Demek senin için hastalık bir sıhhattir..

Günün Ayet-i Kerime meali…

Bismillahirrahmanirrahim

De ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için en büyük okyanus mürekkep olsaydı, hatta onun bir mislini de takviye gönderseydik, bu deniz tükenir, Rabbinin sözleri yine de bitmezdi.

[Kehf Suresi 18,109]

……….

Günün Hadis-i Şerif’i…

Bismillahirrahmanirrahim

Peygamber Efendimiz (A.S.M) buyurdu ki:

“Kim: ‘Rab olarak ALLAH’ı, din olarak İslam’ı, Resul olarak Hz. Muhammed’i seçtim ( ve onlardan memnun kaldım)’ derse cennet ona vacib olur.”

(Ebu Davud, Salât 361)

.…….

Risale-i Nur’dan;

Dikkat ettim ki: Hangi hastalıklı genci gördüm; sair gençlere nispeten âhiretini düşünmeye başlıyor. Gençlik sarhoşluğu yok. Gaflet içindeki hayvânî hevesattan bir derece kendini kurtarıyor. Ben de bakıyordum, onların tahammül dahilindeki hastalıklarını bir ihsan-ı İlâhî olduğunu ihtar ederdim. Derdim ki:

“Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim. Hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki, dua edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış. Ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra, Hâlık-ı Rahîm inşaallah sana şifa verir.”

Hem derdim: “Senin bir kısım emsalin(yaşıtların) sıhhat belâsıyla gaflete düşüp, namazı terk edip, kabri düşünmeyip, Allah’ı unutup, bir saatlik hayat-ı dünyeviyenin(dünya hayatının) zâhirî keyfiyle hadsiz bir hayat-ı ebediyesini(ebedi hayatını) sarsar, zedeler, belki de harap eder.

Sen hastalık gözüyle, her halde gideceğin bir menzilin olan kabrini ve daha arkasında uhrevî menzilleri görürsün ve onlara göre davranıyorsun.

Demek senin için hastalık bir sıhhattir; bir kısım emsalindeki sıhhat bir hastalıktır.”

 (25. Lem’adan)

…….

Cevşen’den ;

29.

Ey varlığında başkasına muhtaç olmayan Kâim,
Ey varlığının sonu olmayan Dâim,
Ey mahlûkatına merhamet eden Râhim,
Ey mevcudatına hükmeden Hâkim,
Ey her şeyi bilen Âlim,
Ey yarattıklarını koruyan Âsım,
Ey her şeyi adaletle taksim eden Kâsım,
Ey ayıp ve kusur kendisine ârız olmayan Sâlim,
Ey istediğinin maddi ve manevi rızkını daraltan Kâbıd,
Ey istediğinin maddi ve manevi rızkını genişleten Bâsıt,

Sen bütün kusur ve noksan sıfatlardan münezzehsin,
Senden başka İlah yok ki bize imdat etsin.
Emân ver bize, emân diliyoruz. Bizi Cehennemden kurtar.

www.NurNet.Org

Eşime güveniyorum, güveniliyorum

Emniyet-i mütekabile:

Bir ailenin saadet-i hayatiyesi; koca ve karı mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. (24.Lema, 3.Hikmet)

Aile hayatının saadetinde diğer bir temel esas da eşler arasında karşılıklı emniyeti tesis etmektir. Emniyet: güven, eminlik hislerini uyandıran bir halde olmak demektir. Hayat-ı dünyeviyeyi beraber geçirmek için ilk başta güven temelinin atılması şarttır.

Evvela eşler Allah’ın huzurunda aile içi vazifeleri yükleneceğine söz veriyor, evlilik sözleşmesine riayet edeceğini taahhüt ediyor. Peki eşimizin bu sözünü tutacağına nasıl itimad edeceğiz, hepimiz pek çok sözler veriyoruz ama bazen yerine getiremiyoruz; aile hayatı gibi çok önemli ve daimi bir ortaklığa girerken eşimizin sözünde durup durmayacağını nasıl bileceğiz?

Bu çok önemli sorunun cevabı, eşlerin karşısındakine “güven” verip vermediğidir. Eğer insan yaşı, içtimai hayatta konumu ve vazifeleri itibarıyla taşıması gereken enfüsi ve sosyal kimliği taşıyamıyorsa, yani kendinden beklenenlere cevap verecek durumda değilse, karşısındakine güven vermez ve kendi iç aleminde de bu güvensizliği hisseder, hem kendine güveni olmaz. Çünkü insan ne kadar mağrur da olsa kendi kusurunu bilir; neyi ne kadar yapabileceğini tartabilir; eğer kendine yüklenen teveccühe mukabil kendini geliştirip layık olmaya çalışmaz da nefsinin tembelliğine kapılırsa, gösterilen makama liyakatsizliğinden ötürü kısa bir süre içinde kendine duyulan güvenin boşa olduğu meydana çıkar. Hem kendisi hem de sosyal çevresinde kalıcı sıkıntılara giriftar olur. Bu yüzden “kendine güvenmek ve güvenilmek” hislerini canlı tutmak gerekir; yani kendimize daima katkı yapmamız, hata ve eksiklerimizi tashih yoluna gitmemiz gerekir.

Meselenin evliliğe bakan kısmında, aile hayatına girmeden önce eş adayları çok iyi düşünmelidir ki “Ben, ileride benden beklenecek olan vazife ve manevi sorumlulukları yerine getirebilecek miyim?”. Bu kendini mihenge vurma işleminden sonra kalemi kağıdı alıp artı ve eksilerini yazmalı, hayat planını eksileri tamamlama yönünde kurmalıdır.

Bir aile kurarken eşlerden beklenen en temel özellik, aile hayatını Allah’ın rızasını kazanma yönünde devam ettirme çabasıdır. Bunun çok muhtelif dereceleri olduğu gibi, nihayetsiz yolları da vardır. Esas olan bu ana hedef üzerinde eşlerin ittifak etmesi ve buna götürecek yollar aramasıdır. (Evlilik, hayatımızda girdiğimiz en önemli ticari ortaklıktır.) Bu nokta-i nazardan, eş adayına şu nazarla bakıyoruz: “Allah’ın rızasını tahsil etme kastıyla yaşayacak bir içsel=enfüsi durumda mı?” Eğer bu güveni kendisinde görebilirsek o insanla hayat yolculuğumuza devam edeceğiz. Cevabı pek de kolay olmayan bu soru için İslam bazı zahir ölçüleri imdadımıza göndermiş.

Mesela bir hanımın İslamı yaşayıp yaşamadığının en temel ölçüsü “tesettüre riayet etmesi” olarak  belirlenmiş. Aynı ölçü beyler için de “namaz kılmak” olarak netleştirilmiş. Yani bir hanım hatlarını belli etmeyecek şekilde tesettüre riayet ediyorsa ve bir bey de 5 farz namazına riayet ediyorsa, bunlar en zahir manada İslamı yaşayan ve yaşamaya niyeti olan eş adayları olarak niteleniyor. Bu temellerde mutabakat sağlandıktan sonra daha hususi konularda sorgulamalar yapılabilir.

Mesela gaye-i hayatı ve vasıl olma yollarını karşılıklı konuşarak anlamaya çalışmak gerekir. Malumdur ki ne zaman, nerde, ne yapacağı belli olmayan birisiyle en basit bir iş yapmak bile insana sıkıntı verir; belirsizlik, tutarsızlık herkesi rahatsız eder. Bunlardan kurtulmanın en güzel yolu da işin başında genel hatlarıyla “aile kurmak” meselesini konuşmak, yol ve hedefleri ortaya koymak, ne kadar mutabakat var bakıp ona göre karar vermektir. Büyüklerden güvenin tesisi için yine önemli bir tavsiye de eşlerin birbirinden beklentilerini ana çizgileriyle kağıda dökmeleri, bunu da dini nikah akdi yapılırken birbirlerine ibraz edip, bu evlilik sözleşmesine sadık kalacaklarına dair Allah’ın ve şahitlerin huzurunda söz vermeleridir.

Eş adayı için böyle derinlemesine bir analizi neden yapıyoruz, yapmamız neden tavsiye edilmiş, boy posuna değil de şer’an küfüvlük denen diyaneten ve seciyeten denkliği araştırın diye niçin söylenmiş? Esas konu “eş adayı olan bu kimse ile yola çıkabilir miyim, imtihanlı ve ebedi bu yolculukta ona güvenebilir miyim?” sorusuna net bir cevap bulmak; kendimizi riske atmamak; güven almak ve güven vermek.

Meselenin ciddiyetinden ötürü alt yapıyı titizce hazırlamak ehemmiyet arz ediyor. Yoksa bazı hissiyatın galebesinden ötürü sorgusuz sualsiz girişilen aile hayatlarında, zaman içinde eşlerin birbirinden çok farklı beklentilerinin ortaya çıkması ve birbirini tanımamaktan ötürü güvensizlik hissi, ailenin devam edememesine yol açıyor –ki bu zamanda pek çok vak’a İslami edepte tavsiye edilen araştırmanın ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor.

Araştırıp soruşturma aşamasında ehemmiyetli yardımcılardan birisi de eş adayını tanıyan hakperest insanlardır. Soruları onlara yöneltip kanaatlerini öğrenmemiz, kendi tesbit edemeyeceğimiz noktaları onlardan gelen bilgiyle değerlendirmemiz önemli bir kazanımdır. Bütün bu aşama tamamlanıp karşılıklı güven alıp-verme noktasına gelindikten sonra aile hayatına adım atılıyor.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi aile hayatı sürekli katkı isteyen dinamik bir yapı; hiçbir gün, bir önceki günkü birikim, tecrübe, sabır ile geçilmiyor; sırr-ı imtihan bizden aile şahsı manevisini ayakta tutmamız için her gün yeni kulluk alanları ve manevi gelişimler bekliyor. Bunun bir ucu da karşılıklı güven hissinin devamında görülüyor. Yani ilk başta çizdiğimiz şahsiyetimizi zaman içinde devam ettirmek için gayret gerekiyor.

Zaman içinde, hadisatın fetvasıyla manevi değerlerden verilen tavizler, hedeflerini unutmaktan gelen gevşemeler ve rehavet, hayatı monotonlaştırıp tembellik döşeğine hapsolmaktan gelen ruhi sıkıntılar, ferdiyetten çıkamayıp ortak bir hayatı paylaşamamaktan gelen nefsin baskısı gibi sebepler insanın ahlakının bozulmasına, şahsiyetinin kaybolmasına, bunun neticesi olarak da  kendisine güvenini kaybetmesine yol açar; diğer aile ferdlerinin de kendisine olan güvenini yitirir. Bütün bu bozulma ve yozlaşmalara karşı eşler birbirini ve kendisini muhafaza etmeye çalışmalıdır. Birbirini hayra teşvik etmeli, şerden alıkoymalıdır. Meselemizle alakalı olarak:

Aile saadeti, kadın ve koca mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir muhabbetle devam ettiğini; ve tesettürsüzlük o emniyet ve muhabbeti bozduğunu ve kırdığını;.. (24.Lema)

Demek ki, tesettürsüzlük, açık-saçıklık ailedeki güveni sarsan sebeplerden biridir. Hanım kendini başkalarının nazarından sakınmadığında eşinin onun iffetine olan güveni kırılır; halbuki hanımdaki en ehemmiyetli hasletler iffet ve sadakattır. Bu hasletler zayıflayınca aile şahsı manevisi önemli zarar görür. Hanımına güvenemeyen bir eşin zihnini vesvese kurtları kemirir durur; hanımı onun nazarındaki itibarını kaybeder; “çocuklarımın annesi” hakikatinden gelen safiyet ve nezafet manası kaybolur. Kendisine güvenildiğini hissetmeyen bir hanım da fazla verimli olamaz ve neticede eşlerin kuvvetleri çok zayıflar; dış imtihanlara karşı mukavemetleri azalır.

Elhasıl, eşler ailenin ortak maddi ve manevi çıkarlarını koruyacak şekilde, şahsiyet ve ahlaklarını muhafaza ve inkişaf ettirecek faaliyetlerle aralarındaki emniyeti muhafazaya gayret etmelidirler.

Ya Rabbi! Nasıl ki Hz.İbrahim(AS) emrin ile  Hz. Hacer(RA) validemizi Kabede bırakmıştı ve Hz. Hacer’in Kabede olmasıyla o zamanın bütün müminlerinin namazı ikame edilmiş olmuştu; bu asrın fedakar validelerine de eş ve evladlarının ubudiyetlerinin muhafazasında Hz.Hacer validemizin metanet ve sadakatini lutfeyle. Amin.

Nabi

www.NurNet.Org

Said Nursî “Bana yazdırıldı” derken peygamberlik mi iddia eder?

Said Nursî “Bana yazdırıldı” derken peygamberlik mi iddia eder?

Peşinen söylemem gerek. Aşağıda okuyacağınız, katılıp katılmamakta tereddüt edeceğiniz ifadelerin hiçbiri herhangi bir ilahiyatçı ya da tıpçıyı hedeflemiyor. Yazıda sadece “ilahiyatçılık” ya da “tıpçılık” tarif edilmeye çalışılıyor.

“İlahiyatçılık” ya da “tıpçılık” bir tavrın adıdır. Öyle ki, “ilahiyatçı” olmak için ilahiyatçı olmak gerekmediği gibi, tıp doktoru olmayanlardan da “tıpçı” olmak beklenebilir. İlahiyat ya da tıp eğitimi alan ya da veren muhterem insanları kınamak değil elbette maksadım, ancak ilahiyatçı ya da tıpçıları da etkileyebilecek bir savrulmaya dikkat çekmeye niyetliyim.

Şöyle ki: Tıpçılar nasıl insanın selameti için insanı kadavralaştırıyorsa, ilahiyatçılar da dini biçimsel kategorilere ayırırlar. Ben de bir tıpçı olarak gayet iyi biliyorum ki, kadavra üzerinde çalışırken de, yoğun bakımda ya da acil serviste bir insanın hayatını kurtarmaya çalışırken de insanla samimi olmak zorunda değildir hekim.

Cerrahlar insanın kendisine muhatap olmadan, muhatap olmak zorunda kalmadan, muhatap olmaya ihtiyaç duymadan, insanın gözünü, dizini, beynini opere edebilir. Bazen bu istenir bile. Hekimler insanın kendisiyle oyalanmadan ve tanışmadan “iş”lerini daha iyi yapabilirler.

Aynı şekilde ilahiyatçı da bir ayetin kelimelerini hece hece inceleyebilir, kelimelerin etimolojisine derinlemesine nüfuz edebilir, bir hadisin rivayet zinciri üzerinde uzun tezler yazabilir. Ancak bu sırada ayete ve hadise muhatap olmayabilir, muhatap olmamayı bir eksiklik saymayabilir, hatta muhatap olmamayı işinin gereği sayabilir. Çünkü ilahiyatçı da tıpçı da operasyon adamıdır, eylem uzmanıdır. Tıpkı taksiciler gibidirler. Taksici kimin nereye, niye gittiğiyle ilgilenmez, ilgilenmek zorunda değildir, ilgilenmemesi gerekir. Taksici operasyonunu yapar; şehrin hangi semtinde güzel yemek yeneceği, hangi sahilde daha keyifli gezileceği müşteriyi ilgilendirir. Taksicinin müşterisine verebileceği en iyi hizmet, sokakları, caddeleri, çıkmazları, meydanları avucunun içi gibi bilmektir.

Sözgelimi, bir hadisçi, bir hadisin nerede, kime, nasıl, hangi kanaldan, kaç versiyonla geldiğini, zayıf mı, sahih mi, mevzu mu ince ince bilir, söyler. Ancak bu sırada sözün neyi kastettiğini tatmak aklına gelmese de olur. Hadisçi hadisin tadını almadan doktora tezi bile yazabilir, yazdırabilir. İlahiyatçıya göre, mesela bir ayetle samimi ilişki kurmanın adı “tasavvufi bakış açısı”dır; sadece bir açı farkı olarak kaydetmek zorundadır bu içtenliği. Nefsin hallerini sayabilir, saymalıdır ama “emmare” olan nefsini “mutmainne” olarak yaşamak ilahiyat müfredatında yoktur; olması gerekmez, olmaması gerekebilir.

İlahiyatçı içtiği suyun tadına değil etiketine bakmakla yükümlüdür; suyun tadına aşina olma zorunluluğu yoktur. Hamidiye suyunun üzerine Çırçır suyu etiketi yapıştırırsanız, suyu Çırçır olarak tarif edecektir. Çırçır suyu etiketli bir suyun, Hamidiye suyu da olabileceği iddialarını “zayıf” ve “mevzu” olarak tanımlayacaktır.

İlahiyatçı, mesela Mevlana‘nın hadis kitaplarında yer bulmayan hadisleri çokça zikretmesine, hatta tüm davasını o hadislerin anlamı üzerine inşa etmesine mesafeli bakacaktır. Hadis sahih değilse, hadisçiye göre, hadise dair yorumlar da sahih olmaktan çıkacaktır. İlle de gönül adamı olacaksa, bunu ilahiyatçı kimliğinin dışında bir alana geçerek yapmak zorundadır. Oysa Mevlana da Geylani de, Gazali de Nursi de Peygamber sözlerinin tiryakisidir. Tiryakiler sözü tadından tanır; etiketinden değil. O söz teknik olarak sahih hadis sayılmasa da, bir sözün peygamberî tavır içinde karşılık bulacağı anlamlar arar, bulur.

Bu konuda “Sen olmasaydın, sen olmasaydın…” diye başlayan “Levlâke…” hadisi çarpıcı bir örnektir. İlahiyatçılığın sıkı disiplini bu söze hadis kaynaklarında net olarak yer verilmemesi üzerine sadece susar, “sahih” olmadığı notunu düşmekle yetinir. Fazlası disiplin dışına çıkmak demeye gelir. Sözün kendisiyle ancak laboratuvar şartlarında muhatap olmak zorundadır ilahiyatçı. Sözü yüreğine değdirmek, gönlünde bu sözün anlam alanına tekabül edecek bir hakikat aramak ilahiyatçı olarak işi değildir.

Şu halde ilahiyatçı tavrını hakkıyla benimsemiş bir ilahiyatçıdan Said Nursi’nin “bana yazdırıldı…” “kalbe ihtar edildi…” türünden, hakikatle samimiyet ilişkisini anlaması ve tartması beklenemez. Tartmaya kalkarsa, ancak teknik olarak tartar; en iyi ihtimalle “peygamberlik iddiası” kapsamında yorumlanabilmesine ses çıkarmaz, bir de şahsi hesabı varsa, “peygamberlik iddiası” kapsamına koyuverir.

Said Nursî, İmam Ali’nin[ra] eserlerinde Risale-i Nur’a dair işaretler olduğunu kaydeder; açıkça vurgular, talebelerine anlatır. Elbette ki bunu da Risale-i Nur‘a dokunulmaz “kutsal kitap” statüsü kazandırmak için değil, İmam’ın kerameti adına söyler. Kaldı ki Said Nursî, sırf Risaleleri okuyup yazmalarından ötürü insafsız mahkemelerce idam iddiasıyla yargılanan talebelerine moral destek sağlamak için bu işaretlerin altını çizer, ama ilahiyatçının bu zamandan o zamana bakışı son derece soğukkanlı olacaktır.

Said Nursî ve talebeleriyle empati kuracak insaf ve anlayışını esirgerse, kimse ilahiyatçıya bir şey diyemez, insaf meslek gereği değildir. İmam Ali’nin[ra], harf devrimleriyle ve yasaklarla kaynak çoraklığı yaşandığı bir dönemde, Kur’ân’la bizi doğrudan tanıştıran, bize Kur’ân’a dışarıdan baktırmaktan öte bize Kur’ân’la bakmayı öğreten bir esere manevi ilgisini görmemek meslek erbabı için kusur değildir. İlahiyatçı olarak haklıdır. Kalbinizi çok teknik bir operasyonla yeniden çalıştıran bir cerrahtan niye bir de tebessüm bekleyesiniz?

İnsanî nezaketi takınarak bakarsanız, “Bana yazdırıldı…” ve “Kalbe ihtar edildi…” gibi cümlelerin tekebbür için değil tevazu sonucu söylendiğini anlamakta zorlanmazsınız. Tıpkı “ben çok günahkârım…” diyen bir adamın, “ben”le başlayan cümlesini “o” diye başlayan cümleye dönüştürdüğünüzde gramatik bilgi hatası yapmadığınız halde, nezaket hatası yapmanız gibi.

Bir insan “Ben günahkârım” derken, kendi iç dünyasının gerçekliği üzerinden kendini bağlayan bir bildirimde bulunur. Onun kendi sübjektif algısında “günah” diye algıladığı sizin “günah” diye algıladığınızla eşleşmiyor olabilir. Onun “ben günahkârım” deyişi ile sizin “ben günahkârım” deyişi aynı nesnel gerçeği ifade etmez. O halde, bu cümleyi “o günahkârdır” diye tercüme edemezsiniz; çünkü onun günah diye kastettiğini ancak o bilir, o anlar. “Bana bildirildi…” cümlesi de ancak “ben” öznesiyle nakledilmelidir. Söz sahibinin iç gerçekliğiyle ilgilidir. Bu cümleyi “Said Nursi’ye bildirildi, yazdırıldı…” diye çevirirseniz, tartışılır bir nesnel gerçeklik olarak algılarsınız.

İlle de ilahiyatçılara anlatmak gerekirse, “Sen attığında, sen atmadın; velakin atan Allah’tır” mealindeki ayetin ekseninde söylenmiş olamaz mı bu cümle? Atma eylemini tercih eden insandır; ama eylemi yaratan Allah’tır. Aynı şekilde, yazma eylemini de var eden, yaratan Allah’tır. Tercih eden Said Nursî’dir. İş bu kadar kolayca anlaşılabilecekken, işi yokuşa sürme, bin dereden su getirme niyeti pekâlâ başka türlü yorumların malzemesi de yapabilir bu cümleyi. Bu da, yorum sahibinin Said Nursî’nin ne söylediğiyle değil, Said Nursî’nin söylediğinden ne anla(t)mak istediğiyle ilgilidir.

Hem sonra “kalbe ihtar edildi…” sözüne kim hangi hakla karşı çıkar? Allah kulunun kalbinden bihaber midir? İnsaf, sadece insaf! “Kalbe ihtar edildi” demek kalbine ihtar edileni büyütmez, kalbe ihtar edenin keremini ve ilmini, rahmetini ve ihsanını hissettirir.

Said Nursî sözlerinden peygamberlik iması çıkarmaya kalkmak, ciddi bir yetersizliğin de ucunu gösterir. Aklınızdaki algılama çerçevesi yeterince geniş değilse, her türlü veriyi bu çerçeveye sığdırmaya çalışırsınız. Gerçekliğin kolu bacağı çerçevenizin dışında kalırsa, inkâr eder, yok sayar; biraz daha ileri gider saçmalıkla etiketleyebilirsiniz. Bu da bir gerçekliktir; kim ne diyebilir? Oysa veriler değildir saçma olan, veriyi algılayan aklın anlam alanında verilerin kendine yer edinememesidir.

Şöyle anlatayım: Eğer, bakırcılıkla meşgulseniz, her türlü değeri sadece bakırla ölçersiniz. Yediğiniz ekmeği de, giydiğiniz elbiseyi de… Altından bihaberseniz, altın’ı unutmuşsanız tek yapacağınız budur. Aynı şekilde, kafanızda sadece kibirlenme/büyüklenme çerçevesi yer etmişse, hele bir de gökten yere dokunuşların cümlesini “vahyin inişi” kapsamında algılayacak esneklikten yoksunsanız, “vahiy” deyince aklınıza sadece doktora tezlerinin başını süsleyen lügat tanımları geliyorsa, Said Nursî’nin bu cümlelerini tekebbüre, büyüklenmeye yormaktan başka seçeneğiniz kalmaz.

Kategorize düşünen bir aklın “bana yazdırıldı..”lardan anlayacağı tek şey “bana peygamber gibi vahiy indirildi” iması olacaktır. Bu şekilde inşa edilmiş bir aklın terazisinde başka türlü bir değer tartılmaz.

Şimdi “Bunlar da benim kalbime ihtar edildi; bana da bunlar yazdırıldı” deyiversem, “bana vahiy geldi” mi demek isterim?

Senai Demirci – RisaleHaber.com

Birbirine Güç Veren Çekirdekler

Sitemizi Takip Eden Bir Üyemizden :

Yazılarınızı her gün büyük bir keyifle okuyorum. Üzerlerinde çalışılmış, emek verilmiş, güncel konulara hitap eden, çok istifade edebildiğim ve büyük bir hazla okuduğum yazılar.

Öncelikle bu kutucuk izin verirse kendimi birazcık anlatmak isterim. Yaklaşık 10 yıldır şu anda bulunduğum şirkette çalışmaktayım. Kamuya ait özel bir şirket burası. Burada çalışan yaklaşık 2500 kişinin çoğu muhafazakar yapıda. Her cemaate her grupa ait arkadaşlar var.

2006 yılında şirketimizde işe başlayan bir ablanın vasıtasıyla 1 saatlik öğlen arasının yarım saatini Risale-i Nur okumalarına ayırdık. Benim bu gruba katılmam 2008 yılını buldu, evladıma yeni kavuşmuştum, doğum izni kullanmıştım.

En başta bir konu seçilip onun üzerinden atıflı yapılan dersler, zamanla seri kitap takibi olarak devam etti çok şükür. İlk başlarda yaklaşık 10-15 kişinin iştirak ettiği derslere  şu an düzenli olarak 7-8 kişi katılıyor. Günde yarım saat, şirketin ücra köşesinde bayanlar için yapılmış mescidi kullanarak kitap okuyoruz.

Lemalar ve Mektubat’ı bitirdik. Sözler’den 30. söz’deyiz.  Aylık program yaptık, çetele haline getirdik.

Pazartesi-Salı kitap okuyoruz.

Çarşamba her hafta seçtiğimiz bir esma üzerine tefekkür yapıyoruz, daha önce tefekkür ettiğimiz esmaları da düşünerek.

Perşembe, sorumlu arkadaş bir mektup seçiyor onu okuyup konuşuyoruz.

Cuma günü ise Cevşen ve diğer sair duaları okuyup hep birlikte dua ediyoruz.

Her gün mutlaka birbirimize ismen dua ediyoruz, günde 1 ayet bile olsa Kuran okumaya çalışıyoruz. Ayrıca haftalık/aylık hatim-yasin-tefrice-ihlas okumalarımız var. Programımızı bu şekilde yaptığımız için seri kitap takibinde çok ilerleyemiyoruz ama buna da şükür.

İçimizden sebatkar ve evinde de Derse başlayan arkadaşlarımızdan biri, bize, “Çekirdek” ismini vermiş.

Risale-i Nur’dan başka her hangi bir bağlantımız yok. Hepimizde farklı yayınevlerinin kitapları var. Kimisi sözlüklü tercih ediyor, kimi özellikle sözlüksüz. Zorlama yok, baskı yok şekil yok, ama hepimiz hep aynı saatte oradayız.

Sitenizi yaklaşık 1-2 aydır takip ediyorum. Derslerde “Nurların inkişafı“, diye hep değinirdik ama şimdi anlıyorum Dünyaya ne kadar yayıldığını, Dershaneler, Dersler inanamıyorum !

Hepimiz bu yapının “çekirdek“leriyiz, farkında olmadan birbirimize güç kuvvet veriyormuşuz bunu bir kez daha anladım.

Emeği geçen herkesten Allah razı olsun. Allaha emanet olun.

www.NurNet.org

Azerbaycan’dan bir hoş sada, güzel bir hatıra..

12.10.2010

Isparta

(Bismillah..) Dün sabah, 9. Bediüzzaman sempozyumu için Türkiye’ye gelen birkaç Azerî hanım kardeşimizle Barla’ya gittik. İsimlerini vermemem konusunda söz aldıkları için açık yazamıyorum -Ayşe Fatma, Meryem diyeceğim- ama dualarınızda ind-i İlahî’de gayet mübeyyin olan bu kardeşlerimizi unutmamanızı rica ederim.

Yolda Ayşe kardeş ile yaptığımız sohbetimizi aktarmak istiyorum.

Sabah  9.15’te İzmirli ve Azerî misafirlerimizle birlikte Barla yoluna çıktık. Bir müddet geçtikten sonra  tanışma  niyetiyle Ayşe kardeşle konuşmaya başladım. Gözleri cam gibi parlayan ve ruhundaki sürur yüzüne de yansıyan bu kardeşe klasik sorular sordum. Azerbaycan’ın neresindesiniz, dersleri nasıl yapıyorsunuz, dersanede kimler kalıyor, cemaat fazla mı vb. sorular.. Sonra Ayşe’ye eşinin Nur talebesi olup olmadığını sordum. Eşi vasıtasıyla nurları tanıdığını ve “3 ay önce eşinin şehit olduğunu” söyledi. Algılayamadım.. Karşımda müferrah ve mesrur gülümseyen bu genç hanımın eşinin 3 ay önce vefat ettiğini anlayamadım.. İnsan ister istemez müteessir oluyor, Ayşe : “Üzüldün mü?” dedi.

“Evet” dedim, tesellici yoldaş olmak istedim ama nafile, o kadar mukavemeti bulamadım kendimde. Ayşe müftehirane: “Ben üzülmüyorum, eşinin şehit olması herkese nasip olmaz” dedi. Ben hala Ayşe’nin hangi boyutta konuştuğunu algılayamıyordum, üzerinden 24 saat geçmesine rağmen hala aynı durumdayım. Ayşe ihlasla yoğrulmuş bir ruh; nasıl ki hayatı Allah için yaşamış, ölümü de Allah için olan eşi ve ondan öğrendiği bu keskin ihlasa dayalı bir insanlık seviyesinde yaşıyordu. O anda otobüs, Eğirdir elmalıkları, seyahat hepsi gözümden silindi ve Ayşe’nin nurlu sesiyle onun çıktığı yüksek alemde sohbete devam ettik. İnsan nur kardeşinden gelen muazzam inikas ile ruhen uruc ediyor, yükseliyor, elhamdülillah. O sabah bu seyahati lutfeden Rabbim’e çok şükrettim. Gayet sıradan başlayan seyahatimiz çok başka bir mecraya doğru, otobüsle beraber ilerliyordu.

Sonra eşiyle geçirdikleri hayat ve hizmet maceralarını anlatmaya başladı.

Eşi Anar Ağabey (Anar, Allah’ı zikreder manasında imiş)Azerî ordusunda Askerî Pilotluk yapmış. Okulda iken bir vesileyle namaz kılmaya başlamış ama komutanları hep Rus ve ateist oldukları için çok sıkıntı çektirmişler. Ayşe de 13-14 yaşlarında iken “namaz”ı merak etmiş. Ne olduğunu bilmeden araştırmış bir müddet. Aile büyüklerinden birinin namaz kıldığını öğrenmiş ve ona danışmış. Azerbaycan’da Şia uygulamaları yaygın olduğu için 3 vakit bir namaz öğretmişler, bir de namaz kılarken başının örtülü olması gerektiğini.. Ayşe de ruhunun ihtiyacıyla bu şekilde namaza başlamış.

Okulu bitirmesiyle Anar Abide evlilik niyeti olmuş. Lakin yaşadıkları şehirde tek namaz kılan hanım Ayşe ve tek namaz kılan bey de Anar Abi imiş. “Namaz kılmayanla evlenilmez” diyerek (ikisi de birbirini hiç görmeden) evliliğe karar vermişler. (Ayşe 18, Anar Abi 22 yaşında.)

Evlendikten 1 ay sonra Çeçenistan’dan savaş haberi gelmiş. Anar Abi “Müslüman kardeşlerim öldürülürken ben nasıl evimde otururum” diyerek Çeçenistan’a gitmek istediğini söylemiş. Bütün ailesi çok kızmış, “Madem savaşa gidecektin, halkın kızını niye aldın?”diye azarlamışlar ama nafile.  Anar Abi, kararını vermiş ama eşinden gitmek için izin istemiş.  “İzin verir misin?” diye, kahraman kardeşimiz Ayşe de “Hayat senin, nasıl istersen öyle yap” diyerek tam teslimiyetle karşılamış.

Bu sırada Anar Abi Risale-i Nurları tanımış. Ona risaleleri tanıtan Türk abi “Çeçenistan’a gidip insanların dünya hayatını kurtaracağına Risale-i Nurlarla insanların ebedî hayatlarını kurtar.” demiş. Anar Abiye de bu daha makul gelmiş ve bundan sonraki ömrünü hizmete tam manasıyla vermeye niyet etmiş.

Azerbaycan’da abinin vazifesinden ötürü askerî lojmanda yaşıyorlarmış ve İslamî yönden çok sıkı denetim altındalarmış. Diğer subayların da kışlanın herhangi bir yerinde namaz kılmasına izin yokmuş. Anar Abi kendi gibi namaz kılan diğer subaylar için evini mescid yapmış. Nasıl..?

Ayşe, eşi evden çıkar çıkmaz kendini odasına kilitliyor, evin kapısını açık bırakıyor. Böylece hangi saat olursa olsun ev daima subayların namaz kılmaları için müsait oluyor. Fırsatını bulan subay da gelip vazife-i ubudiyetini yapıyor. Ayşe dedim, “Bir ihtiyacın olunca ne yapıyordun, odandan hiç mi çıkmıyordun?”. “Eşim öğlen geliyordu, o evden çıkmadan bütün ihtiyaçlarımı karşılayıp tekrar odama dönüyordum” dedi. Bu şekilde Ayşe’nin evi 1 sene mescid olarak kullanılmış. Anar Abi bu sürede de boş durmuyor, Nurları etrafındaki  insanlara anlatmaya, neşretmeye çalışıyormuş.

(Devamı bir sonraki yazıda inşallah. Şehit abimizin şirin yavruları Muhammed ve Nurseven için hassaten dua bekliyoruz..)

Nâbi

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version