Risale-i Nur Eğitim Seti’nin İkinci Kitabı Çıktı

Hamidiye Kültür ve Eğitim Vakfı tarafından ortaokul ve lise talebelerine yönelik hazırlanan Nur Nesli-Risale-i Nur ve Temel Dini Bilgiler Eğitim Seti’nin ikinci kitabı çıktı.

Kitap hakkında Risale Haber’e bilgi veren vakıf yetkilileri, bu eserin evlatlarını nur eserlerle yetiştirmek isteyen anne-baba ve öğretmenler için çok önemli bir başvuru kitabı mahiyetinde olduğunu söyledi. Vakıf yetkilileri konuşmasına şöyle sürdürdü:

ÇOCUKLARIMIZLA BERABER NEFSİMİZİ MÜSPET MANADA EĞLENDİRECEK

“Bu asırda; ehl-i imanın, çocuklarına dini bir eğitim veremediğini gören nice islam büyükleri içerisinde, hiç şüphesiz, nur nesillere gül tohumları ekmek suretiyle üzerine düşen vazifeyi en ala bir şekilde icra eden Bediüzzaman “Bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir…” demek suretiyle bu probleme yarım asır öncesinden parmak basmakta ve biz ehl-i imana çocuklarını yetiştirmek hususunda önemli tavsiye ve ikazlarda bulunmaktadır. Bu meyanda, büyük Üstad’ın büyük eseri Risale-i Nur’ların, genç ve dinamik dimağlarda yer etmesi, Kuran hakikatlerinin, Allah ve Peygamber sevgisinin gönüllere nakşedilmesi için, nur nesillere bir program, bir ders kitabı ve bir eğitim ve öğretim modelinin, el kitabı şeklinde sunulma ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Risale i Nur’u okuyan ve seven veliler, ebeveynler, okula gönderdikleri çocuklarının ders kitaplarına baktığında fen ve felsefe ile akılları doyan evlatlarının kalplerinin boş bırakıldığını ve tatmin edilmediğini görmekte ve müfredatlarda kendi istedikleri tarzda İslami bir eğitim ve öğretim modeli  ile maalesef muhatap olamamaktadırlar. Çocuklarımızla beraber mütalaa edebileceğimiz, günlük ve haftalık takip ederek birbirimize ödevler verebileceğimiz ve ardından değerlendirmesini yapabileceğimiz, nefsimizi müspet manada eğlendirerek bir şeyler öğrenebileceğimiz ders kitabı mahiyetinde bir çalışma ve bir eser olarak hazırlanmıştır.”

KİTAPTA BULMACALAR, TESTLER VE KISA HİKAYELER VAR

“Bu kitapta nurlardan alınma parçalar çocuklarımıza aynen aktarılmakta, sorularla zihinleri düşünceye sevk edilmekte ve bulmalacalar, testler ve kısa hikâyelerle kitap, daha da eğlenceli bir hale getirilmektedir.Ünite ünite devam eden bu kitap ile iman hakikatlerini, ilmihal bilgilerini, namaz tesbihatını, adab ve muaşereti;  çocuklarımızla, kardeşlerimizle ve aile efratlarıyla hatta bir Kur’an Kursu’ndaki talebelerimizle gün gün takip etme imkânı bulabilmekteyiz.”

İKİNCİ KİTAP DAHA ZENGİN İÇERİKLE BİR ÜST SEVİYE KONULARI İÇERMEKTEDİR

“Nur Nesli birinci kitaptan sonra hazırladığımız ikinci kitap da Allah’ın izni ile beğenilerinize sunulmuştur. İki yüz kırk beş sahife olarak hazırlanan ikinci kitap, daha zengin içerikle bir üst seviye konular içermektedir. Esma-ül Hüsna bölümü eklenmiş olup, Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin izahları bulunmaktadır. Kitaba ayrı bir bölüm olarak namazdan sonraki uzun tesbihat eklenmiştir. Her ünitenin girişine bu ünitede neler öğreneceğiz bölümü eklenmiştir. Toplamda dört kitaptan oluşacak Nur Nesli serisi inşaallah yakın zamanda tamamlanacaktır. Ayrıca birinci kitabın ikinci baskısı da yayınlanmıştır. Bu ikinci baskıda, birinci baskıda tesbit edilen hatalar düzeltilmiştir.”

Daha ayrıntılı bilgi için:
0 506 880 30 24 ( Baki Aslan )
0 533 810 62 35 ( Sinan Arslan )
E-mail: nurnesliegitim@gmail.com

risale haber

Bediüzzaman Said Nursi Niçin Hediye Kabul Etmiyor?

Bediüzzaman Hz.’lerinin gelen hediyeleri almadığını mukabilinde ise para verdiğini görüyoruz. Peki niçin hediye almıyordu? İşte bu soruya cevap veriyoruz.

Üstad; “Halkların malını, hususan zenginlerin ve memurların hediyelerini almaya mezun değilim. Bazıları bana dokunuyor.” diyor, bunun sebebini açıklar mısınız?

Beşincisi: Bir iki senedir çok emâreler ve tecrübelerle kat’î kanaatim oldu ki, halkların malını, hususan zenginlerin ve memurların hediyelerini almaya mezun değilim. Bazıları bana dokunuyor; belki dokunduruluyor, yedirilmiyor, bazan bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamaya mânen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.(1)

İstiğna: Cenab-ı Hak’tan başka kimsenin minneti altına girmemek anlamına geliyor. Diğer bir manası da gönül tokluğu ve elindekini kâfi bulmak demektir ki, güzel ve övülmüş bir haslettir.

İstiğna prensibi hem Üstad Hazretlerinin hem de Nur talebelerinin önemli bir kaide-i hizmetidir. İstiğnanın en önemli sebebi;  ilmin ve iman hizmetinin haysiyet ve kıymetini muhafaza etmektir. Üstad Hazretleri bu prensibin hikmet ve gerekçelerini bahsin geçtiği yerde kafi derecede izah ediyor.

Özellikle memur ve zenginlere dikkat çekmesinin hikmetine Üstad Hazretleri kendisi şu şekilde işaret ediyor:

Ve ehl-i ibadet ve salâhat dahi, ekser insanların aç kaldığı bu zamanda ve çok karışmış ve haram ve helâl fark edilmeyecek bir tarzda gelmiş ve şüpheli mal hükmünde ve mânen müşterek olan erzak-ı umumiyeden helâl olmak için miktar-ı zaruret derecesine kanaat ediyorum diye bu mecburî belâya bir riyazet-i şer’iye nazarıyla bakmaktır. Kader-i İlâhiyeye karşı şekvayla değil, rızayla karşılamaktır.(2)

Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nevi çingenelik eder.(3)

Memurluk kamu hizmeti olduğu için, sorumluluk ve veballeri çoktur. Az bir hata veya kusur çok büyük veballeri ve sorumlulukları insanın üzerine yükler. Zira kamu hizmeti denince, bütün milletin hak ve hukuku devreye girer. Suistimal, bütün milletin hakkına ve hukukuna bir tecavüz sayılır. Bu yüzden memurluğa giren birisin niyetinde ve aleminde hizmet ve millet için gayret duygusunun hakim olması gerekir. Yoksa sadece geçimi ve menfaati için memur olan adamda hizmet ve millet için çabalamak manası oluşmaz. Memurluk vazifesi kişi üzerinde bir yük olması gerekirken, kişi memurluk ve kamu üzerinde bir yük olur.

Halk arasında denildiği gibi “Devlete arkanı  yasla, ondan sonra salla başı al maaşı…” mantığına Üstad Hazretleri bu ibareler ile işaret ediyor. Kamu malını savsaklayıp, peşkeş çekmek, suistimal edip rüşvet yemek ve verimsiz bir şekilde maaş gününü beklemek gibi şartlardan dolayı memur maaşları şüpheli konumuna giriyor.

Zenginlerin bir çoğu da zekatı tam vermemesi ve faize direk ya da dolaylı olarak bulaşması sebebi ile helal ticaretlerine haram karıştırıyorlar. İşte azimet ile hareket eden Üstad Hazretlerinin özellikle memur ve zenginlerden hediyeyi kabul etmemesinin sebebi bu gibi şeylerdir.

O hediyelerin Üstad Hazretlerine dokunması ise, hastalanmak sureti iledir. Yani Üstad Hazretleri ne zaman hediyeyi kabul edip ondan istifade etse şiddetli bir hastalığa tutuluyor ki, kader ona hediyeyi almamasını bu suretle ihtar ediyor, demektir.

(1) bk. Mektubat, İkinci Mektup

(2) bk. Kastamonıu Lâhikası, (95. Mektup)

(3) bk. Münazarat, Sualler ve cevaplar.

Kaynak: Sorularla Risale-i Nur

Çocugunuza duygularınızı anlatın

Çocuklarınızla olan diyaloglarınızda onlara ne düşündüğünüzü değil ne hissettiğinizi aktarmalısınız.

Çocuk akşam geç kalmış. Merak içindesiniz. Cep telefonundan da ulaşamıyorsunuz. Nasıl olur da geç kaldığını, neden telefonunu açmadığını söyler sinirli bir şekilde tepki gösterebilirsiniz. Oysa bu aktardıklarınız sizin duygularınız değil. Siz kaygılanmışsınızdır. Onu merak etmişsinizdir. Bütün bu tepkinin yerine ona onu ne kadar merak ettiğinizi, başına bir şey gelmiş olabileceğine dair üzüldüğünüzü, telefonunun şarjı bittiyse yedek bir batarya taşıması gerektiğini anlatırsanız duygularınızı aktarmış ve beklediğiniz anlayışı görmüş olursunuz.

Çocuklarınıza emir vererek veya düşüncelerinizi kabul ettirmeye çalışarak onlarla sağlıklı bir iletişim yakalamanız mümkün değildir. Her zaman duyguların ön planda tutulması sağlıklı iletişim için gereklidir.

Çocuklar olabildiğince yaşayarak öğrenmeliler öte yandan…

Bir çocuğun derslerinde başarılı olması, sosyal yaşamda aktif roller üstlenmesi veya özgüvenini elde etmiş bir birey olarak diğer insanlarla iletişim kurması yaşadıklarıyla doğru orantılıdır. Çünkü çocuklar bizzat tecrübe ederek hayatı öğrenebilirler.

Az yemek insanı hırsız, çok laf arsız eder

Çocuğunuza bir şeyi defalarca söylemek sonuç almayı değil sonuç almamayı garanti altına alır. Çocuğunuza bir şeyi yapması konusunda defalarca uyarılarda bulunmak sizin kredinizi tüketir ve üstelik çocuğun söz konusu tutumu sergilemesi konusunda onu motive etmiş olmazsınız. Aksine motivasyonunu kırmış olursunuz. Bir atasözümüz vardır. Az yemek insanı hırsız, çok laf arsız eder. Çalış oğlum, çalış kızım, çalış yavrum. Zamanla tepki görmeyen bir etki halini alır bu uyarılar.

Çocuklar anne ve babanın atadığı memurlar değildir. Çocuğun kendi içinden gelerek bir şeyi yapması ile dışarıdan gelen bir istek doğrultusunda harekete geçmesi arasında fark vardır. Kendi isteğiyle çalışmaya başlayacakken ona çalış demeniz onu artık memur olarak atadığınız anlamına gelir.

Ebeveynler; çocuklarının kendilerinin küçük birer modelleri olmadıklarının ve ayrı birer birey olduklarının bilincinde hareket etmelidirler. Hayata çocuğumuz adına kendi gözlüklerimizden bakmamamız gerekir. Onların kendilerini çok daha iyi tanımalarına yardımcı olmalı, onlara bu anlamda fırsat tanımalı ve kendi geleceklerini inşa etmelerine engel olmamalıyız.

Bugün dünyada 1000’in üzerinde meslek vardır. Ebeveynler bildikleri yaklaşık 20 meslek içerisinden çocuklarına meslek seçiyorlar. Çocuklarımızın ilgi alanlarını ve yeteneklerini keşfetmekten çok kendi yaralarımızı kapatmanın ve ideallerimizi çocuklarımızda yaşatmanın peşinde koştuğumuzu anladığımız an çocuklarımıza bu konuda baskı yapmayı bırakıp onları kendi kararlarıyla baş başa bırakırız.

Ebeveynlerin empati kurma becerilerini geliştirmeleri gerekir. Çocuğu öncelikle dinleyerek onun hayata bakış açısını öğrenmeye çalışmak çok önemlidir. Farklı anlayışların, algılamaların ve düşüncelerin varlığını şu örnek güzel bir şekilde açıklıyor sanırım:

Sokrates’in idam edilmesine karar verilir. Eşi nasıl böyle bir şey yaparlar. Haksızlık bu sen suçsuzsun der. Sokrat eşine döner ve şöyle der: “beni haklı yere öldürseler daha mı iyiydi.” Aynı olaya farklı bakış açısını ile bakmanın örneğidir bu.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Çocuk Eğitiminde Şimdiki Aklım Olsaydı Kitabından Alıntıdır.

Gençlik Rehberi Mahkemesinden İslamafobi Sempozyumuna

Bediüzzaman‘ın hayatında İstanbul farklı zamanlarda farklı hayat levhaları ve görüntüleri ile görünmüştür.

İkinci Meşrutiyet öncesi geldiği İstanbul’da farklı faaliyetleri olmuştur. Bu geliş kendini kamusal alana, ilim muhitlerine kabul ettirme yönünden önemli bir geliştir.

İmparatorluğun hasta adam olduğu bir dönemde Bediüzzaman siyasi hayatı, dini ve kültürel hayatı projektör gözleri ile denetler, eserlerinde daha sonra görülecek sayısız tahlillerin hammaddeleri ve saf vakaları bu dönemde görülmüştür.

Toplumu çok yönlü olarak revize edecek bir insanın o toplumu çok yönlü olarak görmesi ve değerlendirmesi gerekir.

Dostoyevski Sibirya sürgününde romanlarının bütün hammaddelerini bulduğunu söyler.

Hüseyin Rahmi İstanbul’da günlük hayatın bütün vechelerini görmüş ve romanlarına yansıtmıştır.

Çünkü asrın en büyük olayı gözlem,

Bediüzzaman’da bütün eserlerinin yapısal görüntüsü ile ileri düzeyde bir gözlemcidir. Onun gözlemleri hem tabiatı, hem insanları, hem olayları, hem demonik vakaları, dini ilişkileri daha nice görsel levhaları içine alır.

Avrupa Osmanlının hasta adam olduğunu görmüş, hastayı bir an önce öldürüp mirasına konmanın hesabını yaparken, Bediüzzaman da hasta adamı çok yönlü olarak görmüştür, Avrupa hasta adamı pasta yapmayı düşünürken, Bediüzzaman ise bu büyük hastayı diriltmek için her çabayı göstermiştir.

Bediüzzaman siyasi hayatın hasta olduğunu görür kurallar vazeder.

Dini hayatın ve akaidi hayatın hasta olduğunu görür, risalelerinde hasta akaidi sağlıklı hale getirmeye gayret eder.

Haşir’deki adam hasta,

Miraç’ daki adam da hastadır, anlayış ve kavrayış hastasıdırlar.

Hastalar risalesindeki hastalık bedensel hastalıktan çok hastalığı tanrısal göremeyen anlayışın hastalığıdır.

Bediüzzaman dinin bütün akaidi ve ameli alanlarını hastalıktan kurtarmak için eserler kaleme almıştır.

Meşrutiyet öncesi geldiği İstanbul’da bu hasta adamı çok yönlü olarak görmüştür.

Daha sonra bu gözlemlere göre eserlerinin yapısını kurmuştur. Bu ilk geliş mahiyet olarak tam işlenmemiştir, çok önemli bir geliş ve hazırlanış dönemidir.

Bundan sonraki gelişi Rusya’da sürgün yıllarından sonra döndüğü İstanbul’da yaşadıklarıdır. İşgal İstanbul’unda o kadar farklı fikirler vardır ki bir piyanonun tuşlarının her birinin bir yere düşmesi gibi ahenksiz bir ortamdır.

Ankara hükümeti tarafından çağırılan Bediüzzaman

Bediüzzaman yüzlerce gazetenin çıktığı bu dönemde ülkenin birliği için herkesi örgütlemeye çalışmış, milli birliği sabote edenlere cevaplar vermiştir. Buna rağmen otuz bir martta yakalanmış ama mahkemeden kurtulmuştur.

Bediüzzaman bir kahramandır. Bu belirsiz ortamda, binlerce insanın ve aydının bulunduğu ortamda bu garip adam İngiliz siyasetini perişan etmiş ve Ankara hükümeti tarafından çağrılmıştır. O dönemde çağrılan bir başkası var mı?

Ne gariptir ki İngiliz işgali altındaki İstanbul’da İngiliz politikasını sarsan adam Van’dan alınıp bir suçlu mücrim gibi İstanbul’a getirilmiştir.

Bizim son yüzyılımız hamiyetli adamların harcanması ile doludur. Kim ülkeyi kurtarmak için çalışmışsa ya kaçmış, ya kaçmak zorunda kalmış, ya da başı yenmiştir.

Eleştiri üzerine kurulmamış sistem, enkaz üzerine kireç döküp beyazlatıp onun üzerine sanatlı resimler çizmiştir.

Bu adam harcama bugün de devam eder, Demirel altı defa gitmiş yedi defa gelmiştir, her gelişi bu adamlara karşıdır, son gelişinde artık korkusundan tavrını kaybetmiştir.

Özal da öldürülmüş, Menderes, Sultan Hamid, Sultan Aziz, Enver paşa hep bu yolun yolcularıdır.

İstanbul’a dört defa değişik sebeplerle gelen büyük ıslahatçı

Bediüzzaman cumhuriyetin ilanı sonrası Van’dan alınıp İstanbul’a getirilmiş, yaşadıkları o günün çarpık politikaları gereği tatsız şeylerdir, ama o başka bir dünyanın adamıdır.

Milli mücadelede mücadeleciler ile savaş meydanlarında büyük kahramanlık gösterilmiş insanlar siyah beyaz kavgası yüzünden zayi edilmiş ve bugünün bütün siyasi ve etnik kırgınlıklarının çekirdekleri bilinçsizce o dönemlerde atılmıştır.

Bu hareketleri yapanlar büyük devlet adamı edalı aslında kafaları cüce mantıkların mahkûmu insanlardır, eğer o politikalar doğru olsaydı bu günkü yanlışlar ve mayınlı bölgeler oluşmamış olurdu. Eynessera minessüreyya.

İstanbul’dan Barla’ya sürgün edilen Bediüzzaman daha sonraki yıllarda İstanbul’a bir kere de Gençlik Rehberi mahkemesi dolayısı ile gelmiştir.

Siyasi tarihimiz o kadar kuraldan mahkûmdur ki asrın başından ortasına kadar dört defa İstanbul’a gelen büyük ıslahatçı dört gelişte de farklı muameleler görmüştür. Öldükten sonra da yüzyılın bitişine kadar da talebeleri çekmiştir. Gençlik rehberi mahkemesinde davasını kemale erdirmiş büyük ıslahatçı ahirete göçtükten sonra da Avrupa’nın üflediği ifsad ıslıkları ile rahatsız edilmiştir.

Ama Bediüzzaman bütün bu yüzyıllık mücadele sonrası İstanbul’a bir üniversite kürsüsünde eserlerinin tartışıldığı bir toplantı ile geri dönmüştür. Yahya Kemal İstanbul’un fethini gören Üsküdar’a gazel yazmıştır, Risale Akademi de aynı şekilde İstanbul’un fethinin kapısını açmıştır. Otuz beş bildiri İslamafobyanın arkeolojisini yapmış, meseleyi tahlil etmiş, bu büyük kavram ve uygulamanın ülkenin fikir ve din arenasında dikkat çekmesini sağlamıştır.

İttihad imtizac-ı efkârdır, bilginin ışığında vücut bulur

Garip olan Türkiye’de İslamcıların, cemaatlerin artık rüzgârını kaybetmek üzere olduğudur, şimdi insanlar artık rüzgârlarını menfaatlerine göre ayarlamaktadırlar.

Baskı, zulüm ve tarassut olduğu dönemlerde heyecanlı ve hizmet aşkı ile dolu insanlar, İstanbul gibi yerde hangi yelpazede olursa olsun kalkıp da bir sempozyuma gelme zahmetine katlanamamaktadırlar, ittihadı İslamı savunanlar kendi aralarında ittihadı gerçekleştirmek için ortaya konan içtimaları görmezlikten gelmektedirler.

İslamafobyanın teorisi çok önemli, Bediüzzaman bu din korkusunun dine ne tür zararlar verdiğini bildiği için en uygun karşı mücadeleyi gerçekleştirmiştir. Risale Akademi, Akademik Araştırmalar Vakfı ve Üsküdar üniversitesinin birlikte gerçekleştirdiği bu hayırlı içtima aydınlarımızın gözünü bir nebze de olsa Bediüzzaman’ın klasik görüntüsünün dışında görmelerine neden olmuşsa herkes mutlu olmuştur.

Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes
Artık ey kahpe rüzgar nerden esersen es

Prof. Dr. Himmet Uç

Allah, insanın dış cazibesine değil iç oluşuna bakar!

Hanım okuyucum, insanın iç oluşuyla dış görünüşü konusuna ait sorusunda demiş ki: “Benim dış görünüşüm arkadaşım kadar cazip değildir.

Ben iç oluşun önemli olduğunu düşünüyorum. Arkadaşım ise önemli olanın dış görünüş olduğunu söylüyor, hep gösterişli giyim kuşam içinde çekici görünmeyi öne alıyor. Siz bu iç oluşla dış görünüşe nasıl bakıyorsunuz? Her şey dış cazibeden mi ibaret? İç güzelliğin hiç mi değeri yoktur? Mutlaka cazip bir görüntü ve gösterişe mi sahip olmak gerekir?

Cevap: Bu önemli soruya Efendimiz (sas) Hazretleri’nin hadisiyle cevap vermiş olayım. Aleyhissalatü Ves’Selam Efendimiz buyuruyor ki:

-Allah sizin dış görünüşünüze ve beden yapınıza bakmaz. Ancak kalbinizdeki iç oluşunuza ve dışa akseden ahlakî güzellik ve davranışlarınıza bakar. Hükmünü niyetinize ve amelinize göre verir. Öyle olunca önemli olan cazip bir dış görünüş değil ihlaslı bir iç oluştur, dışa akseden ahlakî güzellik ve davranışlardır. Nitekim Hz. Ali Efendimiz de fizikî görüntüsünden kendine pay çıkararak kibir ve gururla yürüyen bir kadına demiş ki:

-Hanımefendi, cazip görüntünle kendine pay çıkarmaya hakkın yoktur. Çünkü bu görüntünün hiçbir yanı senin eserin değildir. Sen kendi eserin olan ahlak güzelliğine, ilim irfanda yükselişine, sanatta ve maharette ilerlemiş olmana bak. Senin emeğin ve eserin onlardır. Var mı kendi emek ve iradenle kazandığın vasıfların, fazilet ve meziyetlerin onları göster bize?

Evet, insanın fizikî görüntülerinden kendine pay çıkarmaya hakkı yoktur. Çünkü ne güzellikleri kendi eserleridir, ne de çirkinlikleri. Her ikisini de hikmetler sahibi Rabb’imiz uygun görüp takdir etmiştir. Ama insanın ahlakî güzellikleri, bilgi, beceri kazanımları, insanî ve İslamî vasıfları kendi eseridir. Onlara bakmalı, onlarla kendini değerlendirmeye gayret etmeli, onlarla sevinip mutlu olmalıdır.

Şurası da hiç unutulmamalı ki, insana bir imtihan olarak verilen dış cazibe ve güzellikler kendi gayretiyle kazandığı ahlakî güzelliklerle korumaya alınmazsa, imtihanı kaybetmesine, başına bela musibet gelmesine de sebep olabilir. Hilyetül’evliya’da dıştaki fiziki görüntüsünü içteki ahlak güzelliğiyle korumaya alan insandan verilen bir misalde şöyle denir.

Görenlerin Hazreti Yusuf’a benzettikleri Tabiin’den Süleyman bin Yesâr’ın çöldeki çadırına gelen bir bedevi kadın: “Ben karşı çadırda yalnız başıma kalmaktayım, arkadaşa ihtiyacım var, seni bekliyorum.” der. Süleyman, bir imtihana tabi tutulduğunu düşünerek, “Seni şeytanın elçisi gibi görüyorum, ben şeytana arkadaşlık edemem!” cevabını verir. Yakındaki arkadaşı bu durumu öğrenince; “Kardeşim, der iyi ki senin kadar görüntü güzelliğine ben sahip olmadım. Yoksa imtihanı kaybedebilirdim böyle durumlarda. Demek ki Allah sana dış güzelliği vermiş, sen de onu kendi kazandığın ahlak güzelliğinle korumaya almışsın. Seni, kazandığın bu ahlak güzelliğinle Hazreti Yusuf bile tebrik eder!”

Süleyman der ki: O gece rüyamda Yusuf aleyhisselamı gördüm. Karşıdan kollarını açmış bana doğru gelirken sesleniyordu: “Gel seni kucaklayayım imtihanı kazanan kardeşim. Sen de benim gibi imtihana tabi tutuldun, sahip olduğun ahlak güzelliğiyle imtihanı kazandın. Bana tam bir kardeş olduğunu ispatlamış oldun!”

Konuya bir de Lokman Hekim’in cevabıyla bakalım isterseniz. Siyah yüzüne şaşkın şaşkın bakan birine demiş ki:

-Ne şaşkın bakıyorsun öyle? Boyacıyı mı beğenmedin yoksa sürdüğü boyasını mı? Görüntümün hiçbiri benim eserim değildir. İnsan ise kendi iradesiyle kazandığının sahibidir. Benim isabetli ilaçlar verdiğimi, hikmetli sözler söylediğimi duymuşsun. İşte ben onların adamıyım. Görüntümün hiçbir yanı benim yapım değildir. Yaratan’ın münasip gördüğüdür. Benden O’na sadece şükür vardır, şekva yoktur!

Evet, Bilal-i Habeşi’nin Efendimiz’in baş müezzini olmaya layık görüldüğünü unutmayın. İki gözü de âmâ olan Abdullah bin Ümmü Mektum’un da Peygamberimiz savaşa gidince yerine vekil bıraktığı âmâ olduğunu da unutmayın. Demek ne siyah yüzlü Habeşli bir köle olmak ne de iki gözü de görmeyen bir âmâ olmak eksiklik değildir. Önemli olan iç güzelliktir, dışa akseden iman ve ihlasta örnek davranışlara sahip olmaktır!.

Ahmed Şahin / Zaman Gazetesi

 

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version