1934’te Said Nursi İçin Özel Kanun Çıkardılar

YANİ BU MÜRACAATI NİYE YAPMIYORSUN ÜSTAD?

 

Kitabınızda Bediüzzaman’ın sürgün edilmesi için özel bir kanun çıkarıldığını söylüyorsunuz?

O kanun 1934 yılında çıkarılan 2510 sayılı Mecburi İskan Kanunu. Yasanın 7. maddesinde o hadise şöyle gerçekleşiyor; 1933 senesinde Cumhuriyet 10 yaşına giriyor. 1923 yılında kurulan Cumhuriyetin ilanının 10.yılı nedeniyle Türkiye genelinde Temmuz 1933’e kadar işlenmiş bütün suçlar af kapsamına dâhil ediliyor. Bu af kapsamına dâhil olan bu cürümlerle, suçlarla, kabahatlerle ilgili olarak şahısların ilgili mercilere müracaatları esas alınıyor. Yasal düzenlemede 29 Ekim 1933’te Cumhuriyetin 10.yılında bu kanun kapsamında Bediüzzaman Said Nursi mahallin idarecilerine bu kanundan istifade etmek için her hangi bir müracatta bulunmuyor.

Yani nasıl bir müracaat yapılacak?

Yani “söz konusu yasa kapsamından istifade etmek istiyorum” diye bir dilekçe yazacak ve bu kapsamdan kendisi istifade ettirilecek. Nerden sürgün edilmişse, nereye gönderilmesini istiyorsa nereye gitmek istiyorsa oraya mahallin idarecilerin izniyle gönderilecek ve ondan sonrada serbest olacak. Şimdi Bediüzzaman bu müracaatı yapmıyor, ilk etapta bu müracaatı niçin yapmadığını sorgulamadığınız zaman müracaatı yapmaması çok anlamlı ve manidar gelmiyor. Yani niye yapmıyorsun Üstad? Bir müracaat dilekçesi vereceksin serbest bırakılacaksın, memleketine döneceksin. İnsan burada hayrette kalıyor. İlk etapta çok anlamlandırılamazsa da Üstad enteresan bir biçimde bu müracaatını yapmamasının gerekçesi olarak çok hakikatlı manaları 16. Mektup’ta ifade ediyor. Çünkü kendisinin 1933’te çıkarılan genel af kanunu kapsamına giren ve affa uğrayan bir suçu yok. Bir cürmü yok. Bir Mahkeme kararı yok. Neyin müracaatını kime yapacak? Kanun namına kanunsuzluk yapanlara karşı nasıl bir müracaat yapsın? Müracaat dilekçesi verse kendisi cürüm işlemiş bir şahsiyet olarak kayıtlara geçecek. Üstad bunu yapmıyor.

O KANUN MADDESİ “BEDİÜZZAMAN, BEDİÜZZAMAN” DİYE BAĞIRIYOR

Yapmayınca mahallin idarecileri bundan fevkalade rahatsız oluyorlar. Af kanunundan 8 ay sonra 14 Haziran 1934’te bir yasa çıkıyor. Mecburi İskan Yasası yasanın 7. maddesi “Türk ırkından olmayanlar, hükümetten yardım istemeseler bile hükümetin göstereceği yerde yurt tutmaya ve hükümetin izni olmadıkça buralarda kalmağa mecburdurlar“ şeklinde. Şimdi bu 7. maddenin içeriğine baktığınızda Türk ırkından olmayanlar Bediüzzaman, o dönemde Kürt coğrafyasının memlekete bir armağanı olması hasebiyle zaten resmi mercilerde hep Bediüzzaman Said-i Kürdi diye ifade edilen bir tanımlamayla ötekileştiriliyor. Dolayısiyle bu anlamda Bediüzzaman’ı tarif eden bu yedinci madde gizli olarak şunu diyor: “Sen bize müracaat yapmasan da biz seni yine kanunla bu sefer yasal bir düzenleme ile mecburi ikamete tabi tutacağız.”

Hakikaten o maddeyi okuduğunuzda, işte bizim yöresel bir tanımla ifademiz var başı; (Ü), sonu (ZÜM), bağda yetişir. Bil bakalım bu nedir? Siz hiçbir zaman üzüm demediniz. Ama işte bağıra bağıra aslında üzüm diyorsunuz. İşte o kanun maddesi de “Bediüzzaman, Bediüzzaman”, diye bağırıyor. Maddeyi okuduğunuzda en basit bir müracaatı gerçekleştirmediği için hususi mecburi iskân kanununda kendisi için bir kanun maddesi düzenlendiği bir şahsiyetin nasıl takip edildiğine ilişkin hususta ayrıca özel bir araştırmaya ihtiyaç var mı bilmiyorum? Hakikaten sahanın uzmanları bu manada o kanunu oturup okusalar o kanunun 7. maddesinin sadece bu maksatla Bediüzzaman için hazırlandığını görecekler. Ki sonrasında Bediüzzaman’ın o kanun maddesinin yürürlüğe girdiği 21 Haziran 1934’ten sonraki Barla Lahikası’ndaki mektuplarına baktığınızda bu plandan tümüyle haberdar olduğu ve o planı bozmak adına Isparta Valiliğine bir dilekçe gönderdiğini görüyoruz. Ki hakikatlı bir biçimde o dönemde taraflar arasında bu anlamda stratejik bir mücadele var. Ve bu mücadelenin gerilimli alanında Bediüzzaman Said Nursi asla öfke uçurumuna yuvarlanmıyor, hep sıratı müstakimde istikrarla doğru olanı yapıp yürüyor.

BARLA ANLAŞILAMADAN ESKİŞEHİR’İ ANLAMAK MÜMKÜN DEĞİL

Peki, neden Eskişehir? Barla’yı neden atladınız?

Eskişehir mahkemesi safahatından başlayan bir süreçtir bu çalışma. Ben avukat olduğum için Eskişehir mahkeme müdafasıyla alakalı bir çalışmaydı ilk başlangıcı. Eskişehir mahkemesi müdafaasını çalışırken Barla’ya dönmek zorunda olduğumu fark ettim. Yani Barla tam anlaşılamadan Eskişehir mahkeme müdafaatını tam anlamak mümkün değil. Bu nedenle başa döndük. Ama bu bir dönem çalışması. 1925 ile 1935 aralığında. Bu dönem çalışmasını inşallah kıymetli büyüğüm Metin ağabeyimle beraber zaman zaman konuştuğumuz 1908 ile 1925, 1935 ile 1945, 1945 ile 1960 aralığındaki dönemleri de bu tarzda çalışacağız. Üstadın Ankara günlerini sonrasında Kastamonu Lahikası ekseninde yazılanlar ve akabinde Kastamonu neticesinde gidilen Denizli mahkemesi safahatı ki Meyve Risalesi, Yedinci Şua, Beşinci Şua bu dönemde yazıldı… Bu çerçeve içerisinde yaşanan hadisat ve o savunmalar sonrasında Emirdağ Lahikası akabinde de Afyon mahkeme safahatı ve orda da hasbiyeler  bahsinin bütünüyle bu manada değerlendirildiği bir çalışmanın içerisindeyiz. Bu çalışmanın ilk faslı inşallah sonraki çalışmalara bir zemin hazırlar.

CUMHURIYET HALK PARTİSİ ARŞİVLERİNİN AÇILMASI ÇOK ÖNEMLİ

Türkiye Büyük Millet Meclisinden yararlanabildiniz mi?

Bu çalışmada hususan  Hüsrev Kutlu beyin çok büyük katkıları ve gayretleri oldu. Türkiye Büyük Millet Meclisindeki araştırmalarda Ahmet Yıldız’ın çok büyük katkılarını gördüm. Türkiye Büyük Millet Meclisi arşivlerinde, Başbakanlık Cumhuriyet arşivlerinde ve büyük kütüphanelerde bu manada ciddi çalışmalarda her hangi bir sıkıntı yok. Ama Genelkurmay arşivleri, Emniyet Genel Müdürlüğü arşivleri, Cumhurbaşkanlığı arşivleri henüz daha araştırmacılar için yeteri rahatlıkta çalışılabilen alanlar değil. Türkiye Büyük Millet Meclisinde İstiklal Mahkemeleri safahatında yaşanan o süreci ifade eden belgelere ulaşmak şu anda mümkün değil. Bu çerçevede biz mümkün olduğu kadar Bediüzzaman Said Nursi’nin hayat sürecini incelerken anlatılmış bir kısım hatıralardan hareketle mümkün olduğu kadar onların resmi belgelerini bulabildiklerimizi ve resmi belgelerle ispatlayabildiklerimizi resmi belgelerle beslenen unsurları çalışmaya çalıştık. Yoksa çok fazla hatırat var. Hepsi de çok kıymetli ama bir kısmını belgelerle desteklemek mümkün değil. Hakikaten bu noktada gösterici olan bir diğer çok kıymetli büyüğüm Bülent Arinç. Manisa’dan değerli ağabeyim, hem meslektaşımız hem başbakan yardımcısı olması hasebiyle bu çalışmaya başladığımız fasılda Türkiye Büyük Millet Meclisinde ilk araştırmalara başladığımızda onunda büyük bir katkısı ve desteği oldu.

CHP İL BAŞKANLARININ SAİD NURSİ VE NUR TALEBELERİYLE ALAKALI RAPORLARI VAR

Yeterli bilgi ve belgeye ulaştığımızı söylemek mümkün değil, ama şu andaki bilgi ve belgelerde dönem içerisinde yaşanan o stratejik mücadelenin ip uçlarını çok açık bir biçimde ortaya koyuyor. Umuyoruz ki önümüzdeki dönemde bu Dersim tartışmalarıyla beraber ortaya çıkan tabloda artık bütün resmi arşivlerin açılması ki Cumhuriyet Halk Partisi arşivlerinin açılması çok önemli. Çünkü Denizli Mahkemesi safahatını yaşarken gördüğüm bir kısım belgeler var. Cumhuriyet Halk Partisinin il başkanlarının o dönem içerisinde Bediüzzaman Said Nursi ve Nur talebeleriyle alakalı kendi parti merkezlerine haftalık, aylık, raporları var. Bunların bir kısmı inşallah sonraki çalışmalarda kullanacağımız belgeler mahiyetinde. Cumhuriyet Halk Fırkasının o dönemde il başkanı oturuyor ve Bediüzzaman Said Nursi ve Nur talebeleri hakkında bir kısım raporları parti genel merkezine rapor ediyor. Çalışmaları rapor ediyor. Neler yapılması gerektiğini rapor ediyor. Nasıl bunların takip edilmesi gerektiğini anlatıyor.

ATATÜRK BEDİÜZZAMAN’I BARLA’DA GİZLİCE ZİYARET ETTİ Mİ?

M. Kemal’in Bediüzzaman hazretlerini Barla’da ziyaret ettiğini Askeri Yıldız’a dayandırarak iddia ediyorsunuz. Askeri Yıldız ağabeyi aradım hadiseyi aynen anlattı fakat bir farkla Emniyet Müdürü değil de Vali imiş. Tam olarak okuyucularımıza aktarabilir misiniz?

Hadiseyi kitabımıza aldıktan sonra araştırmam neticesinde o olayın kahramanının vali olması gerektiği ortaya çıkmıştır. Bunun için okuyucularımdan özür diliyor ve hadiseyi kitaptan alarak okuyucularımıza aktaralım. Öncelikle Akrebin Kıskacında kitabında bizim yaptığımız bir dönem çalışması. Bediüzzaman’ın Eskişehir Mahkeme savunmalarını incelerken geriye dönük on yıllık süreci çalışıyoruz. Bu dönem çalışmasında geçen on yıllık sürecin çok önemli bir kısmı Isparta / Barla’da geçiyor. Ve dolayısıyla Isparta/Eğirdir/Barla’da bu dönemde gerçekleşen her faaliyet ile yakından ilgilenen bir tavrı ortaya koymadığınız zaman zaten yeteri kadar gizlilik içinde cereyan eden dönemi tümüyle aydınlatamıyorsunuz. Bu dönem öncelikle yasakların, tazyikin her türlü kışkırtmanın acımasız örnekleri ile dolu. İşkencenin her türlüsünün, ötekileştirmenin, aşağılanmanın, zehirlenmenin, insanlık dışı her türlü örneğin yaşandığı bir dönem.

Siz bu dönemi bir nebze aydınlatmaya sis perdesini aramaya çalıştığınızda kalp ve vicdana dokunan ızdıraplarla dolu hayat öykülerinin yaşandığı kapkaranlık bir dönem ile karşılaşıyorsunuz. Böyle bir kapkaranlık dönemi aydınlatmanın en önemli ve kestirme yolu ise bu döneme ilişkin arşiv belgelerine ulaşarak bu arşiv belgelerinde elde edilen bilgi ve bulgularla döneme ilişkin hatıraların değerlendirilmesidir. Oysa biz yakın tarih araştırmacıları olarak bunlardan maalesef mahrumuz. Ama öbür taraftan kalbe ve vicdana dokunan bu ızdırap öykülerini yok sayarak, yapılan haksız ve hukuk dışı tahriklere karşı tam bir sabır ve metanetle ama kahramanca mücadele eden, öfke uçurumuna yuvarlanmayan ama teslim de olmayan bir Bediüzzaman’ı ve onun “Isparta Kahramanları” olarak adlandırdığı arkadaşlarının destansı hayat öykülerini yeni kuşaklara aktarmak gibi bir vazifemiz var. Bunu tam bir vazife biliyoruz. Peki böyle bir ortamda bu işi nasıl yapacağız? İşte can alıcı soru bu.

Bu kadar elinizin kolunuzun bağlı olduğu bir ortamda yaptığımız çalışmalar adeta iğneyle kuyu kazmak gibi. Bu sebeple önünüze gelen her bilgi ve bulgu, her hatıra ayrı bir önem taşıyor. Bu hatıralardan yola çıkarak, dönemin canlı şahitlerinin hatıralarıyla bu kapkaranlık dönemi aydınlatmaya çalışıyorsunuz. Necmeddin Şahiner’in Son Şahitler’i ile Abdülkadir Badıllı ağabeyin 3 ciltlik Mufassal Tarihçe’si, Şükran Vahide hanımın Entellektüel Biyografi’si, İhsan Atasoy ağabeyimizin çalışmaları hep önümüzü aydınlatan, bize yol gösteren kilometre taşları gibi bir vazife görüyor. Bu sebeple anlatılan her hatıraya, yaşanan her olaya tecessüsle yaklaşarak öncesine ve sonrasına gittiğinizde umulmadık ipuçları ortaya çıkıyor. İşte Mustafa Kemal’in Eğirdir ve Isparta’yı ziyareti de bu anlamda kritik önemi haiz bir ziyaret niteliğinde. Bu hatırayı ilk defa seneler önce değerli ağabeyim Halil Köprücüoğlu’ndan dinlemiştim. Sonrasında bu kitap çalışması aşamasında Diyarbakır’da bulunan ve halen hayatta olan değerli Askeri Yıldız ağabeyden bizzat dinleyerek ses kaydına aldım. O da hatırasını rahmetli Kadri Mermutlu’dan dinlemiş.

Bu hatıradan yola çıkarak yapmış olduğum belge ve bilgi araştırmasında çok önemli hususlar yakaladım. Bu hatıranın özellikle 1930’lu yıllarda yaşanan olayları ve sonrasını, “Eğirdir Müftüsü’ne Son İhtar” başlıklı Barla Lahikası’nda yer alan mektubu ile “Hulusi Beye Hitaptır” başlıklı, Barla Lahikası’nda yer alan bir mektubu ve Barla Lahikası’nda yer alan diğer bir çok mektupta yer alan hususları, Beşinci Şua’nın tetimmesini (ki Üstad bu tetimmeyi Beşinci Şua’yı tekrar tebyiz ederek gözden geçirdiği Kastamonu’da yazmış ve 1938’den sonra eklemiştir) yan yana koyduğumda, ortaya çıkan sonucun benzeri birçok hususu aydınlattığını gördüm. Bu açıdan bu kadar kritik bir öneme sahip bu hatırayı kitaba dahil ettim.

Kitapta ise bu husus şöyle yer aldı:

Tarihî hadiselere dair hatıraların tam bir geçerlilik kazanabilmesi, belgelerle teyid edildiği takdirde mümkün olabilir. Ama yine hatıralar, bize umulmadık ipuçları verme

gibi bir hizmet de görürler. Bediüzzaman’ın talebelerinden Askerî Yıldız’ın Kadri Mermutlu’ya atıfla anlattığı bir hatıra, bu bakımdan dikkat çekicidir:

“1969 senesiydi. Adapazarı’nda arkadaşımla bir tren yolculuğundaydık. Bediüzzaman ve Nurculuk sohbetimizin konusu idi. Oturduğumuz kompartımana fötr şapkalı, takım elbiseli bir zât girdi. Sohbetimizi işitti. Kendisi, 1930’lu yıllarda Isparta emniyet müdürlüğü yapmış. Birlikte seyahat ettik. Dönemin Isparta Emniyet Müdürü bana trende anlattı: ‘Mustafa Kemal Isparta’ya teftişe geldi. O gece Eğirdir’de kaldı. Sabahı çok erken saatte gizlice Barla’ya gitmek istediğini bana söyledi.

Refakat ettim. Bir de şoför vardı. Hiç kimseye haber vermeden Bediüzzaman’ın odasına gittik. O ve ben, ikimiz içeri girdik. Bediüzzaman yatağa yan uzanmış bir halde üzerinde yorgan örtülü vaziyette uzanıyordu. Hiç kalkmadı. Mustafa Kemal’e yerdeki şilteyi gösterip, ‘Otur’ dedi. O da, rafta duran Kur’ân’ı alarak Tîn sûresini açtı, ‘Lekad halaknel însâne fi ahseni takvîm’ âyetini okudu. ‘Bu âyet bana bakıyor’ dedi. Bediüzzaman; ‘Yanlışlıkla komşunun kapısını çalmışsın. Yaptıklarınla, sonraki sûre sana bakıyor’ dedi. Ne o konuştu, ne ben, ne de Bediüzzaman. Oradan ayrıldık. Mustafa Kemal, dışarı çıkınca bana; ‘Hocaefendi aynı inadında devam ediyor’ dedi.”

Böyle bir ziyaretin sözü edilmiyor olmakla birlikte, ilgili meselenin Bediüzzaman’ın Şualar isimli eserinde de yer alıyor olduğu görülmektedir. Beşinci Şua’nın tetimmesinde yer alan hadise, hatırada ifade edilen olayın bu anlatımı ile birebir örtüşüyor:

İkinci hâdise: “O, ‘Sûre-i Ve’t-tîni ve’z-zeytûni’ [Yemin olsun incire ve zeytine] mânâsını merak edip soruyor” diye çoklar nakletmişler. Gariptir ki, bu sûrenin akîbinde olan ‘İkra bismi rabbike’ [Rabbinin ismiyle oku] sûresinde ‘İnne’l-insâne le yetgâ’ [Muhakkak ki insan azgınlaşır] cümlesi, onun aynı zamanına ve şahsına cifirle ve mânâ sıyla işa ret ettiği gibi, ehl-i salâta ve camilere tâğiyâne tecavüz edeceğini göste riyor. Demek o istidraçlı adam, küçük bir sûreyi kendiyle alâkadar hisseder. Fakat yanlış eder, komşusunun kapısını çalar.”

Böyle bir görüşmenin gerçekleşip gerçekleşmediğini belgelendirmek, birçok arşiv kaydına ulaşma imkânının olmadığı şartlarda mümkün değildir. Ancak, Mustafa Kemal’in 5 Mart 1930’da bir heyet ile Eğirdir’e geldiği ve geceyi burada geçirdiği, ardından 6 Mart 1930 sabahı Kuleönü üzerinden Isparta’ya ulaştığı belgelerle tesbit edilmiş durumdadır. Bu heyette Prof.Dr. Afet İnan, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Fahrettin Altay Paşa (Ordu Müfettişi), Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer gibi şahsiyetler de bulunmaktaydı.

Bu gezide Mustafa Kemal, ‘İzmir-Eğirdir demiryolu yolculuğunun 5 Mart gecesini, Eğirdir’de ünlü demiryolu köprüsü üzerinde trende geçirir.” Ayrıca, bu gezide bulunmayan dönemin Başvekili İsmet İnönü, bu geziden dönemin katib-i umumîsi tarafından gün gün haberdar edilir. Bu ziyarette önce Eğirdir’e gelen ve geceyi burada geçiren, ardından Isparta’ya uğrayan Mustafa Kemal’in Bediüzzaman hakkında bizzat mahallinde çok detaylı bilgi aldığı anlaşılmaktadır.Yörenin idarecileriyle ve özellikle Eğirdir müftüsü Hüseyin Hüsnü Tığlı ile bu konuyu detayıyla konuştuklarında bir kuşku yoktur. Bölgedeki bazı resmî görevlilerde bu ziyaretten sonra Bediüzzaman’a karşı davranışlarında yaşanan değişimler ve yine bölgede bu ziyaretten sonra idarî atamalarla gerçekleşen olağandışı birtakım değişiklikler, bunun bir işareti niteliğindedir. Bu görüşme ve ziyaretin hemen sonrasında, Eğirdir Kaymakam Vekili İhsan Üstündağ, Isparta Valisi Ekrem Bey, Barla Nahiye Müdürü Bahri Baba ve Barla Başmuallimi M. Ali Bey, görevlerinden alınmış ve yerlerine yeni atamalar yapılmıştır. Ayrıca Eğirdir askerî birliğinde görev yapan ve Bediüzzaman Said Nursî’nin talebelerinden olan kıdemli Yüzbaşı Hu lusi Yahyagil’in, bu sene içinde, 6 Ekim 1930 tarihinde buradan

bir başka birliğe tayini çıkarılmıştır.

ZİYARETTEN ÖNCE EĞİRDİR VE BEDİÜZZAMAN

Bu görüşmeden önce Eğirdir ve Barla yöresindeki tablo şöyledir: Eğirdir Kaymakam Vekili İhsan Üstündağ, kasaba doktoru Yusuf Kemal Durakoğlu, eczacı efendi, mal müdürü, dava vekili Hakkı Tığlı, kıdemli Yüzbaşı Hulusi Bey gibi bir kısım mahallî idareciler, Bediüzzaman’la temas halindedir. Hatta bu tarihe kadar Eğirdir Müftüsü Hüseyin Hüsnü Tığlı ve müftünün oğlu öğretmen (muallim) Tevfik Tığlı, Barla’ya Bediüzzaman’ı ziyarete gelmekte, zorlandıkları bir kısım soruları Bediüzzaman’a sormakta ve ondan istifade ile bu cevaplar karşısında Bediüzzaman’a minnet ve şükran hisleri ile dolmaktadırlar. Böylece, Bediüzzaman’ın telif ettiği Risale-i Nur’lar ilk önce bu muhitte parlamaya başlamıştır. Risale-i Nur’lara ve Said Nursî’ye yönelik bu teveccüh ve ilgi, dönemin Eğirdir Müftüsü Hüseyin Hüsnü Tığlı’nın—öncesinde Bediüzzaman’a dost ve yardımcı iken—zamanla ona ‘kıskançlık’ damarıyla ve ‘rekabet’ nazarıyla bakmasını netice vermiştir. Bu nedenle de, Bediüzzaman’dan rahatsızlık duymaya başlamıştır. İşte böyle bir ortamda yapılan ziyarette Mustafa Kemal’in Eğirdir Müftüsü ile de görüştüğü ve konuyu bütün detayıyla konuştukları ve malum müftünün rahatsızlıklarını bizzat birinci adama aktardığı anlaşılmaktadır. Bediüzzaman’ın Eğirdir Müftüsüne yazdığı ihtar niteliğindeki iki mektubu ve Mektûbat isimli eserinde yer alan Yirmidokuzuncu Mektubun Altıncı Kısmı’ndaki bahislerde, bunun ipuçlarını bulmak mümkündür. Hatta, ilgili bahislerden hareketle, Eğirdir Müftüsü ile Mustafa Kemal arasındaki görüşmenin muhtemel içeriğini çıkarmak dahi mümkündür.”

ULAŞABİLDİĞİMİZ BELGELER

“Mezhebimizde (mesleğimizde) firak yok. Sen nerede bulunsan, şu kardeşinle ellerinizdeki Sözler vasıtasıyla sohbet edebilirsin. Ben de istediğim zaman, seni yanımda dergâh-ı İlâhîye beraber el açıp niyaz etmek suretinde görebilirim. Eğer kader sizi başka bir yere gönderirse, اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ hükmünce, kemâl-i rızayla teslim ol. Hem senin gibi, inşaallah kalbi selîm, aklı müstakîm, hakikî iman dersini veren zâtlara başka yerler daha ziyade muhtaçtır. Orada (Eğirdir’de) lillâhilhamd imana çok hizmet ettin. Eğirdir’den ziyade başka yerler belki daha muhtaçtır….

Hem her vakit beklediğim, ehl-i zındıkanın bana hücumu gayretli talebem, cesaretli biraderzadem olan uhrevî kardeşimden başlaması muhtemel olmakla beraber, hıfz-ı Kur’ânî her müşkülâta galip ve lezzet-i hizmet-i imaniye her kederi unutturur itikadında olduğumdan, seni teşcî ve teşvike lüzum görmem.” (B.Said Nursi/ Barla Lahikası / Söz Basım Yayın / Shf. 362-364/ 214. Mektup)

Üstad Bediüzzaman bu mektubunda daha Hulusi Bey’in tayini çıkmadan tayininden haber veriyor.

Kitabı hazırlarken birkaç kitaplık malzemeye ulaşmışsınız gibi geliyor bana.

Çok malzeme var.

Nekadar zamanda ulaştınız bu belgelere?

Yaklaşık üç buçuk yıllık bir süreç.

BURADA BİR KADİRŞİNASLIK YAPMALIYIM

Metin Karabaşoğlu da kitabın önsözünü yazmış…

Burada bir kadirşinaslık yapmalıyım. Hakikaten bunu şahsen bir vefa borcu olarak ifade edeyim. Bu çalışmaya başladığım ilk aşamada seminer çalışmasıydı. Metin ağabeyin edite etmesini istedim. O da bu seminer çalışmasının edisyonunu yaparken, dedi ki, “burada dikkatimi çeken farklı bulgular ve bilgiler var. Ne olursun bu çalışmayı genişlet. Buraya tahşidat yap” diye bir yol göstericiliği var. Açıkçası ben onu şu şekilde ifade ediyorum, Bediüzzaman Said Nursinin ‘Medresetüzzehra’ projesi maddi anlamda belki fiili olarak hayata geçmiş değil. Yani bir üniversitenin adını barındırmıyor ama Türkiye’nin her yerinde değişik külliyelerle, değişik fakültelerle oluşan bir Medresettüzzehra manevi projesi hayatta. Bu Medresettüzzehra projesinin yani fakülteler çerçevesinde bu üniversitenin değişik birim ve bölümleri var. Ana bilim dalında tez hazırlayıp doktora çalışmasını sunan ve tez hocası olarak ta Metin Karabaşoğlu’ndan yardım ve taleplerini istediğim bir hocamla karşılaştım. Allah ebeden razı olsun. Bunu bir takdir edici yoldaş olarak, bu vazifeyi ifa etmek beni çok rahatlatan bir şey. Metin abi kitabın sunuş yazısında şöyle tamamlamış sözünü. “İnşaallah bu kitap ilk olur.” Ben de bu duaya elfü elfü amin diyorum. İnşaallah sonrası gelir.

www.RisaleHaber.com

Aile hayatına İslam kültürüyle bakan hanımlar

Sahabeden sonraki tabiin devrinde Bağdat, Basra, Kûfe çevrelerinde aile hayatına İslam kültürüyle bakış hakim olmaya başlamıştı.

İşte bu devrelerde Basra’nın geçinilmesi güç asabi mizaçlı adamı olarak bilinen İmran bin Hattan da, bir evlilik yapmıştı. Ancak İmran’ın yaptığı bu evliliğe kısa ömürlü bir aile hayatı diye bakıyordu tanıyan komşuları. Çünkü İmran, geçinilmesi zor, asabi mizaçlı bir adam olarak biliniyordu çevresinde… Ne var ki, beklenenin aksine asabi mizaçlı İmran’la evlenmiş olan hanımdan hiç şikâyet sesi duyulmadı. Hatta hanımdaki bu anlayışa beyi İmran da şaşırmıştı. Bir gün bir vicdan muhasebesi sonunda kendi nefsini suçlayan İmran, hanımın bu uyumlu haline takdirle bakarak dedi ki:

Hanım, sen ne kadar anlayışlı birisin? Benim gibi asabi mizaçlı, uyumsuz biriyle şikâyetçi olmadan hayatını sürdürüyorsun. Doğrusu senin gibi sabırlı bir hanımı bana nasip ettiği için Allah’a ne kadar şükretsem azdır, diye düşünüyorum!..

Basra’nın hayatına İslam kültürüyle bakan bu hanımı, beyinin takdir duygusunu, Allah’a şükretme ifadesiyle dile getirdiğini görünce:

Bey dedi, sen hiç endişe etme. Rabb’imiz ikimizi de farklı mizaçta yaratmış. Karı kocanın farklı mizaçta oluşları, ikisinin de cennete gitmelerine sebep olur. Dolayısıyla ikimizi de cennete doğru yönlendiren bu hayattan ben neden şikâyetçi olayım?

Hanımından bu yorumu duyan İmran, daha da sevinerek sordu:

-Hanım dedi, nasıl olacak da senin gibi sabırlı bir hanım, benim gibi asabi mizaçta biriyle yaşadığı aile hayatından dolayı cennete doğru birlikte yol alacağız? Bu nasıl mümkün olacak?

Hanım şöyle açıkladı bakışını:

-Bak dedi, benim gibi sabırlı bir hanımı sana nasip ettiği için sen Allah’a şükrediyorsun; senin gibi asabi mizaçta bir beyi bana yazdığı için ben de Allah’ın yazısına itiraz etmiyor, sabrediyorum. Böylece bu hayat bizi şükredenlerle sabredenlerin gideceği yere doğru yönlendiriyor. Sonu böyle olacak bir hayattan ben neden mutlu olmayayım? İkimizi de cennete götürecek bir hayat çünkü! Yeter ki biz hayata bu bakışımızı değiştirmeyelim, sen şükrünü ihmal etme, ben de sabrımı! Bu anlayış bizim hem aile hayatımızı kurtarır hem de ahiret hayatımızı!..

Alimler derler ki: Basralı hanımın aile hayatındaki zorluklara böyle bakışı, inanmış insanlara mahsus bir bakıştır.

Nitekim Aleyhissalat-ü Vesselam Efendimiz, mümin insana mahsus bu özel bakışı şöyle anlatmaktadır:

Hayran olunur mümin insanın bakışına! O hayatında olumlu bir durumla karşılaşırsa şükreder kazanır. Olumsuz bir durumla karşılaşırsa sabreder yine kazanır. Böylece inanmış insan hayatındaki olumlu olumsuz her iki hali de hakkında hayra çevirir, hep kazanır, hiç kaybetmez.

Tıpkı olumlu hale şükreden bey ile olumsuz hale sabreden hanımın bakışı gibi…

Tasavvuf büyüklerinden Asmai Hazretleri de hayatına böyle inanmış insana mahsus bir sabırla bakan hanımdan söz ederken şu misali verir. Bir kadın, sohbet ettiği komşu hanıma der ki:

-Hiç de şansın yokmuş hanım, kötü bir beye düşmüşsün!

Bu yersiz söze hanımın cevabı şöyle olur:

-Nereden biliyorsun benim kötü bir beye düştüğümü? Şayet beyimin Allah’a hoş gelen iyi bir yanı olmasaydı Rabb’im beni ona yazar mıydı? Kula düşen, Allah’ın yazgısına razı olmaktır. Kul Allah’ın takdirine razı olursa Allah da kulundan razı olur. Ona yuvasında mutluluklar nasip eder. Ben yuvamda bu anlayışla hep mutlu ve huzurluyum. Zaten kadere iman eden, kederden emin olur. Ben bunları düşünmeyecek kadar cahil bir kadın değilim! Ama anlaşılıyor ki sen bunları düşünmeyecek kadar İslam kültüründen gafil bir hanımsın. Keşke benim beyime bağlılığımı zedeleyecek sözler söylemeseydin de sana, hayatına İslam kültürüyle bakan hayırlı bir komşu hanımı diye bakmaya devam edebilseydim…

Aile hayatını böyle yorumlayan hanım için Asmai der ki:

-Dünya bir yana, hayatına böyle İslam kültürüyle bakan hanımlar bir yana..

Bilmem, hayatındaki olumsuzlukları olumlu hale getiren bu bakışlar bizlere bir şeyler ifade etmiş oluyor mu? Ben bu örnekleri sizin özel bakışlarınıza arz etmiş oluyorum. Takdir sizlere aittir elbette…

Yarın: Müslüman’ın aile hayatında ideal ortam nasıl oluşur?

Ahmed Şahin / Zaman

Bedensel Lezzetlerden, Zihinsel Hazlara

İnsan bedeni hazların ve lezzetlerin deposudur

EY İNSAN RUHUNU YÜKSELT

Dinler insanın bu iki yönlülüğüne göre düzenlenmiş, adeta Allah kulunu bedensel hazların kıskacından, onların ruhu burkan ve katılaştıran yapısından kurtarmak yeni iklimlere ve ruhsal bulutlara çekmek için dinin emirlerini önüne koymuş. Varlığın taciz eden yapısından, ruhun ve mananın, dinin ve uhrevi ve rabbani ve nebevi süreklilik mevsimlerine çekerek ona; “Bak sen insansın, çık o varlığın dar hendesesinden, o hazlara boğulmuş ve esir olmuş ruhunu yükselt, yüksel ve ta ki Allah’a muhatab ol.” der.

Bediüzzaman Dokuzuncu Söz’de bu yükseltme ve yükselme denilen ruhun en büyük amalini görülmemiş bir perspektiften çizer. Neden namaz en büyük ibadettir, çünkü insanın ki varlığın en mümtaz canlısı, Allah ki âlemin mülk ve melekûtun sahibi, bizim de zihinlerimizin maliki, şu koca sema ve arzın ve bütün âlemlerin hâkimi bu ikilinin buluşması namaz merdiveni ve miracı ile gerçekleşiyor. Bir evin odalarında, çeşitli mekânlarında dünya ile farklı şekillerde münasebetlerde bulunan yiyen, içen; konuşan, niza çıkaran insan, evinden çıkar, şehrin sokaklarının hay huyu içinde kafasındaki bir hedefin peşinden gider, adeta dünyanın yarı tatlı yarı acı yapısı içinde gider gelir, birden bir semavi sada ona küçük işlerin mahiyetini anlatır.

Allahuekber, bu sada dolaşır beyninin arkasında, nefsinin, adesesinden baktığı dünyaya bu büyük çağrının yansıması ile bakar, çık bu küçük işlerin içinden senin sahibin seni çağırıyor!

O koşar bedenini Rabbi ile buluşmaya uygun şekilde hazırlar,

ağzını yıkar O’nunla konuşmak için,

kollarını yıkar O’na teslimiyetle el bağlamak için,

gözlerini yıkar O’nunla mülakat için

ayağını yıkar, O’na varmak için

üzerindeki kirleri yıkar, O’na ulaşmak için

kulaklarını yıkar, O’nun iklimini lahuti sesini duymak için

ayetlerde gizli olan sesini, Sana geldim deyip Allah’ın evine adımını atar, “Bismillahirrahmanirrahim” der, birden insandan arza, oradan arşa çıkan çok süratli bir ruh asansörüne biner, birden Rabbi ile karşı karşıya kalır. Eleri bağlı yüzü yerde, bir tekbir getirir bütün dünyayı kovar ve onlardan kaçar gibi, şimdi büyük buluşma gerçekleşmiştir.

Buluşma âlemin özüdür, toprak içine, ana rahmine yerleşen cenin gibi onun ile buluşan tohum birden âlem ile ülfet kesbeder, her şey ona koşar, onu büyütmek için, buluşma büyümek içindir, kul Rabbinin ağuş-ı nazdaranesine koşar, O’na kalbinin dertlerini, kötülerin, ilkellerin baskısından ruhuna bir dayanak arar. O’nu överek başlar, bütün nimetleri için O’na hamdeder, bütün âlemleri O’nun yönettiğini, O’na ikrar eder, her Canlının doğduğundan öldüğü güne kadar bütün isteklerini tanzim edip farklı yerlerde ve zamanlarda ona sunan Rabbinin âlemleri yönettiğini O’na anlatır, kul olduğunun sağlamasını yapar, isbat-ı vücut eder.

SEN BİZİM RABBİMİZSİN

Seni bu büyük niteliklerinle övdüm Allah’ım din günü, bütün amellerin Sana arzedildiği anda bana sahip ol, o herkesin kendi elemine gark olduğu günde bana sahip ol, mutlak hâkim sensin, ben neyim ki… Sen bizim ibadet ettiğimiz Rabbimizsin, Mabudumuzsun yalnız Sana ibadet ederiz, bunu böyle kabul et, buna bizi muvaffak kıl. Günde beş defa huzuruna gelip bütün mahlûkatın bizim adımıza çektikleri gayret ve çileleri sana tesbih olarak sunuyoruz, onların sana olan itaatini biz onlar adına senin huzuruna çıkarıyoruz. Senden başka kimden yardım isteyebiliriz. Bizi Sana gelinceye kadar bütün kötü yollardan koru, müstakim yola isal et, bizi sapık ve sana varmayan, sana ulaşmayan yollardan koru, Allah’ım.

Bütün boynunu Sana eğmiş, Senin emrine inkıyat etmiş mahlûkat gibi Sana boynumuzu eğdik, halden hale girdik, ama yere kapanıp Senin arşına en yakın kapıda Senin büyüklük ve azametini dile getirdik, Sana en yakın yerde, Senden yine istiane istedik.
Senin Habibin Senin ile buluştuğunda Sana ilettiği durumları bize lütfedip siz de Habibim gibi Bana geldiğinizde onun kullandığı kelimeleri kullanın ve bu iltifatımı fark edin, siz ve o ve Ben üçümüz ve âlem hepsi tahiyyat içinde gizli, bütün kâinat ve insanlar, bütün varlıklar, büyük kâmil insanlar, böcekler, kuşlar, tırtıllar, elmalar, meyveler, o güzelim çiçeklerin ansiklopedisi bu kelime, tahiyyat, Sana bu büyük hediyeleri sununca Sen de bize Habibinden yansıyan bir selam verdin Allah’ım yüreğim çatlamalı ama yok çıt yok.

Bu büyük buluşmanın ruhtaki tesirleri yüreği çatlatacak kadar yüce.

Akif, Necit Çöllerinden Medine’ye isimli şiirinde yıllarca Peygamber aşkı ile onun ile buluşma isteği ile tutuşan bir bedevinin ruh halini ve buluşma anını anlatır.

Büyük şair bedevinin halini anlatır, büyük buluşmanın onu nasıl yere serdiğini ifade eder.

Henüz dua ediyordum ki, “Ya Resullallah”
Nidası kükreyerek, bir kanatlı tayf-ı siyah
Basıp eşikleri tutmuş yığınla gölgelere
Süzüldü uçtaki Babü’s-Selam önünde yere
Mehib sayhası hala fezada çınlardı,
Ki yükselip yeniden yardı geçti ebadı
Düşünce Ravza-i Peygamberin ayaklarına
Sarıldı göğsüne çarpan demir kuşaklarına
Dikildi Cephe-i Didar önünde, müstağrak
Diyordu inleyerek:
Ya Nebi şu halime bak!
Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca sahranın
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın
Harim-i pakine can atmak istedim durdum
Gerildi karşıma yıllarca ailem yurdum.
Tahammül et dediler… Hangi bir zamana kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var.
Gözümde tüttü bu, andıkça yandığım toprak;
Önümde durmadı artık, ne hanüman ne ocak…
Yıkıldı hepsi… Ben aştım diyar-ı Sudan’ı,
Üç ay Tihame deyip çiğnedim beyabanı
Kemiklerim bile yanmıştı belki Sahra’da;
Yetişmeseydin eğer, ya MUHAMMED imdada;
Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin
Akar sular gibi çağlardı her tarafta sesin!
İradem olduğu gündür senin iradene ram,
Bir an için bana yollarda durmak oldu haram
Bütün heyakil-i hilkatle hasbihal ettim
Leyale derdimi döktüm cibali söylettim!
Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü…
Nücuma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?
Azab-ı hecrine katlandım elli üç senedir…
Sonunda alnıma çarpan bu zalim ö r t ü nedir?
Beş altı sineyi hicran içinde inleterek,
Çıkan yüreklere hüsran mı merhamet mi gerek?
Demir nikabını kaldır m e z a r –ı p a k i n d e n
Bu hasta ruhumu artık ayırma hakinden
Nedir o meşale? Nurun mu Ya RESULLALLAH
…..
Sükun içinde bir an gcçti, sonra bir kısa ah…
Ne gördüm, oh Serilmiş zemine Sudanlı
Başında ağlayarak bir zavallı Seylalı
Öpüp üpüp kapıyor elleriyle gözlerini …

Bitince harice nakliyle gazli, tekfini
Bakia gitti şehidin vücud-ı fanisi
Harem de kaldı fakat ruh-ı cavidanisi (Safahat . 359)

Sudanlının Peygamber özlemi, Akif’in anlatım dehası ve ben fakir bir buluşmayı anlatmak istedim, bedensel lezzetlerden ruhsal ve dini hazlara çağıran büyük buluşmayı anlatarak. O Sudanlı gibi hepimize bir yürek temennisi ile…

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Kadının kocası üzerındeki hakları nelerdir?

Kadının genel haklarını kısaca açıklamaya çalışalım:

“Birisine bir kız çocuğu müjdelenirse, üzüntüsünden yüzü simsiyah kesilir…” (Nahl, 16/58 )

Bu âyette Allah (c.c.) cahiliyyet insanının kadına bakışını anlatır ve takbih eder. Halbuki,

“Allah dilediğine kız, dilediğine erkek, dilediğine ikisini birden verir, dilediğini de kısır yapar.”(Şûrâ, 42/49)

Kadın da tıpkı erkek gibi doğar, erkek gibi insan yavrusudur. Şefkatte ve hediyede aralarını ayırırlarsa, anne baba sorumlu olurlar. Peygamberimiz (asv)’in vasiyyetini gözetmemiş olarak şefaatten mahrumiyeti hak ederler. Cahiliyyet duygularının insanlarda zaman zaman depreşeceğini bildiği için, Efendimiz (asv) kız çocuklarının, eğitimini özellikle vurgular ve “üç, iki, hattâ bir kız çocuğunu, haklarını koruyarak yetiştiren babanın, Cennette kendisiyle beraber olacağını” (Ibn Mâce, edep3) duyurur.

Çocuğun kız doğmasında da erkekte olduğu gibi, “şükür” olarak “akîka” kurbanı kesilir. Ismi güzel verilir, zorunlu eğitimi yaptırılır. Gerekli cinsel bilgileri anneden alır. Kur’ân’da ve Sünnette ilme teşvik eden hiç bir nas, kadınları bundan ayırmaz. Tersine, ihmale uğrayacaklarını bildiği için, Peygamberimiz (asv) özellikle kadın eğitimini tavsiye etmiş. haklarının korunmasını emretmiştir. Onun devrinde “müctehid” olan kadınlar yetişmiştir. (Meselâ Resûlüllah (asv)’ın zevceleri Âişe validemiz bunlardan biridir.)

Kadın, hiçbir konuda erkekten ayrı tutulmadan büyütülmüş ve yetiştirilmiş, sıra evlenmesine gelmiştir. Damat adayını görmesi bir hakkı ve aynı zamanda bir sünnettir. Beğenmezse reddeder, velîlerin ve damat adayının ısrarı hiçbir şeyi değiştirmez.

Evlenirken ağırlığını koyar, damat adayından istediği kadar “mihir” alır. Mihir onun Allah tarafından belirlenmiş en tabii hakkı ve hayat garantisidir. Harcama sahası, meşru çerçevede tamamen kendi iradesine bağlıdır. Mihrini, ya da varsa diğer mal varlığını, hayır yolunda harcayabileceği gibi ticarî işletmelerde kullanabilir, şirketler kurar, şirketlere hisse senetleriyle ortak olur, kazanır ve kazandığını da istediği yerde harcar. Çünkü kendi sosyal güvenliği, kocaya varmakla garanti altına alınmıştır. Ev için ve kendisi için gerekli bütün zarûri harcamalar erkeğin sırtınadır. Erkek, elbiseni ya da süs malzemeni kendi kazancınla al, diyemez. Kendi varlığı ölçüsünde kadının nafakasını sağlamak zorundadır. Sağlayamayacaksa evlenemez. Evlendikten sonra sağlamazsa kadının boşanma talebi olumlu sonuçlanır.

Kocası onu tahkir edemez, onun hayat arkadaşı olduğunu unutmamak zorundadır, darılıp evinde yalnız bırakamaz. Erkeğin en hayırlısı, kadına en iyi davranandır. (bk. Buhâri, nikâh 43; Müslim, fedâil 68)

Evde hanımıyla şakalaşmak, eğlenmek ve onu eğlendirmek kocanın görevlerindendir.

Kadının hak-hukuk tanımayıp isyan etmesi dışında, sudan bahanelerle erkek karısını dövemez, (1) hastalık kıskançlığından kaynaklanan şüphesinden ötürü, karısını anî baskınlarla rahatsız edemez. Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadîslerinde ailesinden uzun zaman ayrı kalan birisinin, haber vermeden gece ansızın eve gelmesini yasaklamıştır. Bunda ayrıca koltuk altı, etek tıraşı ve süslenip taranmayla kocasına hazırlık yapabilme imkânı bulması da, sebep olarak zikredilmiştir. Bu konuda bir hadîs-i şerîfin meâli şöyledir:

“(Uzaklardan) geceleyin geldiğinde hanımmn yanına girme ki, bıçak kullanıp tıraş olsun, dağınıksa tarasın. (gelişine hazırlansın)”(Buhârî, nikâli 121,122; Müslim, radâ’ 58, imâret 181,182; Dârimî, nikâh 32, cihâd 163; Müsned NI/298.)

Hadîs şerhleri buna sebep olarak bir de, eve geceleyin aniden girmesinin, hanımının ihanetinden şüphelendiği anlamına gelebileceği ihtimalini gösterirler.

Kocanın karısını cinsel yönden tatmin görevi de vardır. Peygamberimiz (asv), karısını düşünmeden, işini bitirerek hemen inen insanları horoza, yani hayvana benzetmiş ve sevişip okşama olmadan cinsel ilişkiye geçilmemesini tavsiye etmiştir.(2) Çünkü erkek bakmakla hemen tahrik olabilir, ama kadın cinsel ilişkiye ancak uzun bir okşama döneminden sonra hazır hale gelir. Iyi bir erkek, karısını bu işe hazırlamayı başarabilen ve kendi doyduğu gibi onu da doyurabilen erkektir. Cinsel ilişkide sadece kendisini düşünen erkekler, karşısındakine zulmettiklerini ve işkence ederek zevk aldıklarını unutmamalıdırlar.

Evlendikten sonra bir yıl içerisinde hiç cinsel ilişki yapamayan erkekten kadının ayrılma hakkı vardır. Kadın “peşin mihrini” almadan kendisini erkeğe teslim etmeyebilir.

Kadının nafakası gibi, tedavisi ve ilâç harcamaları da kocaya aittir. Kadın ekmek yapamayan birisi ise, erkek hazır ekmek almak zorundadır. Süslenmesini istiyorsa, süs malzemeleri ve koku masrafi erkeğe aittir. Yılda yazlık ve kışlık olmak üzere iki takım elbise erkeğe aittir. Anlaşmazlik söz konusu olursa elbisenin nitelikleri mahalli idarelerce tesbit edilir. Kadın, kocası sefere çıkarken, gelmediği günler için nafakasına, ondan kefil alabilir. Âdetli günlerinde kocasından ayrı yatmak isterse, ayrı bir yatak istemek hakkıdır.

Durumuna göre kadın kocasından hizmetçi isteyebilir. Hizmetçinin ücreti kocasına aittir. Örfe göre kadınların yapmaması ayıplanan ev işleri dışında kadın, hiçbir iş yapmak zorunda değildir.

Ihtiyaç duyarsa kocasıyla aylık nafaka miktarında anlaşırlar. Yetmediğini anlarsa artırmasını ister, koca kabul etmezse mahkemeye başvurabilir.

Kadın, kocanın yakınlarını istemediği takdirde, kocası onu müstakil bir evde oturtmak zorundadır. Buna sebep olarak, kocasıyla oynaşmak ve yararlanmak arzusuna, onların bulunmasının engel olacağı gösterilmiştir. Hattâ cinsel ilişkiyi bilmeyecek kadar küçük olan çocuğu dışındakiler için de aynı sebeble ayrı odalar istemek, kadının hakkıdır.

Kadının, haftada bir kez anne-babasını ziyaret hakkı vardır, erkek buna engel olamaz.

Erkeğin haklarına bir zarar vemeyen meşru işlerde; kadının meşru çerçevede çalışmak hakkıdır.

Âdet ve lohusalıktan ötürü hamama gitmek istediği takdirde, hamam parasını erkek verir, ancak hamamda avret yerlerinin açılmamasına riayet edilmediği biliniyorsa, kadın hamama gönderilmez.

“Ric’î” (dönülebilir) ya da “bâin” talakla boşanan karısının her türlü nafakasını, iddeti içerisinde erkek verir.

Bu söylediklerimiz bütün fıkıh kitaplannda kadının erkek üzerindeki hakları sayılırken açıklanan konulardan sadece birkaç örnektir. Sonra bunlar birer tavsiye niteliğinde değil, yaptırımı olan kanûni haklardır.

Karadeniz’de, Anadolu’da. şurada-buradâ kadınlar çalıştırılıyor ve ancak erkeğin yapabileceği zor işler altında eziliyorlarsa, bunun suçu İslam’ın değil, Islâmı onların hayatından uzaklaştıranların olsa gerektir.,

Bir seçim söz konusu olduğunda kadının seçme hakkının bulunduğunu çoğu Islâm bilginleri söylemişlerdir. Çünkü onların böyle bir hakkının olmadığına dair hiçbir delil yoktur. Kaldı ki seçme, “bey”at”tan ibarettir. Halbuki, Peygamberimiz (asv) kadınlardan da bey’at almıştır. (bk. Mümtahine, 60/12 âyeti ve tefsirleri.) Hz. Ömer (ra)’den sonra seçilecek halife için, evlenmemiş genç kızlar dahil, herkesten fikir alınmıştır.[bk. Muhammed Hamîdullah, Islâm Müesseselerine Giriş Ist.1981, s. 112 (Ibn Kesîr’den nakil)]

Nihayet kadın öldüğünde kefeni de kocasına aittir. (3)

Görüldüğü gibi kadın geçim konusunda hiçbir derdi ve endişesi olmayan, yani alabildiğine sosyal güvenliği bulunan bir insandır. Ve bütün bunlar bir anlaşmazlık söz konusu olduğunda mahkeme kararı ile belirlenecek olan kanunî haklardır. Yoksa Islâm’da karı-koca birbirinden devamlı hak koparmak için çekişip duran iki düşman kutup değildirler. Birbirlerini tamamlayan, birbirlerine yardım eden, destek olan, huzur ve moral kaynağı oluşturan, bir bütünün iki yarım parçasıdırlar. Tıpkı Peygamberimiz (asv)’in ev işlerine yardım etmesi, Hz. Ali (ra) ile eşi Fatıma (r.anha) arasında iş bölümü yapması gibi.

Kaynak: Sorularla İslamiyet

Dipnotlar:

(1) Karının dövülmesi konusunda Nisâ suresi 34. âyeti ve tefsirlerine bakılabilir. Örnek olarak bk. Ibn Kesîr N/257; Kurtubî NI/170,172,173; Elmalı N/1351; Ebû Dâvûd, menâsik 56; Ibn Mâce, menâsik 84; Müslim hac 147; Tirmizi, Rada’11; Ebû Dâvûd, menâsik 56; Halebî Sağîr s. 395; Halebî Kebîrs. 621; Canan, Terbiyes. 391.

(2) bk. Deylemî’den, Gazâlî, Ihyâ N/52 (Terc. N/129); Ayrıca bk. Suyutî, el Camiu’s-sağîr (Fethu’I-Kadîr ile) VI/323

(3) Özet olarak sunduğumuz bu maddelerin daha geniş bir açıklaması için bk. Ibn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, Mısır 1380 (1960) NI/571 vd. Ayrıca bütün fıkıh kitaplarının nafaka bölümleri ve özellikle Serahsî, Mebsût V/180 vd.

Kur’an okumayı Musikîyle öğreniyorlar

Henüz 14 yaşındayken Bolu’dan İstanbul’a dini eğitimini tamamlamak için gelen 78 yaşındaki Dr. Mehmet Ali Sarı, beklenmedik bir şekilde konservatuar eğitimi alırken bulur kendini. Dini eğitimini müzik bilgisiyle harmanlayan Sarı, şimdilerde musikî ile Kuran-ı Kerim tilaveti öğretiyor. Kötü okunan ezanlarla ilgiliyse, “Ezanlar uzatılmadan güzel okunmalı.” diyor.

Bir yanda Kur’an-ı Kerim, bir yanda rast, segâh, neva ya da uşşak gibi Türk müziği makamlarıyla alınmış notlar… Tahtada porte üzerine çizilmiş notalar var bu sınıfta. Ama biz ne konservatuardayız ne de ilahiyatta! Pendik Haseki Dini Yüksek Eğitim Merkezi’nde bir sınıf burası. Yani imam, müezzin ve Kur’an kursu öğretmenlerine musiki makamlarıyla Kur’an-ı Kerim kıraatinin öğretildiği yer.

Dersi verense, döneminin ünlü musikişinasları Nevzat Atlığ, Şefik Gürmeriç, Süheyla Altmışdört, Naime Batanay gibi isimlerden konservatuarda müzik eğitimi almış Dr. Mehmet Ali Sarı. Adına pek çoğumuz aşina olmasak da aslında Enderun teravihlerinde duyduğumuz isimlerden. Onu özel kılansa Kur’an-ı Kerim hocası ve hafız olmasının yanı sıra engin bir musiki bilgisine ve pratiğine sahip olması ve bu bilgileri Kuran-ı Kerim tilâveti ile harmanlaması. 78 yaşında olan üstadın ardından bu tarz eğitimin verilip verilemeyeceği de meçhul ne yazık ki. Bu yüzden ailesinden, çok sevdiği köyünden ve kuzularından henüz 14 yaşında ayrılarak, gözleri yaşlı geldiği İstanbul Beyoğlu’na iyi ki yolu düşmüş diyoruz onu dinledikçe…

Bolu’nun Seben ilçesinin Tepe Köyü’nde doğan Sarı, Bolu’da hafızlık eğitimini tamamladıktan sonra hocaları aracılığıyla getirilir İstanbul’a. Maksat; Süleymaniye, Fatih, Eminönü gibi selâtin camilere bağlı yerlerde ilmini tamamlaması, aynı zamanda İstanbul usulü Kur’an okuma eğitimi almasıdır. Ancak tek tek kapısını çaldığı camilerin imamları, kalacak yeri olmadığı için eğitim veremeyeceklerini ifade ederler.

Yapacak bir şey yoktur artık. Geceyi otelde geçirip geri dönmektir niyet. Ama onu İstanbul’a getiren hocaları çok üzülse de Sarı, içten içe sevinmiştir bu duruma. İlk kez gördüğü ve ürkek bakışlarla izlediği dalgalı mavi denizi değil, köyünün kırlarındaki rengârenk çiçekleri koklayabilecektir tekrar çünkü. İstanbul’un büyüklüğünden ürken yüreği köyünde huzur bulacaktır yeniden.

Hayatı Pera’da şekilleniyor

Sirkeci’de kaldığı otele, dönemin İstanbul vaizlerinden Galip Gürses’in gelmesiyle değişir her şey. Gürses, Sarı’yla birlikte gelen iki arkadaşına bakar ve Sarı’yı işaret ederek, “Bunun yeri hazır.” der. Arkasına takar ve Beyoğlu’nda bulunan Ağa Camii’ye yerleştirir genç hafızı. Böylece Beyoğlu’nda, bir zamanlardaki adıyla “Pera” da şekillenir onun hayatı.

Sarı, İstanbul radyosu, Kristal, Küçükçiftlik ve Tepebaşı Gazinoları gibi büyük müzik mekânları ve İstanbul’un gece hayatını şekillendiren saz evlerinin yakınındaki camidedir artık. Zamanın meşhur bestekâr, hanende ve sazendeleri Sadettin Kaynak, Selahaddin Pınar, Mustafa Nafiz Irmak, Sabite Tur, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Perihan Altındağ, Safiye Ayla gibi birçok ünlü sanatçı da Beyoğlu sakinlerindendirler. “Kemal Batanay, Sadettin Kaynak, Kemal Gürses, Sadettin Heper, gibi isimler zaman zaman Ağa Camii’ne uğrayarak hocam Rahmi Efendiyle çay kahve içerler, şen şakrak kahkahalarla şakalaşırlar, sohbet ederlerdi.” diyor üstad Sarı. Haliyle sohbet çoğunlukla musiki üzerine olur.

O dönemler, İmam Hatip okulu öğrencisi olan genç hafız da, onlara çay kahve hizmeti yaparken, bu muhabbetleri kenarından bucağından dinler ve sanatçıların bu tatlı sohbetlerinin konusu olan musiki, sâri bir virüs gibi ona da bulaşır.

Sıkça camiye namaza gelen Kemal Batanay’ı kestirmiştir gözüne. Ondan rica eder, kendisine musiki dersleri vermesini. Batanay da memnuniyetle kabul eder. Caminin yakınında oturan Batanay, Kadıköy’e taşındıktan sonra da derslere ara vermeden devam eder musıki öğrencisi Sarı. İmam-Hatipten mezun olup, Yüksek İslam Enstitüsüne başladığı sırada Kemal Batanay’ın eşi tamburî Naime Batanay’ın “Konservatur eğitimi de almalısın.” nasihati üzerine, İstanbul Belediye Konservatuarı’na başvurur ve açılan sınavı kazanır. Yüksek İslam Enstitüsü’nün dersleri 15:30 da biter, 16:00’da konservatuar dersleri başlar. Yarım saatlik arada Fındıklı’dan, Osmanbey’e geçerek iki kurumdaki derslere, aksatmaksızın devam eder. Konservatuarda görevli çok değerli hocalardan teorik dersler alır, klasik eserler meşk eder.

Ezanlar muhtasar, müfit olmalı

İşte o dönemlerde Sarı’nın temelini attığı din ve müzik bilgileri şimdilerde çok farklı çıkıyor karşımıza. Kendi tabiriyle din görevlilerine seslerini gütmeyi öğretiyor. “Bu kurslara kadar onları sesleri güdüyordu, şimdiyse onlar seslerini yönlendiriyorlar” diyor.

Güzel okunmayan ezanlardan duyduğu rahatsızlığı ise şöyle ifade ediyor: “Dinimizin sesli, periyodik daveti olan ezan benim derdimdir. Sesi güzel olandan da, olmayandan da rahatsızlık duyuyorum. Güzel olmayan ses zaten dinletmiyor kendini. Güzel sesi olan da sesine güvenip uzattıkça uzatıyor ezanı. Hâlbuki ezan ilâm içindir. Dev hoparlörlerden duyuruyoruz zaten vaktin girdiğini. Uzatmaya hiç gerek yok. Ayda bir kere okunsa tamam, neredeyse ikişer saat arayla günde 5 kere okunuyor zaten. Ezan muhtasar, müfit, yani çok uzatılmaksızın güzel olmalı.”

İlahiyat fakültelerinde de eğitimi verilmeli

Dr. Mehmet Ali Sarı’nın bu alanda verdiği eğitimin ilahiyat fakültelerinde de verilmesi için, öğretim elemanının hafız olarak iyi bir hocadan talim dersi alması, Arapça bilmesi ve musiki alt yapısına sahip olması gerekiyor.

Elbette ki Sarı’nın yetiştirdiği birçok talebesi var. Ancak bu talebelerin aynı eğitimi verebilmeleri için daha epey mesafe almaları gerekiyor. Bu sebeple Sarı, görevini bıraktığında ne yazık ki bu eğitimi onun ölçüsünde verebilecek kimselerin varlığından şimdilik söz edilemiyor. Dileriz ki Sarı’nın ardından da bu nitelikteki eğitim devam eder ve Kuran-ı Kerim her yönüyle en üst düzeyde okunur.

Ayetlere giydirilen nağmeler Kur’an’a layık olmalı

Mehmet Ali Sarı melodilerin tilâvet geleneğinin önüne geçmemesi üzerinde de önemle duruyor: “Kuran-ı Kerim’in okunmasını düzenleyen tecvit kuralları var. Bu kurallara riayet ederek nağmeler giydirilmeli lafızlara. Yani tecvid esasları önde, ses arkada olmalı. Ve melodi motifleri Kuran’a layık olmalı. Şarkı ve gazel motifleri Kuran’da kullanılmamalı” diyor.

Hafızların sesleri güzel ama kullanmayı bilmiyorlar

Hafızların birçoğunun sesi çok güzel ama ses hakkında bilgileri yok. Bir ayeti okurken hangi perdeyi kullanıyor, başladığı akord ne, nerede karar veriyor, bunlardan habersizler. Musıki eserlerinde, örneğin Yahya Kemal’in ya da bir başka şairin şiiri nasıl özenle besteleniyorsa, Allah’ın sözlerini de seslendirirken gerekli itina gösterilmeli. Bakıyorsunuz, şairin sözünün seslendirilmesi bir usul dâhilinde oluyor. Alt seslerden başlıyor, üst seslere yükseliyor ve tekrar alt seslere dönülerek eser bitiriliyor. Allah’ın sözlerinin seslendirilmesinde ise ses nereye giderse eyvallah diyoruz. Bunun da mutlaka bir düzeni olması gerekir. Burada bu disiplinin eğitimini veriyor, meşkini yapıyoruz.

Esra Keskin Demir / Zaman Gazetesi

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version