Bediüzzaman Emirdağ’da

Emirdağ’daki Hükümet Binası karşısında
Üstad Bediüzzaman’a veriyorlar bir oda

Burada camiye bile gitmesi yasaklanır
Devamlı baskılar görüp takip altında kalır

Emirdağ’daki sürgünü O’na zor geliyordu
Denizli’deki günleri bile aratıyordu

Ziyaretçi görüşmesi O’na yasaklanmıştı
Emirdağ’da tam üç kere Üstad zehirlenmişti

Muhalifleri kanunen O’nu yenememişler
Gizli gizli zehirleyip öldürmek istemişler

Üstad hayatı boyunca çok defa zehirlenmiş
Allah’ın inayetiyle mutlak ölümden dönmüş

Bütün bu zehirlenmeler O’nu yıpratıyordu
Ömrünün sonuna kadar ıstırap çekiyordu

Bu zulümler yaşanırken te’lifler devam eder
Sıkıntıyı hafifletir oluşan gelişmeler

Yargıtay Dairesinden olumlu karar çıkar
Temyiz edilen beraat kararını onaylar

Üstad bazen dışarıda gezmelere giderdi
Birkaç saat kalır sonra evlerine dönerdi

Bazen bağ ve bahçelerde tefekküre dalıyor
Nebatat ve hayvanatı pür temaşa ediyor

Ahmet Tanyeri

www.NurNet.org

Eğitimde Âmin Alayı(4 Yıl+ 4 Ay+4 Gün )

 

Gündemde 4+4+4 kanunu tartışılırken ve birileri okula başlama yaşının 5 yaş olmasına karşı çıkarken aklıma Osmanlı Devletinde çocukların okula başlama merasimi olan Âmin Alayı geldi. Âmin Alayı çocuk yaşı 4 yıl 4 ay 4 gün olduğunda merasimle başlatılırdı.

Osmanlılarda “ilkokul” diyebileceğimiz, “Sıbyan Mektepleri”, genellikle dört veya beş yaşına gelen çocukların ilk eğitim-öğretimlerini aldıkları yerdi. Çocukların yaşamında önemli bir yer teşkil eden “okula başlama” Osmanlılarda son derece renkli ve değişik bir törenle gerçekleşirdi. “Amin Alayı” yada “Bed-i Besmele” denilen bu merasim, özellikle ekonomik durumu iyi olan aileler tarafından bir düğün havasında icraa edilirdi.

mektebe başlatma kandil günlerine denk getirilirdi. mevsim itibarıyla kandil yoksa bu merasim pazartesi ya da perşembe günleri yapılırdı.

Okula başlatma işine evin temizliğiyle başlanırdı. merasim gününden önce evde temizlik başlar, her taraf silinir süpürülürdü. işler bitince bütün ev halkı hamama gider, mektebe başlama merasimi ilk önce hamamda kadınlar arasında kutlanırdı. nâtırlar, kınacılar çocuğun etrafında göbek atarlar şarkı söylerlerdi. bu eğlence akşama kadar devam ederdi.

bir de çarşı faslı vardı. büyük anne, anne, dadı, kalfa, sütnine vs. birçok kadın yakın ile kapalıçarşı’ya gidilerek çocuğa öteberi alınırdı. evdeki ecdat yadigarı rahle cilaya verilir, yoksa komşulardan istenirdi.

perşembe sabahı şafak sökmeden evde herkes kalkardı. kahvaltıdan sonra çocuğa hilâlî bir gömlek, üstüne de ipekli bir mintan giydirilir, ayaklarına sakız gibi beyaz çoraplar verilirdi. mavi püsküllü bir fes de başına konulurdu. fesin üstüne, alın kısmına doğru bir nazarlık asılırdı. aile halkının da hazırlığı tamamlanınca arabalara atlayıp eyüp sultan’a gidilirdi. dua edilip eve dönüldükten sonra, mektebe başlayacak çocuğun evi önüne mektep çocukları ve her mektepte ayrı ayrı bulunan ilahiciler gelirdi. çocuk atın üzerine bindirilir ve ilahiciler çeşitli dualar ve dizeler okumaya başlarlardı. bunların arasında âminciler de “âmin âmin” diyerek bağırırlardı.

Çocuk at üzerinde sokak boyunca götürülür, arkasında mektep hocası, ilahiciler ve âminciler yürürdü. çocuk okulun önüne kadar getirilirdi. attan indirilen çocuk mektebe girer, rahle önünde mindere oturmuş olan hocasının yanına gider ve onun elini öperek tam karşısına otururdu. hoca besmele çekerek çocuğa sadece “elif” dedirttirir ve sonra “dersin bugünlük bu kadar, sakın unutma, sonra kulaklarını çekerim” diyerek kulaklarını çekermiş gibi yapar ve merasim tamamlanırdı.”

    Evet böylece okula başlayan çocuk okula başlamanın önemi kavramış ve çok önemli bir şey yaptığını düşünerek okula başlardı.Artık çocuk okula başladığı bu günü hiç unutmazdı.Bu gün çocuğun zihnine nakşolurdu. Görüldüğü gibi Osmanlılar döneminde çocuğun okula başlama yaşı 4 buçuk ve 5 yaş arasıdır.Bu durum çocukların 5 yaşında okula başlamalarının erken olduğunu iddia edenlerin iddialarını çürüten çok güzel bir örnektir.

Hamit Derman


Hakikat ve Hikâye

Namık Kemal, geleneksel edebiyatçılara karşı romanı savunurken İntibah önsözünde bir hikâye anlatır. Hint’ten batıya geçmiş bir hikâye olduğu söyler.

Hakikat çıplak gezen bir kız çocuğu imiş nereye gitse aşağılanır, mahcup edilirmiş, o da utanır köşelere kaçarmış. Bir gün hikâye ye rastlamış ve hikâye ona ben sana bir elbise vereyim demiş, gittiğin yerlerde kabul görürsün. Bununla Namık Kemal hakikatlerin çıplak olarak anlatılmasının etkileyici olmadığını, soyut olduğunu, onları hikâye ve roman kılıklı metinlerle anlatırsak daha kabul göreceğini söyler. Bu yolda romanlarını yazar, örnek vermiş olur.

Bediüzzaman İslamın birçok hakikatını hakikat olarak yansıtmaz onları hikâyelerle kolaylaştırır, olayları dramatize eder. Sözler’in başında teorisini anlatır.

Ey kardeş, benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için askerlik temsilatiyle sekiz hikayecikler ile birkaç h a k i k a t ı nefsimle beraber dinle.” (Sözler. 5)Birçok eserinde bunu uygular.

”Anlamak istersen şu temsili hikayeciğe bak dinle”der. Bu bir kalıp cümle gibi birçok yerde tekrarlanır.

Önce bak der, çünkü bir sahne ve bir tiyatro sahnesi , bir film sahnesi , bir olay örgüsü anlatılır.

İkinci Söz’ün başında sahne ortaya konur. “ Bir vakit iki adam hem keyif hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin talihsiz bir tarafa , diğeri hüdabin bahtiyar diğer tarafa süluk eder , giderler”(Sözler .15)

Bütün Küçük Sözler’de bu tekniği uygular,

İslamın temel argümanlarını birbiri arkasından hikâyelerle anlatır, anlaşılmasını kolaylaştır. Namazını kıl namazı kıl diye sürekli tekrar edilen ama zihne tefhim edilmeyen bir hakikatı Bediüzzaman has ve güzel bir çiftlik ve iki hizmetkar ve bir büyük hâkim örneği ile anlatır. Hem tiyatronun mekânı, hem şahısları hem de teması vardır. Bediüzzaman böylece dini bu hikâyelerle anlatarak çıplak hakikatı yani namaz hakikatını insan zihninde bir hikâye ile biçimlendirir. Her hikâyeyi önce bir tez ve tema ile başlatır, daha sonra temayı kolaylaştıran hikâyenin ana hatlarını belirtir, sonra vakayı canlı hale getirir, kahramanını kontrol eder, onun hayatını yorumlar ve mesaja varır. Sonunda hikâyeyi iradeyi zorlamayan ihtiyarı elden almayan nazik bir cümle ile bitirir.

“İşte sana iki yol. İstediğini intihab edebilirsin. Hidayet ve tevfiki Erhamürrahiminden iste” (Sözler. 22)

Altıncı Sözde bir padişah vardır.

Raiyetinden iki adama emaneten birer çiftlik verir. Çiftlikte fabrika , makine , at , silah gibi her şey vardır. Zaman ise fırtınalı bir zamandır, hiçbir şey kararında kalmaz. Bir genel sekreter, yaveri Ekrem vardır, iki şahıs ile padişah arasında ileşitimi sağlar, peygamberlere tekabül eder. Böyle fırtınalı bir zamanda çiftliklerin heba olup gitmemesi için onlara nasihat eder.Malı mal sahibinin kurallarına göre korumayı örgütler, zararlarını karlarını anlatır. O iki adam fermanı dinler ve ona göre yollarını seçerler, biri malını sahibine satar memnuniyetle, diğeri ise ben satmam der. Satan ile satmayanın hayatını takib eder ve onların akıbetlerini anlatır. Hikayeden hakikate geçerken şu cümle ile perdeyi aralar. “ İşte ey nefs-i pürheves Şu misalin dürbünü ile hakikatın yüzüne bak. “Ne kadar bilerek mantıklı , hesaplı kurar hikayelerini , temsili hikayelerini yani tiyatro şeklinde hikayelerini. Müminlerin nefislerini ve mallarını Allah’a satarlarsa karşılığında cenneti alacakları şeklindeki büyük vahiy hakikatını bir çiftlik örneği ile zihne yakınlaştırır. Nice çiftliğini iyiye kullanan insana yol göstermiştir bu hikâye. Ahirette bu hikâyeyi anlayıp ona göre davrananlar bir büyük yekün teşkil edecektir, Altıncı söz ile yolunu bulanlar kafilesi, bizde onlardan olalım.

Bediüzzaman hakikat ile hikâye arasındaki anlatım sorununu çok iyi takib eder.

Her hakikatı bir hikâye elbisesi içinde anlaşılır hale getirmek için büyük bir dramatizasyon zekâsı kullanır. Verdiği örnekler her günkü hayatta karşılaştığımız olaylardır. Kapalı sembolik örnekler kullanmaz, çünkü o zaman bahsi daha da anlaşılmaz ve karanlık hale getirecektir. Namazı anlatırken verdiği örnekte çiftlik , yolculuk ve istasyon ve bilet hergün karşılaştığımız nesne ve olaylardır. Hizmetkârlara verilen yirmi dört altın, ne kadar insan hayatının önemine vurgu yapar, yani hergün bize yirmi dört altın verilir, bu yirmi dört altını insanlar çok zaman altını bırak hurda demir fiyatıma bile satmazlar. Kimisi yirmi dört altını yirmi milyon altına çevirir, kimisi ise samana. Ne kadar namaz içinde de zaman bilinci verir. Yirmi dört altını olan adam ne kadar bilinçli harcar, ne kadar ince düşünür. İşte Bediüzzaman her saatini kaç altın yapmış biz onun kuyumcu dükkânından hergün altınlar alıyor onlarla dünyamızı ahiretimizi süslüyoruz. Zaten o kendini Kur’an’ın mücevherat dükkânının dellalı olarak kabul ediyor. Nur talebelerini de altın taciri yapıyor, çünkü talebeyi anlatırken hayatının en mühim gayesinin onları neşretmek olduğunu söylüyor, ve nurları kendi yazdığı eseri gibi görmesini istiyor.

Ne kadar ihmal ettiğimiz bir şey yani siz

Onuncu sözü kendiniz yazmış gibi kabul edeceksiniz, ama siz daha onu tam olarak kaç kere okudunuz, insan bir kitabı kendi yazmış olunca ne kadar okumuş olur, işte benim anlamadığım bu anlamanın ötesinde kendi yazmış gibi bir kitabı yazan adam nasıl başkalarına anlatmaz. İşte kendi yazmış gibi nurları anlatan adamlar olmadığı veya az olduğu için anlaşılmak ve anlaşılmamak problemi doğuyor. Bediüzzaman çok ideal bir talebe boyutu çizmiş kusura bakmayın ama biz böyle bir insanı yetiştiriyor muyuz, ver eline kitabı büyük bir hızla okusun ve bitirsin ve bitti.

Hutbe-i Şamiye’de’de bir insan anlatır altı büyük yarası olan bir hasta, ona altı büyük çare düşünür ve onu sağlam ve zinde hale getirir. Daha bitmedi , insana, kainata ve ilimlere onlardaki güzellikleri görecek şekilde bakacaksın der. Çünkü kâinatta aslolan güzelliktir. Böyle bir tip hastalığından kurtulmuş ve bakış açısı kazanmış bir tip, bir de nurları kendi eseri gibi görerek okuyan ve anlatan al sana harika bir tip, ne Akif’in Asım’ı ne Fikret’in Haluk’u , Ne Reşat Nuri’nin Feride’si, ne Dosto’nun Raskolnikofu, bu işte Bediüzzaman’ın ideal insan tipi. Her millete yakışır ve yaraşır. Biz daha anlama anlamama kavgasındayız atı alan üsküdarı geçti su sokaklarda tahripten bu kadar zevk alan insanları görünce sabaha kadar uyuyamadım, sembolik olarak bir parka oturup bütün öğretmenler, üniversite hocaları ve imamlar birlikte ağlayalım , çünkü biz görevimizi yaptık mı acaba . Elimizdeki değerleri harcıyor teknik konuları dava haline getiriyoruz, ama olaylar bize ne diyor anlayalım.

Lükse , makama , paraya , yazlığa kışlığa büründük.

Milyonlarca lise öğrencisinden kaçına hitap ediyoruz, bunları düşünen kaç zeka var. Birgün bir orta okulun dağıldığı sırada üç bin kişinin dağılışını gördüm, Allah’ım bunların imanını bizden sorarsan biz ne yaparız, dedim vallahi ağladım. Birlikte ağlayacak adam yok. Bir rutin hak pazarlaması ve azarlaması heyhat.

Nerdesin başkasının günahına ağlayan adam. Hadi biz de bunların günahına ağlayalım. Bu romantizm değil doğrusu bu, Necip Fazıl

Haykırsam kollarımı makas gibi açarak

Durun kalabalıklar bu sokak çıkmaz sokak
Derken neler düşündü acaba . ..?

Prof. Dr. Himmet Uç

Tenasuh (reenkarnasyon), bâtıl bir inançtır (SON)

İnsandaki kabiliyetler inkişaf ettiği zaman, insane kendini bir âlem büyüklüğünde görür. Allah dostları zerreden Arşa bütün âlemi seyreder, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” kelime-i kudsiyesiyle her bir varlık üzerinde esmânın tecelliyatını seyreder. Vekil sıfatıyla tesbih, zikir ve ibadetlerini Allah’a takdim eder.

Hallâc-ı Mansur, fenafillah’ta o kadar ileri gider ki,”Enel Hak” der. Bu sözü şatahat nev’inden söyler. O Zat demek istiyor ki; “bende görünen sadece Hak isminin tecellisidir. Bana ait bir şey yoktur.

Bu söz,(hâşa)  “ben Allah’ım” şeklinde yanlış anlaşılmıştır. Lâ zamânî, lâ mekânî, lâ keyfî (zamansız, mekânsız, keyfiyetsiz) bir tarzda tecelliyat-ı Zâtiyeye mazhar olur, gaybî bir ses işitir, “Enel Hak= Ben Hakkım” şeklinde yankılanır. Hallac, bu sesin ruh aynasından kaynaklandığını sanır. Halbuki Allah’tan geliyor. Allah (c.c) “Ben Hakkım” diyor. İçindeki ene ile karıştırıyor.

Latifelerin gelişmesi nisbetinde tevhîd de inkişaf eder.

Keza bir mü’min ibadet eder, ders yapar, imanî konularda derinleşir. Böylece bir mâna ve his güçlenmeye başlar. Bu hali onun ruhunda bir takım mânaların canlanmasına yol açar, makamları karıştırır, kendisini yüksek derecedeki insan profilinde zanneder, birbirine karıştırır.

Bazı kere bir mü’min kendisini birden bire Cennet gibi görür, yani kalbinde Cennet havasını yaşar. Değişik frekanslara girer ve kendini öyle tanımlar.

İşte bu sırdan dolayı Seyyid Nizamoğlu şöyle demiş:

Cümle cihan men olmuşam, bilen bilir ki men neyem.

İki cihana dolmuşam, bilen bilir ki men neyem.

Kürsiyle Arş olan menem, Hak ile ferş olan menem,

Çar u şeş olan menem, bilen bilir ki men neyem.

Ahmed-i Muhtar menem, Haydar-ı Kerrar menem,

İstediğin varı menem, bilen bilir ki men neyem.

Hüseyin ile Hasan menem, Arş’a kadem basan menem,

Musa menem, Turi menem, zulmet u hem nuri menem,

Cennetu hem huri menem, bilen bilir ki men neyem.

……

Kelime-i kelam menem, padişah-ı gulam menem,

Rehber-i hass u âmm menem, bilen bilir ki men neyem.

Seyyid Nizamoğlu menem, yük ipiyle bağlı menem,

Şol yüreği dağlı menem, bilen bilir ki men neyem.

Bu şiirde geçen mânalar, tabirler, nesneler, kendisindeki nümûnelerin inkişafıdır.

Demek tenasuhun gerçek hakikatı; insandaki iyi ve kötü hissiyatın her iki şekilde inkişaf etmesidir.

Bilginlerin görüş ve düşünceleri bu yöndedir. Yoksa bir ruhun, başka bir bedene girmesi, ölüm sonrası başka bir cesedle takrar dünyaya gelmesi anlamında asla değildir. Çünkü her insanın ruhu, yani kanunu ayrıdır. Hiç bir ruhun, başkasının cesedine girip tekrar geri dönmesi diye gerçeği yansıtan ne bir bilgi ve ne de İslâmî bir düşünce söz konusu değildir.

Tenasuh, bâtıl bir inanç olup eski mısırlılardan kalma bir düşüncedir.

Bediüzzaman Hazretlerinin Sözler adlı eserinde ifade ettiği gibi (bkz. s.401-402); “bütün firavunların tenasuh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla maziden alıp müstakbeldeki ensal-i atiyenin (gelecek nesillerin) temaşagâhına göndermek olan mevt-âlûd, ibretnüma bir düstûr-u hayatiyelerini ifade” etmektedir.

Demek tenasuh, Mısır Firavunlarının an’anesinde geçerli olan bâtıl bir inançtır.

Tenasuh fikrine aldananlar, imkân âleminde şaşırır. Bütün varlığını Rahman’ın tasarrufu altında görür.

Bazı kere de insan, bir başka insanda fani olur. Yani onun şahsında benliğini yok sayar. Kendini o insan sanar.

İstikameti ve kur’ân yolunu izleyen ehl-i Sünnet âlimleri, bu meselenin gerçek yüzünü bildiği için asla tuzaklara düşmemiş, yanlış yollara sapmamışlardır. Acz ve za’fını görür, fakr ve kusurunu anlar, fahr, gurur ve büyüklük iddiasında bulunmaz. “Enel Hak” yerine, “Ene Abdulhak, Ene Abdurrahman, Ene Abdurrezzak, Ene Abdulkerim” der. Ma’bud, Maksûd, Matlûb ve Mahbûbunu arar, O’nu unutmaz, tecelliyatı esmâ ve sıfatına mazhar olur.

Kur’ânın tek bir hakikatı uğruna hayatını feda etmiş bir allâmenin/mütefekkirin/İslâm âliminin/Müceddid-i a’zamın (hâşa, yüzbin defa hâşa) böyle bâtıl bir itikadı, temelsiz bir fikri savunmuş olabileceğini iddia etmek, O’na yapılabilecek en büyük iftira, bühtan ve hezeyanlı bir yakıştırmadır vesselam.

İsmail Aksoy

Ölümüm, Hayatımdan Çok Dine Hizmet Edecek!

Ben rahmet-i İlâhî’den ümit ederim ki, mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek. Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz. İlişseniz, intikamım muzaaf bir sûrette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i İlâhî’den ümit ederim ki, mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak! Cesaretiniz varsa ilişiniz! Yapacağınız varsa göreceğiniz de var. Ben bütün tehdidâtınıza karşı, bütün kuvvetimle bu âyeti okuyorum: “Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar onlara ‘Düşman size karşı büyük bir kuvvet topladı; onlardan korkun’ dedikleri zaman onların imanı ziyadeleşti ve ‘Allah bize yeter; O ne güzel vekildir’ dediler.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173) Mektûbat, s. 418

***

Felillâhilhamd, hizmet-i Kur’âniye ve imaniyede Cenâb-ı Hak rahmetiyle öyle kardeşleri bana vermiş ki, vefatımla, o hizmet, bir merkezde yapıldığına bedel, çok merkezlerde yapılacak. Benim dilim ölümle susturulsa, pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konuşacaklar, o hizmeti idame ederler. Hattâ diyebilirim: Nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sümbül hayatını netice verir; bir taneye bedel yüz tane vazife başına geçer. Öyle de, mevtim, hayatımdan fazla o hizmete vasıta olur ümidini besliyorum.

Mektûbât, s. 412

***

Madem Risâle-i Nur’un vazife-i kudsiye-i imaniyesi benim ölümümle daha ziyade halisane inkişaf edecek ve hiçbir cihetle dünya işlerine ve benlik ve enaniyete vesilelikle itham edilmeyecek ve rekabeti tahrik eden hayat-ı şahsiyemi bulmadığı için daha mükemmel ve ihlâs ile o vazife devam edecek.

Hem ben dünyada kaldıkça gerçi bir derece yardımım olabilir; fakat adi şahsiyetimin ehemmiyetli rakipleri, münekkitleri, o şahsiyeti itham edebilir ve Risâle-i Nur’a ihlassızlıkla ilişebilir ve bir derece çekinir, çekindirir. Hem bir derece bekçilik yapan bir şahsiyetin yatmasıyla, o daire-i nuraniyedeki bütün ehl-i gayret müteyakkız davranır. Bir nöbettar yerine, binler bekçi çıkar.

Elbette ölüm gelse, “Baş üstüne geldin” demek gerektir. Hem, madem Nur şakirtlerinden çokları hem malını, hem istirahatini, hem dünya zevklerini, hem lüzum olsa hayatını Nurun hizmetinde feda ediyorlar. Sen, ey nefsim; neden fedakârlıkta en geri kalmak istersin?

Hem katiyen bil ki, çok biçarelerin hayat-ı bakiyelerini Nurlarla kurtarmak hizmetinde, fani ve zahmetli ihtiyarlık hayatını memnuniyetle bırakmaya lüzum olsa veya vakti gelse, razı olmak gayet lezzetli bir şereftir.

Emirdağ Lâhikası, s. 174

İlâhi ente maksudi ve rızaike matlubi

(Ya Rabbi maksadım sen, isteğim senin rızanı kazanmaktır)

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version