Kategori arşivi: Tarih

1. Dünya Savaşı (Risale-i Nur’da tarih yorumları)

Dünyayı, İslâm âlemini ve Osmanlı Devletini etkisi altına alan son yüzyılın en büyük olayı şüphesiz Birinci Dünya Savaşı’dır. Bu savaş 20. yüzyılda dünya çapında yapılan iki savaştan birincisidir. 28 Temmuz 1914 tarihinde Avrupa’da başlamış ve dünyanın dört bir yanındaki ülkelerin katılması ve diğer kıt’alardaki sömürgelere de yayılması dolayısıyla “Dünya Savaşı” olarak adlandırılmıştır.

Dört yıl süren savaş, 1918 yılında sona ermiştir. I. Dünya Savaşı, Avrupa’da dört merkezi devlete karşı, Avrupa ve diğer kıt’alarda bulunan yirmi beş devletin bulunduğu, o tarihe kadar görülmemiş ilk dünya savaşıdır. I. Dünya Savaşı, Avrupa’da İttifak Devletleri diye adlandırılan Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Devleti ve Bulgaristan Krallığı ile İtilâf Devletleri diye adlandırılan Britanya İmparatorluğu, Fransa ve Rusya İmparatorluğu önderliğindeki Sırbistan, Karadağ ve Belçika devletleri arasında gerçekleşmiştir. Savaşa sonradan İtilâf Devletleri tarafında İtalya, ABD, Japonya, Yunanistan, Portekiz ve Romanya da katılmıştır.

Bu savaşın etkilerini anlatan yorumları Risâle-i Nur’un yüzlerce yerinden okumak mümkün. Bediüzzaman, bizzat Birinci Dünya Savaşı’nın etkisinde kalmış ve savaşın dehşetli anlarını yaşamıştır. Kendi ifadesiyle, yaşadıklarının bir kısmını “Harb-i Umumîde Van şehrinin, Rus’un istilâ etmesi ve ihrak etmesiyle harâbezâr olması; ve ekser ahâlisinin şehâdet ve muhâceretle kaybolması” (Lem’alar, Fihrist, s. 403) şeklinde ifade eder. Başka bir ifadesinde ”Nev-î beşer’e gelen en büyük bir musîbet, Harb-i Umumî hengâmında, çok tehlikelere mâruz kaldım” (Lem’alar, Sekizinci Lem’a, s. 57) demesiyle, Ruslara esir düşmesi neticesinde yaklaşık üç yıla yakın vatanından çok uzaklarda zor şartlar altında hayatiyetini sürdürebildiğini hatırlıyoruz.

Bediüzzaman, Birinci Dünya Savaşı’nın zahirî çıkış sebebini tarihçilerin ortak ifadesiyle şu sözleriyle belirtir: “Öyle zaman olur ki, bir kelime bir orduyu batırır, bir gülle otuz milyonun mahvına sebep olur. Hâşiye: Sırp bir neferin Avusturya Veliahtına attığı bir tek gülle, eski Harb-i Umumîyi patlattırdı, otuz milyon nüfusun mahvına sebep oldu.” (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, s. 457) Bu tesbitlerini aşağıda aktaracağımız ansiklopedik bilgiler de teyit etmektedir:

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Franz Ferdinand, 28 Haziran 1914 günü Saraybosna’yı ziyaretinde bir Sırp Milliyetçisi olan ‘Princip’ tarafından öldürüldü. İki devleti bir arada tutan tek unsur olan Habsbourg Hanedanı’nın tek veliahtı öldürülmüştü. Avusturya Hükümeti’nin tepkisi çok sert oldu. Fakat Rusya’yı tek başına karşısına almaya çekinen Avusturya, öncelikle Almanya’ya danıştı. Almanya’nın verdiği üstü kapalı desteğin ardından, Avusturya Sırbistan’a 48 saat süreli ve bağımsız bir devletin kabul edemeyeceği ağır bir nota verdi.

Sırbistan bu notaya—Rusya’nın desteğiyle— kaçamak cevaplar verdi. Bunun üzerine Avusturya, 28 Temmuz 1914’te Belgrad’ı bombalamaya başlayarak, Sırbistan’a savaş ilân etti. Bunun üzerine Rusya 31 Temmuz’da genel seferberlik ilân etti. Daha önceden Rus Seferberliği’ni savaş ilânı kabul edeceğini açıklamış bulunan Almanya, 1 Ağustos’ta Rusya’ya, 3 Ağustos’ta da Fransa’ya savaş ilân etti. Almanya, barış zamanında hazırlamış olduğu ‘Schlieffen Planı’na uygun olarak, Fransa’yı hemen ezip seferberliğini tamamlama çabası içinde bulunan Rusya’ya sonra dönmek istediğinden, Fransa’ya saldırıda en kolay yol olan ‘Flander Düzlükleri’nden ordusunu geçirmek istedi ve bunun için Belçika’ya ‘Zararsız Geçiş Hakkı’ için başvurdu. Tarafsız bir ülke olan Belçika, İngiltere’ye danıştıktan sonra Almanya’nın teklifini reddedince, Almanya 4 Ağustos 1914 tarihinde Belçika’ya saldırdı ve İngiltere de Almanya’ya savaş açtı. Böylece, 4 Ağustos 1914 tarihine gelindiğinde üç cephede savaş başlamıştı: Alman-Fransız Cephesi, Alman-Rus Cephesi ve Avusturya-Sırbistan Cephesi.

Risâle-i Nur’un değişik yerlerinde Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına ilişkin yorumlara da rastlamak mümkün. İşte o yorumlardan bazı örnekler:

* Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Alman’ın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfî milliyetin nev-î beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi. (Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, s. 311)

* Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermâyedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir bîçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz mâdenlerde çalışıp, kût-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa îlân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip, geçer Harb-i Umûmi’den istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizm perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fıkrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref herşeyi kırmak için bir cesâret vermiş. (Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, s. 353)

* Harb-i Umumî neticelerinden hem âlem-i insaniyet, hem âlem-i İslâmiyet çok zarar gördüler. Nev-î insanın, hususan Avrupa’nın mağrur ve cebbarları, bilhassa birisi, kuvvet ve gınâya ve paraya istinad ederek firavunâne bir tuğyana girdiklerinden, o hususî insanlar nev-î beşeri mesul ediyor, diye “insan” ism-i umumîsiyle tabir edilmiş. (Şuâlar, Birinci Şuâ, s. 596)

Bediüzzaman’ın iktibas ettiğimiz bu ifadeleri ile tarihçilerin tesbitleri birebir örtüşmektedir. Ancak Bediüzzaman, işin özünü ifade etmiş olup, ayrıntılara girmemiştir. İşte tarihçilerinde Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları ile ilgili tesbitlerinden bazıları.

* Avrupa’daki mevcut dengeler değişti.

* Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu parçalanmış; Çarlık Rusya’sı yıkılmıştır.

* Barış Antlaşmalarında milliyetçilik prensibine dikkat edilmemesi azınlık sorununun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

* Komünizm, Faşizm, Nazizm gibi, demokratik olmayan, totaliter rejimler ortaya çıkmıştır.

* Milliyetçilik güçlendi ve ulusal devletlerin kuruluşu hızlandı.

Bediüzzaman’ın “insanlığın en büyük musîbeti” diye nitelediği Birinci Cihan Harbi’nden, Risâle-i Nur perspektifinden çıkarılacak derslerin ayrıntılı bir şekilde incelenmesi gerekir. Bu konuda uzman kalemlere büyük görevler düşmektedir. Bu gerçekleştirildiği takdirde, Risâle-i Nur’un müsbet ilimlere bakış açısı gözler önüne serilmiş olacaktır.

Kaynak : MEHMET SELİM MARDİN / www.saidnursi.de

Bir Transkritik; Bediüzzaman ve Namık Kemâl-1

Namık Kemal ile Bediüzzaman arasında davaları, hissiyatları, mücadeleleri yönünden birçok benzerlik vardır. İki insan da geri kalışımız yüzünden huzursuz ve ne yapmalı gibi soruları hayatları ile cevap arayan kimselerdir. Namık Kemal yüz elli senedir devletin dertlerini benimsemiş bir ailenin oğlu idi. Babadan babaya ta Topal Osman Paşaya kadar büyük cedleri iktidar mevkiinin büyük işlerine karışmışlardı. Namık Kemal onların siyasi hummalarına varisti.

Bediüzzaman ise, dinin karşısında örgütlü olan batının ve batı düşüncesinin saldırgan tutumu karşısında bir şey yapmaya iktidarı olmayan doğu düşüncesinin hezimetini düzeltmeye çalışıyordu.

HAYATINI KUR’AN SAVUNMASINA ADAYAN ZAT

Kur’an’ın Müslümanların elinden alınması lazım geldiği konusunda radikal düşünceli İngiliz devlet adamının tutumuna, Kur’an’ın anlaşılması için gerekeni yapacağı konusunda kendine söz veren büyük bir ahid sahibi idi. Her iki insan da bir gidişten üzgündüler, ama bir şey yapacak iktidarları da vardı. Bediüzzaman bütün hayatını tahsil çağlarını hatta bize göre çocukluk sayılacak ona göre yine büyük deha olan küçüklük yaşlarını bile ilme ve yeterli bir Kur’an savunmacı olmaya harcadı. Hayatı taş taş İslamı savunmak için geçti, günün birinde bu görevini Barla’ya sürgün edildiğinde yerine getirmeye başladı. 1960 yılında öldüğünde “küfrün bel kemiğini kırmış” bir inanılmaz büyük adam olarak öldü.

O devleti kurtarmak gibi zahiri bir iddia ile değil dini ve özellikle imanı kurtarmak için çabaladı, ama onu kurtarınca öteki de kurtulacaktı, önemli olan tarlaya suyu dağıtmaktı, o da eserleri ile iman güneşi ve ibadet suyu dağıttı bütün dünyaya, gittiği her yeri yeşertti ve büyük insanlar ortaya çıkarttı. Bugün onun sayesinde Anadolu toprağı ve bütün dünya kökten tepeye büyük bir değişim içine girdi.

Namık Kemal 21 Aralık 1840 ‘da Tekirdağ’da doğdu. Bediüzzaman 1876’da Nurs’ta doğdu. Namık Kemal 1888 de öldüğünde Bediüzzaman on iki yaşlarındadır. Otuz altı haneli ve iki yüz elli nüfuzlu Nurs köyünü Nurs Deresi suları ile ikiye ayırmakta, dağların yamaçlarında basit ve kerpiçten evler sıralanmaktadır. 1876 yılı baharında bir seher vakti Nurs Köyü’nün kıbleye bakan yamacındaki kerpiç duvarlı ve toprak damlı evlerinden birinde bir çocuk dünyaya geldi. Bediüzzaman “Ben şefkat dersini annemden, hizmet, nizam ve intizam dersini de babam Mirza’dan almışım.” (Necmettin Şahiner, 41) demiştir.

Namık Kemal’in babası Müneccimbaşı Mustafa Asım Bey’dir, Bediüzzaman’ın babası ile Sofu Mirza’dır. Namık Kemal Osmanlı Aristokrasisi içinde bir ailenin çocuğu iken Bediüzzaman bir Anadolu köylüsü idi, her köylünün yaşayışı onun da hayatıydı.

Her ikisi de hakperesttir, haksızlığa karşı tavır alırlar.

Namık Kemal’in dedesi Sofya’da vali iken, valiliğe girenlerden yönetim para alır, Namık Kemal daha küçüktür ve dedesine bu yapılanın haksızlık olduğunu söyleyerek onu eleştirir.

Bediüzzaman da hakperesttir, onun hayatı sayısız hakperestlik örnekleri ile doludur. Hayatı Hakk’a saldıranların önünde inanılmaz bir sed gibi geçmiştir, herkes aşılmış ama o hiçbir zaman ne eğilmiş ne de aşılmıştır.

DİN-BİLİM-GÖZLEM-YORUM-SEVGİ-MUHABBET-İBADET BİRLEŞİMİ

Küçükken medreselerdeki eğitimin insan kişiliği ve bilgi alışı açısından baskıcı olduğunu kabul eder, insana daha hürmetkâr bir eğitim tarzı için mücadele verir. Klasik medrese tahsili içinde her zaman tavrını koyar, kabul görmese de yine o tutumunu devam ettirir. Yıllar sonra geliştirdiği bütün hayatın genel alanlarına göndermelerde bulunan bir özel eğitim tarzıdır. Risale-i Nur, okuma ve yorumlama tarzı isteyenlerin fahri olarak katılığı bir özel eğitim kurumudur, isteklilerin önüne yeni kapıların açıldığı bir eğitim tarzıdır. Herkesin içindeki okuma zevkine göre yer aldığı ve zevk almanın sonunda eğitici olduğu bir görülmemiş mekteptir Risale-i Nur ve okumalar mektebi.

Bin yıldır Hıristiyan ve Müslüman eğitim kurumlarının ortaya koyamadığı din-bilim-gözlem-yorum-sevgi-muhabbet-ibadet sıralı büyük inkılâbı yapmıştır. Kilisenin ve Caminin dayanamadığı materyalizmi darmadağın edip bütün dinlerin beklediği adam olmuştur.

Namık Kemal de eğitime yeni yönelimler getirme gayreti vardır. Onun de eserleri yasaklıdır, okuyanlar hakkında ceza uygulanır. Harb okullarında, yeni mekteplerde, liselerde onun yaşadığı dönemde eserlerini okumak yasaktır, hatta kitapları yakalatanların okuma hakkına son verildiği de olmuştur.

Namık Kemal de Bediüzzaman da çok yönlü eleştirmendir.

Edebi, siyasi, dini, toplumsal birçok alanda eleştiriler yaparlar. Hatta onların hayatı eleştirel bir hayattır denebilir. Onlar gazete kürsülerinde sadece eleştiren rahat entelektüel, eli sıcağa değmemiş, tatlısu eleştirmenleri değildirler. Eleştirdikleri gibi, eleştirinin doğurduğu düşmanlıkları da göğüslemişlerdir.

Bediüzzaman dini dolayısı ile ilahi kurumları sarsan küfrü ve materyalizmi, ilmi ve tabiatçılığı eleştirmiştir.

Namık Kemal devletin işleyişini, hayattan kopuk edebiyatı, yalaka aydınları, rahat döşeğindeki yastığa yorgana ve rahata mağlup aydınları eleştirir. “Ne utanmaz köpekleriz, kimi görsek etekleriz” derken menfaat gördüğü yere mitili atan aydınları eleştirir.

Yasak, hapis, tecrit, sürgün, zulüm hem Namık Kemal’in hem de Bediüzzaman’ın hayatının en önemli öğeleridir. Onların kişilikleri bu saydığımız şeyleri bir yayığın içinde maruz kalmışlardır, oradan oraya itile kakıla büyük adam olmuşlardır. Zulüm ve sürgün onların gıdası olmuştur.

Tahsilleri otodidakt bir tarzdadır, her ikisi de özel eğitim ve kendi gayretleri ile kendilerini eğitmişlerdir. Namık Kemal’in resmi tahsili bir yıldır, Dedesi Abdüllatif paşanın yanında özel öğretim aldı. Her iki insanın önemli yönü sormak, araştırmak ve öğrenmektir.

SİZ DE BENİM GİBİ TALEBESİNİZ

Küçük Said amirane söylenen en küçük bir söze tahammül edemez, çok izzetlidir. Anlayış ve idraki fevkaladedir. Medreselerde intibak edemeyince büyük biraderi Molla Abdullah’ın haftada bir gün köye geldiği zaman ondan ders aldı. Her zaman merdane tavırları ile dikkat çekerdi. Annesi Said’e hamile kalınca abdestsiz yere basmaz ve onu bir gün olsun abdestsiz emzirmez. (N Ş 51) Hocalarının bile tahakkümüne baş kaldırır. Kendini eleştiren Mehmet Emin Efendi’ye “Efendim bu medresede bulunmak hasebiyle siz de benim gibi talebesiniz. Şu halde burada hocalık hakkınız yoktur.” (N Ş 52)

Abdurrahmanı Taği talebelere dikkat eder ve “Bu Nurs’lu talebelere iyi bakın, bunlardan biri Din-i Mübin-i İslamı ihya edecek. Fakat hangisidir ben de bilmiyorum” der. (N Ş 54)

Her ikisi de muhalifti.1865’te Şinasi’nin Paris’e gitmesi üzerine Tasvir-i Efkâr’ı tek başına devam ettirdi. Yazıları idareyi eleştirdiği için gazete kapatıldı. 1867’de Ziya Paşa ve Ali Suavi ile birlikte Avrupa’ya kaçtı. Londra’da muhalefet gazetesi olan Hürriyet’i çıkardı. (1868)
Bediüzzaman siyasetle uğraştığı zamanlarda dahi genel kanonun dışında eğitim için koştu, yoksa siyasetle klasik anlamda uğraşmadı, ne yöneten, ne yönetilen, ne de kötü yönetim değil, her dönemde eğitimi ıslah yeni bir eğitim tarzının peşinde koştu. Namık Kemal ise hep siyasi düşündü, kötü yönetim ve yönetilmeyi eleştirdi, vezirlerle, padişahlarla savaştı.

Bediüzzaman tahsil yıllarında eğitim uygulamaları ve ulema aristokrasisini beğenmedi, insanı kenara iten, mantık ve muhakemeye sırt çeviren yapısından dolayı yeni bir yapıyı tesis etmek istedi. Bu dönemlerde karşısında bir uygulama vardı, daha sonraki yıllarda ise muhalefeti ilmin işleyişindeki hantallıktı, yeni bir din algılama ve ilimler tahsili için çabaladı. İstanbul’a gittiğinde imparatorluğun en büyük yeniliği dini algılamada ve eğitimde yapması gerektiğini bilfiil gördü. Dini algılama ve yorumlamadaki farklılığını göstermek için ulemaya kendini ispat etmek niyeti ile her soruya cevap verdi.

Padişah ve çevresindeki donmuş değerlendirme tarzları ile karşılaştı, anlaşılmadı, tımarhaneye kadar gönderildi. Çünkü o ilimde ve ulemadaki sıralamalı hareket tarzını benimsememişti, insanlar ancak bulundukları daire içinde vardılar, kimse o dairenin dışına çıkamazdı, çıkan ancak deli olarak telakki edilirdi. Bediüzzaman bütün bunları hiçe saydı, kılığı, kıyafeti, iddiacılığı, fikirleri ile doğulu olan, Hürriyeti dağların başında anlamış biri olarak padişaha nasihat etmek cüretini makul olarak telakki etti, bu o günün şartlarında inanılmaz büyük bir gaftı ama o yolundan vazgeçmedi.

İLAHİ SAN’ATI MÜŞAHEDE

Namık Kemal’in hafızası güçlüdür. Necip Fazıl anlatır: “Hafızasının harikuladeliğine misal, hocası Şakir Efendi’den bir kere dinlediği koca kasideyi hemen ezberleyivermesi. Çocuklukta bu müthiş hafıza kuvvetine ekseriyetle her büyük adamda tesadüf ediyoruz.” (N F K, Namık Kemal 31) Gözlem gücü de artar: “Tek başına geçirdiği hayal ve tahassüs anları, her tesadüf ettiği manzara karşısında hayran bir düşünce hazırlığı, çocukluğuna göre keskin bir müşahede kudreti, onun teşekkül halindeki ruh maktalarını gösterir.”( aynı eser, 31)

Bediüzzaman da gözlem ve hafıza, tedai olmadık derecede gelişmiştir, eserleri buna şahit olduğu gibi bir hatırası da bunu ortaya koyar. “1950 senelerinden sonraydı Isparta’da Üstadın hizmetinde bulunduğum zaman bir gün evin penceresinden dışarıdaki ağaçların yapraklarını seyreden Üstad tebessüm ederek döndü “ve iki yaşındayken annem beni kucağına alıp pencerenin kenarından dışarıyı seyrediyorduk. Nurs’taki evimizin önündeki ağacın yaprakları aynıdır. Her ikisinde de ilahi sanatı müşahede etmekteyim” diyerek bir hatırasını anlatıyordu. Tefekkür bahsinde ise, “Kudretin mucizatını seyrediyorum” diyordu. (N Ş. 48) Mucizat-ı Kur’an’iye ve Mucizat-ı Ahmediye isimli eserlerinde bütün Kur’an tarihi, ve İslam tarihini hiçbir kaynağa bakmadan haritasından seyreder gibi okumak ve değerlendirmek, yorumlar yapmak görülmedik bir hafıza genişliğidir.

Namık Kemal, ihtilalcıydı, Belgrat ormanlarında Türkistan Erbab-ı Şebabı olarak bir ihtilal teşkilatı kuruldu arkadaşları tarafından. Onların hedefi devleti tepeden inme bir değişiklik ile yenilemekti. Ama devlet bunu haber aldı ve mensuplarını sürgünlerle cezalandırdı.
Bediüzzaman hiçbir zaman sistemi karşısına almak, ihtilal yapmak gibi bir düşüncesinde olmadı. O hadd-i zatında devletle bir kavganın içine girmedi, hep bozuk da olsa düzenin içinden düzenin yenilenmesine inandı, radikal olmadı, düzene düzenin içinde yön vermeyi düşündü. O hiçbir zaman saldırmadı, sadece kendisine saldırıldı.

NAMIK KEMAL VE YENİ OSMANLILAR

Namık Kemal, ihtilalcı idi. Devletin kötü gidişinin yukardan aşağı yapılacak ihtilalla gerçekleşeceğini düşünen bir ekibin içinde idi.”Nuri Bey Namık Kemal’i Cemiyet’e kazandırmak azmiyle evine gitti. Namık Kemal evinde bazı arkadaşlarıyla sohbet ediyordu. Kendisiyle görüşecek mahrem bir mesele olduğunu söyledi. Başka bir odaya geçtiler, Orada Nuri Bey kısa ve heyecanlı hatlarla davayı Namık Kemal’in önüne serdi. Nuri Bey’in anlattığı ve katılmasını teklif ettiği cemiyet şairin ruhunda bir zamandan beri kendi kendisine billurlaşan âleme aykırı gelmiyordu. Ertesi günkü görüşmede konu daha etraflı görüşüldü. Nihayet Namık Kemal Yeni Osmanlılar cemiyetine girmeye razı oldu.” (NFK 73)

Namık Kemal, Bediüzzaman’ın önünde bir tecrübe idi, onun mücadele tarzını gözden geçirdiği, eserlerini okuduğu ve onlardan yaptığı alıntılarla Namık Kemal’e bigâne olmadığı aşikârdır. İki insan da imparatorluğun badireli, fırtınalı ve iyi idare edilmediği birbirinin devamı olan dönemlerde yaşadılar. Her ikisi de iyi idare edilmeyen devletin yaptığı yanlışları görüyordu. Namık Kemal siyasi bir cemiyet ile mücadele etmeye inanmış ve Türkistan Erbab-ı Şebabı’na katılmıştı.

Bediüzzaman hiçbir zaman bir cemiyet kurmadı, hayatı boyunca mahkemelerde bir cemiyet ithamı ile yüz yüze kaldı ama hiç kimse bir cemiyet ispat edemedi, onun cemiyeti müminler arasındaki dini ve imani bağlılıklardı ki, onun ne kaydı vardı, ne aidatı, ne de sistem veya idare edilenlerle bir kavgası. Ama Namık Kemal’in davasının, idealinin yarıda kalmış ve hüsranla sonuçlanmış olması muhakkak ona bir ibret dersi olmuş, belki Namık Kemal’in tarzındaki yanlışlar onun daha sağlam adım atmasına neden olmuştur. Çünkü Bediüzzaman Türk siyasi tarihini ve tarih içindeki mücadeleci şahsiyetleri biliyor, onların tarzı dışında bir yol bulurken onların başarısızlıklarından ders alıyordu. Bediüzzaman’ın Namık Kemal ile mukayeseli literatüre com pare tarzında anlatmanın gayesi de bu idi. Sonraki dönemde Osmanlıdan daha derin bir derin devlet anlayışı vardı, Bediüzzaman’ın yaşadığı yirminci yüzyılın başından göçtüğü yıllara kadar.

BEDİÜZZAMAN VE ASR-I SAADET

Bediüzzaman kendinden önceki mücadele eden adamların nasıl ezilip büzülüp tesirsiz hale getirildiğini biliyordu. Bu yüzden adeta mücadele edenlere karşı büyük bir ezici baskı ve vehim devri olan bu dönemde o kadar büyük engelli koşu içinde yürüyüp bir davayı istediği noktaya getirme noktasından Bediüzzaman Asr-ı Saadetten sonra en büyük stratejist idi. Onun dehası yanında onunla yarışabilecek bir başkası olamaz.

Cemiyette vezirlerden, âlimlerden, askeri idarecilerden, mülkiye memurlarından, halktan olmak üzere iki yüz kırk kişi mevcut idi. Mısırlı prens Mustafa Fazıl Paşa, yeni Osmanlıların mücadelesini seyrediyor ve hükümetin aleyhine bir mektup neşrediyordu, Genç Osmanlılar bu mektubu yayınladılar. Namık Kemal ve arkadaşları, Belgrat Kalesi’nin Sırplara bırakılması, Girit ise kaybedilmek üzere olmasından rahatsızdılar; Namık kemal hem yazıları hem de fiili teşebbüsleri ile bir ihtilal çocuğu, fedai kemal diye anılmaktadır. Ziya Paşa da Belgrat kalesinin Sırbistan’a verildiğini yaşadığı tarihi kıymetleri ve on sekiz defa düşmandan alınmış bir kale olduğunu, bu uğurda nice Türk çocuğunun kanını oluk oluk akıttığını halkı şaşırtacak ve kışkırtacak bir tarzda ortaya döküyordu. Namık Kemal ‘in yazısı olayı bir vatan olayına çevirdi. Devletin bu zayıflığı anında Mısır Valisi İsmail Paşa, sultandan sultanlık derecesinde pay koparmaya kalkan bir teşebbüste bulundu. Vali kendine aziz unvanı, arma ve para bastırma hakkı istiyordu. Devlet bu olaylar karşısında yatalak bir hastaya benzetiliyordu. Hükümet Muhbir gazetesini bir ay süre ile kapattı. Ali Suavi tevkif edildi. Kastamonu’ya sürgün edildi. Namık Kemal Erzurum vilayeti vali muavinliğine, Ziya Paşa ise Kıbrıs’a sürgün ediliyordu.

BEDİÜZZAMAN’IN SÜRGÜN YILLARI BAŞLIYOR

Bediüzzaman İstanbul’da milli mücadele lehinde çalışmaları yüzünden Ankara’ya davet edilir. 1 Haziran 1922 ‘de Ankara’ya geliyor, Ankara’da yeni kurulmakta olan devlete, devletin başkanına bir mektup yazarak, kuruluş safhasında devletin Selahattin Eyyübi gibi inşasını, Napolyon gibi inşa edilmemesini söyler. Aynı mektubu mecliste okur. Ancak Ankara’da umduğunu bulamaz, Van’a gider. 1926 baharında Van’dan İstanbul’a getiriliyor, Antalya, Burdur, Isparta ve nihayet Barla’ya getiriliyor. Bediüzzaman’ın sürgün yılları böyle başlıyor.

Risalelerin telif 1927 de başlanıp 1935’e kadar devam ediyor, çeşitli zulümlere uğrayan Bediüzzaman ve talebeleri 25 Nisan 1935’de işlerinden alınarak tevkif ediliyorlar. Ölmek için sürgün ettikleri bir büyük dehanın ortaya eserler çıkarması baştakilerin hoşuna gitmiyor katmerli zulümler başlıyor. 1935’in Nisan’ında Bediüzzaman tevkif ediliyor. Eskişehir’e götürülüyor, tecrid-i mutlakta on bir ay geçiriyor.

HAPİSHANE VE SÜRGÜN

Bediüzzaman hapishanelerde büyük eserler vücuda getirmiştir.

Kendisi anlatır : “Denizli medrese-i Yusufiyesinin bir ders-i azamı Meyve Risalesi olduğu ve Afyon Medrese-i Yusufiyesinin kıymettar bir ders-i ekmeli Elhüccetüzzehra olması gibi, Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin gayet kuvvetli bir ders-i azamı da İsm-i Azamı taşıyan altı ismin altı nüktesini beyan eden Otuzuncu Lem’adır.” (Nesil 1, 797)

Sürgün, yetmemiş tutuklama, hapishane, tecrit Bediüzzaman bu büyük kumpas içinde yine eser vermiş, kendisini ispat etmiştir. Allah istedi mi zulüm, baskı, tecrit, hapis, sürgün gıdaya dönüşür, Napolyon’un dediği gibi, “ zulüm dehaların ekmeğidir” Bediüzzaman en çok zulüm gördüğü yerde en büyük eserlerini vermiştir. İmparatorluklar kurmuş, bin yıl koca bir coğrafyayı idare etmiş milleti sıradan değil adileştirmek için kurulan komiteleri yanıltmıştır Bediüzzaman. Süleyman Nazif’in dediği gibi “Nasıl zinde bir millet çıktı gördüm hasta sinenden” der. On altıncı asırdan beri oyunlarla süflileştirilirmiş Anadolu ve İslam dünyasını Bediüzzaman mayalamış ve zinde bir nesil ortaya çıkarmıştır.

Namık Kemal de artık siyasetten ümidini mecburen kestikten Magosa sürgününden sonra en fazla eser vermiştir. O günün yöneticileri onu muhalefet görevinden alıp Magosa’ya sürgün etmiştir, o da bunu bir fırsat bilerek hayatının en önemli eserlerini vermiştir.

[devamı gelecek…]


Prof. Dr. Himmet UÇ
Kaynak: risaleakademi.com

Türkler… Kürtler… Osmanlılar

KÜRT SORUNU İÇİN OSMANLI TECRÜBESİ

Binlerce yıldır Ortadoğu”da yaşayan bir halk olan Kürtlerin, Türklerle olan ortak tarihini anlamak için 16. yüzyılın başlarına, Yavuz Sultan Selim devrine uzanmak gerekiyor. Osmanlı devletinin sınırlarını doğuya doğru genişleterek Ortadoğu”nun büyük bir bölümüne hakim olan Yavuz Selim”in karşılaştığı en büyük tehlike Safavilerdi. Liderleri Şah İsmail, sürekli olarak Anadolu”daki isyanları körüklüyor ve Osmanlı için askeri bir tehdit oluşturuyordu. 1514 tarihli Çaldıran Savaşı ile Yavuz, Safavi tehlikesini önemli ölçüde püskürttü. O zamana kadar Safavilerden rahatsız olan Sünni Kürt ve Türkmen aşiret beyleri, bu savaşta Osmanlı ordusuna büyük destek verdi.

Bu, Osmanlı ile Kürt beyleri arasında doğal bir ittifakın oluşması anlamına geliyordu. Ancak Çaldıran savaşı, Güneydoğu Anadolu”nun Osmanlı tarafından fethedilmesi anlamına gelmiyordu. Savaştan sonra da bölge, aralarında herhangi bir birlik olmayan Kürt beylerinin egemenliği altında ve Safavi tehlikesine açık kalmıştı. Savaştan sadece iki yıl sonra bu sorun da halledilecek ve Kürtlerin yaşadığı bölgeler Osmanlı toprağı haline gelecekti. Bunu sağlayan en önemli aktör ise “İdris-i Bitlisî” adlı Kürt din âlimidir.

Yirmi yıl kadar Akkoyunlu devletinin hizmetinde çalışan İdris-i Bitlisî”nin babası soylu Kürt ailelerinden Mevlânâ Şeyh Hüsameddin El Bitlisî”ydi. İdris, Kürtçe gibi Türkçeyi de çok iyi biliyordu. Sühreverdi tarikatına bağlıydı. Akkoyunlu Türkmen devletinin başkenti Diyarbakır iken, burada hükümdar Uzun Hasan Beğ”in sarayında şehzadelerin hocası ve katip olarak çalışmıştı. Şah İsmail, Tebriz”i fethederek Akkoyunlu devletini yıkınca İdris de İstanbul”a gelip II. Bayezid”le görüştü. Padişah bu Kürt din âlimine büyük saygı gösterdi ve onu Osmanlı sarayında tarih yazıcılığıyla görevlendirdi. İdris, Osmanlı”nın ilk sekiz padişahının hayatını anlatan Heşt Behişt (Sekiz Cennet) adlı ünlü eserini burada yazarak Sultan”a sundu.

Sultan Bayezid”in yerine Yavuz Selim tahta geçince, İdris, yeni sultanın Doğu siyasetinin danışmanı oldu. Yavuz”la birlikte Çaldıran seferine katıldı, savaş sonunda Osmanlı egemenliğine geçen Tebriz”de bir süre kalarak Ulu Cami”de halka vaazlar verdi. 1516 yılında, Şah İsmail”in Doğu ve Güneydoğu Anadolu”yu yeniden istila etme hazırlığında olduğu ortaya çıktı. Şah, Çaldıran savaşında öldürülen komutanı Mehmed Han”ın yerine onun kardeşi Karahan”ı tekrar Anadolu”ya gönderdi. Bu komutan Diyarbakır ve çevresini kuşatma altına aldı.

Osmanlı’ya Sığınan Kürt Beyleri

Bu tehlike karşısında, bölgedeki Kürt aşiretlerinin beyleri bir araya gelerek Osmanlı”ya katılma kararı aldı. Bu talebi de “Ariza” adlı bir metinde anlattılar. “Ariza”yı Kürt beylerini temsilen Sultan”a götüren kişi İdris-i Bitlisî”den başkası değildi. İdris, ayrıca, kendisinin Farsça kaleme aldığı İstimaletname”de “Bilad-ı Ekrad” yani “Kürt beldeleri” hakkında bilgiler verdi. Yavuz Sultan Selim, kendisine başvuran Kürtlerin isteğini geri çevirmedi ve bu “bendeleri” Safavi tehdidinden kurtarmaya karar verdi. Yavuz”un emriyle, Konya Beylerbeyi Hüsrev Paşa, İdris-i Bitlisi”nin manevi desteğiyle 10 bin kişilik bir gönüllü ordusu topladı ve Diyarbakır”ı Safavilerden kurtardı. Safavi kumandanı Karahan, Mardin”e kaçtı. Osmanlı ordusu, Mardin üzerine yürüdü sonuçta bu kenti de aldı.

Bu tarihten itibaren, Diyarbakır ve Mardin Osmanlı topraklarına dahil edildiği gibi, İdris”in Yavuz Selim adına bölgenin Kürt-Türk beyleriyle anlaşması sayesinde Bitlis, Urmiye, İtak, İmadiye, Cizre, Eğil, Hizran, Garzan, Palu, Siirt, Hısn-ı Keyfa (Hasankeyf), Meyyafarikin ve Cezire-i İbn Ömer gibi toplam 25 mıntıka barışçı yollarla Osmanlı idaresine bağlandı. Bu üstün başarılarından dolayı Yavuz Selim, İdris-i Bitlisî”yi ödüllendirdi. Kendisine bir ferman göndererek Diyarbakır bölgesini ona “temlik” olarak verdi. Ayrıca merkezi Diyarbakır olan ve Yavuz Selim”in 1516 yılında yeni kurduğu “Arab Kazaskerliği” kendisine bahşedildi. Böylece İdris-i Bitlisi Osmanlıların en büyük siyasi rütbelerinden biri olan kazaskerlik rütbesiyle taltif edilmiş oldu.

Uzun Osmanlı Yılları

Bölge Osmanlı”ya bağlandıktan sonra Kürt aşiret ve beyliklerine otonomi tanındı. Kurulan “Diyarbekir Vilayeti” bünyesinde 11 sancak Türk idarecilerine, 8 sancak yerli (Kürt) beylere verildi. Osmanlı”nın idari sisteminde en büyük birim “vilayet” idi. Tek bir Diyarbekir vilayeti tüm Güneydoğu Anadolu”yu içine alıyordu. Vilayetin altında livalar, onun da altında sancaklar vardı. 1520 yılındaki bir Osmanlı belgesinde, “Vilayet-i Diyarbekir” başlığı altında 9 liva, bunların da altında 28 “Ekrad sancağı” (Kürt sancağı) sayılıyordu. 1526 yılına ait bir belgede ise, “Diyarbekir Vilayeti Livaları” başlığı altında önce 10 Osmanlı sancağı, sonra da Vilayet-i Kürdistan başlığı altında “Ekrad sancakları” denilen 17 sancak sayılmıştı.

Belgeleri yorumlayan tarih profesörü Ahmet Akgündüz, Diyarbekir vilayeti içindeki sancakların 35″i geçtiğini; bunların 16″sının tımar düzenine tâbi klasik Osmanlı sancakları olduğunu; kalanların ise “yurtluk-ocaklık” ve “hükümet” diye de tasnif edilen “Kürdistan vilayeti livaları” olduğunu söylüyor. Bunun anlamı, söz konusu Kürt bölgelerinin belirli bir otonomiye sahip olduklarıdır. Bu düzende Kürtler kendi hayatlarını sürdürdü. Bu durum onlara kimliklerini koruma imkanı verdiği gibi, feodal düzenin sürmesini kolaylaştıran bir hukuki düzen de getirmiş oldu.

Türklerle Kürtlerin Kaynaşması

Osmanlı tarihi bakımından belirtilmesi gereken bir diğer olgu da, Kürtler ile Türklerin kaynaşmış olmalarıdır. Kürtlerin tarihi konusundaki en önemli uzmanlardan biri olan David McDowall, The Kurds adlı kitabında bu hususun altını çiziyor: “Kuşku yok ki, geç dönemde, bazı Arap ve Türkmen aşiretleri kültürel anlamda Kürtleştiler. Kürt ve Türkmen kabileleri bir arada yaşadı, bazı durumlarda birbirleri ile karıştı, bazı Türk liderler Kürtleri cezbetti veya bunun tam tersi oldu.” David McDowall”a göre, aynı şekilde çok sayıda Kürt, özellikle Müslüman ordularında profesyonel asker olanlarla, Türk veya Arapların yoğun yaşadığı bölgelere göçen köylüler ve aşiretler, Kürt kimliklerini kaybetti.

Kürtler için Osmanlı ordusunun ilgi çekici olduğunu dile getiren David McDowall, Kürtlerin sabit ordunun süvarileri arasında Türklerin yanında yer aldığını söylüyor. Kürtlerin en önemli katkısının, özellikle merkezden uzaktaki birliklerde olduğunu hatırlatan McDowall, 1630″ların ortalarında İran”a yapılan bir Osmanlı seferinde Hakkari ve Mahmudi Kürtlerinin ana ordunun önünde yer aldığını, Bitlis”ten gelen piyadelerin ise arka birlikleri oluşturduğunu belirtiyor.

Bedirhan Efsanesinin Aslı

Kürtler arasında, 1840″lardan itibaren bazı isyanlar baş gösterdi. Kürt tarihinde önemli bir yere sahip olan Bedirhan ailesine, bu isyanlardaki öncü rolü sebebiyle hâlâ pek çok Kürt milliyetçisi tarafından efsanevi anlam yüklenir. Halbuki, ne Bedirhan ailesinin isyanlarında ne de o dönemdeki diğer Kürt kalkışmalarının herhangi birinde milliyetçi motif yoktu. Bunlar, 1839 yılındaki “Gülhane Hatt-ı Hümayunu” ile başlayan Tanzimat dönemine tepki olarak gelişmiş hareketlerdi. Osmanlı, Tanzimat”la birlikte, daha önce geniş bir otonomi verdiği bölgeleri merkeze sıkı biçimde bağlamaya çalışıyordu. Buna tepki gösteren yerel liderler de ayaklanıyordu. Bunların kimisi Kürt, kimisi de Türkmen”di.

Tanzimat süreci ile Osmanlı idarecileri, merkezi yönetimi güçlendirmek, etkili biçimde vergi toplamak ve kuvvetli ordular kurmak niyetindeydi. O dönemde pek çok eyalette vergi Osmanlı memurları tarafından değil, yerel yöneticiler tarafından toplanıyor, bunlar da topladıkları verginin ancak bir kısmını merkeze aktarıyordu. Merkezin güçlenmesi için etkili bir bürokratik yapının kurulması ve bu yolla eyaletlerin kontrol altına alınması gerekiyordu. Bu işi en iyi başaran kişi, devleti 1876-1909 yılları arasında yöneten Sultan II. Abdülhamid oldu.

Hamidiye Alayları ve Abdülhamid”in Kürt politikası

Sultan II. Abdülhamid, devletin Müslüman halklarını bir arada tutmaya büyük önem verdi. Doğudaki Ermeniler arasında gelişen fanatik milliyetçi çeteler, Abdülhamid”in bu bölgeye özel bir şekilde eğilmesine vesile oldu. Abdülhamid”in getirdiği çözümün çatısını da “Hamidiye Alayları” oluşturdu. Abdülhamid”in ismine kurulan bu alaylar, Güneydoğu”daki Kürt aşiretlerinden adam devşirilerek bölgeyi Osmanlı devleti adına korumak amacıyla kurulan yarı askeri birliklerdi. Giderek büyüyen Rus tehdidine ve Ermeniler arasındaki milliyetçi örgütlenmeye karşı güvenlik unsuru olan Hamidiye Alayları, aynı zamanda Kürtlerin devlete olan sadakatlerini pekiştirmek gibi bir amaç da taşıyordu.

Aslında alaylar, Sultan Abdülhamid”in Kürtleri devlete daha da ısındırmak ve bağlılıklarını artırmak için yürüttüğü kapsamlı projenin parçasıydı. Projede Kürt önde gelenlerinin çocuklarının İstanbul”da eğitilmesi, bölgeye gönderilen din adamları yoluyla “Osmanlı” bilincinin güçlendirilmesi gibi unsurlar da vardı. İstanbul”da “aşiret mektepleri”nin açılması, bölgedeki medreselere maddi destek verilmesi bu projenin ayaklarını oluşturuyordu. Abdülhamid, ayrıca, yöreye gezici öğretmenler ve vaizler göndererek halkın eğitimine de önem verdi.

Prof. Dr. Ercüment Kuran, Kürt aşiret reislerinin çocuklarının askeri okullarda okutulması ve bunlardan Harbiye mektebinden mezun olanlarının nizamiye ordusuna tayin edilmesinin önemine işaret eder ve hükmünü “Doğu Anadolu halkının devletle bütünleşmesinde Abdülhamid”in hizmeti büyüktür” şeklinde verir. Askeri bir misyonu da yerine getiren alaylar, doğudaki Rus destekli Ermeni çetelerine karşı koyar, gerilla tipi savaş verir.

Kürtlerin Milliyetçiliğe Yüz Çevirişi

Milliyetçilik, modern çağda doğan bir olgu. Modernizm öncesi dönemde, milliyetçilik yoktu. İnsanlar kendilerini şu veya bu milletin bir ferdi olarak değil, bağlı oldukları siyasi otoritenin (çoğunlukla bir kralın, padişahın veya derebeyinin) tebaası ve ait oldukları dini cemaatin bir parçası olarak görüyordu. Osmanlı tarihinde, devletin son birkaç on yılı sayılmaz ise kayda değer bir milliyetçilik bulmak mümkün değil. 19. yüzyıl sonlarında Osmanlı devletinin tebaası, kendini daha çok dinî temelde tanımlıyordu. Kürtler, kendilerini “Kürt”ten ziyade “Müslüman” olarak görüyordu.

Jön Türk hareketiyle birlikte Kürt entelektüeller tarafından başlatılan milli bilinç oluşturma çabaları geniş Kürt kitleleri üzerinde etkili olmadı. The Kurds adlı kitabın yazarı Derk Kinane”ye göre Kürt ağaları, hanları, şeyhleri bu modern Kürtlerin milliyetçi çabalarından hiç etkilenmedi. Çünkü, onları “dinsiz ve devrimci fikirlerin taşıyıcısı” olarak gördü ve kuşkuyla değerlendirdi. Kuşkuyla bakılanlar arasında elbette Türk milliyetçileri de vardı. 1909 yılında Sultan Abdülhamid”e karşı düzenlenen Jön Türk darbesinden ve bunun ardından iktidarı ele geçiren milliyetçi kadrodan rahatsız oldular. Yine de bu huzursuzluklar isyana dönüşmedi ve Kürtlerin Osmanlı devletine olan sadakati sürdü.

Kürtlerin Osmanlı”ya sadakatinin en çarpıcı göstergesi, 1912″den 1918″ye kadar aralıksız devam eden kanlı savaş yıllarıdır. Trablusgarp, Yemen ve Balkan Savaşları ile Birinci Dünya Savaşı”nda pek çok Kürt, Osmanlı ordusunda görev aldı. David McDowall, düzenli orduda görev yapmaya karşı evrensel bir gönülsüzlük olmasına rağmen binlerce Kürt”ün silah altına girdiğini belirtiyor. Kürtler tüm bu savaşlarda, resmi dili Türkçe olan Osmanlı devleti adına savaşmıştı. Peki bu sadakat nereden geliyordu? McDowall”a göre, en önemli faktör Müslüman kimliğiydi.

Sevr’i Protesto Eden Aşiret Liderleri

Anadolu”da bunlar olurken, Avrupa”da ise başka bir gelişme yaşandı. Osmanlı mirası üzerinde paylaşım kavgasının verildiği Sevr Konferansı”na, milliyetçi entelektüellerden oluşan bir grup Kürt temsilci de katıldı. Başlarında Osmanlı ordusunda görev yapmış bir Kürt olan Şerif Paşa vardı. Amaçları Ermenilerle anlaşarak bir “Kürt Devleti” kurmak için Avrupalı devletlerden onay almaktı. Ağustos 1920″de imzalanan Sevr Antlaşması”nın 62. maddesi, “Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yerel otonomi” verilmesini öngörüyordu. 64. madde ise “Kürt halkları”nın “Türkiye”den bağımsızlık elde etmeleri”nin yolunu açıyordu.

Ne var ki “Jön” Kürtler, Avrupalı diplomatlardan aldıkları desteğin bir benzerini güneydoğu Anadolu”da bulamadı. Kürtler arasında bu habere duyulan şiddetli tepki, Paris”e bir seri telgrafın yollanmasına sebep oldu. Bu telgraflarda Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemediği, iki halkın soy ve din itibarıyla kardeş olduğu savunuluyordu. Erzincan”dan 10 ayrı Kürt aşiret lideri, Fransız Yüksek Komiserliğine, Şerif Paşa”nın hareketlerini protesto eden bir telgraf yolladı. Benzer telgraflar Ocak 1920″de, Milli Misak”ın kabulünden iki gün önce, Osmanlı Parlamentosu”na da yollandı. Mart 1920″de İslami dayanışmayı vurgulayan ve Kürtlerle Türkleri ayırma çabalarına karşı çıkan bir deklarasyon, 22 Kürt aşiretinin lideri tarafından imzalandı.

Dönemin Vakit gazetesinde Bediüzzaman Said-i Nursi, Ahmet Arif ve Mehmet Sıddık, Kürtler adına yayınladıkları ortak yazıyla, Türklerin ve Kürtlerin birlikte maruz kaldıkları Rus ve Ermeni terörüne atıfta bulunarak, Şerif Paşa”yı şiddetle kınıyorlardı. Kısacası sonradan ulusal hafızamızda “sendrom” olarak yerini alacak olan Sevr Antlaşması”nı protesto edenler arasında Kürtler ön saftaydı. Kürtlerin Milli Mücadele”ye verdiği destek sonuna kadar sürdü. Urfa ve Maraş”ın düşman işgalinden kurtarılmasında önemli roller üstlendiler.

Benzer işbirliği Lozan görüşmeleri sırasında da yaşandı. Lozan”da Avrupalı devletler Kürtlerin “azınlık” olduğunda ısrar edince, İsmet Paşa “Türkler ve Kürtler Türkiye Cumhuriyeti”nin ana unsurlarıdır. Kürtler bir azınlık değil bir millettir; Ankara Hükümeti hem Türklerin hem de Kürtlerin hükümetidir” diyerek karşı çıktı. Meclis”teki Kürt vekiller de İsmet Paşa”ya tam destek verdi. Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Bey, 3 Kasım 1922″de Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada, Sevr”i bir “paçavra” olarak niteledi, Türk-Kürt kardeşliğini vurguladı. Bir sonraki celsede ise, Bitlis, Erzurum, Kastamonu, Mardin, Muş, Siirt, Urfa, Pozan, Diyarbakır ve Van milletvekillerinin hepsi, Türklerle Kürtlerin tek bir kütle olduğunu belirten ortak bir açıklamaya imza attı.

Kürt Meselesinin Doğuşu

Peki Osmanlı”ya büyük sadakat gösteren, Milli Mücadele”ye canla başla destek veren, Sevr”i protesto edip Lozan”da “Türklerden ayrılmak istemeyiz” diyen Kürtler arasından nasıl oldu da bir “Kürt sorunu” doğdu? Bu sorunun cevabı, bir yönüyle Kürt milliyetçiliği ile ilgili. Osmanlı devletinin son döneminde ortaya çıkan Kürt milliyetçiliği her ne kadar geniş kitleleri etkilemese de varlığını sürdürdü; cumhuriyet döneminde, özellikle de tek parti döneminde büyüdü.

Kürt sorununun kırılma noktası ise, 1925 baharında patlak veren Şeyh Said isyanı oldu. İsyan, Kürtler arasında çok sınırlı bir destek buldu; Bediüzzaman Said Nursi gibi önde gelen din adamları isyana karşı çıktı. Ama isyanı bastırmak ve “kökünden halletmek” için başlatılan Takrir-i Sükun döneminde sert yöntemlere başvuruldu. Bu tarihten itibaren 1930″ların sonuna kadar “bölge”de hemen her yıl ayaklanma yaşandı. Türkler ve Kürtler arasındaki birliği sağlayan Müslüman kimliğine yapılan vurgunun azalması sorunun çözümünün en etkin yolunu da ortadan kaldırmış oldu.

Kazım Karabekir”in Alternatif Projesi

Acaba Şeyh Said isyanı sonrasında daha farklı bir “doğu politikası” uygulanabilir miydi? Kurtuluş Savaşı”nın kahramanlarından Kazım Karabekir Paşa, farklı bir politika geliştirmiş ve önermişti. İsmet İnönü hükümetinin “Takrir-i Sükun” politikalarındaki sertliği eleştiren Karabekir, temeli eğitim ve ekonomik entegrasyona dayalı alternatif bir proje sunmuştu. Proje 4 temele dayanıyordu: 12 yaşından küçük çocukları gece yatılı mekteplerine almak; Hamidiye Alayları”nın devamı olan Aşiret Süvari Fırkaları”nı tarımsal müfrezeler haline getirerek bunları tarımsal kalkınma ve yol çalışmalarında üretici hale getirmek; bölgedeki din adamlarını, Kürtçeyi de iyi bilen üniversite mezunu hocalar ve hukukçular ile harmanlamak. Böylece, bölge insanının dini temelden kopmadan modern bir eğitim almasını sağlamak; özellikle Van Gölü havzasından başlamak üzere, bölgedeki diğer aşiret unsurlarını küçük parçalara ayırarak yerel kalkınmada çalıştırmak, bölgedeki Ermeni propagandalarını ve Kürtçülük hareketlerini etkisiz hale getirmek için üst kültürlü, temsil yetenekli, çevresindeki yerli halka sosyal hayatta ve üretimde örnek olacak Türk kanalları açmak.

Karabekir, Kürtlerin dini hassasiyetlerini gözetecek, onları modern eğitimle tanıştırırken bir yandan da üretime teşvik edecek ve böylece ülke geneliyle ekonomik entegrasyonlarını artıracak çözüm öneriyordu. 1926 yılında Meclis tarafından bölgeye gönderilerek durum hakkında rapor hazırlaması istenen Bursa Milletvekili Emin Bey de “sıkı yönetim yerine ılımlı, yumuşak bir politika uygulanması, Sultan II. Abdülhamid”in bölgede uyguladığı politikalara ağırlık verilmesini” öneriyor ve “güvenliği sağlamak için bölgede bulunan silahlı kuvvetlere yapılacak masrafın yarısı kadar bir masrafla bölgeye önemli hizmetler götürülebileceğine” dikkat çekiyordu.

İsmet İnönü hükümetlerinin uyguladığı politikalar ise, “radikal devrimcilik” vizyonuna göre şekillenmişti. Bu vizyonda ekonomiye ve yerleşik kültürel değerlere fazla önem verilmiyor, sorunun Kürtlere Türk kimliğini kabul ettirmek ve tepkileri bastırmakla çözümleneceği umuluyordu. Ancak bu politika ters tepti. Muhafazakar Kürtleri Türk kimliğine kazandırmak, ancak ortak dini ve kültürel değerler ekseninde yürütülecek politikayla mümkün olabilirdi. Bunun aksi bir çizgide oluşturulan Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi projeler başarılı olamadı.

Dr. Hüseyin Koca”nın ifadesiyle “halk zaten sınırlı olan eğitim imkanlarından “çocuklarımız gavurlaşacak” diye faydalanmak istemedi.” Oysa, Dr. Koca”ya göre, “Kazım Karabekir Paşa”nın ziraat projesine kulak verilseydi, sosyal bütünleşme sağlanabilecekti.”

Tek parti döneminden sonra gerek Demokrat Parti döneminde, gerekse Anavatan Partisi iktidarında bir takım olumlu adımlar atıldı. Ancak, bu adımlar başarılı olamadı ve sorun günümüze kadar büyüyerek geldi. Şimdi, yeni bir dönemin başında kapsayıcı projelere ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. Yanı başında Irak gibi istikrarsız bir yapının olduğu bir dönemde Türkiye”nin, tıpkı Osmanlı zamanında olduğu gibi ülkede yaşayan bütün unsurları ortak manevi değerlere dayalı, kardeşlik duygusuyla kucaklayacak politikaları hayata geçirmesi gerekiyor.

Mustafa Akyol

Afrika’yı bu hale Avrupa getirdi..

Afrika kıtasının bu günkü sefil ve perişan hali Avrupa medeniyetinin eseridir. Yılarca sömürdükleri ülkelerin ne hale geldiği ortadadır. Artık Afrika, muhtaç olmaktan kurtarılmalıdır.

2010 BM İnsani Gelişmişlik Sıralamasında, “Az Gelişmişlik” başlığı altında yer alan 35 ülkenin 27’sinin Afrika ülkesi olması, kıtanın ne kadar vahim bir durumda olduğunu çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.

Milletimiz, muhtaçlara kendi imkânları doğrultusunda yardım etmeyi şiar edinmiş necip bir millettir. Afrika’ya yardımlar sürecektir. Ama yardımdan daha önemlisi, onları muhtaç olmaktan çıkaracak işler yapmaktır.

Açılıma devam edilmeli.
Afrika’nın ileride insanlık dramlarıyla değil, başarı hikâyeleriyle gündeme gelebilmesi için bu büyük kıtayı kriz dönemlerinin dışında da tanımalıyız. Afrika Açılımı’nın arkasını getirmeliyiz.

Açlığın ve salgın hastalıkların pençesinde kıvranan Afrikalılar yardım bekliyor. Ramazan ayının başlamasıyla birlikte, Afrika’ya yardım kampanyaları da hız kazandı. Kıtada dönemsel olarak ortaya çıkan bu felaket tablosu karşısında kalıcı tedbirler alınmadığı takdirde önümüzdeki yıllarda da benzer durumlarla karşılaşacağız.

Afrika’nın dünyanın en fakir, en geri kalmış ve en çok yardıma muhtaç bölgesi haline gelmesinin arkasında, bilhassa 19. yüzyılda kıtayı parsel parsel ele geçiren emperyalist ülkelerin politikaları yatmaktadır. Türkiye, Afrika’nın geri kalmışlığından zerre kadar sorumlu değildir. Ama Türk milleti vicdan sahibidir. Dünyadaki en sistematik yardım kampanyalarından biri Türkiye’de başlatılmış ve ilk yardım kafileleri, felaketi en derinden hisseden ülke olan Somali’ye ulaşmıştır.

Afrika’nın ileride insanlık dramlarıyla değil, başarı hikâyeleriyle gündeme gelebilmesi için bu büyük kıtayı kriz dönemlerinin dışında da tanımalıyız. Afrika Açılımı’nın arkasını getirmeliyiz.

Afrika’yı Avrupa yağmaladı.
Afrika, dünyadaki karaların yaklaşık yüzde 20’sini kaplayan ve Asya’dan sonra ikinci büyük kıtadır. Dünya nüfusunun yüzde 15’i Afrika’ya dağılmış 55 bağımsız devlette yaşamaktadır.

Sadece yüzyıl önce bu 55 devletin 53’ü bağımsız değildi. Liberya ve Habeşistan dışındaki tüm Afrika toprakları Avrupalı emperyalistlerin kontrolü altındaydı. 1884’teki Berlin Konferansı’nda “Afrika Sorunu”nu (!) masaya yatıran Avrupalılar, çözümü kıtayı tamamen işgal ve nüfuz bölgelerine bölmekte bulmuşlardı. Böylece 19. Yüzyılın son yıllarında, Afrika kıtası neredeyse tamamen Avrupalı güçlerin idaresine girdi. Almanya, Belçika, Fransa, İngiltere, İspanya, İtalya ve Portekiz yer altı zenginliklerinden, beşeri sermayesine kadar Afrika’nın her şeyini yağmaladılar. Onları daha kolay idare edebilmek için, suni biçimde böldüler. Misyonerler yoluyla, Afrika halklarının dinlerini değiştirdiler. Akıllı çocukları Avrupa’daki okullarda okutup, kendi ülkelerinde Batı’nın çıkarlarına hizmet eden işbirlikçi burjuvaziyi meydana getirdiler.

Kenya milli kurtuluş mücadelesi kahramanı Jomo Kenyatta, Avrupalıların Afrika’yı nasıl ele geçirdiğini çarpıcı bir biçimde anlatıyor: “Avrupalılar geldiklerinde, bizim topraklarımız; onların elinde İncil vardı. İncil’i bize verdiler. Gözlerimizi kapatmamızı istediler. Gözlerimizi açtığımızda bizim elimizde İncil, onlarda ise topraklarımız vardı…

Afrika’yı sömürgeleştirirken, Avrupalılar kendi yaptıklarını çok kolay biçimde meşrulaştırmanın yolunu da bulmuşlardı: “Yabanileri, medenileştirmek Beyaz Adam’ın göreviydi.” İngiliz Şair Rudyard Kipling, orijinalini Emperyalizm tarihinin sembol isimlerinden Kraliçe Victoria’nın tahta çıkışının 25. Yıldönümü için kaleme aldığı Beyaz Adamın Yükü başlıklı şiirinde, “yarısı insan, yarısı şeytan olan vahşilerin Hristiyan Beyazlar tarafından kurtarılmalarından övgüyle bahsediyordu.” Kipling yıllar boyunca Avrupa merkezli ırkçılığın ve emperyalizm düşüncesinin edebi referanslarından biri olarak kaldı.

Afrika için seferberlik başlatılmalı.
20. yüzyılın ikinci yarısı Afrika’nın sömürgeden kurtuluşuna sahne oldu. Jomo Kenyatta (Kenya), Kwame Nkrumah (Gana), Leopold Senghor (Senegal), Patrice Lumumba (Kongo) gibi isimlerin öncülüğünde yürütülen kurtuluş mücadeleleri sonucunda yeni devletler kuruldu.

1905’te sadece iki bağımsız devletin bulunduğu Afrika’da 1960’ta 9, 1970’te 42, 1980’de 52 devlet vardı. Sömürgeden kurtuluş ve siyasi bağımsızlığın elde edilmesi Afrika halklarının yüzlerinin gülmesine yetmedi. Muazzam yer altı kaynaklarına rağmen, sömürgeci dönemden miras kalan uygulamalar ve bir türlü dinmeyen etnik ve dinsel çatışmalar sebebiyle ortaya çıkan istikrarsızlık, birçok Afrika ülkesinin dünyanın en az gelişmişleri listesinde hep üst sıralarda yer almasına yol açtı.

AIDS başta olmak üzere salgın hastalıklar, kıtlık ve açlık, cehalet, insan hakları ihlalleri, yolsuzluklar, iç çatışmalar ve kronik yoksulluk vb. kriterler dikkate alındığında 2010 BM İnsani Gelişmişlik Sıralamasında, “Az Gelişmişlik” başlığı altında yer alan 35 ülkenin 27’sinin Afrika ülkesi olması, kıtanın ne kadar vahim bir durumda olduğunu çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Hal böyle olunca da, bugün milyonlarca insanın yaşadığı açlık felaketini önlemek için gönderdiğimiz yardımlar Afrikalıların çaresizliğini bir nebze olsun giderse de, kalıcı ve rasyonel tedbirlerin alınmaması durumunda kıtanın ileride daha büyük felaketlere ev sahibi olması kaçınılmazdır.

Yardımlar siyasileştirilerek engellenmemeli.
Dolayısıyla, Türkiye gibi, bölgede herhangi bir sömürgeci geçmişi bulunmayan, dolayısıyla halkların ön yargısından uzak ülkelerin uluslararası platformlardaki öncülüğünde, konjonktürel yardım kampanyalarının ötesine geçilmeli, çok yönlü bir Afrika seferberliğine girişilmelidir. Türkiye’nin diplomasi, ticaret, ulaştırma ve eğitim alanlarında başlattığı Afrika Açılımı’nın tüm Afrika ülkelerini ihtiva edecek şekilde genişletilmesi, Afrikalıları mutlu edecektir.

Son olarak, insani bir meselenin sorumsuzca siyasileştirilmemesi gerekir. “Türkiye’nin bu kadar sorunu varken, Afrika’ya neden yardım ediyoruz?” diye sormak; sormakla da kalmayıp yürüyen yardım kampanyalarını engellemeye çalışmak, “aydın garabeti“ veya “siyasi şaklabanlıkla” değil, sadece “vicdansızlıkla” izah edilebilir.

Milletimiz, Türkiye’de ve dünyada yardıma muhtaç olan herkese, kendi imkânları doğrultusunda yardım etmeyi şiar edinmiş necip bir millettir. Böyle olunca da, Afrika’ya yardımlar sürecektir.

Ama yardımdan daha önemlisi, Afrikalıları yardıma muhtaç olmaktan çıkaracak işler yapmaktır

Çağrı ERHAN / www.nurdergi.com

Ayasofya’da İlk Namaz Kılındı

Tarihte bugün:

1 Haziran 1453 Ayasofya‘da ilk cuma namazı Akşemseddin tarafından kıldırıldı. İslâm tarihinde mevcut uygulamaya göre fetihten sonra hemen bir camii yaptırılır, buna zaman yetmediği hallerde, elverişli bir bina camiye çevrilir, ibadete açılır, orada İslâmî gelenekte hürriyet ve hâkimiyetin sembolü sayıla gelmiş olan ilk Cuma namazı kılınırdı.

Cuma namazında, sultan veya onun adına bir âlim hutbe okur, hutbenin ikinci kısmında dine, devlete, geçmişte hizmet edenlere dua edildiği gibi, o beldeyi fethedenin adı anılır, devlet ve milletin payidar olması için dua edilirdi. Fatih de böyle yaptı.

Fetihten sonra, şehrin en büyük kilisesi olan Ayasofya’yı camiye çevirdi. 1 Haziran 1453 Cuma günü burada ilk Cuma namazı kılındı bu ilk cumada hutbeyi, Fatih adına Akşemseddin okudu. Böylece İstanbul’un ebedi bir Türk – İslâm beldesi olduğu tescil edilmiş oldu. Aynı gün, İstanbul’un, Osmanlı Devleti’nin başkenti olmasına karar verildi. dunyabulteni.net

Sultan Fatih Mehmed, Bizanslıların İstanbul’u Türklere teslim etmeleri üzerine, öğlen üzeri Topkapı’ dan şehre girdi. Padişah, Bizans halkının tezahüratı ve Türk askerinin tekbir ve ezanları ile Ayasofya’ya geldi. Mâ’bedde toplanmış olan kadınlı – erkekli onbinlerce halk, başlarında büyük rütbeli rahipler olduğu halde, Doğu Roma Fatih’ini at üzerinde mabedin Kapısının önünde görünce ağlayarak secdeye kapandılar.

Büyük Türk Hakanı onları sükûta ve sükûna dâvet etti. Sonra beşer tarihinin ender gördüğü şu tarihî cümleleri ile hükmünü açıkladı :

“Kalkınız. Ben Sultan Mehmed, hepinize söylüyorum ki bu andan itibaren artık ne hayatınız, ne de hürriyetiniz hususunda gazab-ı Şahanemden korkmaymız.”

Sultan II. Mehmed’in artık kendi tebaaları sıfatıyla halka, can ve mal emniyeti, din ve dünya hürriyeti ile gerçek adaleti ilân etmesi; Ortaçağ’ın karanlık zihniyetini yırtan ve yeni aydınlık bir çağı müjdeleyen büyük bir hadise idi. Hıristiyanlık âleminin sembol saydığı Ayasofya’da ilk defa 1 Haziran 1453’de Cuma namazı kılındı. Bilindiği gibi Ayasofya bugün müze halindedir. fazilet.org