanmışlara da tedavi sunar. Fakat, “İman bir ilâçsa, bu ilâcın tesirini arttıran şey, ibadettir” prensibince, Risâle-i Nurlar bir ilâçtır. Fakat bu ilâçları kullanmak, hayata değdirmek, hayatın tam merkezine oturtmak ve öğrenilen hakikatleri uygulamak gerekir. Aksi halde, sadece okumak problemlerimizi çözmede yeterli olmayacaktır.

Dipnotlar:
1- Prof. Dr. Lou Marinoff, Felsefe Terapisi, Gendaş Kültür, 2004, İstanbul. 2- A.g.e.
03.05.2009
Yeniasya

Çocuk ve Risale-i Nur

Bazı ‘Latif Nükteler’i içeren Yirmisekizinci Lem’a’da, Lem’alar’a derc edilmesindeki hikmetin ilk etapta pek kavranamadığı bir mektup vardır. Şefik adındaki bir talebesinin Bediüzzaman’a yazmış olduğu bu mektup, ilk okuyuşta, samimi duygularla yazılmış sıcak ve safiyane bir mektup olmaktan ibaret gözükür insana.

Nitekim, bu mektupla ilgili şahsî tecrübem bu şekilde başlamış, ancak uzun bir zaman sonradır ki, bu mektup anlam ve derinliğini bana açmıştır. Çocuklara Risale-i Nur’u ne şekilde takdim edeceğini bilemeyenler için, bu mektup, manidar ipuçları vermektedir. En ziyade dikkate değer yanı, herhalde budur.

Mektubun bilhassa son paragrafından öğrendiğimize göre, Şefik adlı Nur talebesi ‘üç yaşından sekiz yaşına kadar’ çocukları ile yeğenlerine Risale-i Nur okumuştur. Ama, meselâ “Bunlar Risale-i Nur’dur. Üstad Bediüzzaman Said Nursî bunları yazmıştır” gibi bir girişle değil! Hele hele, “Gelin bakalım. Şimdi size Risale-i Nur okuyayım” diye hiç değil.

Bilakis, kendisi Risale-i Nur okuyorken çocuklar başına toplanıp ne okuduğunu sormuşlar; o da “Elmas, cevher, nur” demiştir. Bu cevapla merakları uyanan çocuklar ‘elmas, cevher, nur’u anlamaya çalışırken, Şefik onları sevmiş, çay vermiş, okumaya devam etmiş, aradaki sorularına “Bu, elmas, cevher, nurdur” şeklindeki merak uyandırıcı cevapla mukabele etmiş, ‘anlayamadıkları’ yerleri ‘onların anlayabileceği şekilde’ izah etmiş ve en sonunda “Nur, bunu okumaktır. Elmas, bu sözleri yazmaktır. Cevher de, bu kitaptan aldığınız imandır” diye bir açıklama getirmiştir.

Mektubun en son paragrafı ise şu şekildedir:

“İşte Elmas, Cevher, Nur budur, dedim. Tasdik ettiler. Hepsi birden bana bakıyorlardı ve ‘Bunu kim yazmış?’ diyorlardı.” Şimdi, bu latif mektuptan alınacak bir dizi ders vardır. Özellikle “Çocuklar(ımız)a Risale-i Nur’u nasıl anlatabiliriz?” sorusuyla hemhal olanlar için!

Birincisi, Şefik’in (r.h.) kendisinin ev ortamında Risale-i Nur okuyor oluşudur. Demek, çocuklarımızın Risale-i Nur okumalarını istiyorsak, evvela onların bizi Risale-i Nur okurken görmeleri gerekmektedir.

İkincisi; babalarının (veya dayılarının) ne okuduğunu merak edip soranlara Şefik’in doğrudan “Risale-i Nur okuyorum. Risale-i Nur ki, asrın tefsiridir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri yazmıştır” türünden bir cevap yerine, çocukların merakını daha da kamçılayıcı latif bir cevabı tercih etmesidir: “Elmas, Cevher, Nur okuyorum.”

Üçüncüsü, bunun üzerine merak edip başına toplanan çocukları Şefik’in sevmesi ve kendilerine ikramda bulunmasıdır. Demek, çocuğumuzun Risale-i Nur’a muhatap olacağı ortam, sevgi gördüğü ve ikrama muhatap kılındığı bir ortam olmalıdır.

Dördüncüsü, Şefik’in “Onuncu Söz” gibi bir risaleyi okurken, çocukların anlayamadıkları noktada sordukları sorulara ‘onların anlayabileceği şekilde izah’ getirmesidir. Demek, Risale-i Nur’u çocuklara anlatmanın en uygun yolu, onu ‘çocukça’ anlatmaktır.

Beşincisi, Şefik’in elmas, cevher ve nuru son derece latif bir biçimde izah ettikten sonra, hâlâ daha müellifin ismini vermemiş olması; bu cevabın, ancak en sonra gelmesidir. Demek, önce Bediüzzaman’ın şahsını nazara verip, “İşte bu onun kitabı. Hadi okuyun” deme şeklinde örneklerini çokça gördüğüm bir tarz değildir doğrusu. Aslolan, muhatabı önce Risale’yle tanıştırmak, ancak bundan sonrasında gelen sorular dahilinde onun müellifini anlatmaktır.

Şefik’in mektubu, sonradan farkına vardığım böylesi fıtrî, hakikatlı ve sımsıcak ölçüler taşıması itibarıyla, sanırım, çocuğuna veya çocuklara Risale-i Nur’u anlatma ve aktarma gayreti taşıyan herkesin dikkatle ele alması gereken bir mektup hükmündedir.

Metin Karabaşoğlu / Sorularla İslamiyet

Bediüzzaman’ın gençliğe hitabesi

Sevgilinin köyü aşığa güzel gelir. Bir kara gözlünün hatırı için, çok gözler sevilir derler. Darülhikmet’il İslamiye’nin aşağıya bir perde sadeleştirerek aldığım beyannamesini görünce ister istemez heyecanlandım! Nede olsa  Darülhikmet’il İslamiye üstadın köyü. Ve onu seviyoruz. Onu bize hatırlatan yerlerin ayrı bir değeri ve güzelliği var.

Bu beyannamenin hazırlanmasında Üstad’ın katkısı ne kadar onu bilmek zor. Ama o dönemde hazırlanmış. Ve o kurumda çalışan çok muhterem alimlerin bu günlere dair endişelerini taşıyor. Şimdi hepsi ahiret yurdundalar. Bir kısmı şehitler zümresinde, bir kısmı kahraman mücahidlerin, şehit evliyaların başlarında! Allah (C.C) cümlesini cennetü’l-firdevsinde cem eylesin!

Bu yazının başlığı Darülhikmet’il İslamiye’nin Beyannamesi şeklinde de olabilirdi. Ama yukarıdaki başlık daha dikkat çekici! – eh artık gazetecilik huyu bulaşmaya başladı demek ki- Hem Üstad’ımız dememiş mi ki “Şöhret insanın malı olmayanı da ona mal eder” diye! Bu iki nükteden sonra gençliğe hitabeyi okuyup, o muhterem üstadların bizim için çektikleri ıztırabı anlamaya çalışalım.

GENÇLİĞE HİTABE

Darülhikmet’il İslamiye’nin Beyannamesi
Darülhikmet’il İslamiye’den tebliğ edilmiştir.

Din-i Mübin-i Muhammedî din-i fıtridir. Fıtrat-ı selime sahibi olan şuurlu hiç bir fert bu hakikati inkar edemez. İnkar edecek olursa ya fikrinde selamet yoktur, ya nazarında isabet. İslamiyet’in meziyetlerini araştıran hiçbir akl-ı selim sahibi yoktur ki İslam’ın gerekli güzellikleri içeren bir din-i âli olduğunu teslim etmesin. İslam demek insanlık nurunun süzülmüş özü demektir. O nurun cazibekar renkleri ancak o menşurdan geçtikten sonra görülür. Zat-ı insaniyet demek olan ruhun bi‘l-kuvve tazammun ettiği bütün güzellikler ve yüksek hasletler ancak İslam’ın kalplere nüfuz etmesi ve vicdana hâkim olmasıyla anlaşılır. Âlemde hiçbir hayır yoktur ki İslam onu himayesine alıp gerek ferdi gerek içtimai bir saadetin husulüne hadim kılmasın. Fakat bu hakikatin tereddütsüz kabul edilmesi için kalbin kin ve inkar gibi çirkinliklerden uzak olması lazım gelir. Eğer kalp bu illetler ile hasta ise fikirde selamet, nazarda doğruluk kalmaz. Kâffe-i evamir-i ilahiyenin dünyevi uhrevi nice nice faydaları içerdiğini kim inkar edebilir?

Cenab-ı Hak bize emreylediği bir şeyde bazısını aklen idrak ettiğimiz, bazısını akıl erdiremediğimiz birçok fayda derc etmiştir. Bazı kimselerin akıl zannettikleri dalalet rehberine uyarak her şeyi kendi heva ve heveslerine göre tefsir ve tevile kıyam etmeleri, en parlak hakikatleri inkara, hatta inkar değil Allah saklasın bazı kere de hakarete yeltenmeleri, dine karşı bir hıyanet olduğu gibi insaniyete karşı da pek büyük bir cinayettir. İşte dimağı akıl geriliğinden uzak olan her anlayış sahibinin, din-i mübinimizin her emrini gönül rahatlığı ile yapmakta tereddüt etmez. Halimizi ıslah, istikbalimizi temin edecek yegâne çare budur. Bu yoldan sapılacak olunursa akıbetimiz pek karanlıktır. Milletimizin kurtuluşunu ise bilhassa vatan gençliğinin ıslahında aramak lazım geldiğinden her işin başından sonunu gören basiret sahipleri, daima geçlerimizin hareketlerine dikkat çekmektedirler. Millet ve vatan duygusundan nasibi olan herkes, nesl-i âti dediğimiz bu vatan yavrularını maddi manevi pek yüksek bir mertebede görmek ister. Milletin âtisini ancak bu mefkurenin hayata geçirilmesinde görür.

Gençlerimiz her şeyden evvel dindar olmalıdır. Fakat bu dindarlık lafızda kalmamalıdır. Bu lafzın tazammun ettiği mana kalbe nüfuz etmelidir. Hayrat-ı saire dinin olmazsa olmaz tamamlayıcısıdır.  Kalp nur-u iman ve İslam ile tenvir edilince gidilecek yol görülür,  nefis tehlikelerden korunur. Şurasını söylemekte zerre kadar tereddüt caiz değildir ki el-yevm medeniyet hayatı denilen hayat-ı sefilane, insaniyeti temelinden yıkacak sayısız rezillikler ihtiva etmektedir. Bu söz yalnızca iddia değil, yine Avrupa’nın faziletli âlimlerince neşredilen eserlerde görülen sabit bir hakikattir. Fakat ne faide ki nefislerine esir olan batılıların, hak ve hakikate yönelme kabiliyeti kalmamıştır. Avrupa ulemasından hangisiyle samimi bir hasbihal edilecek olsa onlar da halkın bu suretle sapkınlığa düşkün olmasından şikayetçi olmakta,  hepsi yaşanan feceati takdir etmektedir. Fakat dalaletin sersemliği arasında hakikati işitmek mümkün olmadığını üzülerek tekrar ediyorlar. Bunu bırakalım kütüphaneler dolusu ciddi batılı eserler meydandadır. Bu eserlerin hangisi bu rezillikleri tavsiye etmektedir? İşte gençlerimiz bu konuda gayet uyanık hareket etmeli Allahın yardımı ile elimizde kalacak olan yerlerin kapılarını tamamıyla bu çirkinliklere karşı kapalı bulundurmalıdır, amma buna taassup denilecek imiş, varsın denilsin. Bu tabir insan olmak arzusundan sıyrılan sefihlerin manasını bilmeden her yerde kullanmak istedikleri bir yalan aletidir.

Gençlerimiz her şeyden evvel dindar olurlarsa hiçbir tavsiyeye hacet kalmaksızın bu hakikatleri görüp gereği gibi hareket ederler. Bununla beraber genç oğullarımızla, genç kızlarımızın sefihane hayatın yalancı güzelliklerine kapılmayıp her hal ve işlerinde dinin sağlam itikadına dayanan bir yol seçmeleri samimiyetle ve şefkatle tavsiye olunur.

Zira maddi ve manevi saadetimiz felah ve kurtuluşumuz ancak bu yola uymak ile temin edilir. Eğer gençler sefil arzuların peşinde koşacak olursa felaketin son çığlığı olarak “vay bizim halimize” demekten başka söyleyecek söz de kalmaz. Zamanın şakası yoktur. O kahır ile (bela ve musibet ile) terbiye eder. Cümlemiz o terbiyenin tadını tattık, bu felaketler inşallah uyanmamıza başlangıç olur. Felaketler ümitsizlik sebebi olursa netice vahim olur. Cenab-ı hakkın lütfuna mazhar olmaktan ümit kesilmez, fakat o lütfun gelmesine yol açacak istidadı elde etmek şarttır. Yüce Rabbimiz cümle ümmet-i Muhammed’i karşılıksız lütuflarına mazhar buyursun.
15 Haziran 1336 İkdam/ 15 Haziran 1920”

Bu feryadın içinde Üstad’ın sesini duymamak mümkün değildir. Şairlerin hiss-i kable’l-vukuu olur da  alimlerin olmaz mı? Cihan harbinden sonra ümmeti, hususan gençliği bekleyen tehlikeyi görmüşler, son bir çığlıkla onları uyarmak istemişler.

Heyhat! Sonra gençliğe hitabe yazanlar  her şeyi taklide yöneldiler. Hem de batının en çirkin adetlerini güya medeniyet adı altında millete zorla kabul ettirdiler.

Bu gün istikbal için hala bir umut taşıyabiliyorsak, bunu Asrın İmamı Bediüzzaman ve arkadaşlarının selden kapıp kurtardıkları bir neslin varlığına  borçlu değil  miyiz?

Ramazan Balcı

Kaynak: Risale Haber

Bediüzzaman’ın Kronolojisi

Bediüzzaman’ın hayat seyri ve safahatından mü­him bir kısmının tarihleri:

1877

Said Nursî Hazretlerinin Bitlis Vilayeti Hizan İlçesi Nurs Köyü’nde doğumuştur.

1885

Yaş 9

Said Nursî ilk tahsile başlamak için ailesinden ay­rılıp Tağ Köyü Medresesine gelmesi… Burada çok az bir süre kalıp tekrar köyüne dönmüştür.

1891

Yaş 14

Hz. Üstad’ın Resulullah’ı (A.S.M.) rüyasında gör­mesi ve em­salsiz üç aylık tahsilini yaptığı yer olan Doğu Beyazıt’a gitmesi… Bu sıralarda kendisinin lakabı, Molla Said-i Meşhur’dur.

1892

Said Nursî Hazretleri, görülen hârika haller ve za­mana uy­mayan durumlar karşısında Bediüzzaman ünva­nının kendisine verilmesi ve böyle anılmaya baş­lanması

1893

Yaş 16

Bitlis ve Siirt civarında çeşitli yerlerde bulunup, daha sonra Siirt’in Tillo kasabasında bir kubbede inzi­vaya çe­kilmesi… Karınca ve arı milletlerinin cumhuri­yetçi olduk­larını söylemesi…

1894

Bediüzzaman Hazretleri, Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerinden rüyasında aldığı emir üzerine, Cizre’de aşiret reis­lerinden Mustafa Paşa’yı ikaz için Cizre ve Mardin taraflarında bulunması…

Mardin’de siyaset-i İslâmiye ve içtimaî mes’ele­lerle ilgilen­mesi…

1895

Mardin’den nefiy ile Bitlis’e gelmesi ve iki yıl orada valinin ilme hürmetinden dolayı tahsis ettiği odada kal­ması…

1897

Van Valisi Hasan Paşa’nın daveti üzerine Van’a git­mesi ve Valinin konağında kalması

Müsbet ilimlerle meşgul olarak hârikulâde bilgi sa­hibi olması

Bu zamana kadar hıfzına aldığı 80-90 cild kitabı, üç ayda bir ezberden devretmesi

1900

İngiliz Müstemlekât Nâzırı Gladiston’un gazete­lerde çıkan beyanatı üzerine Bediüzzaman o zamana ka­dar elde ettiği bütün ilimleri, Kur’anın hakikatlerine çıkmak için basamak yapmaya karar verir ve der:

“Kur’anın sönmez ve söndürülmez manevî bir gü­neş hük­münde olduğunu, ben dünyaya isbat edece­ğim ve göstereceğim!”

1907

Din ilimleriyle fen ilimlerinin beraber okutulacağı ve Arapça, Türkçe, Kürtçe tedrisat yapabilecek bir İslâm Üniversitesi’nin Şark’ta tesisi için İstanbul’a gelmesi

Kaldığı yerin kapısına “Her suale cevab verilir” lev­hasını asıp, âlimleri sual sormaya daveti

Sultan Abdülhamid’e Şark’ta üniversite açılması için müra­caatı

Yıldız Divan-ı Harbi’ne verilmesi

1908

Meşrutiyete, yani seçim ve meclis sistemine (tam meşruiyete istinadı için) sahip çıkması

1909

31 Mart’ta Bediüzzaman’ın yatıştırıcılığı

İsyan etmiş olan sekiz taburu itaata getirmesi

Bediüzzaman’ın Divan-ı Harb’e verilişi

Divan-ı Harb’de beraet edişi ve serbest bırakılması

1910

Divan-ı Harb’den beraet eden Bediüzzaman’ın Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılması

Şark’ta aşiretleri dolaşarak hürriyeti, meşrutiyeti anlatması ve içtimaî dersler vermesi

1911

Şam’a gelişi ve Câmi-i Emeviye’de muhteşem bir hutbe ile İslâm Âleminin dertlerini ortaya koyması ve hal çarelerini gös­termesi

Sultan Reşad’la beraber Rumeli seyahatine çık­ması

1913

Van’a gitmesi ve Şark Üniversitesinin temelini at­tır­ması

1915

Milis Kumandanı Bediüzzaman, Pasinler cephe­sinde Ruslarla çarpışıyor

1916

Bediüzzaman’ın Ruslara esir düşmesi ve iki yıl esaret hayatı

1918

Bediüzzaman’ın Kosturma’dan firar edişi

17 Haziran 1918: Bediüzzaman’ın Varşova, Viyana ve Sofya üzerinden İstanbul’a avdeti

Enver Paşa’nın vazife teklifini kabul etmeyen Bediüzzaman’a, Harbiye Nezareti ikramiye ve harb ma­dalyası veriyor

13 Ağustos 1918: Ordu-yu Hümayun’un tavsi­ye­siyle Dâr-ül Hikmet’e âzâ oluşu

1919

19 Nisan 1919: Bediüzzaman’ın Dâr-ül Hikmet’ten altı ay izne ayrılması

Sultan Vahdeddin, Bediüzzaman’a “Mahreç” pâ­yesi veriyor

1920

İngiliz işgaline karşı “Hutuvat-ı Sitte”yi neşrede­rek mücadele etmesi

1921

Bediüzzaman’ın Anglikan Kilisesi’ne cevabı

Bediüzzaman, Kuvâ-yı Milliyeyi destekliyor

1922

Bediüzzaman davet üzerine İstanbul’dan Ankara’ya geliyor

9 Kasım 1922: Bediüzzaman’a Meclis’de hoşâ­medî yapıl­ması

1923

19 Ocak 1923: Bediüzzaman Meclis’de mebuslara hi­taben bir beyanname neşrediyor

17 Nisan 1923: Ankara’da umduğunu bulama­yan ve kendi­sine yapılan bütün teklifleri reddeden Bediüzzaman’ın Van’a git­mek üzere yola çıkması

1925-1927

Bediüzzaman’ın Van’dan nefyi

Bediüzzaman Van’dan İstanbul’a oradan da Burdur’a getiri­liyor

Isparta’da bir müddet kalan Bediüzzaman, önce Eğridir ora­dan da Barla’ya getiriliyor

Başta Sözler, Mektubat, Lem’alar’ın bir kısmı ol­mak üzere Risale-i Nur’lar te’lif edilmeye başlanıyor

1934

Barla’dan alınan Bediüzzaman’ın Isparta’ya getiri­lişi

27 Nisan 1935: Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya ve Jandarma Umum Kumandanı askerî bir kıt’a ile Isparta’ya geliyor ve Bediüzzaman tevkif olunuyor

Tevkif edilen Bediüzzaman ve talebeleri, muha­keme edilmek üzere Eskişehir’e götürülüyor

Tesettür âyetinin tefsirinden dolayı Bediüzzaman’a 11 ay ceza veriliyor

1936

Temyiz edilen mahkûmiyet kararının neticesi Temyiz’den gelmeden hapis müddeti tamamlandığı için Bediüzzaman tahliye ediliyor

27 Mart 1936: Tahliye edilen Bediüzzaman, Kastamonu’da ikamete mecbur ediliyor

Üç ay karakolda kalan Bediüzzaman, karakol kar­şı­sında bir eve yerleştiriliyor. Burada da bir kısım insan­lar ona talebe oluyor­lar. Âyet-ül Kübra ve bir kısım risa­lele­rin telifi yapılıyor. Başka yer­lerdeki talebele­riyle, Kastamonu Lâhikası adıyla toplanan kitap­taki mektub­larla haberleşiyor ve hizmet metodları hakkında ikaz­larda bulunuyor.

1943

20 Eylül 1943: Bediüzzaman’ın tevkif edilerek Ankara, Isparta ve oradan Denizli’ye getirilmesi

1944

Denizli mahkemesinin başlaması

15 Haziran 1944 Denizli Ağırceza Mahkemesi Bediüzzaman’ın beraetini ilân ediyor

Ağustos 1944 sonlarında Ankara’dan gelen emirle Bediüzzaman Emirdağ’da ikamete mecbur edili­yor

1948

23 Ocak 1948 Emirdağ’da kış ortasında Bediüzzaman ve ta­lebelerinin tevkif edilişi ve Afyon mahkemesine sevki

6 Aralık 1948 Afyon Mahkemesinin mevhum ve mesnedsiz iddialarla Bediüzzaman ve talebelerine mah­kûmiyet kararı verişi ve temyiz

1949

20 Eylül 1949 Yirmi ay mevkuf tutulan Bediüzzaman Hazretleri, halkın tezahüratına mâni ol­mak için Afyon hapishane­sinden şafak vakti tahliye edi­liyor

20 Kasım 1949 Bediüzzaman’ın tekrar Emirdağ’a getirilişi

1952

Ocak 1952’de Gençlik Rehberi mahkemesi için Bediüzzaman İstanbul’a geldi.

22 Ocak 1952 Salı Gençlik Rehberi mahkemesi­nin ilk du­ruşması

5 Mart 1952 Salı: Bediüzzaman’ın Gençlik Rehberi dâva­sından beraeti

1953

Nisan 1953: Bediüzzaman tekrar Emirdağ’a geldi

Mayıs 1953: İstanbul’a gelen Bediüzzaman’ın üç ay kadar kalması

Bediüzzaman’ın Patrik Athenagoras’la görüşmesi

Onsekiz yıllık ayrılıktan sonra Barla’ya gelişi

1956

23 Mayıs 1956: Sekiz senedir devam eden Afyon Mahkemesinde Risale-i Nurların beraeti ve iade edil­mesi

1957-1958
Nur Risalelerinin ve bu arada Tarihçe-i Hayat’ın matba­alarda neşredilmesi

1960

23 Mart 1960 Çarşamba: Bediüzzaman, Ramazan’ın 25. günü gece saat 03.00 civarında bu fani âleme veda etti

12 Temmuz 1960 Salı: Mezarı açılan Bediüzzaman’ın naaşı çıkarılarak askerî bir helikop­terle meçhul bir istika­mete götürülü­yor.

Kaynak: Bediüzzaman Said Nursi- Mufassal Tarihçe-i Hayat, Abdülkadir Badıllı