Kurşunların İsabet Etmediği An

Bir gün Üstad, Emirdağ’da zile basar. Zübeyir huzuruna girince:

‘’Hemen acele sağlam bir sepet bul getir, kapaklı olsun’’der.

Hemen koşup Üstad’ın istediği sepeti bulup getirir:

‘’Bu kitapları içine koy, iple sağlam bir şekilde bağla!’’

Zübeyir Ağabey, kitapları sepete yerleştirip sıkıca bağlar.

Hemen ardından bir ziyaretçi çıkagelir:

‘’Ben çaldırandan geliyorum. Üstad’ı ziyaret etmek istiyorum ‘’der

Zübeyir Ağabey: ‘’Üstad’ım, böyle biri geldi; sizi selam vermek istiyor.’’

‘’Hemen gelsin’’der. Gelen ziyaretçiye:

‘’Kardeşim, tam zamanında geldin. Benim İran’da bir talebem var. Oranın en büyük alimlerindendir.

Bu sepete ona verirsin’’der. O zat ders ve talimat aldıktan sonra:

‘’Peki Üstad’ım’’ deyip ayrılır.

Epey zaman sonra bu zatın bir arkadaşı Üstad’ı ziyarete gelir. Üstad, emanetin yerine varıp varmadığını sorar. O zat, olan biteni anlatır:

‘’O arkadaş koşucu bir atı vardı. Heybesini bir tarafına Risale-i Nurları, diğer tarafına yiyecekleri yerleştirip İran’a doğru yola çıkmış. Tam hududu geçeceği sırada jandarmalar kendisini görmüş. Durması için ateş etmişler. Atını mahmuzlayıp uçar gibi gitmiş. Bu sefer yaylım ateşine tutmuşlar. Kurşunlar, sağından solundan vızır vızır geçtiği halde hiçbiri isabet etmemiş. Halbuki ölüm ihtimali yüzde yüz. İran’daki o zatı bulmuş, emanetleri teslim etmiş. O zat 70-75 yaşlarındaymış. Çok memnun olmuş. Dönüşte sınırın başka bir yerinden girmiş.’’

Nur’un Büyük Kumandanı / İhsan Atasoy

Kibir Nedir?

Kibir; insanın servet, makam, ilim, ibadet, soy, güzellik ve kuvvet gibi her hangi bir meziyetinden dolayı kendini başkasından üstün görme hastalığıdır. Hak ve hakikati kabul etmemektir.

Kibrin çok dereceleri vardır. Bazısı vardır ki, insanı küfre kadar götürebilir. Şeytan, gurur ve kibrinden dolayı Allah’ın huzurundan kovuldu ve ebedi cehenneme düçar oldu. Şeytana aldanan ve Cenab-ı Hakk’ın rububiyet sıfatını taklide cesaret eden Firavun suda boğulurken, Nemrut da bir sineğe mağlup olmuş ve elim akıbete uğramışlardır. Nitekim Cenab-ı Hak bir hadis-i kudside: “Kibriya ve azamet hususunda kendisiyle çekişecek kimseyi cehenneme atacağını” haber vermiştir.

Kibrin ne kadar tehlikeli ve çirkinolduğu bir ayette şöyle ifade buyrulur: “Kibirli davranarak insanlardan yüzünü dönme, çalımlı çalımlı yürüme! Çünkü Allah kibirle kasılan, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez.

Bir başka ayette de; “Cehennem, kibirliler için ne çirkin, ne kötü bir yerdir.” buyrulmuştur.

Yine başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Hem, kibirli kibirli yürüme! Zira ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara erişebilirsin..

Büyüklük ve azamet kainatı ve içindeki bütün mahlukatı yoktan var eden Cenab-ı Hakk’a aittir ve O’na layıktır. Bir kulun kibirlenmesi, bir kölenin hükümdarın tacını başına geçirerek onun tahtında oturup hükmetmesine benzer.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “ Kalbinde zerre kadar kibir bulunan bir kimse cennete giremeyecektir.” Binaenaleyh az bir kibrin ahirette böyle büyük bir cezası olursa acaba Firavun ve Nemrut gibi bu hususta haddi aşanların durumu nice olacaktır. Bu hadis-i şerifte ifade edilen kibir, Allah’a ve Peygamberlere karşı yapılan kibirdir.

Kibrin sebebi, cehalet ve muhakeme noksanlığıdır. Halık-ı Azim’in kudret ve azametini düşünen ve bilen bir insan, hiç kibir ve gurur tehlikesine düşer mi?

Akl-ı selim sahibi bir insan hayal ve vehimden ibaret olan kibrin ne kadar manasız olduğunu anlar. Eğer kişiyi gurur ve kibre sevkeden, onun ceddinin ve neslinin şeref ve fazileti ise bu kendisine bir şeref kazandırmaz. Soyu ile övünmek ahmaklıktır. Kabil, Hazret-i Âdem’in oğlu idi, ancak babasının Peygamber olması, onu küfürden kurtarmadı. Nuh (a.s)’un oğlu da babasının peygamberliğini kabul etmeyerek ebedi felakete sürüklendi. Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Atalarınız ile övünmeyi terk edin

Eğer insan kendinde var olan kudret, servet ve marifetten dolayı gurur ve kibre giriyorsa, bu da pek manasızdır ve büyük bir cehalettir. Zira, bir insan fil kadar kuvvetli ve kaplan gibi cesaret ve şacaatli olamaz. Sonsuz kudret sahibi olan ve kendisindeki bu nimetleri ona ihsan eden Cenab-ı Hakk’a karşı böyle bir harekette bulunmak en büyük felakettir. İnsan ne kadar kuvvet ve iktidar sahibi olursa olsun, bunların bir gün mutlaka elinden çıkacağını düşünse kesinlikle gurur ve kibre düşmez. Akıllı insan kendisinde bulunan maddi ve manevi nimetlerin Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve keremi olduğunu bilmeli, bir anda yazı kışa, kışı yaza çeviren Allah’ın bu nimetleri elinden her an alabileceğini unutmamalıdır ki, gurur ve kibre düşmesin. İnsan bütün bu nimetleri Allah’ın ikramı olarak görür ve şükür ile mukabele ederse bu hastalığa düşmez.

Eğer kişi, gençliğinden ve hüsn-ü cemalinden dolayı gurur ve kibre düşüyorsa bilmelidir ki, bu geçlik ve güzellik kısa bir zaman sonra elinden çıkar, yüzü kırışır, saçı ağarır ve beli bükülür. Gençliğinden ve güzelliğinden bir eser kalmaz.

Eğer onu gurur ve kibre götüren akıl ve zekasının çokluğu ise, bu durum da onun akılsızlığına delildir. Ama ne yazık ki, insan kendisinde bulunan bütün nimetlerin fani olduğunu bildiği halde, yine de o zavallı kibir ve azameti elinden bırakmaz. Zengin ise fakirleri, rütbe sahibi ise idare ettiği kimseleri, ilim sahibi ise kendinden aşağı mertebede olanları hakir ve küçük görür, fahr eder, gurur ve kibre düşer.

Eğer kişi ilim ve faziletinden dolayı kibre giriyorsa, bilmelidir ki, o ilim de Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanıdır. Kibir ile ilim bir arada bulunmaz, bunların bir kişide cem olmasına taaccüp edilir. İmam-ı Gazali Hazretleri ilminden dolayı gururlanan kişiler için şöyle der; “ Böyle bir kimse ilme vakıf olmadığından ve cehlini ilan etmiş olacağından ona teessüf olunur. İlim silah gibidir. İlim, kibirlinin kibrini izale eder, tevazu ise, ehlinin itibarını ve derecesini artırır. İlmi ile kibirlenmek, büyük bir felakettir.” Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Âlimin afeti, kendini büyük görmesidir

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:

Eğer gurur saikasıyla başkaların kemalâtına tenezzül etmeyip, kendi kemalâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslaf-ı izamın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar.

Aciz, zaif ve fakir olan insana yakışan tevazu ve tezellüldür. Zira insanın izzeti Cenab-ı Hakk’a karşı zilletindedir; şükür ve secdesindedir. Akıllı insan mütevazi olur, akibetinin ne olacağını düşünerek gurur ve kibre düşmekten kurtulur. Dünyanın fani ve geçici zevk ve sürurlarına aldanıp tekebbür etmez. Zira, dünyevî makamlar, kuvvet ve servetler fânidir, geçicidir.

Tevazu öyle ulvi bir meziyettir ki, insanı Allah’a yaklaştırır, O’na dost eder ve diğer insanların da muhabbetini kazandırır. İnsan tevazu sayesinde aklen ve ruhen terakki eder ve kalben de huzur bulur. Onda şefkat, merhamet ve edep gibi bir çok hisler meydana gelir. Bu haliyle diğer insanlara bir numune-i misal olur. Tevazu göstererek gurur ve kibirden kurtulan insan şeref ve itibar sahibi olur. Allah dostlarının kalplerini nazargâh-ı İlahi bilir ve onları incitmemeye gayret eder.

Mahsul, ovadaki sulu ve yumuşak toprakta yetişir. Dağda ve sert toprakta mahsul yetişmez. Aynı şekilde hikmet de, mütevazı olanın kalbinde yerleşir, kibirlinin gönlünde yerleşmez.

Bediüzzaman hazretleri gurur ve kibirin ağır bir yük ve tavazunun ise çok lezzetli ve mükafatlı olduğunu veciz bir şekilde şöyle ifade eder:

Gurur ve kibirde öyle ağır yük var ki, mağrur adam herkesten hürmet ister ve istemek sebebiyle iskiskal gördüğünden, dâimâ azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez. Hem, meselâ, tevâzuda ve terki-i anâniyette öyle lezzetli bir mükâfât var ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.

Tevazu sahiplerinin özelliklerinden biri, bir ayette mealen şöyle ifade buyrulur: “ Ve rahmanın –halis- kulları onlardır ki, yer yüzünde mütevaziane bir halde yürürler ve cahiller onlara hitabettikleri vakit “ selametle” derler.

Evet, tevazu ehli olanlar, azamet-i ilahiyeyi düşünerek kibir ve gururdan kaçınırlar. Kendi acizlik ve fakirliklerini bilerek rıfk ile hareket ederler. Hiç kimseye karşı mütekebbirane ve hodfuruşane bir vaziyet almazlar. Birtakım cahil ve sefih kimseler o mütevazi zatlara karşı hoş olmayan davranışlarda bulundukları zaman, onlar fena bir tarzda mukabelede bulunmazlar.

Bir insanın gurur ve kibir hastalığından kurtulmasının bir çaresi de hüsn-ü zan sahibi olmasıdır. Hüsn-ü zan bir kimse hakkında iyi niyetli olma halidir. İnsanlar hakkında hüsn-ü zanda bulunmak sünnettir. Hüsn-ü zan muhabbetin en büyük vesilesi olduğu gibi, kişinin kibir ve gurudan kurtulmasının da çaresidir.

Çünkü insan kendi hatalarını ve günahlarını çok iyi bildiği halde, karşıdaki insanın işlediği günahlarından tam manasıyla emin değildir.

Mehmet Kırkıncı

Alman okullarında İslam din dersi!

Alman anayasasına göre din ve devlet işleri birbirinden ayrı olmasına rağmen, alman okullarında resmi olarak din dersleri veriliyor. Bu dersler devlet ve kiliseler arasında yapılan anlalmalara göre gerçekleşiyor. Devlet din derslerini organize ediyor fakat kiliseler içeriğini ve dersi gerçekleştiriyorlar.

Bu din dersleri 1870’den itibaren Alman okullarında veriliyor. O zamandan bugüne kadar uygulamada bir çok değişiklikler yapıldı.

Müslümanların demografik olarak çoğalmasıyla İslam din dersi de zamanla tartışmalarda yerini aldı. İlk başvurular 1979’da gerçekleşdi. 1984’de tartışmalar hız aldı ve İslam din dersinin gerekliliği bakanlıklarda konuşuldu. 1999’da müslüman çatı kurumları İslam din dersi komisyonu kurdular. 2003´de bu komisyon İslam din dersi için mahkemeye başvurdu, fakat resmi bir din olmadıkları ve müslümanların tümünü temsil etmekdileri için red cevabı geldi.

Din derslerindeki amaç öğrencilere kendi dinlerini öğrenme imkanı sunmak. Bu din derslerini dinin mensupları kendileri organize ettikleri için içerikleri de dinleriyle uyum içinde oluyor. Örneğin bir müslüman öğretmen katolik din dersi veremez. Veyahut İslam diniyle uyuşmayan bir ders kitabı İslam din dersinde kullanılamaz.

Hristiyanlıkta kurumsal olarak kiliseler bulunduğu için din dersi sorun olmuyor. Bütün hristiyanlar her hangi bir kiliseye bağlılar. Yani kiliseler kendi ´meşrep´lerine ait olan herkesi temsil edebiliyorlar.

İslam dininde kurumsallaşma olmadığı için, mecburi olarak herhangi bir yere bağlanma söz konusu olmadığı için, alman devleti şimdiye kadar İslam din dersini okullara yerleştirmek mümkün olmadı. Anayasa göre resmi olarak kabul edilen ve bu bağlamda bütün ´üye´lerini temsil eden bir din, okullarda din dersi verebilir. Böyle bir yapılanma İslam´da olmadığı için – ve gerekmediği için – anayasaya göre İslam din dersi vermek mümkün değil.

Resmi bir din/kurum olmadığı için şimdiye kadar ara-çözümler ile idare edildi. Örneğin türkçe derslerinde İslam dini işlendi. Veya dinbilimleri, İslam bilimleri dersleri verildi. Fakat bu dersler gerçek manada din dersleri olmadığı için, içeriği İslam dini ile bağdaşmayabiliyor. Halbuki yukarıda da belirttiğimiz gibi anayasaya göre din dersini dinin mensupları kendileri gerçekleştirir, öğretmenleri kendileri seçerler ve ders dinleriyle uyum içinde olmalı.

Başka bir sorun öğretmen eksikliği. İslam din dersini verebilecek öğretmenler yok sayıda az. Bu öğretmenler daha yeni üniversitelerde eğitiliyor.

Bütün bu sorunlara rağmen Kuzey Ren Vestfalya ve Aşağı Saksonya eyaletleri İslam din dersini vermekte kararlı. Her iki eyalet bunu gerçekleştirebilmek için bir taslak hazırladılar:

Kuzey Ren Vestfalya:

Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde 2012/2013 okul dönemi itibariyle resmen İslam din dersleri okullarda verilmeye başlıyor. Herhangi bir okulda 12 öğrenci ´İslam din dersi´ için başvuruda bulunduğu zaman, bu ders verilecek. Fakat öğretmen eksikliği nedeniyle İslam bilimleri olarak başlayacak, daha önceden başlamış olan yerlerde devam edecek.

Başka bir alternatif ise İslam Din Dersi verebilmek için eğitmenler kurs görecekler ve din dersini verecekler. Fakat her iki alternatif de sakıncalı: Öncelikle yukarıda da belirttiğimiz gibi İslam bilimleri dersi sadece bir ara formül olabilir. Kesinlikle kalıcı olmamalı ve resmi İslam din dersine geçiş hızlandırılmalı. Öğretmenleri kurslarda yetiştirmek ise son derece yanlış. Kaliteli öğretmen yetiştirebilmek için mutlaka üniversitede İslam din dersi eğitimi almak gerekiyor. Bu eğitim bir kaç günlük kurs ile verilmez, vahim neticeler doğurur. Ayrıca 2019 senesine kadar Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde müslümanları temsil eden resmi bir kurum oluşmassa, bütün bu taslaklar yürürlükten kaldırılacak.

Aşağı Saksonya:

Aşağı Sakyonsa eyaletinde İslam din dersleri 2013/2014 okul sezonunda başlıyor. Yine 12 öğrenci okula başvurduğunda ders verilecek. Fakat İslam bilimleri dersi verilmeyecek. Sadece İslam din dersi öğretmenliği okumuş öğretmenler ile İslam din dersi verilecek. Öğretmen olabilmek için üniversitedeki eğitimin yanısıra bir de İslam din dersi heyetinden icazet almak gerekiyor. Verilen bu icazet sadece belli bir zamana kadar verilecek.

Müslümanlar ve cemaatler bu gelişmeleri yakından takip etmeli. Eyaletlerde farklılıklar olabileceği için gereken şartlar şimdiden hazırlanmalı. Müslüman öğrencileri ise İslam din dersi öğretmenliğine teşvik edilmeli.

Cemil Şahinöz / Moral Haber

cemil@misawa.de

Üç aylarımız ve bağışlanmamıza vesile olan özellikleri!..

Önce, üç aylarımız boyunca hep tekrar edeceğimiz Efendimiz’in şu özel duasıyla girelim konumuza:

-Allah’ım, mübarek kıl bize Recep ve Şaban’ı; affımıza vesile eyle Şehr-i Ramazan’ı!

Evet, bugünden itibaren büyük bir aşk ve şevkle tekrar edeceğimiz duamız hep böyle olacaktır:

-Allah’ım, mübarek kıl bize Recep ve Şaban’ı; affımıza vesile eyle Şehr-i Ramazan’ı!

-Neden bu aylar için böyle özel dua? Özel duayı gerektirecek eşsiz farklılıkları mı söz konusu?

Bu ayların inanmış insanlara kazandırdığı eşsiz sevap farklılığını Bediüzzaman Hazretleri’nden dinleyelim isterseniz. Kısaca şöyle açıklıyor bu eşsiz sevap farklılığını:

-Her ibadet ve iyiliğin sevabı başka aylarda on ise, Receb-i Şerif’te yüzü geçer, Şaban-ı Muazzama’da üç yüzü geçer ve Ramazan-ı Mübarek’te ise bine çıkar!. Kadir Gecesi ise seksen sene nafile ibadeti aşan bir eşsizliğe ulaşır!..

Demek ki üç ayların başından itibaren başlayan bu İlahi ikram ve ihsanları bilenlerin büyük bir şevkle ibadet yapma heyecanına girmeleri sebepsiz değildir. Bir’e on’dan başlayan sevap yağmuru yüze çıkıyor, sonra üç yüze yükseliyor, daha sonra da bine ve yukarı sevap sağanağına dönüşüyor..

İşte bugün böyle özel farklılıklara sahip üç aylar da bizleri kucaklamış bulunmaktadır. Yeter ki bizler farkında olalım bu özel ibadet ve sevap mevsiminin. Evet, Recep ayı ile başlayıp Şaban ayı ile artarak devam eden sevap yağmuru, Ramazan ayında sağanağa dönüşür, Kadir Gecesi’nde ise üç aylar boyunca kendini hazırlamış olan insan, İlahi affa tam nail olacak bir ruh yüceliğine yükselir. Hatta bayramda da kendine tertemiz bir beyaz sayfa açarak yepyeni bir hayata başlama bahtiyarlığına ulaşması dahi söz konusu olabilir.

Böyle bir beyaz sayfa açmak mümkün mü? Hiç şüpheniz olmasın.

Çünkü Rabb’imiz iman etmiş kulunun cehennemde azap görmesinden değil, cennette mükafata ermesinden memnun oluyor. Bunun için de vesileler hazırlıyor, bazı ayları, günleri bazılarından üstün özelliğe sahip kılıyor ki, inanmış insanlar bu vesilelerle kendilerine çekidüzen versinler, yeni bir heyecan ve ümitle cennete layık yaşantıya yönelsinler.

Bundan dolayıdır ki Efendimiz (sas) Hazretleri, üç ayların başlangıcı olan Recep ayında oruçlarını, namazlarını daha da çoğaltmış, Şaban ayında ise bu artışı bir kat daha ileriye götürmüş, böylece ümmetine Ramazan’daki umumi affa layık hale gelme örneği vermiş, farklı bir ibadet hayatı yaşayarak bizlere mesajlar sunmuştur.

Bu sebeplerle bu aylarda samimi tövbe, istiğfarlar yapılarak daha şevkli bir ibadet hayatına başlanır. Tutulacak oruçlarla, kılınacak fazla namazlarla, yapılacak hayır hasenatlarla sevabı daha çoğaltıp günahı daha da azaltma azmine girilir. Hatta kaza namazları, oruçları, kul hakları gibi sorumlulukları tümüyle ödeyip bitirme niyeti bile söz konusu olabilir. Ta ki Kadir Gecesi’nde seksen senelik nafile ibadet sevabına da layık hale gelmiş olsun insan..

Ayrıca bu aylarda peş peşe gelen kandil gecelerimiz de bizlere uyarılarda bulunmuş olur, yaşadığımız fevkalade gün ve gecelerin farkında olup olmadığımızın hatırlatmasını yapmış sayılır.

İşte bugünlerde bizlere düşen görev de, Rabb’imizin kurtuluşumuz için vesile kıldığı bu kutsal ayları gayesine uyan şekilde yaşayarak değerlendirmektir.

Ancak unutmamak gerek ki, bu eşsiz fırsat ve imkânlar bilen, düşünen ve ayları günleri şuurluca değerlendirme bahtiyarlığına erenler için söz konusu olur.

Bu duygu ve düşünce içinde, Efendimiz’in üç aylar boyunca tekrarladığı duasını biz de tekrarlayarak diyoruz ki:

-Rabb’imiz, mübarek kıl bize Recep ve Şaban’ı; affımıza vesile eyle Şehr-i Ramazan’ı!

Affımıza vesile kılacağımız üç aylar dileğimizle.

Ahmed Şahin / Zaman

Bediüzzaman’ın ‘Avrupa İslama gebedir’ sözü doğrudur!

Avrupa’nın önde gelen Müslüman entelektüellerinden Tarık Ramazan, “Arap Baharı” süreci öncesinde Batı’nın yönlendirici etkisi olduğunu söyledi. İhvan-ı Müslimin hareketinin kurucusu Hasan el-Benna’nın torunu olan Ramazan, Arap Baharı sürecinde Mısır’daki Müslüman Kardeşler’i de “Dinî ilkeleri yüzeysel yorumlamamalılar.” şeklinde uyardı.

Cihan Haber Ajansı’na konuşan Ramazan, AK Parti hükümetinin, Ortadoğu’da bundan sonraki süreçte demokratik gelişmeleri takip ederek bölge ekonomilerini desteklemesinin faydalı olacağını belirtti; İsrail’in ise aslında “diktatörlüklerle yaşayamayacağını” savundu.

Oxford Üniversitesi Modern İslam Çalışmaları Profesörü Tarık Ramazan, yıllardır göçmenlerin yerel kültüre uyum sağlayamadığından yakınan Avrupalıların, Müslümanlar “yerlileştikçe” daha da sağa kayarak radikalleştiklerine ve problem ürettiklerine işaret ediyor. Bu noktada, Bediüzzaman Said Nursi’nin şu tespitini de doğruluyor: Avrupa İslam’a gebe…

‘Prospect Magazine’ ve ‘Foreign Policy’ dergilerinin 2008’deki ‘Dünyanın en değerli 100 entelektüeli’ anketinde 8. seçilen Ramazan, Cihan’ın sorularına şu cevapları verdi:

Avrupa doğumlu, Batı eğitimi almış, Hasan el-Benna’nın torunu Profesör Tarık Ramazan kendini nasıl tanımlıyor?

Müslüman bir aileden geliyorum. Dinim benim için önemli, yazılı kaynaklarımı ciddiye alıyorum. Müslümanlığımı tam ve derin bir şekilde yaşamak istiyorum. Fakat aynı zamanda, kültürel olarak Avrupalı, ülke olarak İsviçreliyim ve nerede olursam olayım iyi bir Müslüman olmak istiyorum. İslam’dan aldığım terbiye nerede olursam olayım pozitif ve katma bir değer olmamı gerektiriyor.

– Ortadoğu’da ‘bahar’ olarak nitelenen hareketlerin arkasındaki motivasyon nedir? Bu ‘bahar’ın peş peşe devam etmesini nasıl algılıyorsunuz? Müslüman dünyasındaki geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Bence çok fazla saf durumuna düşmemek için dikkatli olmalıyız. Benim dikkatli bir iyimserliğim var. Fakat biliyorum ki Batı ülkeleri, ABD, Avrupa ülkeleri bunun için zorluyorlardı. Çünkü ekonomik bir pazar için istedikleri nitelikte bir demokrasiye ihtiyaçları var. Dolayısıyla bu uyanış sadece nereden geldiği belli olmayan genç insanların daha fazla özgürlük istemesi değil. Perdenin arkasında başka sebepler de var. Hâlâ diktatörlüğe, baskıya hayır diyecek kadar enerjiye sahip insanların jeo-stratejik, ekonomik ilgileri, özgür, özerk ve onurlu vatandaşlar olabilmek için politik istekleri olduğunu anlama noktasında doğru dengeyi bulmalıyız. Aynı zamanda biliyoruz ki Ortadoğu’da Filistin ve İsrail anlaşmazlığı çok etkili. Burada insanlara şunu hatırlatmadan geçemeyeceğim. Şu an İsrail’de 1600 mahkûm hapishanede açlık grevinde. İki tanesi her an ölebilir. Bilmeliyiz ki bu da ‘Arap Uyanışı, Baharı’nın parçası. Çünkü şiddete başvurmuyorlar, yargılanmadan hapisteler ve adalet istiyorlar.

İSRAİL, KENDİNİ YENİDEN GÖZDEN GEÇİRMELİ

– Tunus, Libya, Yemen ve Mısır’daki tecrübeleri göz önünde bulundurduğunuzda Arap uyanışının ne kadar İslami olduğunu düşünüyorsunuz?

Söylemem gerekir ki ilk eğilim İslami değildi. Evet katılımcılar Müslümandı; ama İslami bir niyetle, İslamcı partiler tarafından yönlendirilmemişlerdi. (İslami bir tepkiyle hareket edenler) ayaklanmalardan, diktatörler devrildikten sonra yönlendirici unsurlar oldu. İslam her yerde; Tunus, Mısır, Suriye, Yemen, Libya’da… Bunu hesaba katmalısınız. Bu çok ciddi bir şey; Türkiye’de de aynı. İslam önemli bir referans. Bundan sonra bizim için önemli olan, İslam’ın demokrasiye, insan haklarına karşı olmadığını, tamamen ülkeyi özgürleştirdiğini ve vatandaşları güçlendirdiğini net bir şekilde anlatmak.

İsrail’le ilişki özelinde de açıklamak gerekir ki, İsrail diktatörlüklerle yaşayamaz. Hatırlayın, İsrail başlangıçta (Arap Baharı) ‘Mübarek’i desteklememiz gerekir’ diyerek Mübarek’i destekledi. İlke diktatörlere karşı insanları desteklemektir. Bu İsrailliler için şu anlama geliyor; doğru bir demokrasi anlayışıyla siyasetlerini tekrar gözden geçirmeliler. Filistinlilere olan muameleleri konusunda insan haklarına saygı duymalılar ki bu şu an geçerli değil.

MÜSLÜMAN KARDEŞLER İSLAM’I YÜZEYSEL YORUMLAMAMALI

– Müslüman kardeşler geçmişte ve günümüzde ne gibi hatalar yapmış olabilir? Arap uyanışının kendileri için yararları ya da zararları nelerdir?

Bu çok karışık bir konu ve tarihi süreç hakkında konuşacak kadar zamanımız yok. İslami kaidelere geri döndüler. Sömürgeciliği ve diktatörleri ret, daha fazla şeffaflık esaslarında nettiler. Şimdi de bazı politik zorluklarla uğraşıyorlar. Bazen eleştirilen bazı stratejileri tercih ediyor olabilirler. İslami referansları, amaçları arasında görünür olmalı. İslami ilkeleri yüzeysel yorumlamamalılar. Aralarında bazen gerginlik olabiliyor. Diktatöre (Mübarek) karşı oldukça omuz omuzaydılar. Ayaklanmalar sırasında bile içeride bazı gerginlikler olduğu açıktı. Onları anlamaya çalışmalı, mevcut zorlukları da göz önünde tutmalıyız.

TÜRK HÜKÜMETİ ARAP EKONOMİLERİNİ DESTEKLEMELİ

– Son zamanlarda Türkiye’nin genelde Müslüman dünyaya, özelde de Arap dünyasına karşı izlediği siyaseti nasıl buluyorsunuz. Türkiye doğru yolda mı?

Düşünüyorum ki kimse şimdiki Türk hükümetinin çok iyi bir iş yaptığını inkâr edemez. Kendi iç işleri, rüşvete karşı mücadeleleri, daha fazla özgürlük için çalışmaları pek çok şey yapılmış durumda. Düşünce özgürlüğü ve eşit vatandaşlıksa hala geliştirilebilir. Dışarıda Tunus’la, Mısır’la, tabandaki gençlerle yapılanlar, halka verilen destek, diktatörlerden ayrılmalarını istemeleriyle her yerde selamlandılar. Bence bu doğru yol, doğru felsefe. Bundan sonra yapmamız gereken, sadece demokratik süreçleri takip etmek değil, ekonomileri de desteklemek. Gelecekte Ortadoğu ve Kuzey Afrika (MENA) ülkelerinde önemli olan, ekonomik istikrar. Türkiye’nin şu an Afrika’da birçok ülkede yapmaya çalıştığı gibi, elçilikler açması, yeni yönetimlerle irtibat halinde olmaya çalışması çok iyi. Bu bizim kendilerinden yapmalarını beklediğimiz bir şey. Bu çalışmaları geliştirmeliler ve daha da derinleştirmeliler.

AVRUPALILAŞMA MÜCADELESİNİ HAKLAR VE İLKELER ÇERÇEVESİNDE YAPMALIYIZ

-Avrupa’daki İslamofobi ve provokasyonlara gelirsek… Müslümanlar uyum sağladıkça, Avrupa’da İslamofobi yükseliyor, Avrupalılar daha fazla sağa mı kayıyor sizce?

Evet. Bize yıllarca vatandaş olun, bizim bir parçamız olun dediler. Biz daha fazla vatandaş oldukça durum daha da problematik hale geliyor. Bize gerçek demokratlar, gerçek Avrupalılar gözüyle bakılmıyor. Avrupa’daki varlığımıza meydan okumak için kurulmuş popülist partiler ve diğer cepheler var. Dolayısıyla net çözüm olarak sunulan şey aslında problem. Göçmenken ve Avrupa’yı anlamazken iyiydi. Şimdi anlıyoruz ve yerlileşiyoruz; Avrupalı oluyoruz ve problemiz. Fakat haklara ve ilkelere yoğunlaşmalıyız; savunmacı olarak değil, hakkımızı savunarak. Bu sadece bütünleşme değil, bir hak ve onur mücadelesi. Tüm bu entegrasyon meselesi aslında bizim vatandaş olmamızdan, sorumluluklarımız ve haklarımız olmasından ve yapmak istediğimizin bu olması temelinden stratejik bir şekilde dikkati başka bir yöne çekme ile alakalı.

BEDİÜZZAMAN, BÜYÜK BİR REFORMCU

– Bediüzzaman Said Nursi, 20. yüzyılın başında Avrupa’nın İslam’a gebe olduğunu söylemişti. Bu konuda sizin yaklaşımınız nedir? Ayrıca, Batı’da Müslümanları bekleyen en büyük tehlike nedir?

En önemli tehlike İslam’ın üzerine kurulduğu kaideleri unutma tehlikesi. Müslümanlar için en önemli görev İslam’ın doğru temellerine dönmek ve kültürel yanlış anlamalardan kurtulmak. Biliyorum bu bir zorluk… Ve evet; Said Nursi’nin, Avrupa’nın İslama gebe oluşu sözü doğrudur. Kendi kitabımda da, “tekrar İslam’ın ilkelerine dönelim, bilgiden korkmayalım ve hakkı savunan kimliğimizi öne çıkaralım” sözlerine referans yaptığım Said Nursi’nin büyük reformculardan birisi olduğunu belirttim. Şu an Avrupa’da olan da budur.

 Cihan

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version