Sıkıntılarımıza, dağ başındaki bu çoban kadar sabrediyor muyuz?

Soru sahibi kardeşimiz diyor ki:

Bazen sıkıntı ve musibetlere maruz kalıyor, birtakım rahatsızlıklarla karşılaşıyoruz. Böyle üzüntülü devrelerde sabretmemiz gerekirken, duygularımızı kontrol edemiyor, halimizden şikâyet eder hale de gelebiliyoruz. Yaşlı ninemiz de, ‘Allah razı olmaz halinden şikâyet edenlerden’ diye bizi ikaz ediyor, isterseniz gazetedeki hocanızdan sorun diye de adres gösteriyor. Gerçekten de Rabb’imiz razı olmaz mı maruz kaldığı musibetlerden şikâyet edenlerden? Bu konuda vereceğiniz bilgilerle bizi aydınlatabilir misiniz?

Nasıl bir duygu ve düşünce içinde olmalıyız sıkıntı ve zorluklar karşısında?

***

Konuya maneviyat büyüklerimizin bakışıyla baktığımızda tereddüt etmeden diyebiliriz ki:

– Hayatta eksik olmayan üzüntülü ve sıkıntılı devrelerde duygu ve düşüncelerimizi kontrol etmeli, Rabb’imizin hakkımızdaki takdirlerine gönülden razı olmalı, itiraz ve isyan duygularına benzeyen şikâyetlere asla yönelmemeliyiz. Çünkü biz, Rabb’imizin hakkımızdaki takdirlerine ne kadar razı olursak Rabb’imiz de bizden o kadar razı olmaktadır. Öyle ise Rabb’imizin razı olacağı sabır ve şükür duyguları içinde karşılamalıyız maruz kaldığımız sıkıntı ve musibetleri.

Gazali Hazretleri’nin İhya’sında verdiği şu misal, bu konuda bizi düşündürmelidir:

Rivayete göre Hz. Musa aleyhisselam Tur’daki münacatında; “Rabb’im Sen kullarından ne zaman razı olursun?” diye sormuş. Rabb’imiz de şöyle cevap vermiş:

– Kullarım benden ne zaman razı olurlarsa, ben de onlardan o zaman razı olurum!.

Demek ki Rabb’imizin takdir buyurduğu sıkıntı ve zorlukları sabır ve şükür duyguları içinde rıza ile karşılamalı, asla şikâyetçi duruma girmemeliyiz. Çünkü hayatta eksik olmayan sıkıntı ve musibetler, bizim kulluk imtihanımızdır. İmtihanı kazanmak ise sabırla, şükürle, rıza ile mümkün olur. Şikâyetle, itirazla değil.

Bu sebeple Hz. Ömer Efendimiz der ki:

– İster bollukta olsun isterse darlıkta Rabb’imin hakkımdaki tüm takdirlerine gönülden razı olurum. Bolluk verince memnun olup darlık verince şikâyete yönelmek gibi bir yanlıştan da yine Rabb’imin korumasına sığınırım.

İslam büyüklerinden Fudayl bin İyad da sabır ve rıza konusunu şöyle anlatır:

– Kul, Allah’ın verdiği nimetlerden nasıl razı oluyorsa, takdir ettiği musibetlerden de öyle razı olmalı, şikâyete yönelmemelidir ki, hayat boyu eksik olmayan sıkıntılara karşı sabır imtihanını kazanmış olsun.

Sıkıntılara sabır ve rıza konusunda en ibretli misali Gazali Hazretleri, dağdaki çoban örneğiyle vermektedir bizlere. Rivayete göre gece-gündüz ibadetle meşgul olan büyüklerden bir zata, gece rüyasında cennetteki komşusu gösterilir. Bakar ki dağda koyunlarını otlatan bir çoban cennetteki komşusu. Merak edip gündüz çobanı görmeye gider. Cennette kendisine komşu yapan amelini öğrenmek ister. Ancak çobanda farklı bir hal göremez de sorar:

– Üç gündür incelediğim halde sende farklı bir özellik göremedim. Acaba bilmediğim gizli bir halin mi var, der? Çoban şöyle cevap verir:

– Benim farklı bir amelim yoktur. Ancak şöyle küçük bir halim var diyerek sıkıntı ve zorluklara karşı gösterdiği sabır ve tahammül tavrını anlatır:

– Ben der, bolluk verdiğinde Rabb’imden nasıl razı olursam, darlık verdiğinde de öyle razı olurum. Hatta hastalık verse sıhhat istemem, fakirlik verse zenginlik talep etmem. Neyi layık görüyorsa onu ben de uygun bulur gönülden razı olurum, asla şikâyete yönelmem!.

Misafir zat dudaklarını ısırarak bağırır:

– Sen buna küçük amel mi diyorsun? der. Buna Rabb’imizden gelen “kazaya rıza hali” derler. Böyle kazaya rıza duygusuna sahip olan insanlardan Rabb’imiz o kadar razı olur ki, onu cennetine layık kul olarak kabul eder. Şimdi anladım Rabb’im dağ başındaki bir çobanı neden cennetliklere komşu olmaya layık gördüğünü!. Yani ‘kazaya rıza’ halini!.

– Ne dersiniz, bu örnekler bizlere bir şeyler söylemiş oluyor mu? Biz de dağ başındaki bu çoban kadar sabır ve rıza duygusuna sahip miyiz, bir düşünsek mi?

Ahmed Şahin / Zaman

Kırklareli’nde Bediüzzaman Mevlidi Yapıldı

Vefatının 52. Yılında Bediüzzaman Said Nursi Kırklareli’nde yapılan programda anıldı. Kırklareli’nde ilk defa Bediüzzaman Mevlidi yapılmış oldu.

Mevlid Kırklareli merkez camii olarak bilinen Hızırbey camiinde yapılmıştır. 1 Nisan Pazar dünü öğle namazından önce cami imamının vaazı ve akabinde kılınan öğle namazından sonra başlamıştır.

Kur’an-ı Kerim’i güzel okuma yarışmasında Türkiye birincisi Dünya dördüncüsü olan Hafız Mehmet Bilir hocaefendinin okuduğu Kur’an tilavetiyle program başlamıştır.

Kur’an’dan Etkilenenler

Kur’an okunurken farklı aralıklarda caminin yanından geçen 2-3 kişi, güzel okunan Kur’an sesini işitip camiye gelip “Ne kadarda güzel Kur’an okunuyor, alış-verişten eve dönüyorduk Kur’an sesini duyunca dayanamayıp geldik” diye ifadelerde bulunarak kapıda Risale-i Nur ve Lokum dağıtan gençlere sorarlar “Burada Bediüzzaman Mevlid’i var, onun için bu kadar kalabalık toplandı, buyurun size Bediüzzaman’ın eserlerini verelim” diyen gençler dışardan Kur’an sesini duyup gelenlere Risale-i Nur’ları verip gönderirler.

Kur’an’dan sonra Sinevizyon gösterisine geçilir. Üstad’ın hayatının anlatıldığı 10 dakikalık video izlettirildi.

Asrın Müceddidi Bediüzzaman’dır

Son olarak da Kırklareli eski vaiz ve imamı, aynı zamanda radyo programcısı ve kitap yazarı Abdülhamid Oruç hocaefendi, Bediüzzaman’ı anlattı ve “Bediüzzaman asrımızın müceddididir” dedikten sonra müceddit kelimesinin ne anlama geldiğini hadislerden ve tarihten örnek vererek bizlere anlattı.

Ücretsiz Risale-i Nur Dağıtıldı

Program bitişinde bine yakın Risale-i Nur eserleri, küçük kitaplar ücretsiz olarak, Kırklareli sakinlerine dağıtıldı. Kitapları alan bazı kişiler daha cami içerisinde kitapları okuduklarını müşahede ettik. Ayrıca Edirne, Babaeski, Uzunköprü, Çorlu, Çerkezköy gibi Trakya’nın birçok beldesinden programa iştirak edenleri müşahede ettik. Bayanlarında programa ilgi gösterdiklerini ifade edebiliriz ayrıca.

Program sonunda hatıra fotoğrafı çekildi ve akabinde yüze yakın kişiye dersanede yemek ve çay ikramı oldu. Bizlerde İkram’dan sonra Hafız Mehmet Bilir hocamızı alıp İstanbul’a geri dönüş yaptık. Programa Ruba Vakfı’nda ki ağabeylerimizle beraber iştirak etmiş olduk.

Bediüzzaman Mevlidi – KIRKLARELİ (44 fotoğraf) Facebook sayfasından ulaşabilirsiniz. Ayrıca bir kısmıda aşağıya eklenmiştir.

İşte Mevlid’den objektifimize yansıyanlar…

Aykırı Mezar

RUSYA’NIN kuzey batısında Hıristiyanlığın sembolü Novgorod şehri. Bu şehrin kuzeyinde, adeta diğerlerine sırtını dönmüş bir mezar bulunuyor.

Bütün mezarlar haç işaretli ve aynı istikamette olduğu halde, üzerinde haç işareti olmayan ve yönü kıbleye dönük tek mezar bu…

Başucundaki oval mermer taşın ortalarında küçük harflerle Sofla Valentinovna, mermerin üst kısmında büyük harflerle yarım ay şeklinde yazılmış büyükçe MERYEM yazısı göze çarpıyor. Ayrıca mermer taşta, mezarlığa yolu düşenlerin dikkatini çeken şu vecize yer alıyor:

Dünya fanidir. Fakat iyi bilin ki, sonsuz bir hayat vardır.”

Mezarının yönünü Sofia, bizzat kendi vasiyetinde belirtmişti. Mezar taşma da bu vecizenin yazılmasını istemişti.

Mezarlığa giren herkes, hayatının son altı ayını imana adamış bu kadının mezar taşına hayretle bakmaktan kendini alamıyor. Ve ardındaki sebebi merak ediyor. Bu aykırı mezarın sahibini tanımak için altı ay öncesine gitmek gerek.

Novgorod’un en yüksek binalarından birindeyiz. Radyo televizyon binasındayız. Sofla Valentinovna radyo kanalının önemli programcılarından.

Tüm Rusya’da hayranlıkla takip ediliyor. Çok güçlü bir hitabete ve son derece güzel bir ses tonuna sahip. Rusça’yı düzgün ve akıcı bir diksiyonla konuşuyor ve dinleyicileri kendine bağlıyordu.

İşini her zamanki gibi büyük bir titizlikle yapan Sofla, o günkü radyo programı için odasında hazırlanıyordu.

Abdülkerim randevusuna geç kalmış gibi arabayı hızla sürüyordu. Yanında bulunan Resul, Abdülkerim’in bir işi başlayıp bitirme konusundaki titizliğini bildiğinden arabayı sürmedeki heyecanını buna bağlıyordu.

Epey dolaştıktan sonra nihayet Novgorod‘taki radyo televizyon binasının önünde durdular. Ve ikisi arabadan indiler, radyo binasına girdiler. Abdülkerim kendine olan güvenin verdiği cesaretli tavırla danışmaya yaklaşarak müdür beyle görüşmek istediğini söyledi. Resul ise yeni hizmet macerasında bu sefer nelerle karşılaşacağını merak ediyordu. Sekreter, hangi konuda görüşmek istediklerini sorup öğrendikten sonra müdürle irtibat kurdu ve:

– Buyurun, müdür bey sizi bekliyor, dedi.

Radyo müdürüne gidip bant kaydı için okunmasını istedikleri kitabı gösterdiler. Okunanların büyük bir mahkûm kitlesine dinletileceğim, bu yüzden kayıt için radyo binasını seçtiklerini söylediler. Bunun üzerine müdür, şartlarını ve stüdyo saat ücretini söyledikten sonra, kendilerini üçüncü kattaki Sofıa Valentinovna’ya sevk etti. Asansöre binip üçüncü kata çıktılar. Koridorun hemen sağında bulunan ve üzerinde “Sofia Valentinovna” isminin yazılı olduğu kapıya yöneldiler.

O anda Resul’ün zihninde bir şimşek çaktı. Bu ismi bir yerlerden hatırlamaktaydı. Hafızasını biraz yokladıktan sonra, “Tamam, Azerbaycan’dayken radyolarda, seslendirdiği Rusça romanlarını dinlediğimiz, sesine hayran olduğumuz, meşhur Rus spiker Sofia Valentinovna bu!” dedi içinden. Heyecanı daha da arttı.

– Şu işe bak Abdülkerim, kimin yanına geldik. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi, diye mırıldandı.

Abdülkerim hemen tepki vermedi. Çünkü o tipik bir Rus’un karakteristik özelliklerine sahipti, soğukkanlıydı. Daima yapacağı işi düşünür, hedefine yürürdü. Tabiri caizse, dereyi görmeden paçaları sıvamazdı.

Rusya’nın Korkulu Rüyası: Nikolay İvanoviç

BATI RUSYA’NIN mafya lideri olarak tanınırdı. Yaptıkları sık sık Rus medyasının gündemine taşınırdı. Uluslararası pek çok gasp, soygun, kaçakçılık ve cinayet olayına adı karışmıştı. Fakat buna rağmen uzun yıllar yakayı ele vermedi. Çok kurnaz ve cesur bir kişiliğe sahipti. Bu yolda elde ettiği servetinin çokluğu dillere destandı. Amerika ve Kanada’da malikâneleri, okyanuslarda yüzen gemileri vardı. Rus kamuoyunda neredeyse onu tanımayan yoktu.

Nikolay için işler yolunda gidiyordu. Fakat bir gün hiç ummadığı bir durumla karşılaştı, ihanete uğradı. Çok sevdiği, çocukluğunu beraber geçirdiği, aynı zamanda mafya işlerinde en güvendiği yoldaşı onu ele vermişti. Dostum dediği insan, Nikolay’ın yerini alabilmek için devletten gelen gizli teklifi reddedememişti. Kendisi serbest bırakılmak şartıyla Nikolay’ı ihbar etti ve onun yerini aldı.

Bir zamanlar Rusya’ya hükmeden Nikolay, ihanete kurban gitmiş, Rusya’nın en ünlü hapishanesine konulmuştu.

Sıradan bir mahkûm gibi işkence gördü ve hücreye atıldı Nikolay. Bütün bunlar umurunda bile değildi. Asıl onu kahreden, en güvendiği arkadaşının ihanet etmesiydi. Bunu bir türlü içine sindiremiyordu.

Düşündükçe kahroluyordu.

Hatta bu yüzden intihara bile teşebbüs etmişti.

Sofia Valentinovna

SOFİA, KOYU renkli ahşap masasının başında, o gün yapılacak programla ilgili notlarını düzenlemekle meşguldü. Odasındaki sessizlik bir anda kapının çalmasıyla bozuldu. Resul ve Abdülkerim içeriye girdiler.

Sofıa, Resulün tipinden Rus olmadığını anladı. Tepeden bakan ve küçümseyen bir tavırla sordu:

– Ne var, ne için geldiniz?

Yüzünde ciddiyetten de öte, soğuk rüzgârlar esen, 65 yaşlarındaki bu kadının Resul’ün üzerinde bıraktığı ilk intiba hiç de hoş değildi. Resul bu hisler içindeyken Abdülkerim cevap verdi:

– Müdür bey gönderdi, bir seslendirmemiz var.

– Şartları konuştunuz mu?

– Evet, kayıt için sizinle görüşmemiz gerektiğini söyledi müdür bey.

– Metni siz mi seslendireceksiniz, yoksa biz mi?

Buna karar vermemişlerdi. Ama Abdülkerim’e göre, kaydını yapacakları kitap Risale-i Nur metni olduğu için bunu, inanan birinin seslendirmesi gerekiyordu. Bu yüzden düşünmeden:

– Biz seslendireceğiz, diye cevap verdi.

– Peki, o zaman yarın sabah saat dokuzda gelin! Gelirken okunacak metnin üç ayrı nüshasını beraberinizde getirmeyi de unutmayın, dedi Sofıa, sert bir ses tonuyla.

Resul, Risale-i Nurun insanlar üzerinde bıraktığı tesiri bildiğinden, “Belki ilgisini çeker” diye cebinden çıkardığı Tabiat Risalesi’ni kadına gösterdi.

– Efendim, bizim okuyacağımız kitap bu… Adı Tabiat Risalesi… Allah’ın varlık ve birliğini ispat ediyor!

Sofia çok zeki ve gururlu bir ateistti. Resul’ün niyetini sezmiş olacak ki, tam tersine bir cevap verdi:

– Bana bak! Burası Novgorod Rusya, Hıristiyanlığının merkezi… Ben Hıristiyanlığa bile inanmıyorum, nerede kaldı senin dinine inanacağım, hadi oradan, deyip adeta elinin tersiyle Resulü kovdu.

Resul neye uğradığını şaşırmıştı. Beklemediği bu cevapla morali bir hayli bozuldu. Hatta dışarı çıkarken bu kadınla nasıl çalışacaklarını düşünerek endişesini Abdülkerim’e açtı:

– Gördüğün gibi kadın koyu bir ateist! Bununla nasıl yapacağız?

Abdülkerim, her zamanki gibi kararlı tavrıyla:

– Resul, biz işimize bakacağız, o da işine bakacak, onun dinsizliği bizi ilgilendirmez!

Resul, Abdülkerim’e hak verdi.

Nur dershanesine vardıklarında Resul’ün aklı hâlâ Sofia Valentinovna’daydı. İslamiyet’e karşı söylediği sözlerin etkisinden bir türlü kurtulamamıştı.

– Abdülkerim, komünizm kadını ne hale getirmiş gördün mü, diye söylendi.

– Şimdi kadını bırakalım da, biz işimize bakalım. Bu iş, dershanede ders yapmaya benzemez, düzgün ve takılmadan okumalısın, dedi.

O gece ikisi kafa kafaya verip geç vakte kadar Tabiat Risalesi üzerinde çalıştılar. Resul stüdyodaymış gibi alıştırmalar yaptı. Bir ara kendini rol yapıyormuş gibi hissetti ve okuyuş tarzını yüreksiz buldu.

– Bu Abdülkerim de başımıza açmadık iş bırakmadı. Ben kim, stüdyoda ses kaydı yapmak kim? Bir bu eksikti. Sayesinde seslendirici de olduk. Aslında bu işi profesyonel birine yaptırmalıydık, diye içinden söylendi. Daha sonra bu düşüncesini açığa vurdu:

Abdülkerim, bu iş özel bir kabiliyet ve tecrübe ister. Ben hayatımda stüdyoya girip bir cümle bile okumuş değilim. İstersen gel, bunu o kadına okutalım, ne dersin?

– Bak Resul, bu sadece kabiliyet isteyen bir iş değil, aynı zamanda iman işi, ihlâs işi. Görmedin mi, kadın kopkoyu bir ateist! Açıkça inanmadığını söylüyor. İnanmayan birinin Risale-i Nur’ları seslendirebileceğine sen inanıyor musun? Onun için bu işi senin yapman gerek.

Bu açıklama Resul’ü ikna etmeye yetti. Yine Abdülkerim’e hak verdi. Zaten Abdülkerim’de müthiş bir ikna gücü vardı. Artık iş, başa düşmüştü. Resul, stüdyodaymış gibi gece yarılarına kadar okuyacaklarını tekrar etti.

Kayıtta ilk gün

Sabah olunca Abdülkerim tam vaktinde gelip zili çaldı. Resul’ü alıp birlikte radyo binasına gittiler.

Resul oldukça heyecanlıydı. Sofia ile önceki gün yaşadığı olumsuzluğun etkisini henüz üzerinden atmış değildi. Abdülkerim kendisini bir joker gibi kullanmıştı. Onu rolden role soktuğunu düşündü. İçinden, “Spikerlik kim, ben kim?” diye tekrarlıyordu. Ama bir yandan da, hizmet için her şeye razıydı.

– Yiğidi öldür, hakkını yeme, derler. Ruslar, gerçekten işlerini sağlam yapan insanlardı. Stüdyoya vardıklarında Sofia Valentinovna, kayıt odasında hazır bir şekilde onları bekliyordu.

Abdülkerim ve Resul yeni bir hizmet macerasının ilk gününde şevkle kayıt odasına girdiler. Seslendirecekleri metnin üç nüshasını da Sofia’ya verdiler.

O da bunlardan birini Resul’e, diğerlerini iki arkadaşına verdi. Resul kitabı seslendireceği sırada Sofia okunan kelimelerin telaffuz edilmesini takip edecek, diğer iki arkadaşı da camekân arkasından metnin eksiksiz okunmasını takip edecekti. Böylece yapılan hatayı birinin kaçırması halinde diğerinin yakalaması sağlanacaktı.

Bir Kayıt Esnasında Resul, bu durumu görünce bir kere daha işin ciddiyetinin farkına vardı. Kayıt odasına geçip, masanın başına oturduğunda heyecanı biraz daha arttı. Kendini yatıştırmak için önündeki bardaktan birkaç yudum su içtiyse de heyecanı geçmek bilmiyordu. Sofia Valentinovna, kayıt öncesi son talimatlarını verdi:

– Bak, bu ikaz lambası. Bu yanınca okumayı kesecek, bize kulak vereceksin. Hatalı okuduğun yeri tekrar okuyacaksın, tamam mı?

– Tamam! Sofia’nın işaretiyle kayıt başladı.

Resul dersin başındaki besmeleyi okuyup manasını Rusça’ya tercüme eder etmez, ikaz lambası yanıp söndü. Ardından sanki kıyamet kopmuş gibi Sofia Valentinovna’nın sesi duyuldu:

– Bu ne biçim okumak? Kafkas şivesiyle Rusça’yı berbat ettin! Zaten heyecandan dili damağına yapışmış olan Resul’ün bu sefer eli ayağına dolaştı. Sofia öfkeli ses tonuyla:

– Neyse, hadi devam et, dedi.

Resul okumaya devam etti, ama hiç kendinde değildi. Moral bozulduğuyla neredeyse her cümlede hata yaptı. İkaz lambası da devamlı yanıp söndü. Sofia sert üslubuyla moralini bozmaya devam etti. Üstelik:

– Ne olacak, siz Müslümanlar hep böylesiniz, diyerek kendi kusuruyla bütün Müslümanlar’ı suçladı. Bu, Resul’e daha da ağır geldi.

Okuma bitip de stüdyodan çıktığında Resul’ün yüzü ateşte kızarmış gibiydi. Hele Sofia’nın kendi şahsında Müslümanlar’a hakaret etmesi, işin tuzu biberi olmuştu. İçinden, “Bu iş buraya kadar!” deyip Abdülkerim’e siteme hazırlandı. Stüdyodan çıkıp da Abdülkerim’le karşılaşır karşılaşmaz:

– Bütün bu hakaretler senin yüzünden… İşitmediğimiz laf kalmadı. Yarın ben yokum, sen gelir okursun!

Abdülkerim, son derece sakin bir tavırla:

– Dur bakalım kardeşim, hemen pes etmek yok. Sabredeceğiz.

– Onu, bunu bilmem, sen gelir okursun. Ben bu dinsiz kadından daha fazla hakaret işitmek istemiyorum!

Not: 1. Bölüm’ün sonuna geldik… Eklenen bölümleri, bu sayfadan takip edebilirsiniz. http://www.nurnet.org/kizil-meydandan-kibleye-hidayet-hikayesi/

 

Allah katında ‘başarılı kişi’ kimdir?

Herkes bir şeyleri başarmaya uğraşıyor…

Hiç düşündünüz mü, Allah’a göre “Başarı nedir ve başarılı kişi kimdir?

Evvela akıllı olmak önemli değil, aklımızla neye hizmet ettiğimiz önemlidir. Öyle akıllılar var ki; devleti dolandırıyor. Öyle akıllılar var ki; kumar oynuyor, milyonlar kazanıyor. Öyle akıllılar var ki; dünyayı parmağında döndürüyor. Akıl, su gibidir; konduğu kabın rengini ve şeklini alır. Nasıl ki bıçak, doktorun elinde tedavi eder, katilin elinde cinayet işlerse, aynı şekilde akıl da iyiye ve kötüye kullanılabilir.

Mesela “Başarılı olmanın sırları” türünde kitaplar yazıyorlar. Bu kitaplar güzel konuşmanın sırları, zengin olmanın çareleri, tahsili tamamlayıp memur olmanın, amir olmanın yollarını anlatıyor. Demek ki “hayatta başarılı olmuş kişi” vasfını almanın şartları, zengin olmak, şöhret sahibi olmak, üstün bir makam ve mevki sahibi olmak, şimdiki ifadeyle kariyer yapmak vs… ile ölçülüyor.

Zengin olmak başarıysa, Karun da zengindi fakat servetiyle firavun oldu. Mao, Stalin belki çok yüksek makama ulaştılar amma ne oldu? Ölüp gittiler… Bu gibi kişilerin hayatına baktığımızda “başarılıydı” diyebilir miyiz?

Üstad Bediüzzaman buyurmuş ki; “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fani dünyada bıraktığın eserlere kıymet verme!..

Demek ki başarının sırlarını anlatan kitaplar, okullar, öğretmenler, sistemler, sadece maddi medeniyetin sırlarını anlatıyorlar. Allah için başarılı olanlar ise peygamberler, evliyalar, asfiyalar ve İslam alimleridir. Müslümanlar bir ordu gibidir; bir zafer kazanılsa, o zaferde mareşalin de neferin de hissesi vardır. Bu gerçeğe göre başarılı insan, Allah rızası için yapılan her işin bir ucundan tutan kişidir…

Mesela yakinen tanıdığım birisi daima haram yollarla zengin oluyordu. Bir gün yeğeni demiş ki; “Dayı, haram işler yapıyorsun, günah olur, itibarını da kaybedersin.” Adam bağırmış, “Sen daha küçüksün! Bu işlere aklın ermez. Para her şeyin üstünü örter.” O sohbet böyle kapanmış. Arkadaş bilmiyordu ki, hangi söz ve davranış “günah” olarak belirlenmişse, o fiil, pimi çekilmiş bir bombadır. İnfilak ettiğinde insanı parça parça eder…

Seneler birbirini kovalıyor. Bu arkadaş hastalanmış. En iyi hastanelerde tedavi olmuş, doktorlar getirtmiş. Doktorlar, ellerinden geleni yapıyormuş fakat adamın hastalığı hızla yayılmış. Adam bir lokma yiyemez hale gelmiş. Yeğeni demiş ki, “Dayı, hani para her işi hallederdi?” Yolun sonu göründüğü için adam şaşkınlık içinde… Demiş ki, “Bilemedim… Anlayamadım…

Bir düşünürün cümlesi şöyle: “İnsanoğlunun tüm başarıları ve üstün zekâsı onu yine de mezardan öteye götüremeyecek.

Seksen senelik tecrübemle anladım ki; asıl başarı, her şartta ve her an, İslamiyet’i yaşamak, bir adım dahi olsa o dairenin dışına çıkmamaktır.

Ne mutlu Allah rızası için çalışıp Allah rızası için harcayana..

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Üstad Bediüzzaman Said Nursi: Düşünce ve Değişim

Bediüzzaman Said Nursi taşıdığı fikir zenginliği, çeşitlilik, derinlik ve şumuliyetle tek başına bir ümmettir. Eserleri genelde Türkçe yazılmasına rağmen bütün İslam Aleminde her tarafta yaygın bir şekilde bulunmaktadır. Bu kitaplar imana susamış gönüllere, hakikat uğruna bağrı yanmış kimselere adeta selsebil gibi nüfuz etmektedir. Zira bu Risaleler; Allah’ın nurunu üflemekle söndürmek isteyen, güneşin balçıkla sıvanmasını yazık, heyhat mümkün gören aldanmış ve aldatılmış bir çok kimsenin zan ettiği zamanlarda; Kur’an-ı Kerimin sönmez ve söndürülemez bir manevî güneş olduğunu ispat etmek için yazdırılmıştır.

Risalelerin bu kadar yayılmasının sebebi ise bu eserler insanı madde aleminden alıp fikir, ruh, iman ve ihsan alemlerine götürdüğü içindir. Bu tarz fikir insanı çeşitli kesim ve katmanlarıyla akıl, kalb, ruh ve duygularla beraber bir bütün olarak zengin konular ve etkili üslüpla muhatap almaktadır.

İnsanların gerçek ihtiyacı

Hiç kimse kendisini Bediüzzamanın fikriyatının dışında bir kenara atılmış göremez. Zira Bediüzzaman Hazretleri eserlerinin şumul ve vüsatiyle çağdaş insanı ilgilendiren bütün konuları detaylı bir şekilde ele almıştır. O Ümmetin derdi ve insanların gerçek ihtiyacı için atan hassas büyük kalbiyle bu eserleri toplumun ister zengin ister fakir, ister alim ister cahil ister hakim ister mahkum olsun bütün kesimlerine sunmuştur. Çünkü Bediüzzamanın kaynağı hikmet-i Kur’aniyenin deryasıdır. O deryadan ise sağnak sağnak yağan marifetten beslenmektedir.

Bediüzzaman üstün mevhibesiyle, keskin zekasıyla, kuvvetli hafızasıyla, âli himmetiyle, sınırsız ihlasıyla, benzeri ancak sabır kahramanı hazret-i Eyyub ve salih evliyalarda bulunan sabrıyla, adeta bir ansiklopedi gibi yeni çağdaş ilim ve teknolojiyi bütün uzmanlık alanlarıyla beraber şeriat, lugat, edebiyatı ihtiva eden, ananelerimize dayanan ilimleri de içine alarak tek hedefi olan hizmet-i Kur’an’a yürümüştür.

İşte bu ve benzeri sebeplerden dolayı

Bediüzzamanın fikirleri kalplerde hep canlı ve taze kalmıştır. O’nun eserleri yalnız kütüphanelerin raflarını süsleyen, gönül eğlendirmek ve fikir zenginleştirmek için yazılan bir eserden ibaret değildir. Aynı zamanda O yalnız bir mütefekkir, şeriat alimi, filozof veya bir şair değildir. Bütün bu sıfatları kendisinde bulundurmasına rağmen O büyük bir Kur’an hizmetkarı, iknada benzeri yok, erişilmez bir müceddittir. Fikirleri hayat saçıyor, hakka hizmette sıra dağlar gibi sabit duruşları ile, asla taviz vermez bir hizmet ehlidir.

İşte Ümmet üzerindeki harika tesirinin sırrı bundandır.

Benim bu sözlerim asla Bediüzzamanın hakkını veren ve hakkıyla O’nu değerlendiren sözler olamaz. Her kim Bediüzzamanı daha fazla tanımak istiyorsa O’nun eserlerine muracaat etsin. Akıl ve kalbiyle beraber okusun. İşte ancak o zaman Bediüzzamana daha yakın olabilir. Allah O’na rahmet etsin. İlminden Ümmeti İslamiyeyi hissedar eylesin. Amin

Dr. Ali Hafif
Edebiyat ve Sosyal Bilimler Fakültesi
Annaba Üniversitesi – Cezayir

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version