Kategori arşivi: Tarih

Osmanlı’da Modern Yüksek Öğretim Nasıldı?

Fenler evi manâsına gelen Dârülfünûn, Tanzimat döneminde (1839-1876) medrese dışında yeni bir yüksek öğretim müessesesinin kurulması düşüncesinin ürünüydü. Mânidar bir şekilde Dârülfünûn denilmesinden anlaşılacağı üzere, Şeyhülislâmlık makamına bağlı medreselerden oldukça farklı bir zihniyeti temsil ediyordu. Medreselerle Dârülfünûn arasındaki en önemli ayrım, medreselerde fen bilimleri ile dinî ilimlerin birlikte öğretilmesiydi.

Fatih Sultan Mehmed döneminde açılan Sahn-ı Seman Medresesi ve ardından kurulan Süleymaniye Medreselerinde astronomiden tıbba farklı sahalarda ilimler okutulmuş; ancak bugünkü mânâda akademik unvanlar, bölümler, kürsüler kurulmamış ve yayın yapılmamıştı. Bu yönüyle Osmanlı’da yüksek öğretim, 15. asır ortalarında başlar; fakat günümüz üniversitelerine benzeyen yüksek öğrenim, Dârülfünûn’un açılmasıyla başlamıştır denebilir.

19. asırda müşahede (gözlem) ve ispata dayalı (müspet) bilimlere “fen” deniliyordu. Yani içinde ulûm (dinî ilimler) olmayacaktı. Medrese ise, ulûm ve fünûn demekti. Dârülfünûn’da kalbin ve aklın tatmin edilmesinden bahsedilmiyor; sadece görünür, tatbiki, aklî ve fennî olana atıf yapılıyordu. Burası bir Darülhadîs (hadîs ilmi okutulan yer) bir Darülkurra (Kur’ân ilmi okutulan yer) değildi.

Osmanlı tarihinde Sultan 1. Abdülmecid’in zamanında Gülhane’de Tanzimat Fermanı’nın okunmasıyla (Kasım 1839) başlayan Tanzimat döneminde, hukukta olduğu gibi eğitim sisteminde de köklü ıslahatlar yapıldı. Osmanlı eğitim teşkilâtı bugünkü gibi ilk, orta ve yüksek olarak yeniden yapılandırıldı. Meclis-i Maarif-i Umumiye’nin plânına göre, yeni kurulacak yüksek öğrenim kurumlarının gayesi, bilgi ve ahlâkça mükemmel olmayı hedefleyen, bütün fenleri okumaya hevesli ve devlet dairelerinde çalışmak isteyen herkese gerekli bilgileri sağlayacak bir müessese tesis etmek ve kafaların aydınlanmasını sağlamaktır. Bütün masrafların devlet tarafından karşılanacağı, talebelerin gece-gündüz barınıp çalışabileceği Dârülfünûn’un binası, Ayasofya Camii yakınında üç katlı, 125 odalı olarak İtalyan mimar Fossati’ye projelendirilmiş ve 1865’te bitirilmiştir. Fakat bu bina büyük geldiği için Maliye Nezareti’ne verilmiş ve Çemberlitaş’taki Nuri Paşa Konağı’nda ders başı yapılmıştır.

Peki, bu ilk üniversitemizin eğitim dili, müfredatı ve öğretim kadrosu nasıldı? Eğitim dilinin Türkçe olması benimsenmiş; ancak yabancı hoca mecburiyeti olan derslerin Fransızca verilmesi uygun görülmüştü. Bir müddet sonra (1876) yürürlüğe giren ve Fransa, Prusya, Belçika anayasalarından da esinlenerek hukuk komisyonunun hazırladığı ilk Osmanlı anayasasında öğrenim dili Türkçe olarak belirtilmiştir. Ders kitaplarının hazırlanması için “Encümen-i Dâniş” adıyla bir kurul oluşturulsa da, kitapların çoğu Avrupa’dan getirilmiştir. Daha sonraki yıllarda ise ders kitabı ihtiyacı, tercüme eserler yoluyla karşılanmıştır.

Ahmet Cevdet Paşa’nın da içinde bulunduğu Encümen-i Dâniş, maârif alanında yapılacak ıslahat ve yeniliklere yol göstermek, ilmî araştırmaları teşvik etmek için 1851’de danışma kurulu olarak kurulmuştu. Osmanlı tarihini yazan J. Von Hammer, Türkçe-İngilizce, İngilizce-Türkçe sözlükleri yazan James Redhouse bu kurulun üyeliğine seçilmişti.

Dârülfünun’da Hikmet ve Edebiyat Fakültesi, Ulûmu Tabiîye Fakültesi ve Riyaziyat Fakültesi adıyla üç fakülte kurulmuştu. Temel dersler fizik, kimya, matematik, felsefe, tarih ve coğrafya idi. 19. asırda Avrupa’da olduğu gibi bu dersler umuma açıktı. Bu şekliyle 13 Ocak 1863’te dersler başladığında büyük ilgi görmüştü. İbrahim Edhem nezaretinde kimyager Derviş Paşa’nın fizik ve kimyaya dâir adıyla verdiği ilk ders büyük bir yankı uyandırmıştı. Mecmua-yı Fünûn’un yazdığına göre, dinlemeye gelenler yer bulamayıp dışarıda kalmış, hele Derviş Paşa’nın elektrik deneyleri hayret uyandırmıştı.

Nuri Paşa Konağı’nın yanması üzerine Dârül­fünûn, Divanyolu’nda günümüzde Basın Müzesi olarak kullanılan binada eğitime devam etti. Son yıl tamamen bitirme tezi olmak üzere, dört yıllık bir okul olan üniversitede, her ne kadar Fransız materyalist felsefesi hâkim olsa, Lâtince, Roma Hukuku, Fransız Medenî Hukuku okutulsa da, bunun yanında Arapça, Farsça ve İslâm Hukuku da okutulmuştur. Siyasî çalkantıların ve döneme damgasını vurmuş iç ve dış gelişmelerin tesirinin görüldüğü bu devirde, din ilimlerinin eklenmesi, Doğu-Batı sentezi yapılmaya çalışıldığının da açık bir göstergesi olarak okunmalıdır. O dönem Batı’da en yaygın akımlar olan Hümanizm ve Pozitivizm’in bütün başucu kitaplarının sipariş edildiği ve edebiyatın bile Servet-i Fünûn olarak tavsif edildiği hatırlanırsa, bu derslerin müfredata girmesinin kolay olmadığı anlaşılır. 1900 yılına gelindiğinde üniversitenin adı “Dârülfünûn-u Osmanî” olmuş ve bir İlahiyat Fakültesi (Ulûm-u Âliye-yi Dîniye ) de eklenmiştir.

Tanzimat döneminde doğmuş olan Osmanlılık ideolojisi (din, dil, ırk farkı olmaksızın herkesin eşitliği) doğrultusunda, meselâ 1. sınıf Fransızca dersine Konstantini Efendi, resim dersine Mösyö Giz, daha sonra yine Fransızca dersine, Maarif Meclisi üyesi Jan Aristoklas Efendi girebiliyor ve bu durum yadırganmıyordu. Açılış yılında başvurular ümit verici gözükmüş, 1.000 başvuru içinden 450 kişi bir giriş imtihanından sonra alınmıştı. Bu kişilerin çoğu medrese talebesi idi.

Dönemin Maarif Vekili Safvet Paşa, Osmanlı tarihinin ilk iki yüzyılında bilim ve fen adamlarına gösterilen himaye, saygı ve teşvik, iki yüzyıl daha sürdürülmüş olsaydı, Avrupa’nın uygar milletleriyle münasebet kurulur, bu milletlerin ilerleme hızıyla baş başa gidilir ve netice olarak ülke bugünkünden çok farklı olurdu, demiştir.

12 yıl Osmanlı’nın Paris Sefareti’nin sefirlik imamlığını da yapan, Batı bilimlerine âşina ve Batı materyalizminin tesirinde kalan Dârülfünûn Rektörü Hoca Tahsin Efendi’nin, halk arasında “Gavur Tahsin” olarak anılmaya başlanması, Cemaleddin Afganî’nin okulda verdiği bir derste, “Peygamberliği bir sanat, Peygamberimiz’i de (sallallahü aleyhi ve sellem) bir sanatçı olarak zikretmesi”, şeyhülislâmlığın sert tepkisine sebep olmuş ve Dârülfünûn’u tartışılır hâle getirmiştir.

Bütün bu tartışmalar yaşanmış olsa da, Dârül­fünûn’un kökleşememesinin önemli sebeplerden biri, mâlî kaynakların yetersizliğidir. Osmanlı Dev­leti’nin 1875’te dış borçlardan dolayı mâlî iflâsını ilân ettiği (Muharrem Kararnamesi) hatırlanırsa, talebe harçları, vakıf ve devlet yardımlarıyla ayakta durması plânlanan ve geniş halk kitlelerinin desteğinden mahrum bir müessesenin gerektiği şekilde gelişemeyeceği açıktır. 19. asır sonlarından itibaren Sanayi-i Nefise (güzel sanatlar), Baytar Okulu, Maden Mektebi, Dârülmuallim (öğretmen okulu) gibi birbirinden bağımsız çok sayıda yüksekokulun açılması da Dârülfünûnun önemini azaltmıştır.

Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde önemli bir isim olarak gördüğü Dârülfünûn’un Rektörü Hoca Tahsin Efendi, abartılı tenkitlere uğramıştı. Onun şahsî yanlışları koca bir müessesenin karalanmasına sebep oluyordu. Hâlbuki Dârülfünûn bu millete lâzımdı ve şahsî hataların önemli bir müesseseye mâl edilmemesi gerekiyordu.

Dârülfünûn’un kendisinden beklenen fonksiyonu icra edememesinin ana sebebi ilgisizlik, sahiplenmeme ve kaynak yetersizliği idi. Meseleyi din ilimleri-fen ilimleri tartışmasına döndürmek oldukça yersiz bir ithamdır ve konuyu açıklamaktan uzaktır. Avrupa ile aramızdaki mesafeyi kapatmaya çalışan bir müessese, maalesef çok verimli bir şekilde çalıştırılamamıştır. 1900 yılında şimdiki İstanbul Üniversitesi’nin merkez binasındaki Dârulfünûn-u Osmanî’nin kurulmasına kadar kesintili bir eğitim vermiştir.

Cumhuriyet döneminde Dârülfünûn kapatılmış ve yerine İstanbul Üniversitesi açılmıştır. Özerk olan yapısı değiştirilmiş ve rektör ataması Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır. Türk yüksek öğrenim tarihini “1933 Üniversite Reformu” adı verilen kanunla başlatıp, o yıl Dârülfünûn’un kapatılmasını sanki bir bayrammışçasına ele almak, akıl ve izandan uzak bir yaklaşımdır. Birçok hususta olduğu gibi bu konuda da “öncesi yokmuş” gibi davranma ve sanki bir günde, bir gecede müesseseler tesis edilip hemen meyveleri alınıyormuş gibi bir intiba uyandırma, en azından gerçeklere uygun, ilmî ve ahlâkî bir duruş değildir.

Muhammed Aksoy / Sızıntı

Hattab’ın eşeği bile…

LEYLÂ BİNTİ Hasme ve kocası Âmir b. Rebia, ilk Müslümanlar arasındaydı. Leylâ Hatun ve kocası, müşriklerin gösterdikleri baskı yüzünden Hz. Peygamberin Habeşistan’a göç etmelerine izin verdiği sahabiler arasındaydılar.

Onların Habeş ülkesine doğru gitmeye hazırlandığı sırada, Leylâ binti Hasme’nin kocası Âmir, yol esnasında lâzım olabilecek bazı şeyleri almak üzere çarşıya gitmişti. Leylâ Hatun da evinde yol hazırlığıyla meşguldü.

Onları eziyet eden müşriklerin en önde geleni olan Ömer b. Hattab, Leylâ binti Hasme’yi yol hazırlığı yaparken görünce, gelip başucuna dikildi ve kadınları ismiyle hitabı kabalık gören Arap âdetleri uyarınca:

“Ey Ümmü Abdullah!” diye seslendi. “Demek, buradan gidiş var ha?”

Leylâ binti Hasme’nin cevabı sitem yüklüydü:

“Evet! Vallahi, artık Allah’ın yerlerinden bir yere çıkıp gideceğiz. Siz bizi işkencelere uğrattınız ve ezdiniz! Allah bize bir kurtuluş ve çıkış yolu açıncaya kadar, oralarda kalacağız.”

Bu sitemler yüreğine işlemiş olmalı ki, Ömer b. Hattab, ona:

“Allah size yoldaş olsun!” dedi.

Sonra da, dönüp gitti.

Kendisinden o güne kadar hiç görmediği bu yumuşaklık ve yufka yüreklilik, Leylâ Hatunu şaşırtmıştı.

Az sonra, kocası Âmir çarşıdan geldiğinde, kendisini şaşırtan bu olayı ona da anlattı:

“Ey Abdullah’ın babası!” dedi. “Biraz önce Ömer’in bize karşı gösterdiği yumuşaklığı ve yufka yürekliliği, gideceğimize duyduğu üzüntüyü bir görmeliydin!”

Karısının bu ümit yüklü sözleri üzerine, Âmir:

“Sen onun Müslüman olacağını mı umuyorsun?” diye sordu.

“Evet, umuyorum” cevabı alınca da, Âmir kesin konuştu:

“Şunu iyi bil ki, sen Hattab’ın eşeğinin Müslüman olduğunu görünceye kadar o adam Müslüman olmaz!”

Açıkçası, Âmir b. Rebia, “Hattab’ın eşeği dile gelip Müslüman olsa, belki ancak o zaman Hattab’ın oğlu Müslüman olur” demeye getirmişti. Ömer’den gördükleri sertlik ve Müslümanlığa karşı katı yüreklilik, kendisinden böylece ümid kestirmişti.

Gelin görün ki, zaman Âmir’in ‘öngörü’sünü değil, hanımının ‘sezgisi’ni haklı çıkaracaktı. İslâm’ın beşinci yılında eşiyle birlikte Habeşistan’a hicret eden Âmir görmese de, çok değil bir yıl sonra, altıncı yılın Zilhicce ayında bir Cuma günü Mekkeliler Ömer’in Müslüman oluşunu göreceklerdi.

18/11/2005

© 2012 karakalem.net, İsmail Örgen

Ataullah Efendi ve Rumeli Bostanı

Balkanlar’da Makedonya Müslümanları Kosova ve Arnavutluk Müslümanlarına nispeten niye dinlerine daha bağlı?

Çok kimseler tarafından bu soru ile karşılaştım. Bu sebepten bu soruya cevap vermeye çalışacağım. Bilmeliyiz ki insanın kıymet ve ehemmiyeti bilgilerine göredir. Yani insan kulağından ve gözünden ne aldı ise odur, başka olamaz. Manevi bilgilere gelince kafaya girdikten sonra kalbe damlaya başlar ve insanın içini ve dışını nurlandırır. Bu sebepten Makedonyadaki Müslümanlarda ötekilere nispeten dini bilgiler var olduğu için, onlar ötekiler kadar dinden uzaklaşamamıştırlar. Bu bilgi onlara nereden geldi sorusuna gelince, bunu açıklasmaya çalışacağım.

Osmanlının son döneminde, tahsilini İstanbul’da tamamlayan gelen, Makedonya’nın Studeniçan köyünde doğan ve ora halkının dillerinde destan olmuş, Merhum ve Mağfur Ataullah Kurtiş Efendi, dini tahsil yapmak için Türkiye ye gelmiş. İstanbul da tahsilini bitirdikten sonra Fatih medresesinde Müderris olmuş. Hatta müderrisliği esnasında, Arnavut Ata Efendi adıyla meşhurlaşmış. Fakat Cumhuriyet devrinde dinimize karşı yapılan inkılaplardan sonra, Ataullah Efendi ona dayanamamış. Arkadaşlarına demiş, bana morfin yaptırıp beni uyuşturun, ve hükümet adamlarına deyin ki: Vasiyet etmiştir cenazesini tabutla memleketine götürelim. Nitekim arkadaşları öyle yapmışlar.Ve Makedonya’ya varıp ayıldıktan sonra. Orada Meddah adındaki Medreseyi yaptırıp, o medresede çok talebe yetiştirmiştir. Ben onların çoğunu, Kosova’nın Gilan kasabasına bağlı tamamı Türk olan Dobırçan Köyünden tavizsiz hoca olan öz dayım Abdülhamid Dindar vasıtasıyla tanırdım. Çünkü Oranın Lideri Mareşal Tito ile Rahmetli Adnan Menderesin Anlaşmaları neticesinde 1952-1960 arasında Türk, Arnavut, Boşnak ve Pomaklardan oluşan 2,5 milyon Nüfus Türkiye’ye göç ettikten sonra, Rahmetli Abdülhamid dayım köyünde ahbapsız kaldığı için mevcut mallarını satarak bizim köye yerleşmişti.

Bundan ötürü Ataullah Hoca Efendinin talebeleri dayımla çok samimi dostlukları oldukları olduğu için dayımı ziyarete sık sık geliyorlardı, ve misafır karşılamak için benim evim dayımın evinden daha müsait olduğu için haftalarca benim evimde kalıyorlardı. Bu sebepten Ataullah Hoca Efendinin talebelerinin çoğunu tanıyorum.

Birkaç tanesinin adlarını şöyle sayabilirim: Talebelerinden en meşhuru Alim ve şair olan Abdülfettah Rauf Efendi idi. Ötekilerinden hatırlayabildiğim kadarını saymaya devam edeyim. Sayacaklarımdan hepsi rahmetli oldular. Görelerli Selim Efendi. Hafız Sa’dullah Efendi, Gruşinalı Mehmet efendi, hem müderris hem hafız olan her iki gözleri ile ama olan iki tanesinin isimleri şöyle: Hafız Hasan ile Hafıs Sa’dullah Efendiler, Hafız Şaban Efendi, Preşovalı Hafız Necati Efendi, Nakuştaklı Ferhat Efendi ve bunlar gibi isimlerini hatırlamadığım Hoca Efendiler daha var. Bunların tamamı müderris olduktan sonra Ataullah Hoca Efendi hayatta iken Müderrisliği Meşhur talebesi olan Abdülfettah Efendiye devretmiş. Bu zat Arapça, Türkçe ve Farsça dillerini ve tahsili diniyyenin ilim dalları olan: Sarf, Nahiv, Fıkıh, Meani, Mebani ve diğerleri, bunların tamamı 16 dir Bu ulumi diniye dallarının tamamının mütehassisi idi bu zat. Hatta ve hatta Hocası Ataullah Hoca Efendi onun hakkında: “Eğer benim talebem olmasa idi diyemezdim ki insandır” demiş. Bu zattır ki; oranin Münafik Lideri olan Mareşal Titonun çıkardığı “Skidanje zare i ferece” kanunu ile Osmanlıdan kalma ora Müslüman hanımların tesettürü olan çarşaf ve peçelerini kaldırdığı zaman Kanuna itiraz eden Abdülfettah Efendi 8 sene hapis cezası çekti.

Böylece 1952-1960 arası Müslümanlar oradaki din düşmanlardan çektiklerinden kurtulmak maksadıyla 2,5 milyon Türkiyeye göç ettikleri halde, Ataullah Hocanın talebelerinin itirazları üzere, onları dinleyen Müslümanlar, Türkiye de dine karşı yapılan inkılaplar nedeniyle Türkiyeye gelmediler. Taki Risale-i Nur eserleri oralara geldi. Ondan sonra o hocalar: Allah asırlarca İslamiyet’in menbaı olan Türkiye’ye Bediüzzamanın gibi bir zatı göndermiş ve onun eserleri olan Risale-i Nurlar yayılmaya başlamış ve bu eserler sayesinde insan imanını muhafaza edebilir diyerek, daha önce Türkiye ye gidilmez diye verdiğimiz fetvamızı geri alıyoruz, bundan sonra kim isterse gidebilir dediler. Hatta ondan sonra Abdülfetta Efendinin oğlu Tarık Ridvan da Türkiye ye gelmişti.

Evet Ataullah hoca Efendi, talebe okutup hoca yetiştirme vazifesini Abdülfettah Rauf Efendiye bırakınca: O mübarek zatta çok talebe yetiştirdi. Başta Ataullah Hocanın oğlu merhum Ni’metullah Kurtişi’yi  Nikuştaklı Merhum Cemal Efendi’yi, Benim Küçük dayım Hafız Tahsin Dindar’ı ve daha bir çoğunu. Onlardan ikisi çok meşhur idiler ki:

Biri Allah kendisini rahmetine gark etsin Bekir Sadak Efendidir. Bu Efendi 4 ayda hafız olmuştur ve Hırvatistan’ın Zagreb şehrinde Hukuk fakültesini bitirmiş birisidir. Ve icazet aldıktan sonra Türkiye ye geldi, İstanbul da Yüksek İslam Enstitüsünde müderrislik yaptı İstanbul’un Barolar Birliğine kayıtlı idi. Hatta Risale-i Nurlar hakkında onunda bilirkişi raporu var. Risale-i Nurlar suçsuz, hatta faydalı eserler olarak bilirkişi raporunda kayıtlıdır.

Kendiside o zaman Yüksek islam enstitüsünde okuyan Nur talebelerinden İbrahim Çetin isminde bir Hoca Efendi Bekir Sadak Hoca için şöyle anlatıyor:

Eylül ayında talebelerin başladığı ilk gönünde Bekir Sadak Hoca bakıyor bir sürü yeni öğrenciler gelmiş. Onları karşısına alarak: “Gençler! Siz eğer para kazanmak için burayı seçti iseniz yanlışsız, gidin başka bölümü seçin bura para kazanmak yeri değil, Burası adama cenneti kazandıran bir yerdir.” Bana anlatan hoca diyor, hakikaten onlardan çoğu İslam enstitüsünü bırakıp başka mesleklere tahsil etmek için kaydoldular. Zaten Üstad İhlas Risalesinde: Hocaları kastederek, “Dini hizmet karşılığında bir menfaat istenilmez, belki verilir verilsede alırken ondan hoşlanılmamalı

Bir başka haber Bekir Sadak Hoca bir hoca arkadaşı ile yolda yürürken, arkadaşına biri sorar, Bankada bir miktar param vardı epeyce faiz toplanmış bu parayı alabilirim mi? Hoca cevaben, alamazsın, onları alsan da atmak zorundasın, deyince. Bekir Hoca konuştuklarını duyunca, adam ayrıldıktan sonra, Bekir Hoca meslekdaşına; Arkadaşım o para ile umumun faydasına bir tuvalet de mi yapamaz deyince?” arkadaşından cevap yok.

Abdülfettah Hocanın İkinci meşhur Talebesi: Pek Muhterem merhum ve magfur Kemal Aruçi dir. Bu zat Gostivarın Vrapçişte köyündendir. Bu köy hakkında bir hocadan şöyle işitmişim: Osmanlı zamanında Arnavutların dilinde dini kitap yok. Köyün eşrafi toplanıp karar alıyorlar: Bugünden itibaren hiçbir evde Arnavutça konuşulmayacak. Bundan sonra halk iyice dinini öğreniyor. Böylece dil bilince Kemal Aruçi Hoca Efendi Alim Şair bir Zat olma imkânını dil öğrenme zahmetine katlanmadan elde ediyor. Muhammed Aruçi isminde oğlu da, Arabistan’da İlahiyati bitirip Master ve Doktorasını da yapmıştır. Şimdi İstanbul da yaşıyor. Hatta buradan evlendi.Şimdi nerede çalışıyor kesin bilemiyorum, fakat, Diyanetin çıkardığı Ansiklopedi çalışmalarına onu da almışlardı. Orada çalıştığını biliyorum. Babasını yazmış olduğu Şiirlerini “ŞİİRLERİM” namıyla 440 sahifeden ibaret olan mükemmel bir üslupla yazılan şiirlerini oğlu Muhammed bastırdı. Hatta balkanlarda yaşayanların ekonomi durumları iyi olmadığı için, onların cami ve mektep gibi hayırlı faaliyetlerine Muhammed Aruçi Hoca buradaki hayırsever iş adamlarını teşvik etme gibi hayırlı işlerde dahi katkısı oluyor.

Evet boşuna değil Üstad Bediüzzaman hazretlerinin sözü ki Balkanlar hakkında mahsulat vermeyen mera dememiş: ” Rumeli bostanı” demiş. Bir tarihçi Osmanlı zamanında Arnavutlardan 38 Sadrazam çıktığını yazıyor . İstiklal Marşi Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Prof Sabattin Zaim, Eşref Edip ve Van valisi Tahir Paşanın da soyları oralardan. Hatta! Peygamberimiz a.s.min “Men teşebbehe bi kavmin fehüve minhüm” (Bir müslüman başka milletten birine benzerse o onlardan olur) Hadisi şerifin manasını açıklayarak kitap yapan İskilipli Atıf Hoca, ve bu kitap onun idamına sebep olmuştu. Bunun gibi Arnavutluğun İşkodra’sından İbrahim Kaduku ve Basnadan Seyfullah Efendi de ayni hadisi şerifi açıklayarak kitap yazmışlar. Hatta! Yukarıda kendilerinden bahsettiğim Üsküp Hocaları Kasket ve Fötr şöyle dursun, Müslümanlar çalışmak için Sırbistana gitme ihtiyacını duyup oralara giderken Sırplar arasında Müslüman olduğu bilinmesin diye, başlarına Fransız Beresini taktıkları zaman, Hocalar itiraz edip kendilerine siz Fransız kıyafetine büründüğünüz için dinden çıkmışsınız diyorlardı ve Hocalarla halk arasında bu kavga epey sürdü. Makedonya’nın baş şehri Üsküp te 1960 senesine kadar sokaklarda Müslümanların % 90 nını kırmızı fesle görürdün Makedonlar kendi kıyafetlerini taşırlardı. Hatta! Müslümanların ana vazifelerinden olan selam vermek, sokakta yürürken kime selam verip kime Makedonca ( Doberden) diyeceğini tereddüd etmeden bilinirdi. Fakat Türkiyemizde Müslimanlar şapka taşıma mes’uliyetinden kurtulmak için baş açıklığı tercih ettikleri için ora Müslümanları da Türkiyenin durumundan kuvvet alarak şimdilik onlarda başaçık gezebilme hususunu Türkiyeyi taklit ederek başaçık geziyorlar, Zaten Üstad Bediüzzaman Büyük millet Meclisindeki konuşmasında: Dıştakı müslümanlar bizi taklid ederek iyilikleri aldılar. Bizim kötü ahlakımızı da taklid edebilirler. Zaten şapka hususunda Şeyhül İslam Zembilli Ali Efendinin müthiş ikazı var. Bu sebepten müslümanlar başaçık yürümeyi, insanı küfre sokan şapka taşımaya tercih ediyorlar. Fakat ne yazık ki hepsi başaçık oldukları için sokakta yürürken karşıdakini müslüman mı yahudimi ermeni mi bilemediğin için rahatça selam veremiyorsun.

Yukarıda ismini vermiştim. Dayım tavizsiz Abdülhamid Dindarın oğlu 1973 te Yugoslavya dan Türkiyeye temelli olarak göç etti. Fakat babası Hoca dayım temelli olarak gelmedi. O başındaki sarığını çekmemek için turist pasaportu ile geldi. Çünkü pasaportta ki fotoğrafı Sarıklı idi. Burada polisler sarığına müdahale ettikleri zaman “ben turistim işte pasaportumu görebilirsiniz” diyerek bu şekilde gayesinden taviz vermeden yaşadı. Zaten orada dahi onun sarığını çekmek için 5-6 saat emniyette tuttular. Emniyet amiri çek sarığını deyince Ayni Üstad gibi boğazını göstererek bu sarık buradan çekilir diye Emniyet amirine cevap verir. Nihayet emniyet amiri kalkar kendisi Dayımın sarığını şözer ve dayımın eline verir. Dayım emniyetten çıkınca emniyet kapısı önüne tekrar sarar ve Elhamdülillah ölünceye kadar başından çekmedi. Topkapı kabristanında medfundur. Allah Rahmet eylesin.

Evet , Türkiye de dine karşı yapılan inkılaplarla ecdattan kalan çok güzel adetler yok olduğu gibi, Türk dil kurumunun başına getirilen A. Dilaçar’ı, halka karşı A. soyadını gizli tutup, millet onu Ahmet te Ali de olabilir düşüncesini taşıyordu. Sonra meydana çık tiki Agop Dilaçar mış, yani Ermeni imiş. Ve onun dilimize yaptığı tahribatın tamiri mümkün değil. Bu hususlara nazar attığımız zaman Ecdadın adetlerinin birçoğu Balkanlarda daha devam ediyor. Mesela, orada ev hanımları ve bulüğ çağında ki kızlar, avluya çıkınca evin içindeki elbiselerle görünmemesi için, ister köy ister kasabalarda evlerin avlularının çoğu 3- 3,5 metre duvarla sarılıdır. Hala gün bu gün öyledir. Yeni yapılan evlerinde duvarları yüksektir. Köylüler tarladaki mahsulatını arabayla rahatlıkla avluya sokmak için çift kanatlı 3 metre yüksek kapılar mevcuttur ve ister misafir perverlik istet ölüm ve düğünde, halk biri diğerinin derdi ile dertlenme gibi uhuvvet onlada mevcuttur. Bunlar gibi daha birçok güzel adetler grada hala devam etmektedir.

Kardeşler! Unutmayalım ki bu zamanda Müslüman ölmek kolay bir iş değil. Prof. Şener Dilek kardeşimiz bir konuşmasında, üç çeşit insan var diyor:

1- Bu kısım insanlar midesinden başka düşünmez. Onun yapacağı mutkfak ile tuvalet arasında dolaşmaktır.

2- Müslüman geçinir. Ben Müslüman değilmiyim der, fakat neyazık ki islamın icaplarını yerine getirmez. (bunun müslümanlığı hiç kimseyi tedavi etmeyen Doktora benzer)

3- Gaye adamıdır bu muhterem gayesi uğruna çok şey feda eder. Çok zahmetlere katlanır. Hatta öyleleri var ki gayesi uğruna ruhunu feda eder gayesinden asla feda etmez. Mesela Üstad Bediüzzaman gibi.

Hazırlayan: Abdülkadir Haktanır

albnur.com

Aşağıda Abdülfettah Rauf efendinin iki şiirini size takdim edeceğım:

Menfi milleyetçilige düşmanım

Arnavutluk ya türklüğün yeri yoktur dinimde.

Ben yalınız Müslümanım budur kalan zihnımde.

Ben yalınız Müslümanım Allahım bir dinim hak.

Budur benin öğündüğüm bu olmuştur olacak.

Ben yalınız Müslüman’ım Peygamberim Muhammed.

Salat sana selam sana ey mürşidi muhalled.

Şanım Kur’an canım Kur’an kanunum tek Kur’andır.

Ulu kitap yüce kitap canım sana Kurbandır.

Müslümanlık dinim benim Müslümanlık milletim.

Müslümanım şübhem yoktur yoktur benil illetim.

Müslümanlık dörtyüz milyon kardeşim.

Akar ise onlar için akar benim gözyaşım.

Sevinç ile sevinirim, keder ile ağlarım.

Matem ile öz başıma karaları bağlarım.

Kıblem Kâbe, Rabbimiz bir kıblemiz bir hep biriz.

Ni’metlere şükrederiz belalara sabiriz.

Müslüman’ın düşmanına babam olsa düşmanım.

İçim dışım ben yalınız Müslüman ve insanım.

Müslümanlık ne büyük şey bir zamanlar cihanı.

Baştan başa zapt ederek insan etmiş insanı.

Yüce rabbim yüce dinim böyle hor ben kalamam.

Tarihimi çiğneyerek yabancı şey alamam.

Göksümdeki imanımın firmasıdır şu fesim.

Bu başımdan çıkmayacak çıkmadan son nefesim.

Sağ oldukça baş üstünde kalmalıdır ni’meti.

Ben ölünce olmalıdır tabutumun zineti.

Kalbimizin Nurunu solduranlar solmalı.

Müslümanım Müslümanın dini bütün olmalı.

Dinimiz bir bu ikilik Koğulsun Yarab aradan.

Müslümanlar dinimizden ayırmasın yaradan.

Balkan Şuarasında

Üsküplü Abdülfettah Rauf yazılış tarihi 1958

Evet buradaki ağabeylerin nazariyeleri de o istika mette. Kızların memure olmaları için yüksek tahsili uygun bulmuyarlar. Aşağıda göreceksiniz Abdülfettah Efendi de o istikamette

EY HAZRETİ HAVVANIN NAMUS SEVER KIZLARI

Küçük büyük kadın erkek şaşırdığı bir zaman,

bir zaman ki dostlar zebun düşman ise bi eman.

Beşer azmuş Hak yolundan her tarafta buhran var,

Ne elinde bir kitap var ne önünde burhan var.

Kadın çıkmış kadınlıktan ırzu namus paye mal,

ne şeref var ne âile sönmüş gitmiş hem âmal.

Öz çocuklar anne varken annesiz kaldı eyvah,

Ne haya var ne korku var ne Peygamber ne Allah.

İslamiyet kadınlığı kurtarmıştı zilletten,

Kurtarmıştı rezaletten esaretten illetten.

Her hakkını verdi fakat kadınlık çevresinde,

Kadın kadın oldu İslamın nurlu devresinde.

Bunun için Ey Havvanın namus sever kızları!

Müslümanlık âtisinin münevver yıldızları.

Siz bu günün genç kızları yarının anneleri,

Biliniz ki bu dindedir hakkın feyzi hüneri.

Her emrini şeref bilin hayat bilin hak bilin,

feyzi hayat bu dindedir bu dinde mutlak bilin.

İmanlıya dine kanmak zor değildir kolaydır,

Bir kadına kendi evi kafes değil saraydır.

O sarayın Padişahı yine kadın olmuştur,

Kadın ancak saadeti bu sarayda bulmuştur.

Ey Allaha iman eden afife kız bgün ben,

Fazla öğüt vermem sana şu sözüm var heman sen.

Aişe-i Sıddıkayı Fatımatüz Zehrayı,

Numune al, bakma asla bu kudurmuş dünyayı,

Bir kadını çarşafında saklamıştı diyanet,

Ayıp mıdır bir inciyi sadefinde sıyanet.

Diyorlar ki kadın demek kedi değildir heman,

Hiç yerinden oynamasın evde kalsın her zaman.

Fakat kadın köpek dahi değildir ki dolaşsın,

Çarşı pazar devr ederek her gübreye bulaşsın.

Bunun için kadın heman evladına annedir,

O evinde hakimedir silahı da iğnedir.

Bir milletin annesidir bir vatanın banisi,

Ailenin temel taşı zevcının da sanisi.

Medeniyyet ve asrilik dedikleri kederdir,

Kadınlığa cinayettir ırzu şeref hederdir.

Ev boş kalmaz boş kalırsa bütün hayat boş olur,

Hakkın yüce kanuni ile amel etmek hoş olur.

Hoş değilde vazifedir aklı olan insana,

Reva değil tekme vurmak şu pek büyük ihsana.

Üsküplü Abdülfettah Rauf Efendinin Şiiri

Osmanlı’da Peygamber (ASM) Sevgisi

Ceddimiz, Kâbe ve çevresinin tamir ve imarına, hacıların hizmetlerinin görülmesine ve hac yolunun güvenlik ve işleyişine ayrı bir titizlik göstermiştir. Bu hizmetleri bir ibadet neşvesi ile yapmıştır.

Osmanlı’nın özünü ve temellerini besleyen manevî unsurların en başında ilâ-yı kelimetullâh aşkı ve peygamber sevgisi gelmiştir. Osmanlı sultanları, hayatları boyunca gaza meydanlarında bu mukaddes değerlere karşı sonsuz sevgi, saygı ve bağlılıklarını ispatlama sevdasıyla harikalar sergilemiştir. Peygamberimize ve mukaddes beldelere hürmet, muhabbet, hizmet ve sadakat soylu ceddimizin her daim şiarı olmuştur.

Padişahlar devlet işlerinin aksamaması için şeyhülislâmların verdiği fetvaya dayanarak hacca gidememişler, ancak Hz. Peygambere ve mübarek topraklara karşı Veysel Karâni gibi gönül bağlamaktan da geri kalmamışlardır. Osmanlı, Yavuz Sultan’ın tabiriyle Harem-i Şerif’in hadimi olma telâkkisini, buralar elinden çıkana kadar sürdürmüş, Haremeyn’e sancak asmaktan, vali ve kadı göndermekten bile hayâ etmiştir. Osmanlılar Resulullah’ın, Ehl-i Beyt’in ve Ashâb-ı Kirâm’ın kabirlerini ihya edip hatıralarını günümüze kadar taşımaya öncülük etmiş; hünkârlar, hanım sultanlar ve devlet erkânı Mekke ve Medine’de hayır kurumu, medrese ve imarethane inşası için birbirleriyle yarışmışlardır.

DEVLET-İ ÂL-İ MUHAMMEDÎ

Her şeyden önce Osmanlı, devlet hâline geldikten hemen sonra kurduğu askerî birliği, O’nun davasını güttüğünden ötürü “Peygamber ocağı” payesiyle onurlandırmış, neferini de “Mehmetçik” adıyla taltif etmiştir. Ordusuna verdiği isimlerden biri de “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye”dir. Devletinin başka bir adını ise Sultan Vahdeddin’in ifadesiyle, “Devlet-i Âliye-i Muhammediye” koymuştur.

II. MURAD’IN VAKFETTİĞİ MİRAS

Ceddimiz, Kâbe ve çevresinin tamir ve imarına, hacıların hizmetlerinin görülmesine ve hac yolunun güvenlik ve işleyişine ayrı bir titizlik göstermiştir. Bu hizmetleri bir ibadet neşvesi içerisinde yerine getirmiş ve bunu devletinin aslî görevlerinden saymıştır. Mesela Peygamber müjdesine erişmiş Fatih gibi büyük bir dâhiyi yetiştiren Sultan II. Murad, malının yüklü bir kısmını Mekke ve Medine fukarası ile Kâbe, Ravza-i Mutahhara ve Mescid-i Aksa’da yetmiş bin kere okunacak Kelime-i Tevhid’in ve Kur’ân hatimlerinin sevabının ruhuna ita edilmesi için harcanmasını vasiyet etmiştir.

FATİH’İN EŞSİZ SEVGİSİ

Peygamber aşkıyla yanmada başı çeken Osmanlı padişahı belki de Fatih Sultan Mehmed’dir. Öyle olmasaydı asırlar öncesinden Hz. Peygamberin övgüsüne herhalde mazhar olamazdı. O’na karşı tarifsiz muhabbetini, en güzel biçimde İstanbul’un Fethi’nde ortaya koymuştur. Rumeli Hisarı’nı, O’nun güzel ismi “Muhammed”in Arapça yazılışına göre inşa etmiş, fethin gerçekleşmesi için de O’ndan şöyle imdat dilemiştir: “Avn-ı ilâhî ve imdâd-ı peygamberi ile beldeyi düşman elinden alacağız!” Başka bir mısrada aynı hissiyatını şu şekilde dile getirmiştir: “Ey Muhammed mu’cizât-ı Ahmed’i muhtar ile/ Umarım gâlib ola a’dâ-yı dine devletim.

CEM SULTAN’IN KÂBETULLAH BEYTİ

Osmanlı’nın, hassaten de Kâ’be-i Muazzama’ya hürmet ve alakası bambaşkaydı. Cem Sultan’ın hac fârizasını ifâ ettikten sonra yazdığı şu beyitler, padişahların duygularına tercüman olan en harika sözlerdendir: “Kâbetullah’a varıp bir kez tavaf eyledim/ Bin Karaman, bin Acem, bin memleket-i Osman’dır.

HÜRMETİN SEMBOLÜ: NÂKİBÜ’L EŞRAFLIK

Devlet-i Âli Osman, Efendimiz’e ve Ehl-i Beyt’e hürmet ve hizmetini müesseseler kurarak da fiilen göstermiştir. Peygamber soyuna mensup Seyyid (Hz. Hüseyin) ve Şeriflerin (Hz. Hasan) şecerelerini çıkarıp kaydetmek ve her türlü hizmetlerini görmek amacıyla “Nâkibü’l Eşraflık” müessesesi kurmuş ve başına da Âl-i Beyt’ten “Nâkibü’l Eşraf” adlı bir memur atamıştır.

Osmanlı, Nâkibü’l Eşraflara hürmet ve ihtiramda o kadar ileri gitmiştir ki mesela III. Ahmed, I. Mahmud ve III. Mustafa’nın Eyüp Sultan türbesindeki cülus merasimlerinde, şeyhülislâm ile beraber Nâkibü’l Eşraf kılıç kuşandırmıştır. Savaşlarda ise padişahla birlikte Nâkibü’l Eşraf da sefere katılmış ve Hz. Peygamber’in sancağı dibinde yürümüştür.

İKİNCİ MAHMUD’UN ŞİİRİ

Vehhâbiler, Mekke ve Medine’de çok büyük zulüm ve vahşette bulunarak, Ehl-i Sünnet Müslümanları kılıçtan geçirip, seleften yadigâr kalmış bütün türbeleri ve camileri yıkınca; Sultan İkinci Mahmud, Vehhâbi eşkıyasını def ve tard ettikten sonra, buradaki bütün eserleri yeniden inşa ve ihya eylemiştir. 1820’de Hücre-i Saadet’e hediye ettiği şamdanla birlikte gönderdiği aşağıdaki şiir, İkinci Mahmud’un Resûlullah’a beslediği hürmet ve muhabbetin bir vesikasıdır:

Şamdan ihdâya eyledim cüret ya Resûlallah!

Muradımdır Ulyâya hizmet, ya Resûlallah!

Değildir ravzaya şayeste destâvri-i naçizim,

Kabulünde kıl ihsan u inayet, ya Resûlallah!

Kimim var hazretinden gayrı, hâlim eyleyem i’lâm,

Cenabındandır ihsan u mürüvvet, ya Resûlallah!

Dahîlek, el-emân, sad-el-emân, dergâhına düşdüm

Terahhüm kıl, bana eyle şefaat ya Resûlallah!

Dü-âlemde kıl istishâb han-ı Mahmûd-i adlîyi,

Senindir evvel ve ahirde devlet ya Resûlallah!

SULTAN ABDÜLHAMİD’İN HASSASİYETİ

Hazreti Peygambere ve O’nun davasına, ceddi Yavuz gibi, en fazla gönül verip, kendini adayan ulu hakanlardan biri de cennet mekân Sultan İkinci Abdülhamid’di. Abdülhamid Han, Peygamberimize olan tazim ve muhabbetini, O’nun kutsal beldesine hizmetler götürmekle ve İslam Birliği gayesini gerçekleştirmeye çabalamakla, arz-ı endam ettirmeye çalışmıştır.

Hicaz bölgesiyle münasebetleri kuvvetlendirmek ve mukaddes topraklarla aradaki mesafeyi kaldırmak niyetiyle yaptırdığı Hicaz ve Bağdat Demiryolu, bunun en güzel ifadesi olmuştur. Bu projenin gerçekleşmesi için pek çok İslam Ülkesinden gelen yardımların yanı sıra padişah da 50 bin lira bağışta bulunmuştur.

Demiryolu yapımının Medine’ye ulaştığı esnada, Sultan’ın verdiği şu çok özel talimat; onun, Ehl-i Beyt’in şahsında Hazreti Peygamber’e olan sevgi, saygı ve bağlılıktaki hassasiyetini göstermesi açısından, eşine az rastlanır müthiş bir misâldir: “Mümkün olan âletlerin üzerine keçeler sarınız ki fazla gürültü olmasın ve Ehl-i Beyt’in ve burada yatanların ruhları rahatsız olmasın!

SON SÜRRE ALAYI

Devlet-i Âl-i İslâm’ın mukaddes mekânlara meftuniyetinin en müşahhas misallerinden biri de her yıl hac mevsiminde Mekke ve Medine’deki Seyyid, Şerif, ulema ve fakirlere para ve hususî hediyeler götüren “Sürre Alayları”dır. İlk kez Çelebi Mehmed devrinde tertiplenen Sürre Alayları’nın taşıdığı en kutsal hediye Kâbe örtüsüydü ve yenisiyle değiştirilen eski örtü büyük bir hürmet ve itina ile getirilerek çeşitli camilere pay edilirdi. Devlet, Sürre Alayları’na o denli ehemmiyet veriyordu ki çöküş devrine girdiği I. Dünya Harbi’nde bile Sultan Reşad, yabancılardan borç almak pahasına ecdadından tevarüs eden bu harikulade geleneği kesintiye uğratmamıştır.

İsmail ÇOLAK

colak38@mynet.com

Sarıkamış Harekatı

22 Aralık 1914 ile 15 Ocak 1915 tarihleri arası, Sarıkamış Harekatı’nın yıldönümüdür. Dünya Savaşı’nın Sarıkamış cephesinde meydana gelmiştir. Yedi cephede birden savaş veren Osmanlı Devleti, Dünya Savaşı´nın doğu cephesini oluşturan Sarıkamış cephesinde Allahüekber Dağları´nda ağır kış koşullarında (ne yazık ki savaşlar‚ yaz-kış dinlemiyor) yapılan bu harekatta vermiş olduğumuz 90.000’e yakın şehidimizi hüzünle‚ rahmetle yadedeceğiz. Fakat aynı zamanda da ordularımızın, vatan söz konusu olduğunda, öleceklerini düşünmeden‚ şartlar ne şekilde olursa olsun, aldığı emri gözünü kırpmadan gerçekleştiren kahramanlıklarını da yadedeceğiz.

Sarıkamış´ta 18 aylık kutsal vatani görevini yerine getiren biri olarak bölgenin sarp coğrafi yapısını ve iki kış mevsimi orada görev yaptığımdan dolayı‚ (çok özür dilerim biraz amiyane tabir kullanacağım) sümük donduran‚ acımasız sert kış koşullarını az çok bilirim.

Sarıkamış‚ Kars iline bağlı deniz seviyesinden 2125 m yüksekliğiyle ve çevresindeki 2500-3500 m rakımlı dağlarla çevrilmiş yazları kısa ve ılık‚ kışları ise uzun ve çok sert geçen (geceleri -20 -25°C bazen -35°C lere varan sıcaklık) iklimiyle yaklaşık 25000 nüfuslu şirin bir ilçemizdir. Iğdır´ın uzun kışları için söylenmiş bir dizeyi‚ müellifinin hoşgörüsüne sığınarak biraz değiştirip Sarıkamış ilçesine uyarlayıp‚ “Sarıkamış´ın üç ayı ayaz‚ altı ayı beyaz‚ gerisi de yaz” dersek‚ pekte abartmış sayılmayız. Çevresi sarıçam ormanlarıyla kaplı‚ tarihi eserleri‚ soğuk suları ve bol doğal güzellikleri‚ iklimiyle zıt görüntü arzeden sıcak ve sevecen insanlarıyla Sarıkamış‚ bu nüfusuyla 2000 m.’nin üzerinde yüksekliğe sahip Türkiye´nin en kalabalık ilçelerinden biridir. Yöreye özgü kristalize kar yapısıyla ve kış sporları tesisleriyle de turizmde geleceği parlak kentlerimiz arasındadır.
Şimdi gelelim bahse konu olan bu harekatın başlangıç sebeplerine.

Hepimizin bildiği üzere Avusturya İmparatorluğu‚ 1908 yılında Osmanlı eyaleti olan Bosna Hersek´i işgal ve ilhak eder. 28 haziran 1914 te Bosna´daki Avusturya askeri birliklerini denetlemeye gelen Avusturya veliahtı Arşidük Ferdinand ve eşi Josephine´in bir Sırp milliyetçisi tarafından Bosna´da öldürülmesinin kıvılcımıyla 1 ağustos 1914 tarihinde Birinci Dünya Savaşı başlar. Başlangıçta tarafsızlık politikası yürüten Osmanlı Devleti‚ iktidardaki İttihat ve Terakki yönetiminin‚ Balkan Savaşları´nda Rumeli´de kaybedilen toprakların geri alınabilmesi ve doğu sınırlarında 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (93 harbi) yenilgisiyle ruslara savaş tazminatı olarak verilen üç vilayet olan (elviye-i selase) Kars-Ardahan ve Batum´un geri alınması ümidiyle‚ önce İngiltere-Fransa-Rusya ittifakının yanında savaşa katılmak ister. Osmanlı Devleti İngiltere´den olumsuz yanıt alınca Almanya ile ittifak arayışına yöneldi.
Almanya ise Avrupa´da iki cephede birden savaşması gerekeceğinden doğu cephesinde Rus baskısını azaltmak‚ ruslara kafkaslarda ikinci bir cephe açtırmak için ve Osmanlı Devleti ile alman çıkarlarının örtüşmesinden dolayı‚ İttihat ve Terakki iktidarının 2 ağustos 1914 tarihinde Almanya ile yapmış olduğu gizli bir antlaşma şartlarına dayanarak 1 kasım 1914 te Osmanlı Devleti de Almanya-Avusturya-Macaristan ittifakıyla birlikte savaşa girdi. Bunun sonucunda 3 Kasımda Osmanlı Devleti´ne savaş açan Rus Ordusu da Sarıkamış´ta bulunan karargahından Erzurum yönünde ileri harekata geçti. Fakat Osmanlı kuvvetlerinin sayıca az olmalarına rağmen Köprübaşı mevkiinde durduruldu ve geri püskürtüldü. Doğu cephesi komutanlığını üzerine alan genel kurmay II. başkanı Enver Paşa‚ Sarıkamış üzerine yapılacak bir taarruzla hem yaklaşık 40 yıldır Rus işgali altındaki Kars-Ardahan-Batum illerini geri almak‚ hem de kafkaslardaki Türklerin yardımına koşmak için‚ günümüzde de hazırlanış bakımından stratejik olarak başarılı bulunan Sarıkamış Harekatını başlattı. Bu planı Alman genelkurmayı da‚ doğu Avrupa´da Almanya-Avusturya cephesi üzerindeki Rus baskısını azaltacağı düşüncesiyle destekledi.

22 aralık 1914 te Enver Paşa‚ Allahüekber Dağları´nı kuzeyinden geçerek ve Sarıkamış´ı arkadan kuşatmak için komutasındaki 3. orduya mensup üç kolordudan birini Oltu yönünde diğerini de Bardız yönünde ileri harekata göndererek Rus ordularını geri püskürttü. Kendisi de Oltu ve Bardız’dan gelecek olan kolorduları beklemeden küçük bir kuvvetle Sarıkamış´a cepheden saldırıya geçti fakat kuvvetlerinin yetersiz olması sebebiyle kentin önlerinde durduruldu. Oltu ve Bardız´dan yürüyüşe geçen iki kolordunun Sarıkamış´a gelmesini beklemeye başladı. Oltu ve Bardız´dan ileri yürüyüşe geçen iki kolordu‚ 2500-3500 m rakımlı Allahüekber Dağları´nı aşarken hem Rus ordusuyla hem de dondurucu‚ çetin ve acımasız kış şartlarıyla da kahramanca savaşarak yaklaşık 90000 mehmetçik -35°C dereceye varan dondurucu soğukta şehit olmuşlardır…

”Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı” web sitesinde de belirtildiği gibi;
…Sarıkamış‚ Türk harp tarihinin en acı muharebelerine sahne olmuştur. Türk Ordusu‚ ağır koşullar altında yapılan bir muharebede kahramanca savaşmıştır. Türk Ordusunun kayıplarındaki asıl etkenler‚ çetin arazi ve şiddetli kış şartları ile teçhizat eksikliği ve ikmal yetersizliğidir. Çok ağır koşullar altında kahramanca savaşan Türk askeri‚ muharebenin sonuna kadar direnmiş‚ vatanını korumak ve başarıya ulaşmak için sonsuz gayret göstermiştir. Sarıkamış Harekâtı‚ Türk milletinin vatanı ve kutsal varlıkları uğruna neler yapabileceğinin bir delilidir.

Geçtiğimiz yıl düzenlenen Sarıkamış´taki anma törenlerinde Çankırılı er Oğuzhan Yıldırım´ın yazıp dile getirdiği şiiri‚ dinleyenlerin gözlerini yaşarttı;

DONARAK ÖLDÜK

Biz Allahüekber’deki şehitler

Sizlerden şükran ziyareti bekler.

Ruhumuza kucak açtı melekler‚

Yol verseydiniz geçerdik dağlar.

“Sarıkamış / Beyaz Hüzün” romanında İsmail Bilgin‚ şehitleri şöyle dile getirir;

“Sarıkamış üstünde kar‚
Kar altında Mehmedim yatar.”

Sarıkamış Kaymakamlığı web sitesinde yayımlanan‚ Rus Kafkas Ordusu Kurmay Başkan Vekili Dük Aleksandroviç Pietroviç‚ Sarıkamış´ta gördüklerine anılarında şöyle yer vermiş:

“…ilk sırada diz çökmüş dokuz kahraman. Mavzerleriyle nişan almışlar‚ tetiğe asılmak üzereler ama asılamamışlar… İkinci sırada cephane taşıyanlar var‚ sandıkları bir avuçlamışlar ki‚ kainattan hırslarını almak istiyor gibiler. Öylesine kaskatı kesilmişler… ve sağ başta Binbaşı Nihat. Dimdik ayakta‚ başı açık‚ saçları beyaza boyanmış‚ gözleri karşıda…Allahüekber dağlarındaki son Türk müfrezesini teslim alamadım. Bizden çok evvel‚ Allah´larına teslim olmuşlardı…”

Bu vatan için toprağa düşmüş tüm şehitlerimiz gibi Sarıkamış Harekatı´ndaki kahraman şehitlerimizi de rahmetle‚ minnetle yadediyoruz. Kahraman hatıraları önünde saygıyla eğiliyoruz.

sevgiyle…
Macit Şekerci