Etiket arşivi: Allah

Bak Allah’ın Rahmet Eserlerine! Ama İyi Bak!

Kur’ân’ın bize gösterdiği yerde bambaşka bir âlem vardır. Bizim dünyamızdaki karışıklıklara karşılık, orada huzur ve sükûn bulunur. Orası cıvıl cıvıl, rengârenk bir âlemdir.

Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor. (Rum Sûresi, 30:50)

Bize imanın hazzını bütün sıcaklığıyla tattıracak bir potansiyele sahip olan bu âyeti hergün tekrar tekrar okusak yeridir:

Ama sadece dilimizle değil, tüm varlığımızla.

Bir de, oturduğumuz yerde değil, âyetin “Bak” diye gösterdiği yerlerde.

Çünkü bu âyet, etrafımıza ördüğümüz duvarların arasından bizi çekip çıkarmakta ve gerçek dünya ile yüz yüze getirmektedir.

Gerçek dünya ile, evet!

Her ne kadar bizim bulunduğumuz yerden bakıldığında bizim dünyamız gerçek gibi görünüyorsa da, bu, âlemler içinde görülmeyecek kadar küçük bir nokta, zaman içinde sözü bile edilmeyecek kadar kısa bir andır. Eğer bu an içinde olup bitenler kâinatın geri kalan kısmı ile bir uyum halinde cereyan etseydi, biz âlemi gerçek rengiyle görmekte zorlamazdık. Fakat işin aslı öyle değildir.

Bu âlem içinde bizim kurduğumuz dünyanın, inşa ettiğimiz medeniyetin donuk, haşin bir çehresi vardır. Orada insanlar birbirinin kötülüğünden korunmaya çalışır. En küçük beşerî ilişkilerden ülkeler arası ilişkilere kadar her seviyedeki ilişkilerde hükmeden, çıkar çatışmalarıdır. Orada bombalar patlar, savaşlar çıkar, insanlar ağlar. Bütün bu kargaşa içinde yaşamaya çalışan insanların günleri, o işten bu işe yetişmek yahut yaralarını sarmak için çabalamakla geçer.

Kur’ân’ın bize gösterdiği yerde ise bambaşka bir âlem vardır.

Orası cıvıl cıvıl bir hayat kaynayan, rengârenk bir âlemdir.

Bizim dünyamızdaki karışıklıklara karşılık, orada huzur ve sükûn bulunur.

Bu dünyada bunalan ruhlar, o âleme girer girmez aradaki farkı hisseder; orada bir saat kalacak olsa, dinlenmiş ve dertlerini hafiflemiş şekilde geri döner.

İşte o âlem, gerçek âlemin ta kendisidir.

O âlem, rahmetin her taraftan tebessüm ettiği âlemdir.

Gerçi o tebessüm, bizim günlük hayatımızdan da hiçbir zaman eksik olmaz. Fakat biz parazitler arasında onu fark etmeyiz. Fark edilecek olsa bile, bir serçe cıvıltısı, bir çiçek açışı, bir gündoğumu, küçük dünyamızın meşgaleleri içinde önemli bir yer işgal etmez.

Her ne kadar bu durum, birçoğumuz için inançsızlık anlamına gelmese de, bir eksiklik anlamına gelir:

İnancımızda rahmetin neş’esi eksiktir.

Herşeyi kuşatan kudretiyle bir Yaratıcımızın bulunduğuna bütün kalbimizle inansak bile, Onun rahmetinin de herşeyi kuşattığından haberdar değilizdir.

İnancımız ve yaşayışımız, birbirini böylece karşılıklı olarak etkiler. Merhamet ve muhabbet gibi kavramlar, hayatımızda olması gereken yere hiçbir zaman yerleşemez.

Fakat Kur’ân, o son derece net ve keskin üslûbuyla bizim dünyamızın karanlıklarını bir anda yırtıyor; bir şimşeğin çakışı gibi âni aydınlığı ve gür sesiyle bize bir şok veriyor.

Bak Allah’ın rahmet eserlerine!” diyor.

İşte, bak. Bak da gör, ölmüş yeryüzünün dirilişinde o rahmet nasıl gülüyor.

Papatyalarla, sarıçiçeklerle, gelinciklerle bezenmiş çayırlara bak.

Çiçeklerini takınıp çayırların üzerinde sıra sıra dizilmiş ağaçlara bak.

Çiçekler arasında, bir şerbet çeşmesinden diğerine uçuşan böceklere, arılara, kelebeklere bak.

Cıvıl cıvıl kuşlara ve yavrularına bak.

Çayırlarda koşuşan kuzulara bak.

Allah’ın rahmetini müjdeleyen rüzgâra bak.

Gökten bulutlarla, yerden derelerle taşınan rahmet hazinelerine bak.

İşte, Kur’ân’ın “Bak” dediği yerde görülenler bunlardır. Ve bunlar, hayatın ta kendisidir. Bizim hayat zannettiğimiz şeyde eksik olan da bundan başkası değildir.

Ölmüş yeryüzünün dirilişine âyetin “rahmet eseri” olarak atıfta bulunması dikkat çekicidir. Oysa bunun bir kudret eseri olarak sunulması bize daha makul gelebilirdi. Gerçi âyetin sonunda “Onun gücü herşeye yeter” cümlesiyle bu husus da vurgulanmıştır; ancak kâinat kitabı bahar sayfalarında rahmetin tebessümünü apaçık gösterdiği gibi, Kur’ân da dikkatlerimizi aynı yere yöneltmekte ve “Bak Allah’ın rahmet eserlerine” buyurmaktadır.

Burası, imanımızda ve o imanı yaşayışımızda, belki de en büyük eksiğimizin ortaya çıktığı yerdir.

Hayata bakarken onun yüzünde ilk olarak gözümüze çarpan şey rahmet olduğu, hayatı yaşarken ilk yansıttığımız şey de rahmet olduğu gün, bu eksiğimizi kapatmışız demektir.

Onun yolu ise, kendi dünyamızın duvarlarını aşarak gerçek hayatla yüz yüze gelmektir.

Yani, Kur’ân’ın gösterdiği yere bakmak, Kur’ân’ın gösterdiği yerden bakmaktır.

Onun da anlamı, rahmeti görmek, bir rahmet ve muhabbet neş’esi içinde yaşamak, o neş’eyi ve o rahmetin eserlerini kendi yaşayışımızla yansıtmak demektir.

Ümit Şimşek

Sen vazifeni yap, inayet Allah’tandır

Cenab-ı Hak, Yüce Kitab’ında şöyle buyuruyor: “Ey Peygamber! Rabb’inden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah Seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri muradlarına erdirmez.” (Mâide, 5/67)

Her şeyden önce, tebliğ vazifesi çok ciddi bir mesuliyet ve pek ağır bir sorumluluktur. Denebilir ki, peygamberlik payesine yükseltilmiş ve o payeye uygun bir donanımla yaratılmış bir insanın varlığının gayesi tebliğdir. Cenâb-ı Hak, bir insana iffet, fetânet, sıdk ve sadâkat, emniyet, güzel örnek olma, istikâmet, rabbânîlik, hasbîlik, ihlâs, çok aşkın bir tebliğ kabiliyeti… gibi üstün kabiliyet ve istidatlar bahşetmiş, sonra da onu peygamberlikle şereflendirmişse, bu özel bir vazife için donanmış olmayı ve o peygamberin hususiyle o iş için yaratıldığını gösterir. Her peygamber bu özel donanımın farkında olarak yaşamıştır. Onlar için mecburi istikamet, risalet yolunda yürümektir. İşte ayet-i kerimede “Ey Peygamber! Rabb’inden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun.” Yani, “Senin konumun risalet konumudur. Peygamberlikle alakalı hususların gereğini tam eda etmediğin takdirde konumunun hakkını vermemiş olursun.” deniliyor.

O devirde insanların hepsi belli kötülüklerin morfinmanı, eroinmanı, alkoliği gibi olmuşlardı. Hastalık, ayrıldıkları zaman muvazeneleri bozulacak kadar bütün bünyelerini sarmıştı. Hani uyuşturucu müptelası insanları tutuyor, ellerini ayaklarını bağlıyorlar, o da başlıyor çığlıklar atmaya, yırtınmaya, dövünmeye.. o devirde her fert öyleydi. Alışageldikleri çirkinliklerden ayrılmak onları deli ediyordu. Allah Teâlâ, böyle bir ortamda bulunan Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) “Sen her şeye rağmen, sana sunulan mesajları tebliğ et.” diyordu. “Bu senin konumunun gereği. Her konum kendine göre bir duruş ister. Duruşunu çok iyi ayarlayamazsan, Seni o yüce konumdan mahrum ederiz.” mesajı veriyordu.

Düşmanlarla Çevrili Bir Dünya

Diğer taraftan, getirdiği mesajlardan dolayı kendi kavmi, kabilesi ve en yakın akrabası bile Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) düşman olmuştu. Mesela, Resûl-i Ekrem küçük yaşlarında Ebu Leheb’in evine gitmiş, hem Ebu Leheb ve hem de eşi Ümmü Cemil, Efendimiz’i kucaklarına almış, sevmiş, omuzlarına koymuş, cariyeleri Süveybe’den süt emzirtmişlerdi. Fakat, peygamberliğini ilan ettiği zaman Ebu Leheb ve eşi “en azgın düşmanlar”dan olmuşlardı. Fert planında böyle olduğu gibi kabile ve ülke planında da Efendimiz’in etrafı düşmanlarla çevrilmişti. Dünyanın en güçlü devletleri bile meseleyi sezdikçe o işin karşısına çıkmışlardı. Çok erken bir dönemde, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) daha hayattayken, Bizans ordusu Medine’nin kapılarına kadar gelmişti. Evet, içten ve dıştan mütedahil daireler halinde, çok korkunç düşman halkaları vardı O’nun etrafında. Bunların hepsinin stratejileri farklı, düşmanlıkları farklı, komploları farklıydı.

Bu ayet müjde ediyordu ki, “Sen vazifeni yap, başkaları endişe duyabilirler; ama Sen endişe etmemelisin. Allah’ın, Seni koruyacağına dair va’di var. Sana el uzatmak, kötülük yapmak isteyenlere karşı Allah bütün yolları tıkar. Sana ulaşamaz düşmanların. Sana kötülük niyetiyle gelenler düz yollarda şaşırırlar. Allah seni ins u cinnin şerlerinden koruyacaktır.

Evet, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bizim için bir örnektir. Tebliğ vazifesini yaparken Allah’ın korumasına mazhar olması yönüyle de bizim için bir misaldir. Eğer, biz de kendimizi bazı kimselere bir şeyler anlatma konumunda hissediyorsak, belli ölçüde de olsa bize verilmiş bir kısım nimetlerin farkındaysak, işte bu farkındalığın hakkını vermemiz lazımdır. Mesela, siz güzel konuşuyorsunuz. Yani, maksadınızı din-i mübini seslendirme adına çok rahatlıkla ifade edebiliyorsunuz. Bir arkadaşınız da kalemi eline aldığı zaman, makâsıd-ı İlahîyeye uygun şekilde, duygu ve düşüncelerini kelimelere dökebiliyor, çok rahatlıkla yazabiliyor ve hüsn-ü kabul de görüyor yazdıkları. Şimdi bunlar birer ilk mevhibedir. İlk mevhibeler, Allah’ın lütfu ve ihsanıdır. Bu ilk mevhibeler kendi nevinden şükür ister; bu şükür de anlatma, yazma, ifade etme ve böylece nimetleri sergileme şeklinde olacaktır. Ve dolayısıyla şöyle-böyle donanımınız varsa, o donanımınızla siz de kendi konumunuzun hakkını vermeye çalışıyorsanız, sizin de bazı kimselerden kötülük görmeniz her zaman mümkündür, muhtemeldir.

Bizler İnayet Altındayız

İşte, Üstad’ın “Kardeşlerim biz inayet altındayız; Allah’ın izni ve keremiyle onların elleri bize ulaşamayacaktır.” dediği gibi siz vazifenizi halisane yapmaya çalışırsanız Allah (celle celâlühu) sizi de eşrârın şerrinden, kötü niyetlilerin entrikalarından sıyanet edecektir.

Evet, biz de Allah’ın (celle celâlühu) ihsan ettiği ilk mevhibeleri iyi değerlendirir, sorumluğumuzu yerine getirirsek mutlaka bizim önümüze de engeller konacaktır. Dert, sıkıntı, çile ve mukaddes ızdırap bu yolun kaderidir. Fakat unutmamalıyız ki, biz Allah’ın görüp gözetmesi altındayız; O’nun inayet, riayet ve kilaeti altındayız. Elverir ki biz, O’na karşı itimadımızı tam tutalım. Bir de, o riayet çerçevesi içine girme konumunu koruyalım. Yani, eğer özel bazı kimseler oraya alınıyorlarsa, mesela vefalılar, sadıklar, tebliğe kilitlenmiş ve adanmış insanlar, günaha karşı tavır koymuş babayiğitler… o daire içine alınıyor, onlara sıyanet, inayet, riayet ve kilaet vadediliyorsa, biz de o vasıfları üzerimizde bulunduralım. Eğer, o mevzuda başımıza bir şey geliyorsa, hıfz-ı ilâhîyi görmüyor, hissetmiyorsak, o bizim kusurlarımızdan, olmamız lazım geldiği gibi olamayışımızdandır.. zırhımızda bir delik açıldığından, temrenimiz kırıldığından, sadağımızda ilâhî inayeti avlayacak bir ok kalmadığından dolayıdır.

1- Cenâb-ı Hak, her peygambere özel bir donanım olarak, iffet, fetânet, sıdk ve sadâkat, emniyet, istikâmet, rabbânîlik, hasbîlik… gibi üstün kabiliyet ve istidatlar bahşetmiştir.

2- Getirdiği mesajlardan dolayı kendi kavmi, kabilesi ve en yakın akrabası bile Allah Resûlü’ne düşman olmuştu. Bütün bunlara rağmen Allah, O’nu koruyup gözetiyordu.

3- Unutmamalıyız ki, biz de vefalılar, sadıklar, tebliğe kilitlenmiş ve adanmış insanlar, günaha karşı tavır koymuş babayiğitler… safına girdiğimiz zaman Cenab-ı Hak bizi de görüp gözetecektir.

Kaynak: Samanyolu Haber

Laboratuvarda Allah’ı hissettim

Dünyanın en önemli genetik uzmanlarından biri olan ve sekiz yıl önce insan DNA’sının şifresini çözen bilim adamı Dr. Francis Collins, Allah’a iman ettiğini açıkladı.

Collins yaptığı büyük buluşun ardından, Allah’ın varlığını anlattığı kitabını kaleme aldı. Eylül ayında piyasaya çıkacak kitabıyla ilgili İngiliz Time dergisine konuşan 56 yaşındaki Collins, 30 yıl öncesine kadar ateist olduğunu ancak artık Allah’a inandığını söyleyerek, “Allah’ın var olduğuna dair rasyonel bir temel var ve bilimsel gelişmeler insanı Allah’a daha da yaklaştırıyor. Laboratuvarda çalışırken Allah’ı hissettim. Kesinlikle bizden daha büyük bir güç var ve ben O’na inanıyorum. DNA’nın şifresini çözmek beni Allah’a biraz daha yakınlaştırdı. Hastalıktan kırılan insanlar gördüm. Bilim onlardan umudunu kesmişti. Ama mucizevi olarak hayata döndüklerini gördüm. Bu da Allah’ın işidir” açıklamalarında bulundu.

İnsan genini çözmenin kendisine Allah’ın eserini görme fırsatı verdiğini söyleyen Collins, “Önemli bir buluş yaptığınızda o bilimsel çoşku anını yaşarsınız, çünkü onu araştırmış ve keşfetmişsinizdir. Keşfettiğim şey öyle bir şeydi ki, bu bilgiye daha önce hiçbir insan sahip olamamıştı. Fakat Allah onu her zaman biliyordu” dedi.

Akıl ve vicdan sahibi her insan, DNA’daki müthiş kodlama sisteminin şuursuz atomlar tarafından kendiliğinden oluşamayacağını takdir edecektir. İnsan vücudunda trilyonlarca hücrenin her birinde kesintisiz işleyen sistemler, insana Allah’ın sonsuz aklını, ilmini, gücünü, yaratışındaki sonsuz mükemmelliği göstermektedir.

Yeni Asya Gazetesi (09.04.2008)

“Vatan” sevgisi “iman”dandır..

Hangi şey imansız sevimli olabilir ki? İman, bütün yaratılanları, varlığın hepsini, aynı Yaratan’ın yarattıkları olarak kardeşimiz ve ailemiz eylediği için her yeri ve her şeyi bizlere “vatan“ımız eyliyor.

Elbette ki insan vatanını imanından dolayı sever.

Hangi sevgi imansız mümkündür ki?

İman olmasaydı sevme nasıl olurdu? Hangi şey imansız sevimli olabilirdi ki? Hadis diye bildiğim “vatan sevgisi imandandır” sözünü, sınırları siyasi olarak çizilmiş “millî vatan” üzerinden anlamak doğru değil. Şimdiye dek, mümin olanların içinde kendini buldukları vatanı (yani, meselâ, misak-ı millî sınırları içinde kalmış toprak parçalarını) imanlarından dolayı sevmesi tavsiye edildi.

Hal böyle olunca, meselâ Şam, meselâ Mekke, meselâ Kudüs, mesela Bağdat, meselâ Bosna “iman uğruna sevilecekler” listesinin dışında kalıyor. O zaman yurtdışında kalan mazlumlar, yetimler, öksüzler, fakirler, ezilmişler için ağlayacak kalbimiz yok. Öyle mi olmalı peki?

İman, varlığın hepsini, aynı Yaratan’ın yarattıkları olarak kardeşimiz ve ailemiz eylediği için siyasî sınırların dışındaki her yeri ve her şeyi “vatan“ımız eyliyor. Öyleyse müminlerin birlikleri “millî” değil “dinî“dir; “vatan“ları da “siyasî” değil “insanî“dir. Kardeşlik bağları da kanla değil imanla kurulur.

İman, her yeri vatanımız eylediği için her yeri/her şeyi sevdirir bize. Secde edecek özgürlüğün olduğu her yer “vatan”ımızdır.. evet, evet, vatanımızdır. Secde etmemizin çok görüldüğü bir yer ise “vatan”ımızı “gurbet” eyler. Bizi asıl toprağımızdan sürgün eder. (bu bağlamda, hz. peygamberin [asm] secde etmesine izin verilmediği için kendisinden hicret ettiği ‘doğum yeri’ mekke’nin fethinden sonra bir geceliğine de olsa, kendi evinden ikamet etmeyişi, “benim toprakta gözüm yok, ben hürriyetin peşindeyim, iman ile insan arasındaki engelleri fethetmekle/açmakla görevliyim” mesajı olarak okunabilir.)

İman sayesinde, “Allah göklerin ve yerin nurudur” diye/biliyoruz. Yani, sadece misak-ı millî gibi sınırlara göre değil sevmemiz. Bütün bir dünyanın bile denizde kum tanesi kaldığı semâları seviyoruz.

İmanın nuru sayesinde tanıdık, aşina ve sevimli oluyor bize siyasi sınırlarımızın dışında kalan yerler bile.. Hal böyle olunca, önce vatanımızı tanımlayıp sonsuz ve sınırsız imanımızı vatan sınırlarına göre mi tarif edelim? Yoksa, önce imanımızı tanımlayıp “vatan” bildiklerimizi imanın bize aşina ettiği yere göre tarif edelim?

Eğer, birincisini yaparsak, meselâ meriç nehrinin doğu kıyısı sevimlidir mümine, batı kıyısı ise ne kadar çiçekli de olsa tahammül edilmezdir?

Eğer, ikincisini yaparsak, sevmelerimizin arasına değil meriç ölüm bile giremez, vatanımızı değil dağlar kıyamet bile bitiremez.

Mümin için kabir bile sevilecek vatan olur.

Mümin için kıyamet sonrası da ebedi bahar çiçeklerinin süslediği vatan olur.

Dr. Senai Demirci

Mehmet Kırkıncı’ya göre gençliğin hali..

Erzurumlu İslam Alimi Menmet Kırkıncı, Allah’a giden yolları anlattığı eserinde böyle giderse gençliğin halinin ne olacağını bakın nasıl tarif etti.

Erzurumun manevi önderlerinden ve Bediüzzaman Said Nursi’nin yaşayan talebelerinden İslam alimi Mehmet Kırkıncı, Hekimoğlu İsmail’in tabiri ile “İslam âlimi olduğu kadar, insan mühendisi” olarak da tanınıyor.

Pek çok öğrenci yetiştiren Mehmet Kırkıncı, Alevilik Nedir?, Siyasette Ölçü, İslam’da Birlik, İçtihad Nedir?, Hikmet Pırıltıları, Nükteler, Kader Nedir?, Ruh Nedir?, Nasıl Aldanıyorlar?, İrşad Sahasında Bediüzzaman, Cihad Sahasında Bediüzzaman, Bediüzzaman’ı Nasıl Tanıdım?, Fikir Damlaları, Gönül Damlaları, İnsan, Millet, Devlet, Peygamber Efendimiz, İslam Birliği ve Yavuz Sultan Selim, Merak Edilen Cevaplar, Dar’ül Harp Nedir?, Rahman’ın Misafiri İnsan, İstikamet, Ölümün Gerçek Yüzü, Terakkide Maneviyatın Rolü adlı kitaplarına da imza atmıştı.

Mehmet Kırkıncı’nın son eseri, Allah’a Giden Yollar, Zafer yayınlarınca neşredildi. Ese, ilmin, ibadetin, duanın ehemmiyeti ile zikir, zekât ve sadaka, edep-haya konularına değinerek, insanı Allah’a götüren yolların ayrıntılarına dikkat çekiyor…

Mehmed Kırkıncı eserinde, “Maalesef bugün, eğitim sistemimiz gençlerin yaralarına merhem sürmekten, ıstıraplarını dindirmekten ve endişelerini gidermekten, onları hamiyetli, edep ve hayalı yetiştirip, vatan ve milletine faydalı fertler haline getirmekten pek uzaktır. Eğer bu camia kendi üzerine düşeni yapamazsa, milletin ve hele gençliğin ne hale geleceğini tasavvur ediniz” diyerek uyarıda bulunuyor.

Kırkıncı eserinde günümüz gençliğini şöyle tanımlıyor: “Bugün gençliğimiz çoğunlukla, tarihine yabancı, mazisinden habersiz, milletini ve vatanını sevmekten haz duymayan, manevi değerlere sırt çevirmiş, yabancı doktrinlere açık, mesuliyet duygusundan mahrum, şehvani arzuların zebunu, behimi hislerin mahkumu, duygusuz, gayesiz, hedefsiz, kozmopolit bir gençlik halini almıştır…

Vatan bir milli ailenin hanesi” olduğundan, Milli Eğitim bu hanenin çocuklarının, gençlerinin kalp ve ruhlarına iman, marifet, istikamet, samimiyet, fazilet, hamiyet, edep, iffet, fedakarlık… gibi mukaddes mefhumları zerk etmekle mükelleftir” diyen Kırkıncı’ya göre bu yapılmaz ise “gençlerimizin hissiyatı ilim, irfan ve vatan sevgisi yerine, sefahat, ahlaksızlık ve sarhoşlukla kuşatılır ve o zaman fikir ve kültür hayatımız süratle hezimete uğran ve neticede yabancı fikir ve kültür hayatımız süratle hezimete uğrar ve neticede yabancı kültür ve adetler karşısında maddi ve manevi hayatımız gitgide erir ve sonunda muzmail olur gider…

Haber7