Hilafet Nedir? Halifelik Neden Kaldırıldı?

Hz. Muhammed, hem İslâm dininin peygamberi hem de kurduğu ilk İslâm devletinin devlet başkanı idi. Onun vefatından  sonra yerine geçen devlet başkanlarına halife denmiştir.

İlk dört halife, seçimle iş başına geldiler. Emeviler zamanında halifelik babadan oğula geçen bir saltanat haline geldi. Bu durum Abbasîler zamanında da devam etti 1517’de Memlûk Devleti’ne son veren Osmanlı Padişahları bu tarihten sonra halife unvanını kullanmaya başladı. Osmanlı Devleti Halifelik sayesinde İslâm dünyasında büyük ölçüde birliği sağlamıştı. 

1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması ile Sultan-Halife gibi, çifte görevi olan Osmanlı hükümdarının elinden egemenlik hakları, devlet yetkileri alındı.Daha sonrada 3 Mart 1924 tarihli, Hilafetin ilgasına ve Hanedan-ı Osmaniye’nin Türkiye Cumhuriyeti memalik-i hariciyesine çıkarılmasına dair kanunla Osmanlı haneda­nının 407 yıldır elinde tuttuğu halifelik  kaldırılmıştır.

Hanedan üyelerinin, ileride saltanat ve halifelik iddiasında bulunmamaları için yurt dışına çıkarılmaları kabul edilir. Sıra kararın halifeye bildirilmesi ve halline gelmiştir.

Dolmabahçe etrafını polisler çevirir ve Vali Haydar Bey saraya girerek kararı Halifeye okur. Halife Abdülmecid kararı tanımadığını söyler. Zor durumda kalan vali durumu Ankara’ya bildirdiğini söyleyerek halifenin zorla çıkarılması yönünde “hayali” bir telgraf okur. Halife 20 dakika buhran geçirdikten sonra görevliler eşliğinde saraydan çıkarılır. Saraydan çıkarken bir gazeteciye “Ben vatan haini değilim. Yine bu millete dua edeceğim” der. Çatalca’dan trene bindirilen halifeye İsviçre vizesiyle birlikte bin 700 sterlin verilir. Görevinden azledi­len Sultan Mehmed Vahidüddin, 17 Kasım 1922 tarihinde, Malaya isimli bir İngiliz savaş gemisiyle ülkeyi terk etmesinin ardından 5 Mart 1924 sabahı Abdülmecit Efendi ailesiyle birlikte Türk topraklarından ayrılmıştır.

Hilafetin kaldırılmasının Türkiye’de ve dünyada geniş yankıları olmuştur.

Tarihçi Arnold Toynbee, hilafetin kaldırılmasını Türk milliyetçilerinin sabırsızlığından, Ankara’nın halifeliği Vatikanlaştırmayı başaramamasından kaynaklandığını söylerken The Daily Telegraph, Türkiye’nin İslam milletleri liderliğinden üçüncü sınıf Tatar cumhuriyetine dönüştüğünü iddia ediyor. Hilafetin kaldırılmasının arkasında Fransız-İtalyan-Selanik kaynaklı radikal localar olduğunu ileri sürüyordu.

The Observer, Türkiye’nin batılılaşma uğruna “Doğu itibarı“nı terk ettiğini söylüyordu. Paris merkezli Le Journal, İstanbul’un dini saygınlığını yıkmaya çalışan İngilizlerin bu şansı hayal bile edemediğini yazıyordu.

Hilafetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 günü, bir diğer kanunla da Şer’iye ve Evkaf Vekâleti (Bakanlığı) kaldırılmıştır, bu vekâlet tarafından yönetilen okullar ve medreseler de kaldırılmıştır, aynı gün, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekâleti de kaldırıldı Tevhid-i Tedrisat kanunu da o gün kabul edilmiştir.

Oysa Cumhuriyet 23 Nisan 1920’de dualarla açılmıştı. Mustafa Kemal, ve arkadaşları ilk başlarda halifelik makamını övüp, yere göğe koyamıyorlardı. Müslüman dünyaya işgale karşı hilafeti kurtarmak için savaştıklarını söylüyor ve yardım istiyordu. Birçok Müslüman ülkeden de Mustafa Kemal’in yürüttüğü Kurtuluş Savaşı’na destekler geliyordu.

Halifelik niçin kaldırıldı?

Halifelik evvela İngiltere istemediği için kaldırılmıştır. İngiltere çok sayıda İslam ülkesini sömürgesi altına almıştı. Fakat bütün İslam dünyası manen İstanbul’daki halifeye bağlı olduğu için o topraklarda hâkimiyetini tam manasıyla kuramıyordu. bu yüzden önündeki en büyük engel halifelikti. İngiltere hilafeti yok etmek İslam alemini çaresiz bırakmak ve hilafeti halkın eliyle kaldırmak istiyordu. Eğer kendileri kaldırmaya kalkışırsa sömürgelerinde çıkacak büyük ayaklanmalardan çekiniyordu. 

Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre önce imzalanan Lozan anlaşmasının asıl maddeleri dışında gizli maddeleri de bulunmaktaydı. Bu antlaşma başta hilafetin kaldırılmasıyla birlikte bütün inkılap hamlelerini de içine almaktaydı. İngiliz devlet adamı Lord Courson’ un mecliste yaptığı konuşması ile bunları tamamen doğrulamaktadır.

Lozan antlaşmasından sonra İngiltere avam kamarasında Türkler’ in istiklalini niçin tanıdınız? diye yükselen itirazlara verdiği cevap şuydu; “işte asıl bundan sonra Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz. ” demiştir. 

Yılmaz Altıparmak, İslamiyet açısından Atatürk ve inkılaplar, adlı kitabının  281, 282. Sayfalarında bunları söylemektedir.

Diğer bir kaynak; briton and turk, london 1941 de ise

Türk cumhuriyetçileri, Müslüman uyrukları olan herhangi bir gayrimüslim devlet için her zaman güçlükler çıkaracak bir kurumu (hilafeti) ortadan kaldırmakla Britanya İmparatorluğu’na olağanüstü bir iyilik yapmıştır. ” yazmaktadır.

Hasan Hüseyin Kemal olayları şöyle anlatır

Albay Rawlins, 1920’de Kazım Karabekir’e saltanatı ilga edip hilafeti hükümetten ayırma teklifinde bulunur. İnebolu’da Refet Paşa ile görüşen Binbaşı Henry’nin raporuna göre de Ankara hükümeti Mezopotamya’yı işgal ve Panislamizm politikası niyetinde değildir. Lozan Barış Konferansı öncesi Lord Curzon lordlar kamarasında İngilizlerin hedefini açıklar, Türklerin var olması için Batı ile ilişki kurmasını ister: “Ey Türkler geri dönünüz. Geleceği Moskova, İran ve Afganistan’da aramanızın sizin için iyi olmadığını görmüyor musunuz?” der.Lord Curzon’un bu tehdidine karşı İsmet İnönü’nün verdiği cevap bugün çoğumuz için oldukça şaşırtıcı gelebilecek bir niteliktedir. İsmet İnönü Lozan görüşmeleri öncesi 17 Kasım 1920’de Hindistan menşeli The Muslim Standart Gazetesi’ne verdiği demeçte “Hilafet hukuku masundur (korunan), onun müdafaası için bütün Türk milleti kanını dökmeye hazırdır” demektedir. Lozan görüşmeleri sırasında hilafet konusunun doğrudan görüşülmediği iddia edilir. Ancak 1917’de Fahrettin Paşa’nın Medine’den çekilirken yanına aldığı kutsal emanetlerin geri verilmesi istenir. İsmet Paşa bu isteği “Halife hazretlerinin Mekke ve Medine gibi kutsal kentlerle bağları ve ilişkileri daha çok din alanına girmektedir ve bunlar yabancı hükümetleri hiç ilgilendirmeyen konulardır” diyerek reddeder. Ancak Lozan görüşmelerine ara verildikten sonra işlerin hiç de söylendiği gibi olmadığını gösteren gelişmeler yaşanmaya başlanır. Başvekil Rauf Bey’e göre ülkeye dönen İnönü, Mustafa Kemal’e halifeliğin kaldırılması teklifini getirir. Karabekir Paşa’ya göre de Lozan’dan sonra rejim İslam aleyhine icraatlara başlamıştır. Türk tarafı Lozan’ı imzalamasına rağmen İngiltere imzayı hilafetin kaldırılmasından sonra atacaktır. İsmet İnönü, bu durumu “Reformların nasıl hazmedildiğinin bilinmesini istediler” diyerek açıklar

Mustafa Armağan bu konuyu şöyle açıklar;

Mustafa Kemal Paşa Lozan’ı, hilafetin kaldırılmasından 28 gün sonra onaylamıştı. Önce Yunanistan onaylasın, sonra hilafeti kaldıralım, ardından biz onaylayalım, sonra da itilaf devletleri… Nitekim Yunanlılar bizden daha atik davranmışlar ve 11 Şubat 1924’te meclislerinde onaylamışlardı Lozan’ı.

İtilaf devletleri başkanlarının ne zaman onayladıklarını biliyor musunuz? 6 Ağustos 1924 tarihinde. Peki, neyi beklemişlerdi bunca süre? Anlaşılan, önce Lozan’da verdiğimiz sözlerin yerine getirilip getirilmediği görülecek, sonra nihai onay verilecekti. O devrin Birleşmiş Milletleri demek olan Cemiyet-i Akvam ise bir ay sonra, 5 Eylül’de Lozan Antlaşması’nı resmen tescil edecek ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması uluslararası garanti altına alınacaktı. 

Yrd. Doç. Dr. Teyfur Erdoğdu;

“Türkiye Cumhuriyeti bir İslam şeriat devleti olarak kuruldu. Bu ilkeler anayasada 1928’e kadar muhafaza edilmiştir. Anayasadan bağımsız olarak ayrıca bizzat meclisin 17 Kasım 1922 tarihinde seçtiği Abdülmecid Efendi’nin hilafeti bir buçuk yıl sürer. Cumhuriyet ilan edilmeden önce meclisin seçmesiyle Abdülmecid Efendi halife oldu.” Demektedir.

“Türk ve İngiliz Belgelerinde Halifeliğin Kaldırılması” kitabında yazarı Tarihçi Doç. Dr. Ali Satan’da şunları söylüyor.

Cumhurbaşkanlığı Arşivleri’ndeki halifelik belgeleri şunu gösteriyor ki; cumhuriyet bu kuruma en üst düzeyde dikkat ve özen göstermiştir. Halifeliğin kaldırılışının karar süreci hakkında bir belge yok ancak kaldırılmasının dünyadaki etkileri, yansımaları da büyük bir dikkatle takip edilmiş.

Hilafetin ve Saltanatın kaldırılmasına Bediüzzaman Said Nursi  perspektifinden bakışımız.

Saltanat tasvip edilecek bir rejim değildir.Fakat her asrın, her dönemin mevsimler gibi farklılkları kendine has özel durumları olmuştur ve olmalıdırda.Geçmişte bu rejim İslam’a çok büyük hizmetler etmiştir. 

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde meşrutiyeti hararetle savunması, Üstad Hazretlerinin saltanata karşı olduğu anlamı taşımaktadır. Risale- i Nurlardaki  şu ifadeler görüşümüzü destekler mahiyettedir.

Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise, hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir; hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz Meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz…

“İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi, hamal ve gafil ve safdil olduklarından, bazı particiler onları iğfal ile vilâyât-ı şarkiyeyi lekedar etmelerinden korktum. Ve hamalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlayacakları suretle meşrutiyeti onlara telkin ettim.”

“Şu mealde: İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz.”

“1935’de Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde ‘Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?’sualine cevaben, ‘Eskişehir Mahkeme Reisinden başka, daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder.’ diyerek….”

“Hulefa-yı Raşidîn herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddık-ı Ekber, Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”

“Bir zaman, ihtiyarlığın başlangıcında, Eski Said’in gülmeleri Yeni Said’in ağlamalarına inkılâp ettiği hengâmda, Ankara’daki ehl-i dünya beni Eski Said zannedip oraya istediler, gittim. Güz mevsiminin âhirlerinde Ankara’nın benden çok ziyade ihtiyarlanmış, yıpranmış, eskimiş kalesinin başına çıktım. O kale, tahaccür etmiş hâdisât-ı tarihiye suretinde bana göründü. Senenin ihtiyarlık mevsimiyle benim ihtiyarlığım, kalenin ihtiyarlığı, beşerin ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı Devletinin ihtiyarlığı ve Hilâfet Saltanatının vefatı ve dünyanın ihtiyarlığı, bana gayet hazîn ve rikkatli ve firkatli bir hâlet içinde, o yüksek kalede geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın dağlarına baktırdı ve baktım.”

Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzerine Üstad Hazretleri Saltanata karşı  fakat Hilafete taraftardır.

Hilafetin önemi bütün Müslüman dünyayı birleştirmesi, askeri ve siyasi bir güç temin etmesinden dolayıdır. Halife yer yüzünde yaşayan bütün Müslümanların fıtri lideri ve itaat edilmesi gereken amiridir. Bu da İslam dünyasının birlik ve beraberliğinin bir sigortası oluyor. Böyle bir gücün karşısında  hiçbir ittifak duramaz. Bugün İslam aleminde çekilen bir çok sıkıntı ve acının temelinde böyle bir birliğin kurulamaması vardır.

Faraza Türkiye Cumhuriyeti şeri esaslara göre yönetilmiş olsa idi cumhuriyetin icracı reisi olan başbakan aynı zamanda halife olurdu. Padişahlık gibi şeriatın özüne uymayan bir rejimde hilafet olabiliyor ise şeriatın özüne uygun olan cumhuriyet rejiminde hilafet elbette tatbik edilebilir.

Halife mutlak bir egemenliğe sahip değildir. Hukukun sınırları içinde hareket etme zorunluğu vardır. Hâl böyle olunca bugünkü başkanlık sistemi ile hilafet sistemi arasında aşırı bir fark bulunmamaktadır. Faraza Amerika Müslüman onun başkanı da halife olmuş olsa idi yeryüzünde tek Müslümanın burnu kanamaz yeryüzü adalet ile dolardı. Birleşmiş Milletlerin ruhunu da buna tatbik edebiliriz.

Derleyen: Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • Osmanlı700
  • Yrd. Doç. Dr. Teyfur Erdoğdu
  • Doç. Dr. Ali Satan
  • Mustafa Armağan
  • Hasan Hüseyin Kemal
  • briton and turk
  • sorularlarisale

Selahaddin Eyyubi Kimdir? (1138-1193)

El-Melik el-Nasır Ebu’l Muẓaffer Selahaddin Yusuf bin Necmeddin Eyyub 1138 Tikrit’te doğmuştur. Haçlı Seferleri’ne karşı direnen büyük komutan olarak bilinir.Mısır ve Suriye sultanı, Ünlü kumandan ve siyâset adamı Selâhaddîn Eyyûbî  Sûriye, Filistin, Mısır ve Yemen’de kurulan  Eyyubi hanedanının kurucusudur.

Hıttin Muharebesi ile 2 Ekim 1187’de Kudüs’ü Haçlı kuvvetlerinden alarak kentte 88 yıl süren Hıristiyan egemenliğine son vermiş, ayrıca Hıristiyanların düzenledikleri III. Haçlı Seferi’ni etkisiz hale getirmiştir.

Baalbek ve Şam’da büyüyen Selahaddin, İyi bir tahsil aldı. Askeri eğitimden ziyade dini derslere meraklıydı. Sanatla ve ilimle uğraşırdı. Selahaddin’in biyografisinde Onun Öklid Geometrisi, Astronomi, Matematik ve Aritmatik konularında uzman olduğu yazmaktadır Mantık, felsefe, sosyoloji, fıkıh ve tarih öğrendi, Şam’daki Dar’ul-Hadis’den mezun oldu.

Selahaddin Eyyubi’ye tarih boyunca farklı etnik kökenler atfedilmiş, çeşitli milletler mirasını sahiplenmişlerdir. Fakat oluşan genel kanaat Kürt kökenli olduğudur.

Selahaddin tanınmış bir ailede dünyaya geldi. Doğduğu gece, babası Necmeddin Eyyub ailesini de alarak Halep’e göçtü. Burada Kuzey Suriye’nin güçlü Türk valisi İmadeddin Zengi’nin hizmetine girdi. Daha sonra Tikrit’in kumandanlığına atandı.

Selahaddin’in annesi Selçukluların Harim emiri Şihabeddin Mahmud ibn Tokuş el-Harim’un kızkardeşidir.

Yirmi altı yaşındayken amcası tarafından eğitilmek üzere kendi hizmetine alındı.Mısır’ın güçlü aşiretlerinden Banu Ruzzaiklerin ele geçirilmesinde Fatımi halifesinin yanında savaştı. Daha sonra Haçlı ordusunun elinde bulunan Mısır’daki Bilbeis şehrinin ele geçirilmesinde görev aldı.

Selahaddin’in askeri hayatı amcası Esedüddin Şirkuh’un hizmetine girmesiyle başladı. Mısır’a gönderilecek orduya Nureddin Mahmud komutan olarak Şirkuh’u atadı. Şirkuh Nureddin Zengi’nin emriyle, ilki 1164 yılında olmak üzere Mısır’a üç sefer düzenledi. Selahaddin bu seferlere Nuredddin Zengi’nin emriyle katılmıştır. Önceleri Selahaddin bir ilim adamı olmak istiyordu, yönetici olmak gibi bir niyeti yoktu.

Salaheddin Şirkuh’un ölümünden ve Şavar’ın öldürülmesinden sonra, henüz 31 yaşındayken 1169 yılında hem Suriye birliklerinin komutanlığına, hem de melik unvanıyla Mısır vezirliğine atandı. 

1171’de Mısır’da Şii Fatımi halifeliğini tamâmiyle ortadan kaldırdı .Onların eski toprakları üzerinde din ve eğitimde kuvvetli bir siyâsetin teşvik ve uygulayıcısı oldu. Şiîliğin yerine Sünnî mezhebini yaymaya başladı. Bunda başarılı olan Selâhaddîn, Mısır ve Suriye’de Fâtımîlerin yaydığı yanlış itikâdın önüne geçerek, Ehl-i sünnet itikâdının yayılmasında önder oldu.

Artık İslam dünyasında tek bir halife vardı. Bu olay Müslümanların haçlılara karşı birleşmesinde tarihi dönemeçlerden birisi olmuştur.

Bu yüzyılda Haçlılar iki defa Anadolu’dan Kudüs’e kadar gitmişler ve geçtikleri yerlerde kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmamışlardı. Hatta bu zalimler, kendi dindaşları ve ırkdaşlarının kalplerinde bile derin bir nefret uyandırmışlardı.

Selahaddin Nureddin Mahmud Zengi’ye hayatı boyunca bağlı kaldı, fakat Nureddin’in 1174 yılında vefat etmesiyle durum değişti. Selahaddin, Nureddin’in dul eşi İsmedüddin Hatun ile evlendi..

1186’ya değin Suriye, Kuzey Mezopotamya, Filistin ve Mısır’daki tüm Müslüman topraklarını kendi bayrağı altında birleştirmeye girişti ve İslam birliğini tekrar kurdu .

1187’de bütün gücüyle, Latin Haçlı krallıklarına yöneldi. Hıttin Muharebesi’nde Selahaddin, Kudus Kralı Lüzinyanlı Guy  komutasındaki Haçlı ordusunu yenmeyi başardı.

Haçlıların verdiği kayıpların büyüklüğü Müslümanların Kudüs Krallığı’nın neredeyse tümünü ele geçirmesini sağladı.

Haçlıların 90 sene önce Kudüs’ü işgal ederlerken 70 bin Müslümanı kılıçtan geçirmesine rağmen, muzaffer bir komutan olarak karşılarına geçen Sultan Selahaddin, intikam alma yerine onlara iyi muamelede bulunmuştur. Zaten İslam tarihinin çeşitli dönemlerinde de görülebileceği üzere, Müslümanlar kendilerine kan kusturan hasımları karşısında hep centilmence davranmışlardır.

Salaheddin Haçlılara en büyük darbesini ise 88 yıl Frankların elinde kalan Kudüs’ü 2 Ekim 1187’de teslim alarak indirdi.

Böylece bütün Müslümanların gönüllerinde taht kuran Selâhaddîn Eyyûbî, büyük bir üne kavuştu. Avrupa bu hezimet karşısında birbirine girdi ve üçüncü Haçlı seferi için çalışmalara başladılar. Ancak bu yeni Haçlı ordusu daha Akka’da iken hezimete uğratıldı ve yine onların aleyhine olarak bir antlaşma imzalandı.

Selahaddin Eyyübi’nin yirmi beş senelik vezirlik ve sultanlık hayatı, hep İslamiyet’e hizmetle geçmiştir. Tarihte pek nadir yetişen şahsiyetlerden biriydi.Sultan Selahaddin, ilme çok değer verir, âlimleri himaye ederdi. Yüksek insani meziyetlere sahip, iyi huylu, cömert, adil, kültürlü ve müsamahakar bir hükümdardı. Ülkesine her taraftan, ilim sahipleri gelir verdikleri derslerle insanlara hizmet ederlerdi. Onun zamanında Şam medreselerinde ders veren altı yüzden fazla fakih (fıkıh, din, şeriat ilminin üstadı) vardı. Tabipler, edebiyatçılar, şairler, matematikçiler, kimyagerler, mimarlar ve diğer ilim sahipleri memleketin gelişmesi için canla başla çalışırlardı.

Selahaddin Eyyubi, komutan ve memurlarıyla bir arkadaş gibi samimi olarak konuşur, yumuşaklıkla muamele ederdi. Bundan dolayı herkes, fikrini ve arzusunu çekinmeden söylerdi. Zamanında yetişen âlimlerden İmadüddin el-Katib onun hakkında şöyle demektedir: 

Sultan ile oturan bir kimse, onunla oturduğunun farkına varmaz, bir arkadaşıyla oturuyor zannederdi. Anlayışlı, dinine bağlı, temiz, hataları affeder, kusurları görmemezlikten gelir ve kızmazdı. Asık suratlı durmaz, daima tebessüm eder vaziyette olurdu. Bir şey isteyeni, boş çevirdiği görülmezdi. Herkese çok nazik davranır, kimseye kaba hareketlerde bulunmazdı. Söz verdiği zaman yerine getirirdi.” 

Abdüllatif el-Bağdadi’nin de onun hakkındaki sözleri şöyledir: “Selahaddin-i Eyyubi’yi heybetli bir kimse olarak gördüm. Sözleri, kalplere tesir ediciydi. Yanına ilk girdiğim gece, meclisini âlimlerle dolu gördüm. Her biri çeşitli ilimlerden konuşuyorlardı. Sultan’ın yakınları, onu kendilerine örnek alıyorlar, iyilikte yarış ediyorlardı. Müslüman olsun, kâfir olsun herkes Sultan’ı çok seviyordu. Onun ölümüyle, insanlar hakiki bir babayı kaybettiler, ölümüne üzülmeyen kimse kalmadı.” 

Selahaddin-i Eyyubi, düşmana karşı da, İslamiyet’in adalet ve ihsan kurallarından hiçbir zaman ayrılmazdı. Haçlılar esir Müslümanları kılıçtan geçirdiği zaman, elindeki Hıristiyan esirlere, İslamiyet’in emrettiği şekilde güzel muamelede bulundu. Hiçbir zaman onlar gibi yapmadı. 

Mısır ve Kudüs’ü fethedip, hazinelere sahip olduğu halde, ömrü boyunca bir asker gibi yaşadı. Lüzumsuz hiçbir şeye harcama yapmayıp, parayı zaruri ihtiyaçlara ve askeri malzemelere sarf etti. Öldüğü zaman cebinden bir altın ile birkaç gümüş para çıktı. Çok cömertti. Akka Muhasarası için geldiğinde, on binden ziyade atını askerlerine dağıttı ve binecek bir ata muhtaç kaldı. 

Çok cesurdu. Baştan başa çelik zırhlarla kaplı olan Haçlıları, göğsü açık, imanlı bir grup askeriyle perişan ederdi. Hatta bir defasında da; “Et iken demirle çarpışıyoruz, yüz olursak, karşımıza bin düşman çıkıyor, kaleler ateş saçıyor, denizler düşman kusuyor.” demekten kendini alamadı. Yaptığı bütün harplerde, askerlerinin sayısı, düşmandan daima azdı. Bütün muharebelerini, İslamiyet’i yüceltmek ve Müslümanları Haçlıların zulmünden korumak, devletini düşman çizmesinden muhafaza etmek için yaptı. 

İlme ve ilim sahiplerine çok ehemmiyet veren Selahaddin Eyyubi, Mısır Sultanı olunca, Şafii, Maliki, Hanefi ve Hanbeli mezheplerine göre tedrisat yapan medreseler yaptırdı. Kahire, Şam, İskenderiye gibi şehirler birer ilim merkezi oldu. Kendisinden önce yapılan pek çok camiyi tamir ettirdi. Haçlılar tarafından saray haline getirilen Mescid-i Aksa’yı yeniden cami haline getirdi. Mihrabını ve birçok kısımlarını mermer ve mozaiklerle kaplattı. Sultan Nureddin’in Halep’te inşa ettirdiği meşhur Âgah Minberini de getirtip, camiye yerleştirdi.

Zengi’nin yıllarca önce yaptırmış olduğu minberi Halep’ten getirterek Mescid-i Aksa’ya yerleştirdi. 

Selahaddin Eyyubi’nin bir komutan olarak kazanmış olduğu harplerden elde edilen ganimetlerden kendi hissesine hiçbir pay almadığını ve kan dökücü bir insan olmadığını yabancılar da doğrulamaktadır.

Sobernheim şöyle diyor: “Zekası ve dindarlığı üzerinde kurulmuş bulunan iktidarı, sarsılmaz halde idi. Her türlü hırs ve tamah ona yabancıydı. Biri, Fatimi halifesi el-Azid’in ve diğeri Atabey Nureddin’in ölümünde olmak üzere, iki defa büyük servetler elde etmek fırsatını buldu. Halifenin hazinelerini askerlerine dağıttı; Nurettin’in servetine dokunmadı; onu oğlunun emrine bıraktı.

Şahsi olarak, haçlılara ve idaresine tabi Hristiyanlara kötü davranmayan Sultan Selahaddin’in haçlılara karşı askeri başarılarından sonra bölgedeki Müslümanlar ile Hristiyanlar arasındaki münasebetler iyileşmiştir.

Selahaddin, hakikaten asla boş yere kan dökmemiş ve çok defa esirleri serbest bırakırken veya verdiği hediyelerinde alicenap bir şahsiyet olduğunu göstermiştir.” 

Hemen hemen bütün günleri harp meydanlarında geçen, Ortadoğu’daki Haçlı varlığının belini kıran ve onu aslâ eski gücüne kavuşamayacağı bir hâle getiren, böylece Ortadoğu-İslâm dünyâsının kudretini bütün Avrupa’ya gösteren Mücâhid Sultan Selahaddin Eyyubi’nin 17 oğlu ve bir kızı olmuştur.

Selahaddin Eyyubi, 1193 kışı Şubatında hastalandı. On dört gün hasta yattı. 4 Mart 1193 çarşama günü 56 yaşında- Şam’da vefat etti. Kabri Şam’da   Aynı şehirde bulunan Emeviye Camii haziresindedir. 

 Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

kaynak:

  • S.E.Ü
  • Türkçe bilgi
  • sızıntı
  • biyografi

Said Nursi’nin İşaratü’l-İ’caz Eseri Tahrif mi Edildi?

Diyanet İşleri Başkanlığının Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin İşaratü’l-İ’caz adlı eserini basmasının ardından sosyal medya ortamında çıkan bazı çatlak sesler üzerine Yazar Ümit Şimşek kişisel web sitesinden şöyle bir açıklama yaptı.Bir müddettir sosyal medyada Risale-i Nur’ların Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından tahrif edildiğine dair bazı iddialar ısrarla ileri sürülüyor. İddiaların ve müddeilerin ciddiyet seviyesi itibarıyla değil, fakat meselenin aslını bilmeyenler üzerinde yoğun bir karalama kampanyasının iz bırakması ihtimaline binaen, bazı hususları açıklamak bir zaruret haline gelmiş bulunuyor.

İddialar, Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan İşaratü’l-İ’caz adlı esere önsöz yazıldığı, dipnotları ilave edildiği ve eserin bu şekilde “tahrife uğradığı” yönündedir. Bu arada, bir müddet önce “münafıklar bahsinin eserden çıkarıldığı” yolunda iddialar ortaya atılıp itham vesilesi yapılmışken, şimdi ise bu iddiaların asılsız olduğu ortaya çıkınca aksi yönde ithamlar ileri sürülmekte, yani Diyanet İşleri Başkanlığı “münafıklar bahsini hem yayınlamak, hem de yayınlamamakla” suçlanmaktadır.

Bu garipliklerin yanında bir de üslup ve edep meselesi var ki, ona da ayrıca temas edilecektir.

Önce, meselenin mahiyeti üzerindeki bilgilerimizi tazelememiz gerekiyor.

İşaratü’l-İ’caz’ın neşri

Hatırlanacağı gibi, bandrol konusu gündeme gelmeden çok önce, Diyanet İşleri Başkanlığı, büyük bir İslam alimi olarak Bediüzzaman Said Nursi’nin İşaratü’l-İ’caz adlı tefsirini yayınlamayı, önemli bir proje kapsamında gündemine almış ve hayata geçirmişti. Eserin başında “Diyanet İşleri Başkanlığı” imzasıyla yer alan Takdimde bu husus şöyle açıklanmaktadır:

“Başkanlığımız, Kur’an-ı Kerim’in tüm zamanlara hitap eden mesajını alabildiğince geniş kitlelere ulaştırmak amacıyla Yüce Kur’an’ın Hz. Peygamber’e (sas) vahyedilmeye başlamasının 1400. yılı olan 2010 yılını ‘Kur’an Yılı’ ilan etmiş, bu çerçevede eser neşri, ilmi toplantılar düzenlenmesi, ücretsiz Mushaf dağıtımı, Mushaf-ı Şerif’in hattatlara yazdırılması, Kur’an ziyafeti programları düzenlenmesi gibi pek çok faaliyeti gerçekleştirmiştir.
Yine bu minvalde ‘Kur’an Kitaplığı’ projesini hayata geçirmiş ve Kur’an ile ilgili İbn-i Sina’nın İhlas Suresi Tefsiri, İmam Gazzali’nin Mişkatü’l-Envar’ı, Elmalılı Hamdi Yazır’ın İhlas Suresi Tefsiri, Ahmet Hamdi Akseki’nin Ve’l-Asr Suresi Tefsiri gibi Kur’an’la ilgili bazı eserleri ilim ve gönül dünyamızın istifadesine sunmayı planlamıştır. Bediüzzaman Said Nursi’nin İşaratü’l-İ’caz adlı eserini de adı geçen proje kapsamında yayınlamayı uygun bulmuştur.”

Diyanet İşleri Başkanlığı, eseri neşrederken, muhtelif baskılarda yer alan farklılıkları göz önüne almış ve, Başkanlığın kendi ifadesiyle, “tahkik ilmi adı verilen ilmin metodlarını uygulayarak, müellif tarafından kabul edilen metnin belirlenmesi” için uzun ve kapsamlı bir çalışma gerçekleştirmiştir. Bu çalışmada hangi nüshaların karşılaştırıldığı, hangi farklılıklara rastlandığı gibi hususlar hakkında da “İşaratü’l-İ’caz’ın Yayına Hazırlanışı” ve “Eserin Tahkiki” başlıklı açıklayıcı bölümlerde bilgi verilmiş, eser boyunca da bu tür nüsha farklılıklarına işaret edilmiştir.

Bundan başka, İşaratü’l-İ’caz’da mücmel olarak geçen, ancak daha sonra telif edilmiş bulunan Risale-i Nur’da geniş şekilde açıklanan hususlar da dipnotlarıyla belirtilmiş; böylece, “Risale-i Nur’un Risale-i Nur ile izahı” ilkesine uyulmak suretiyle okuyucu doğrudan doğruya Risale-i Nur’a yönlendirilmiştir.

Bu işlemler, bütün safahatıyla, Bediüzzaman Hazretlerinin neşriyat hizmetlerinde bizzat istihdam ettiği ve mutlak vekil olarak tayin ettiği talebelerinin bilgisi ve muvafakati altında cereyan etmiştir.

“Bandrol” konusu

İşaratü’l-İ’caz’ın neşri ile ilgili çalışmaların başlamasından epey zaman sonra, Bediüzzaman Hazretlerinin talebeleri tarafından hükumete yapılan müracaat üzerine, bir süredir paralel örgüt tarafından “sadeleştirme” adı altında yürütülen ve bir türlü engel olunamayan tahrifat faaliyetine ve ileride çıkabilecek daha başka türden tahrifat teşebbüslerine karşı, T. C. devletinin Risale-i Nur’u koruma altına alması kararlaştırılmış ve bu hususta gerekli yasal düzenlemeler yapılmıştır.

Bu düzenlemelere göre, devlet, Risale-i Nur Külliyatının aslına uygun şekilde yayınlanmasını sağlama görevini üstlenmekte, sadeleştirme de dahil olmak üzere her türlü tahrif faaliyetine karşı hapis cezası getirmekte, Diyanet İşleri Başkanlığını bu konuda yetkili ve sorumlu kılmakta, hatta günün birinde Risale-i Nur’u aslına uygun şekilde yayınlayan kimse kalmayacak olsa dahi bu eserleri mutlaka yayınlamakla Başkanlığı sorumlu tutmaktadır.

Bu gelişme Risale-i Nur talebeleri tarafından büyük bir sevinçle karşılaşırken, tahrif teşebbüslerinin failleri başta olmak üzere, bugüne kadar korsan Risale basarak rant sağlamaya alışmış olanlar, çıkarları gereği muhalif oldukları iktidarın herşeyine karşı çıkmayı hizmet esası olarak benimsemiş bulunanlar gibi muhtelif gruplar için bu durum bir hezimet ve hüsran manasına geldiği için, bunlar da yoğun bir karalama kampanyası ile hadiseyi “yasaklama,” “devlet tekeline alma” gibi etiketler altında gösterme çabasına düşmüşlerdir.

İşaratü’l-İ’caz’da tahrif iddiası

Koparılan bütün fırtınalara rağmen Risale-i Nur’un sahih bir şekilde neşri yolunda devletçe alınan tedbirlerin kararlı bir şekilde uygulanması, muhalefet cephesini daha başka karalama bahaneleri aramaya sevk etmiştir. Muhalefet cephesi şu anda hedef olarak kendisine Diyanet İşleri Başkanlığını seçmiş bulunmakta ve Başkanlığın İşaratü’l-İ’caz’ı tahrif ettiğini iddia etmekte, bunu da dünyanın en önemli meselesi olarak sunmaktadır. Tahrifin unsurları ise, bu cephenin iddialarına göre, “esere önsöz yazılması, dipnotu ilavesi, Arapçası ile Türkçesinin beraberce basılması” gibi hususlardır.

Hadisenin başlangıçtan bugüne kadarki seyrini anahatlarıyla bu şekilde özetledikten sonra, şimdi tesbitlerimize geçebiliriz:

***

1. Risale-i Nur hizmeti ile Risale-i Nur neşriyatı aynı şey değildir. İsteyen herkes Risale-i Nur ile hizmet edebilir; fakat her isteyen Risale-i Nur’u neşredemez, Risale-i Nur’un neşri hakkında hüküm veremez. Risale-i Nur’un neşri, onun hizmet alanlarından bir tanesidir ve tamamen Müellifi ile onun yetkilendirdiği kimselerin salahiyet alanına giren bir husustur. Bu durumu “Risale-i Nur bir daire değil, mütedahil daireler gibi tabakatı var.Erkanlar ve sahipler ve haslar ve naşirler ve talebeler ve taraftarlar gibi tabakatı var” şeklindeki ifadesiyle belirten Bediüzzaman, neşir hizmetlerinde bütün talebelerini değil, muayyen talebelerini istihdam etmek ve onlardan bazılarını da mutlak vekil olarak tayin etmek suretiyle, kendisinden sonra Risale-i Nur’un neşriyatında kimlerin yetki sahibi olacağını açıkça tesbit etmiş ve duyurmuştur.

Gerek İşaratü’l-İ’caz’ın Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanması, gerekse Risale-i Nur neşriyatının devlet koruması altına alınması hususları, Risale-i Nur Müellifinin zaten hayatta iken önemle takip ettiği bir gaye olduğu gibi, bütün safhalarıyla, Üstad’ın vekil tayin ettiği kimselerin bilgisi ve muvafakati altında cereyan etmiştir. Üçüncü şahısların bu konuda kendilerinde bir hak vehmederek çeşitli itham ve iddialarda bulunmalarının hiçbir dayanağı yoktur.

2. Risale-i Nur Müellifi tarafından yetkilendirilmiş olan zatların, kendilerine verilmiş olan bu yetkiye dayanarak, neşrettikleri Risalelere zaman zaman açıklayıcı bilgiler ekledikleri, öteden beri herkes tarafından bilinmektedir ki, her üç Lahika kitabının başında bulunan “Takdim” bunlar arasındadır.Durum böyleyken, yine Risale-i Nur naşirlerinin gözetimi altında cereyan eden bir neşriyatta, T. C. Diyanet İşleri Başkanlığının hem eseri ve müellifini öven, hem de eser hakkında açıklayıcı bilgi vererek okuyucuyu doğrudan Risale-i Nur’a yönlendiren açıklamalar yapmasını alkışlamak boynumuzun borcu iken, “Tahriftir, caiz değildir, hıyanettir” gibi akıl almaz ithamlara bahane yapmanın ne mantık, ne de edep yönünden savunulabilecek hiçbir tarafı yoktur. “Risale-i Nur’u Kur’an’dan üstün tutuyorlar” iddiasını zaman zaman ısıtarak ortaya sürenler bu tepkileri kendi iddialarına delil olarak gösterseler ne cevap verirsiniz?

3. Genel manada hak ve hürriyetler konusunda olduğu gibi, özel olarak da Risale-i Nur’un serbestiyetinde bugün gelinen merhale, Alemlerin Rabbine sayısız hamd ü senalarla şükranlarımızı sunmayı gerektirecek bir seviyededir. Dün bir kısım komiteler devletin imkanlarını kullanmak suretiyle Risale-i Nur’u ve talebelerini susturmaya çalışırken, bugün, başta Cumhurbaşkanı, Başbakan, Kültür Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere, devlet bütün kurumlarıyla Risale-i Nur’u himayesine almıştır ve ona hizmet etmektedir.“Sadeleştirme” adı altında yürütülen bir tahrifat hareketi karşısında bütün Risale-i Nur talebeleri maddeten çaresiz kalmış durumda iken, bu harekete devlet kararlı bir şekilde son vermiş ve, bu uğurda birçok saldırıyı da, kendisini Nur talebesi olarak gören nicelerinin hayal bile edemeyeceği bir kararlılıkla göğüslemiştir.

4. Devletin Risale-i Nur’a sahip çıkması, elbette bazılarını korkutur; fakat Risale-i Nur talebeleri bunların arasında değildir. Çünkü Bediüzzaman, Risale-i Nur’un devlet tarafından neşredilmesini isterken ve “Nurları himaye etmek Diyanet dairesinin hakiki bir vazifesidir” derken, bu hususta hiçbir endişe izhar etmemiş, mektuplarında ve sohbetlerinde de hiçbir talebesine bu konuda bir uyarıda bulunmamıştır. Eser sahibinin en küçük bir endişe taşımadığı bir hususta başkaları ondan daha ileri seviyede hamiyet sergilemeye kalkıyorlarsa, bunun ardında daha başka niyetlerin varlığından şüphelenmek için yeteri kadar sebep mevcut demektir.

5. Esasen Bediüzzaman’ın, Risale-i Nur’un ve Nur talebelerinin devletle bir problemi yoktur. Rejim ve devlet aynı manaya gelmediği gibi, muvakkat bir rejime karşı olmak da devlete karşı olmak aynı manaya gelmez. Bediüzzaman’ın hiçbir eserinde devleti suçlayan veya dışlayan bir ifadesi yoktur. Onun için, bugün Risale-i Nur’un devlet tarafından himaye edilmesini “Kemalist devletin tekeline girmek” gibi Risale-i Nur’un lügatine yabancı sloganlarla karalamak, Risale-i Nur’a sadakat ve muhabbetten doğan bir tepki olarak değil, bilakis Risale-i Nur’a başka tahripçi cereyanların mefhum ve telakkilerini aşılama teşebbüsü olarak değerlendirilmelidir.

6. Vaktiyle hiçbir yetkisi olmadığı halde, “İç Hizmet Kanununun filan maddesine göre” durumdan vazife çıkaranlar gibi, bugün Risale-i Nur’u devlete ve Risale-i Nur’a karşı koruma ve kollama görevini üstlenen “kahramanlara” sorulacak sorular vardır:

Dün Risale-i Nur gerçekten tehlike karşısındayken, mesela Risaleler, özellikle lahikalar ayıklanarak ve uygunsuz açıklamalarla hedefinden saptırılarak neşredilirken veya Risale-i Nur’un üzerinden İslama aykırı kavramlar pazarlanırken niçin bu kahramanlığı göstermediniz? En sonunda iş gelip de “sadeleştirme” meselesine dayandığı zaman, bir kısmınız nihayet biraz ayılır gibi olduysa da, buna ağız dolusu küfürlerle sövüp saymaktan başka nasıl bir tepki gösterdiniz? Yoksa içinizdeki kahramanlık geni, uyanmak için muhalefetin hiçbir risk taşımadığı özgür ortamları mı bekliyordu?

7. İşaratü’l-İ’caz bahanesiyle Türkiye Cumhuriyeti devletine ve Diyanet İşleri Başkanlığına karşı savaş açanların birçoğu, aslında, eskiden beri içlerinde biriktirdikleri bir kini dışa vuruyorlar. Aşırı sadakatten muztarip görünen bu kahramanlarımızdan bir kısmı, sadece Diyanet İşleri Başkanlığının değil, Üstadın kendi eserinde yaptığı tasarruflara karşı da öteden beri muhalefet yürütmekteydiler. Her ne kadar bugün için Üstadı hıyanetle suçlamaya dilleri varmıyorsa da, faraza şimdi Üstad tecessüm edip de “Bu tasarrufları ben yaptım” diyecek olsa, dillerinin altındaki baklayı çıkaracaklarından şüphe edilmemelidir.

Bunun gibi, muhalefet cephesini teşkil eden bölük pörçük gruplardan her birinin diğerinden farklı ve birbiriyle çelişen davaları vardır. Bunlardan kimi “sadeleştirme”ye güya karşı görünürken, kimi bizzat bu suikastin faili durumundadır; kimi sadece sadakat ve hamakat mefhumlarını birbirinden ayırt edemediği için bu kervana katılmış giderken, kimi de siyasi kinlerini tatmin etmek veya birtakım nifak cephelerine bağlılıklarını ispat etmek için çığırtkanlık yapmaktadır. Onun için, bu konuda ortaya atılan iddiaların arkasında, yaygaranın şiddetiyle orantılı bir ciddiyet aramak manasızdır.

8. Bu konuda gösterilen tepkiler sadece muhakeme-i akliyede cihetiyle değil, edep ve haya yönünden de aşikar bir eksikliği yansıtmaktadır. İddiaların esasına inmeye bile gerek kalmadan, sadece bu iddiaların nasıl bir üslupla dile getirildiğine bakan bir kimse, bunlardan hiçbirinin Risale-i Nur davasıyla bir ilgisinin bulunmadığına dair yemin edecek olsa, herhalde başı ağrımayacaktır.Bediüzzaman’ın talebeleri ve devlet erkanı başta olmak üzere hedef aldıkları herkese, yaşına ve mevkiine bakmaksızın asker arkadaşı gibi ismiyle hitap etmeyi, bununla da kalmayıp isminin yanına hakaretamiz sıfatlar eklemeyi, söze argo ifadelerle başlayıp hırsını alamayınca düpedüz küfürleri peş peşe sıralamayı, bu kardeşlerimiz herhalde Risalelerde ve gittikleri Nur derslerinde öğrenmiş olamazlar.

Başka kaynaklardan aldıkları edepsizlik dersleriyle kahramanlık taslayacak olanlara ise Risale-i Nur’un ihtiyacı yoktur. Nur talebeleri, böylelerinin düşmanlığını dostluğuna tercih ederler. Çünkü böyle edep fukaralarıyla aynı resim karesinde yer almak ve onların hayadan nasipsiz dilleriyle savunulan bir davayı savunur görünmek, gerçekten, Risale-i Nur talebeleri için düşünülebilecek en büyük musibetlerden biridir.

Kimbilir, belki de Kader, Risale-i Nur talebelerini böyle imalat hatalarından ayırt etmek için bir vesile olarak bu hadiseyi başımıza sarmıştır!

yazarumitsimsek.com

Yunan Meclisi’nde Kur’an’lı Yemin

Yunanistan’da 25 Ocak’ta yapılan seçimlerden sonra oluşan yeni parlamentonun 300 üyesi yemin ederek göreve başladı

SYRIZA İskeçe Milletvekili Hüseyin Zeybek Kur’an-ı Kerim’e el basarak yemin ederken, yine aynı partinin Rodop milletvekilleri Mustafa Mustafa ve Ayhan Karayusuf siyasi yemin törenini tercih etti.

Çipras tebrik etti

Yunanistan’da 25 Ocak’ta yapılan seçimlerden sonra oluşan yeni parlamentonun 300 üyesi yemin ederek göreve başladı. Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras (solda) ve SYRİZA İskeçe milletvekili Hüseyin Zeybek’i tebrik etti.

aa

Biz de Dahiliz Bu Meydan Savaşlarının En Büyüğüne

Küçük cihaddan büyük cihada döndünüz. O, kulun nefsani arzularına karşı yaptığı cihaddır.

Bu yazımızda size bir meydan savaşından bahsedeceğiz. Bu savaş, Çeçenistan’da, Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da ve dünyanın başka yerlerinde süren mücadelelerden fazla bizi  ilgilendirmesi lazım. Evet bizim için en büyük savaş (cihad-ı ekber) bu savaştır.

Bu savaş Vücut memleketinde ve Göğüs meydanında, Nefis ordusuyla Kalp ordusu arasındaki meydan savaşıdır.

Nefis ve Kalp arasında vuku bulan savaşlar,bizi en çok ilgilendirmesi gereken savaşlardır. Bir tarafta aklın hakîmiyeti ile kalp ve vicdan, diğer taraftan nefis, şeytan ordusu ve iki ayaklı şeytanlar ordularıdır. Bu savaş Hazreti Ademden başlayarak , kıyamet kopuncaya kadar devam edecek olan mücadele ve eşi olmayan savaştır.

Nefisin cenahında zulmüyle meşhur “Kuvve-i Gadabiye, ahlâksızlığı içeren “Kuvve-i Şeheviye” vardır. Nefis, savaşı kazanacaklarına kesin gözüyle bakar. Öte yandan Kalp var. Kalbin iki veziri Akıl ve vicdandır . onların sancaklarını  İhlâs taşır,  Kalp, sağ cenahın komutasını ‘Takva’ya, sol cenahın komutasını ise Sabr’a vermiştır.

Nefse galip gelmek için, Himmet’in imdadına İhlâs yetişir, “Allah için olunuz!” düsturu onu ikaz etti. Unutmayalım ki, yukarıda saydığım o üç düşmanı mağlup etmek için ilim lazım, Müslüman bu üç düşmanı mağlup etmek için manevi kuvvetini ilimden alıp terakki etmesi şarttır. Bu zamanda da manevi sahada geçerli para Risale-i Nur eserleridir . Çünkü fen hakim olduğu devirde ispat konuşur. Bugün iman hakikatlerini ispatlı izah eden Risale-i Nur eserleridir. Bu eserlerden yeteri kadar hisse alanlar. Namazı terk etmemekten başla, Allahın emirlerinin tamamını yerine getirmeye himmet göstererek, Yasaklarından da nefretkârane uzaklaşmaya gayret gösterirler. Cesaret de sabır hasleti de Nurlardan yeteri kadar hisse alan kardeşlerde mevcuttur  . Bu hususlarda, yani Allahın emir ve yasaklarını samimi olarak yerine getirmek ve aralarında dayanışmayı te’min edip bir diğerini sevmekte ilerlerler bu kardeşler. “Emir ma’ruf ve nehyi anilmünkere” yani (Allahın emirlerini yerine getirmekte ve yasaklarından kaçınmakta) sadık kalmaya gayret ederler. Netice İhlaslı olmayı ana prensip edinmek Mü’minin en büyük işidir. Zaten bu haslet biz Nur talebelerinin ana gaye-i maksadımızdır. Çünkü Üstad Bediüzzaman hazretleri İhlas Risalesini en azından on beş günde bir defa okumayı tavsiye etmiştir.

Evet, şeytanların da akılları vardır, fakat onlar sevap yapamazlar, yalınız günah yaparlar ve yaptırırlar. Melaikelerin da akılları vardır, onlarda terakki ve tedenni yoktur. Onlara Allah ne emretti ise onu yaparlar. kimine devamlı secde yapmasını, kimine rukû yapmasını Allah emretmiştir, onlar o vaziyette devam ederler. İnsan ise bu üç düşmanın sayesinde, dini gayretini ve sonsuz kabiliyetini Allah yolunda kullanabilirse  meleklerden de üstün bir dereceye yükselebildiği gibi, nefsin ve şeytanın emirlerine uyarsa, vahşi hayvanların altına da düşebilir.

İnsan âilesinden veya başka yerden alabildiği dini kültürün yardımı ile, kendine verilen o en büyük ni’met olan aklını kullanması neticesinde ma’na aleminde terakki edebilir. İnsanı imtihana tabi tutmak için Allah tarafından kendisine verilen o nefsani duyguları ve vücuduna yerleştirilen kötülük yapma kabiliyetini kullanarak, yani, nefis devamlı kötülüğü emrederek, insanı cehenneme bir odun parçası yapmak için durmadan çalışır. Bunun şerlerinden kurtulmak için,  imanın  öteki şartları ile birlikte, Allahın varlığına inanıp ve ahret gönünde amellerin hesabını firade firade vereceğine inanan insan kurtulur.

O ahiret hayatında mü’minlere cennette verilecek sonu olmayan  mutlu bir hayatın varlığına inanmak,  günahkârlar için günahlarını temizleyinceye kadar,  İmansızlara ise  cehennem de sonu olmayan muzdarip bir hayata düçar olacaklarına inanan kimse nefis ve şeytana uyup günah yapabilir mi? O insan öteki insanlara hiç benzeyebilir mi? O başka bir insandır. Yani bu sebeptendir ki bu dünyada imansızdan iyilik beklemek aptallıktır. İnsan menfaatsiz iş yapmadığına göre, imansızlar da burada yaptıklarının mükâfatını ahirette alacaklarına inanmadıkları için, onlar yalınız şehevi duygularını tatmin ve maddi menfaatlerini te’min den başka  düşünmezler.

İnsanın ikinci düşmanı de bir ayaklı cinni şeytanlardır. Bunların insandaki te’siri evham vermekle olur. Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam Hadisi şerifinde “Nasıl insanın kanı vücudunda devreder, aynı onun gibi şeytanın evhamları de insanın vücudundunda devridaimdedirler. Bu sebepten Allah-u azimüşşan Kur’anı Keriminde, çok yerde: “Festeiz bil-lahi mineşşeytanirracim. ”(Şeytanın şerrinden Allaha sığının) buyuruyor.

İnsanın üçüncü düşmanı ise Allahın yolundan sapmış bizim gibi iki ayaklı insanlardır. Bazı ulema kitaplarında, insan şeytanının te’siri insanda, yetmiş şeytan kadar te’sirlidir çünkü öteki şeytan bunun gibi konuşmaz yalınız evham verir. Bu ise türlü türlü laflar zırvalar “ Bırak more namazi, sen daha gençsin, yok görmediğine nasıl inanırsın, yok mademki din birdir diyorsunuz, bu dört mezhep nereden çıktı.” Bu gibi olumsuz kelimeleri devamlı zırvalarlar Bu sebepten Kur’anı Kerimde: “Ahiret gününde arkadaşlar biri diğeri ile düşman olacaklar, Allahtan korkanlar hariç.”buyuruyor. (Zuhruf: 67)

Sayıca az nice topluluklar, sayıca çok olan topluluklara Allah’ın izniyle galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir       Bakara, 249

Bu savaşı kazanmak için menfi hasletlerin önüne  Allah indinde makbul hasletlerle çıkacağız, Mesela:

1-  Hubbu dünyaya karşı—Zühdü Çıkaracağız

2-  Aculiyete  karşı———-Sabırı  Çıkaracağız

3-  Gösterişe karşı———-İhlası   Çıkaracağız

4-  Cerbezeye  karşı— Hikme’ti……. Çıkaracağız

5-  Vesveseye karşı — Tefekkür ile… Çıkaracağız

6-  Tul-u emele karşı–Rabita-i mev’ti Çıkaracağız

7-  Kibir,Gurır ve Ucuba karşı –Tevazu’yu.Çıkaracağız

8-  Cerbeze ye karşı —- Hikme’ti Çıkaracağız

9-  Zina ve fücura karş–Iffet’i …. Çıkaracağız

10-      Kizbe  karşı ———-Sıdk’ı.. .Çıkaracağız

11-      Gadaba karşı —– Hilm’ı .… Çıkaracağız

12-      Tehevvüre karşı—Şecaat’ı. Çıkaracağız

13-      Zulme karşı —- Adalet ile… Çıkaracağız

14-      Hırsa karşı—– Kanaat’ı ….. Çıkaracağız

15-      İsrafa karşı  —İktisad’ı ……Çıkaracağız

Bilerek bunları yaptıkmı çok şey başarmış olacağız. Ve Allaha karşi dualarımızı eksik etmeyeceğiz. “Allahümmeh fizna min şerrinnefsi veşşeytan ve min şerril cini vel-insan ve min şerril bid-ati veddalati vel ilhadi vettugyan birahmetike ya Erhamerrahimin.

Evet Aleyhissalatu vesselam Bedir Savaşından dönerken boşa dememiş: “Küçük savaştan dönüp, büyük savaşa gidiyoruz” Sahabeler: Ya Resulallah nerede o savaş?” “İçimizde görünmeyen o nefsi ve şeytani vesveselerdir.” Buyurmuşlardır.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version