Sıbyan Mektebi Yeniden Hayat Buldu

Osmanlı döneminde ‘Sıbyan Mektebi’ olarak kullanılan Sultanahmet Camii’nin bahçesindeki yapı, Kültürlerarası İletişim Merkezi Derneği (KİM) ile yeniden hayat buldu. İstanbul’un en önemli tarihi mekanlarından biri olan meydan ve camileri hakkında turistlere sunumlar yapan dernek, kendi ifadeleriyle ‘camilerin mimarileri yanında ruhlarını’ da anlatıyor. Derneğin misafirleri arasında Brezilya’dan Avustralya’ya, Güney Afrika’dan Amerika’ya kadar yaklaşık 5 bin kişi var.

Sultanahmet Camii avlusunun köşesindeki yapı, yıllarca küçük çocukların eğitildikleri ve geleceğe hazırlandıkları bir okul olarak hizmet verdi. Zamanla bu yapı kullanılmaz hale geldi ve bir süre boş kaldı.

Günümüzde restorasyonun ardından yeniden hizmet vermeye başlayan mektep, şimdilerde önemli bir misyonu yerine getiriyor. Sultanahmet Camii ve meydanına gelen turistlere sunumlarla Türk-İslam mimarisi ve kültürü hakkında bilgi veren KİM’e ev sahipliği yapan bina, binlerce yabancı turiste hizmet veriyor. Dernek uzmanları arasında yer alan aktif 15 kişilik gönüllü grubu, kimi zaman “Sultanahmet neden 6 minareli?”, kimi zaman ise “Burada ne yazıyor.” gibi sorulara cevap veriyor.

Kurulduğu 2010 yılı Nisan ayından bu yana yaklaşık 5 bin turiste hizmet veren dernek, misafirlerini sıcak bir ortamda karşılayarak ikramlarda bulunuyor. Yaklaşık 20 dakikalık sunumda tarihi ve kültürel unsurlar anlatılıyor. Üstelik sunumu yapan da konusunda bir uzman. Dernek Genel Sekreteri Önder Üçüncü, aynı zamanda İngilizce öğretmeni. Akıcı İngilizcesiyle misafirlerinin dikkatini çekmeyi başaran Üçüncü, 30 kişilik Danimarkalı öğrenci grubuna da benzer bir sunum hazırladı. Danimarkalı öğrenciler ikram ve sunumdan duyduğu memnuniyeti dernekten ayrılırken sıcak tavırlarıyla sergiledi. Danimarkalı öğretmenin şaşkınlığı, sunum sonunda ikram ve anlatım karşılığında ücret ödemeyeceklerini öğrenmeleri oldu.

MİSAFİRLERİMİZ ŞAŞIRIYOR

KİM uzmanları, amaçlarını; Türkiye’ye gelen insanlar arasında kültürler arası diyalogların kurulması, geliştirilmesi ve kültürel mirasın tanıtılması konusunda çalışmalar yapmak ve çalışmalar yapan kişi ve kuruluşlara destek vermek olarak tanımlıyor. Bunun yanında Sultanahmet Camii Derneği ile ortak çalışmalar yürüten dernek, Medeniyetler İttifakı Enstitüsü ile Japon kültür ve medeniyeti isimli bir program bile yapmış.

Derneğin önemli bir görevi yerine getirdiğini anlatan KİM Genel Koordinatörü Ahmet Fatih Başaran’ın ‘yapıların ruhu’ tespiti dikkat çekiyor. Turistleri misafir olarak görüp ağırladıklarını anlatan Başaran, “Camilerin mimari özelliklerinden bahsederken onların ruhundan da bahsediyoruz. Buraya geldiklerinde insanların secdeye gittiklerini görüyorlar, mihrabı görüyorlar ama ne olduğunu bilmiyorlar. Mihrabın üzerindeki yazıları genelde Allah ya da Hz Muhammed’den bahseder zannediyorlar ama Hz. Meryem ya da Hz. Zekeriya’dan bahsedildiğini duyunca çok şaşırıyorlar.” dedi.

Sunumların ardından misafirleriyle mail ortamında irtibatını sürdüren KİM uzmanlarını en çok bu geri dönüşler sevindiriyor. Dernek dünyanın her yerindeki dostlarıyla iletişimi koparmamak için mail trafiğini aksatmadan sürdürüyor. Türkiye gezisinden aylar sonra maille soru sorup cevap bekleyenlerin olması dernek yöneticilerini memnun ediyor.

MEDYADA BAZEN OLUMSUZ GÖRÜNTÜLER YER ALABİLİYOR

Sunumu izleyen öğrenciler genel olarak Türkiye’de görmeyi bekledikleri bir ortamla karşılaştıklarını dile getirdi. Zaman zaman kendi ülkelerindeki medyada İslam karşıtı algısı oluşabildiğini belirten bir öğrenci bu durumun genellenemeyeceğini dile getirdi. Gruptaki Danimarkalı bir öğretmen de yanlış algılar oluşturulsa bile öğrencilere buradaki gerçeklerle paralel bir eğitim verdiklerini anlattı.

Cihan

Mektubat’ın Fransızca Tercümesi Tamamlandı

Uzun zamandır üzerinde çalısılan Risale-i Nur külliyatından Mektubat mecmuasının Fransızca tercümesi tamamlandı ve yayınlandı.

Sarajevo ve Warşovada  faaliyet gösteren Rejhan yayınevi tarafından tercümesi gerçekleştirilen Risale-i Nur külliyatından Mektubat mecmuası Sözler yayınevi tarafından neşredildi ve satışa sunuldu.

Bu vesile ile basta Paris camii yetkileri ve tercüme ekibi olarak eserin hazırlanmasında maddi ve manevi katkıları bulunan tüm muhterem  zevata teşekkürlerimizi bildirir, say ve gayretlerinin indi-İlahide makbul olmalarını niyaz eder ve bu kıymetli eserin alem-i islam ve insanliğa hayırlı olmasını dileriz.

700 sayfalık bu muhteşem eser Sözler yayınevinden temin edilebilir.

Rejhan yayınevi 

www.rejhan.net

Bediüzzaman Emirdağ’da

Emirdağ’daki Hükümet Binası karşısında
Üstad Bediüzzaman’a veriyorlar bir oda

Burada camiye bile gitmesi yasaklanır
Devamlı baskılar görüp takip altında kalır

Emirdağ’daki sürgünü O’na zor geliyordu
Denizli’deki günleri bile aratıyordu

Ziyaretçi görüşmesi O’na yasaklanmıştı
Emirdağ’da tam üç kere Üstad zehirlenmişti

Muhalifleri kanunen O’nu yenememişler
Gizli gizli zehirleyip öldürmek istemişler

Üstad hayatı boyunca çok defa zehirlenmiş
Allah’ın inayetiyle mutlak ölümden dönmüş

Bütün bu zehirlenmeler O’nu yıpratıyordu
Ömrünün sonuna kadar ıstırap çekiyordu

Bu zulümler yaşanırken te’lifler devam eder
Sıkıntıyı hafifletir oluşan gelişmeler

Yargıtay Dairesinden olumlu karar çıkar
Temyiz edilen beraat kararını onaylar

Üstad bazen dışarıda gezmelere giderdi
Birkaç saat kalır sonra evlerine dönerdi

Bazen bağ ve bahçelerde tefekküre dalıyor
Nebatat ve hayvanatı pür temaşa ediyor

Ahmet Tanyeri

www.NurNet.org

Eğitimde Âmin Alayı(4 Yıl+ 4 Ay+4 Gün )

 

Gündemde 4+4+4 kanunu tartışılırken ve birileri okula başlama yaşının 5 yaş olmasına karşı çıkarken aklıma Osmanlı Devletinde çocukların okula başlama merasimi olan Âmin Alayı geldi. Âmin Alayı çocuk yaşı 4 yıl 4 ay 4 gün olduğunda merasimle başlatılırdı.

Osmanlılarda “ilkokul” diyebileceğimiz, “Sıbyan Mektepleri”, genellikle dört veya beş yaşına gelen çocukların ilk eğitim-öğretimlerini aldıkları yerdi. Çocukların yaşamında önemli bir yer teşkil eden “okula başlama” Osmanlılarda son derece renkli ve değişik bir törenle gerçekleşirdi. “Amin Alayı” yada “Bed-i Besmele” denilen bu merasim, özellikle ekonomik durumu iyi olan aileler tarafından bir düğün havasında icraa edilirdi.

mektebe başlatma kandil günlerine denk getirilirdi. mevsim itibarıyla kandil yoksa bu merasim pazartesi ya da perşembe günleri yapılırdı.

Okula başlatma işine evin temizliğiyle başlanırdı. merasim gününden önce evde temizlik başlar, her taraf silinir süpürülürdü. işler bitince bütün ev halkı hamama gider, mektebe başlama merasimi ilk önce hamamda kadınlar arasında kutlanırdı. nâtırlar, kınacılar çocuğun etrafında göbek atarlar şarkı söylerlerdi. bu eğlence akşama kadar devam ederdi.

bir de çarşı faslı vardı. büyük anne, anne, dadı, kalfa, sütnine vs. birçok kadın yakın ile kapalıçarşı’ya gidilerek çocuğa öteberi alınırdı. evdeki ecdat yadigarı rahle cilaya verilir, yoksa komşulardan istenirdi.

perşembe sabahı şafak sökmeden evde herkes kalkardı. kahvaltıdan sonra çocuğa hilâlî bir gömlek, üstüne de ipekli bir mintan giydirilir, ayaklarına sakız gibi beyaz çoraplar verilirdi. mavi püsküllü bir fes de başına konulurdu. fesin üstüne, alın kısmına doğru bir nazarlık asılırdı. aile halkının da hazırlığı tamamlanınca arabalara atlayıp eyüp sultan’a gidilirdi. dua edilip eve dönüldükten sonra, mektebe başlayacak çocuğun evi önüne mektep çocukları ve her mektepte ayrı ayrı bulunan ilahiciler gelirdi. çocuk atın üzerine bindirilir ve ilahiciler çeşitli dualar ve dizeler okumaya başlarlardı. bunların arasında âminciler de “âmin âmin” diyerek bağırırlardı.

Çocuk at üzerinde sokak boyunca götürülür, arkasında mektep hocası, ilahiciler ve âminciler yürürdü. çocuk okulun önüne kadar getirilirdi. attan indirilen çocuk mektebe girer, rahle önünde mindere oturmuş olan hocasının yanına gider ve onun elini öperek tam karşısına otururdu. hoca besmele çekerek çocuğa sadece “elif” dedirttirir ve sonra “dersin bugünlük bu kadar, sakın unutma, sonra kulaklarını çekerim” diyerek kulaklarını çekermiş gibi yapar ve merasim tamamlanırdı.”

    Evet böylece okula başlayan çocuk okula başlamanın önemi kavramış ve çok önemli bir şey yaptığını düşünerek okula başlardı.Artık çocuk okula başladığı bu günü hiç unutmazdı.Bu gün çocuğun zihnine nakşolurdu. Görüldüğü gibi Osmanlılar döneminde çocuğun okula başlama yaşı 4 buçuk ve 5 yaş arasıdır.Bu durum çocukların 5 yaşında okula başlamalarının erken olduğunu iddia edenlerin iddialarını çürüten çok güzel bir örnektir.

Hamit Derman


Hakikat ve Hikâye

Namık Kemal, geleneksel edebiyatçılara karşı romanı savunurken İntibah önsözünde bir hikâye anlatır. Hint’ten batıya geçmiş bir hikâye olduğu söyler.

Hakikat çıplak gezen bir kız çocuğu imiş nereye gitse aşağılanır, mahcup edilirmiş, o da utanır köşelere kaçarmış. Bir gün hikâye ye rastlamış ve hikâye ona ben sana bir elbise vereyim demiş, gittiğin yerlerde kabul görürsün. Bununla Namık Kemal hakikatlerin çıplak olarak anlatılmasının etkileyici olmadığını, soyut olduğunu, onları hikâye ve roman kılıklı metinlerle anlatırsak daha kabul göreceğini söyler. Bu yolda romanlarını yazar, örnek vermiş olur.

Bediüzzaman İslamın birçok hakikatını hakikat olarak yansıtmaz onları hikâyelerle kolaylaştırır, olayları dramatize eder. Sözler’in başında teorisini anlatır.

Ey kardeş, benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için askerlik temsilatiyle sekiz hikayecikler ile birkaç h a k i k a t ı nefsimle beraber dinle.” (Sözler. 5)Birçok eserinde bunu uygular.

”Anlamak istersen şu temsili hikayeciğe bak dinle”der. Bu bir kalıp cümle gibi birçok yerde tekrarlanır.

Önce bak der, çünkü bir sahne ve bir tiyatro sahnesi , bir film sahnesi , bir olay örgüsü anlatılır.

İkinci Söz’ün başında sahne ortaya konur. “ Bir vakit iki adam hem keyif hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin talihsiz bir tarafa , diğeri hüdabin bahtiyar diğer tarafa süluk eder , giderler”(Sözler .15)

Bütün Küçük Sözler’de bu tekniği uygular,

İslamın temel argümanlarını birbiri arkasından hikâyelerle anlatır, anlaşılmasını kolaylaştır. Namazını kıl namazı kıl diye sürekli tekrar edilen ama zihne tefhim edilmeyen bir hakikatı Bediüzzaman has ve güzel bir çiftlik ve iki hizmetkar ve bir büyük hâkim örneği ile anlatır. Hem tiyatronun mekânı, hem şahısları hem de teması vardır. Bediüzzaman böylece dini bu hikâyelerle anlatarak çıplak hakikatı yani namaz hakikatını insan zihninde bir hikâye ile biçimlendirir. Her hikâyeyi önce bir tez ve tema ile başlatır, daha sonra temayı kolaylaştıran hikâyenin ana hatlarını belirtir, sonra vakayı canlı hale getirir, kahramanını kontrol eder, onun hayatını yorumlar ve mesaja varır. Sonunda hikâyeyi iradeyi zorlamayan ihtiyarı elden almayan nazik bir cümle ile bitirir.

“İşte sana iki yol. İstediğini intihab edebilirsin. Hidayet ve tevfiki Erhamürrahiminden iste” (Sözler. 22)

Altıncı Sözde bir padişah vardır.

Raiyetinden iki adama emaneten birer çiftlik verir. Çiftlikte fabrika , makine , at , silah gibi her şey vardır. Zaman ise fırtınalı bir zamandır, hiçbir şey kararında kalmaz. Bir genel sekreter, yaveri Ekrem vardır, iki şahıs ile padişah arasında ileşitimi sağlar, peygamberlere tekabül eder. Böyle fırtınalı bir zamanda çiftliklerin heba olup gitmemesi için onlara nasihat eder.Malı mal sahibinin kurallarına göre korumayı örgütler, zararlarını karlarını anlatır. O iki adam fermanı dinler ve ona göre yollarını seçerler, biri malını sahibine satar memnuniyetle, diğeri ise ben satmam der. Satan ile satmayanın hayatını takib eder ve onların akıbetlerini anlatır. Hikayeden hakikate geçerken şu cümle ile perdeyi aralar. “ İşte ey nefs-i pürheves Şu misalin dürbünü ile hakikatın yüzüne bak. “Ne kadar bilerek mantıklı , hesaplı kurar hikayelerini , temsili hikayelerini yani tiyatro şeklinde hikayelerini. Müminlerin nefislerini ve mallarını Allah’a satarlarsa karşılığında cenneti alacakları şeklindeki büyük vahiy hakikatını bir çiftlik örneği ile zihne yakınlaştırır. Nice çiftliğini iyiye kullanan insana yol göstermiştir bu hikâye. Ahirette bu hikâyeyi anlayıp ona göre davrananlar bir büyük yekün teşkil edecektir, Altıncı söz ile yolunu bulanlar kafilesi, bizde onlardan olalım.

Bediüzzaman hakikat ile hikâye arasındaki anlatım sorununu çok iyi takib eder.

Her hakikatı bir hikâye elbisesi içinde anlaşılır hale getirmek için büyük bir dramatizasyon zekâsı kullanır. Verdiği örnekler her günkü hayatta karşılaştığımız olaylardır. Kapalı sembolik örnekler kullanmaz, çünkü o zaman bahsi daha da anlaşılmaz ve karanlık hale getirecektir. Namazı anlatırken verdiği örnekte çiftlik , yolculuk ve istasyon ve bilet hergün karşılaştığımız nesne ve olaylardır. Hizmetkârlara verilen yirmi dört altın, ne kadar insan hayatının önemine vurgu yapar, yani hergün bize yirmi dört altın verilir, bu yirmi dört altını insanlar çok zaman altını bırak hurda demir fiyatıma bile satmazlar. Kimisi yirmi dört altını yirmi milyon altına çevirir, kimisi ise samana. Ne kadar namaz içinde de zaman bilinci verir. Yirmi dört altını olan adam ne kadar bilinçli harcar, ne kadar ince düşünür. İşte Bediüzzaman her saatini kaç altın yapmış biz onun kuyumcu dükkânından hergün altınlar alıyor onlarla dünyamızı ahiretimizi süslüyoruz. Zaten o kendini Kur’an’ın mücevherat dükkânının dellalı olarak kabul ediyor. Nur talebelerini de altın taciri yapıyor, çünkü talebeyi anlatırken hayatının en mühim gayesinin onları neşretmek olduğunu söylüyor, ve nurları kendi yazdığı eseri gibi görmesini istiyor.

Ne kadar ihmal ettiğimiz bir şey yani siz

Onuncu sözü kendiniz yazmış gibi kabul edeceksiniz, ama siz daha onu tam olarak kaç kere okudunuz, insan bir kitabı kendi yazmış olunca ne kadar okumuş olur, işte benim anlamadığım bu anlamanın ötesinde kendi yazmış gibi bir kitabı yazan adam nasıl başkalarına anlatmaz. İşte kendi yazmış gibi nurları anlatan adamlar olmadığı veya az olduğu için anlaşılmak ve anlaşılmamak problemi doğuyor. Bediüzzaman çok ideal bir talebe boyutu çizmiş kusura bakmayın ama biz böyle bir insanı yetiştiriyor muyuz, ver eline kitabı büyük bir hızla okusun ve bitirsin ve bitti.

Hutbe-i Şamiye’de’de bir insan anlatır altı büyük yarası olan bir hasta, ona altı büyük çare düşünür ve onu sağlam ve zinde hale getirir. Daha bitmedi , insana, kainata ve ilimlere onlardaki güzellikleri görecek şekilde bakacaksın der. Çünkü kâinatta aslolan güzelliktir. Böyle bir tip hastalığından kurtulmuş ve bakış açısı kazanmış bir tip, bir de nurları kendi eseri gibi görerek okuyan ve anlatan al sana harika bir tip, ne Akif’in Asım’ı ne Fikret’in Haluk’u , Ne Reşat Nuri’nin Feride’si, ne Dosto’nun Raskolnikofu, bu işte Bediüzzaman’ın ideal insan tipi. Her millete yakışır ve yaraşır. Biz daha anlama anlamama kavgasındayız atı alan üsküdarı geçti su sokaklarda tahripten bu kadar zevk alan insanları görünce sabaha kadar uyuyamadım, sembolik olarak bir parka oturup bütün öğretmenler, üniversite hocaları ve imamlar birlikte ağlayalım , çünkü biz görevimizi yaptık mı acaba . Elimizdeki değerleri harcıyor teknik konuları dava haline getiriyoruz, ama olaylar bize ne diyor anlayalım.

Lükse , makama , paraya , yazlığa kışlığa büründük.

Milyonlarca lise öğrencisinden kaçına hitap ediyoruz, bunları düşünen kaç zeka var. Birgün bir orta okulun dağıldığı sırada üç bin kişinin dağılışını gördüm, Allah’ım bunların imanını bizden sorarsan biz ne yaparız, dedim vallahi ağladım. Birlikte ağlayacak adam yok. Bir rutin hak pazarlaması ve azarlaması heyhat.

Nerdesin başkasının günahına ağlayan adam. Hadi biz de bunların günahına ağlayalım. Bu romantizm değil doğrusu bu, Necip Fazıl

Haykırsam kollarımı makas gibi açarak

Durun kalabalıklar bu sokak çıkmaz sokak
Derken neler düşündü acaba . ..?

Prof. Dr. Himmet Uç

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version