Etiket arşivi: Allah

Kâinatın Yaratıcısı’nı Tanıma

Bir varlığın veya bir şeyin bilinmesi tanımıyla mümkündür.  Bütün bilimlerin temelini tanımlar teşkil eder.  Tanımlar bir takım kurallara göre yapılır.  Matematikte de doğruluğu sorgulanmadan kabul edilen bazı gerçekler vardır ve bunlara “aksiyom” adı verilir.  Aksiyomların doğruluğu tartışılmaz ve olduğu gibi kabul edilir.  Mesela, “sonsuz “ ve  “sıfır” matematikte birer kabuldür.  Matematikte bütün tanım ve problemler bu kabuller üzerine bina edilir. Eğer bunlar sorgulanır ve olduğu gibi kabul edilmezlerse,  o zaman matematikte işlem yapmak mümkün olmaz.

İşte en yüksek ve en dakik ilim iman ilmidir ve en geniş ve nurani fen ise, Marifetullah’tır. Yani, her şeyin yaratıcısı, ilim, irade ve kudret gibi sonsuz sıfatları olan Allah’ın bilinmesidir.

Her şeyin bir tanımı olduğu gibi, elbette Allah’ın da bir tanımı olmalıdır. Bu tanımlama öyle doğru bir şekilde yapılmalıdır ki, “Efradına cami, ağyarına mani” olmalıdır. Yani, bu yapılan tarif ile tanımlanan zatın, diğer bütün varlıklardan ayrı, kendisine has özellikleri ve sıfatlarının yanında, başka varlıkların sıfatlarıyla karıştırılmayacak şekilde ortaya konması gerekir.

Allah Kendisini Kur’an’da Tarif Etmektedir.

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de kendisini bize şöyle tanıtmaktadır:

Cenabı hak ezelidir, ebedidir, evvel ve ahirdir. Hiçbir cihet ne zatında, ne sıfatında, ne işlerinde benzeri, dengi, şebihi, misli, misali, yoktur.  Sıfatları zatındandır. Her şeyi O yaratmıştır. Kendisi yaratılmamıştır.  Doğurmamış ve doğrulmamıştır. Mekândan münezzehtir. Yani bir yerle kayıtlı değildir. Her yerdedir. Her şeye, her şeyden daha yakındır, her şey ondan sonsuz uzaktır. Allah’ın sıfatlarını biraz daha yakından tanımaya çalışalım.

1-Allah Ezelî’dir

Her şeyden önce Allah(c.c.) ezelidir, kadimdir, varlığının başlangıcı yoktur. Evveli olmayana ezelî, kadim, sonradan meydana gelene de hâdis denir.

Allah kadim’dir, sonradan var olan şeyler İlâh olamaz. Yüce Allah’tan başka ne varsa, bunların hepsi hâdistir, yani sonradan olmuşlardır. Bunlar Allah’ın kudreti ile yaratılmışlardır. Artık şüphe yoktur ki, yaratılanlar yaratana mahsus ezeli sıfatını taşıyamazlar. O’nun ezeli varlığı ile beraber hiçbir şey yoktur. Âlemler sonradan yaratılmıştır. Öyle ise yaratıcı yaratılmış olamaz. Allah’ı (hâşâ) kimin yarattığını sormak da Allah’ı bilmemekten ileri geliyor. Çünkü yaratılmış olarak ne düşünülürse, o mahlûktur, İlâh olamaz .

Allah’ın ezeliyetini kabul etmeyen veya aklına sığıştıramayanlar, maddeye ezeliyet vererek, atomlar adedince İlâhları kabul etmeye mecbur kalıyorlar.

2-Allah Bâki’dir

Allah ebedîdir, sermedidir. Ebediyet sonu bulunmamak sıfatıdır. Sonu olana “fani’’ sonu olmayana da “bâki’’ denir.

Yüce Allah Beka sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü ebedîdir, bakidir, varlığının sonu yoktur. O’nun yok olacağı hiçbir zaman düşünülemez. Sonradan meydana gelen bütün varlıklar, Allah’ın kudreti ile meydana gelmişlerdir. Yine Allah’ın kudreti ile yok olurlar, yine var olurlar ve binlerce değişikliklere uğrayabilirler. Fakat yüce Allah, Bâkidir, değişiklikten ve yok olmaktan uzaktır.  Çünkü O, başkasının kudret eseri değildir ki, onun kudret eseri ile yokluğa gitsin veya değişikliğe uğrasın. Aksine bütün varlıklar O’nun kudretinin birer eseridir. Her şey yok olmaya mahkûmdur, ancak azmet ve ikram sahibi Allah’ın varlığı kalıcı ve süreklidir. Öyle ise değişime uğrayan İlâh olamaz. Değişmezlik gerçek yaratıcının en önemli bir özelliğidir.

3- Allah Yaratılmış Şeylerin Hiçbirine, Hiçbir Yönden Benzemez

Allah’ın sıfatlarından birisi de her cihetçe sonuz mükemmellikte olmasıdır. Sonradan yaratılan hiçbir şeye benzerliği olmamasıdır.  O hatırlara gelen her şeyden başkadır.

Şu kâinatta mümkinat, yani yaratılan ve yaratılabilen dediğimiz her şey değişir, başkalaşır, birbirine benzeyebilir, doğar, doğrulur, büyür, sonunda ölür ve yok olur. Bütün bunlar bir ihtiyaçtan gelir. Allah ise,  ne bunlara ne başka şeylere hiçbir şeye muhtaç değildir.

İnsanların ve diğer yaratıkların birçok ihtiyaçları vardır. Bunlar mekâna, zamana, yiyip içmeye, gezip dolaşmaya, yaratılmaya, doğmaya, doğurmaya ve benzeri hallere muhtaçtırlar. Allah ise, bunlardan hiçbirine muhtaç değildir. Bunlar yok iken,  o yine vardı. Her şeyi yoktan O var etti. O madde dediğimiz nesnelerin hiçbir özelliği ile mukayese edilemez. O’nu, bilinen mümkinat dediğimiz yaratılmış varlıklarla karşılaştırmaya çalışan çok büyük hata eder. Çünkü O “leyse kemuslihi şeyün’’ dür. Yani ne zatında, ne sıfatında ne işlerinde benzeri yoktur. Misli olamaz, ortağı bulunmaz.

Evet, bütün kainatı, bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i  Rububiyetinde tutup, bir hane ve bir saray hükmünde, kemal-i intizam ile tedbir, idare ve terbiye  eden bir Zat-ı Akdes’e, misil ve mesil ve şerik ve şebih olmaz, muhaldir.

Evet,  O öyle bir Zattır ki, O’na yıldızların icadı zerreler kadar kolay gelir.. O’nun kudreti karşısında, en büyük şey ile en küçük şey birdir.  Hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaz.  Hadsiz fertler, bir fert gibi nazarında hazırdır.  Bütün sesleri birden işitir.  Umumun hadsiz ihtiyaçlarını birden yapabilir.  Kâinattaki bütün varlıkların intizamlı ve ölçülü yaratılışları,  hiçbir şeyin O’nun idare ve tedbirinin ve dilemesinin haricinde olmadığını gösterir. Hiçbir mekânda olmadığı halde, her bir yerde ve her bir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazırdır. Her şey O’ndan nihayet derecede uzak olduğu halde, O ise her şeye nihayet derecede yakındır. İşte böyle bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum-u Zülcelalin elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir .

Güneş misali ile bunları akla bir derece yakınlaştırabiliriz. Mesela güneş ışığı, ısısı ve yedi rengi ile bütün eşyaya yakındır.  Bütün varlıklar ondan kilometrelerce uzaktır.  Bir an için güneş akıllı ve şuurlu kabul edilse, onun yedi renginin her birisini de bir sıfatı olarak dikkate alınsa, mesela yeşil rengi görmesi, sarı rengi işitmesi, mavi rengi konuşması gibi farz edilse, yeryüzündeki bütün varlıklarla bir anda görüşebilir. Bütün mahlûkatın sesinin bir anda işitir. Biri diğerine mani olmazdı. Hem her varlığın yanında olduğu halde, onlardan kilometrelerce uzak bulunurdu. İşte Cenab-ı Hak da, sonsuz nuraniyete sahip olduğundan bir anda her yerde bulunabilir, her şeyi bizzat kendisi idare eder, bir iş bir işe mani olmaz.

4-Allah’ın Varlığı Kendi Zatındandır

Allah’ın ezeli ve ebedî olan varlığı kendi zatıyla kaimdir. Kendi varlığı mukaddes zatının gereğidir, asla başkasından değildir. Bunun için Allah Teala’ya Vacib’ul vucud, yani, varlığı kendinden dolayı gerekli denilir. O’nun varlığı, başka bir var edene muhtaç olmaktan uzaktır.  Yaratılmış olarak düşünülen şey, ilah olamaz. Bunun için; “Allah’ı kim yarattı? Diye soru sorulmaz. Çünkü böyle bir soru, başlangıçtaki İlâh tarifindeki kabule aykırıdır.  Allah’ı tarif ederken, her şeyi O‘nun yarattığı, fakat kendisinin yaratılmadığı kabul edilmişti.

O, kendiliğinden vardır, kadimdir. O ilahi kitabında bildirdiği gibi doğmamıştır, doğrulmamıştır. Başkasının var etmesine muhtaç değildir. Eğer böyle olmasaydı, ne kâinat bulunurdu, ne de başka bir şey.

Bu gerçek kabul edilmeyince, içinde yaşadığımız âlemin varlığını izah etmeye imkân kalmaz. Allah’tan başka var olan ve mümkünat dediğimiz şeyler ise, hem var olmaya hem de yok olmaya bağlı oldukları için, bir var ediciye muhtaçtırlar .

Allah’ın Kudreti Zatındandır

Allah’ın sıfatları zatındandır. Yani O’nun varlığının gereğidir.  Bizim sıfatlarımız varlığımızın gereği değildir. Nefis Allah’ın sıfatlarını anlamada kendine kıyas yaptığı için, nefsin bunu anlaması biraz zordur.  Mesela, Allah’ın görme sıfatı zatındandır.  Yani, görmesi olmayan veya sınırlı olan İlâh olamaz.  Ama görmesi olmayan veya sınırlı olan yine insan tarifine dâhildir.  Aynı şekilde, kudreti olmayan veya sınırlı olan İlâh değildir.  İşitmesi sonsuz olmayan İlâh olamaz.

Allah’ın sıfatlar zatındandır. Sıfatlar zatından olunca, o sıfatın zıddı oraya giremez. Girdiği farz edilse, o zaman iki zıddın bir anda bulunması gerekir ki,  bu da mantıken mümkün değildir. Mesela, ilmin zıddı cehalettir.  Allah âlimdir. Yani sonsuz ilim sahibidir.  Aynı anda Allah hem sonsuz ilim sahibi ve hem (haşa) hiçbir şeyi bilmeyen cahil olamaz.  Aynı şekilde, hem her şeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi olması ve hem de (haşa) hiçbir şeye gücü yetmeyen bir acziyet içinde bulunması mantıken mümkün değildir.

Bir sıfatın zıddı olmayınca, orada derecelenme ve mertebe olmaz. Çünkü her şeyin derecelenmesi, zıtlarının varlığı sebebiyledir. Mesela, güzelliğin derecelenmesi çirkinliğin mevcudiyeti sebebiyledir. Mahlûkatta, yani yaratılan varlıklarda bu derecelenme olur. Çünkü onların var olmaları için,  sıfatları varlıklarının gereğinden değildir.  Bazı sıfatların sınırlı olması veya hiç bulunmaması, o varlıkların meydana gelmesine engel değildir. Ama Allah öyle değildir. O’nun bütün sıfatları sonsuz olmak ve mutlaka bulunmak durumundadır.

Allah’ın sıfatlarında derecelenme ve mertebe olmadığı için, az-çok, büyük-küçük O’na göre birdir.  Allah’ın bir atomu yaratmada harcadığı kudret ne ise, Cennet ve Cehennem de dâhil, bütün kâinatı yaratmada harcadığı kudret aynıdır. Hatta Allah, mevcut kâinatın sonsuz katı kadar daha kâinatları yaratacak olsa, yine bir atomu yaratmada harcadığı kudretten fazla bir kudret harcamayacaktır.

Kısaca,  büyüklük ve küçüklük, zorluk ve kolaylık insana göredir. Allah’ın sonsuz kudreti karşında az-çok, büyük-küçük birdir, fark etmez. İnsanı yanıltan da bu sırrın anlaşılamamasıdır.

Dr. İdris Görmez / NurNet.Org

Yaratılışın en yüce gayesi

Yaratılışın en yüce gayesi Allah’ı tanımak ve bilmektir… Bu kısa video kaçmaz…

Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzârında saltanatının haşmetini, hem servetinin şâşaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhâr edip, göstersin. Tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşâhede etsin…

Video:

Tawâfuq in the Qur’an

There is tawâfuq in the Qur’an. However if the publisher or writer does not pay attention, or is not precise and careful enough, the tawâfuq may not be captured or recognized.

Without the help and guidance of Bediuzzaman Said Nursi the miraculous nature of tawâfuq may have remained unknown and, since previously such works had not been highlighted, common people would have been unaware of them.

Tawâfuq is when two things happen in a precise and orderly fashion without intent. Tawâfuq is especially understood to be when we know there is no possibility of coincidence or chance in an event and when we understand that the occurrence must have been ordained by Allah for an important cause.

The miraculous nature of tawâfuq in the Qur’an is displayed when the printed occurrences of the word Allah (Lafzullah), mentioned 2806 times, miraculously correspond to each other. With the exception of all but a few of the 604 pages of the Qur’an containing the word Allah such correspondence is evident.

In every page the occurrence of the word Allah corresponds to another, on either two pages overlapping each other face to face, by corresponding in a row top to bottom or by directly corresponding on the front and back of pages. The same tawâfuq may be seen with other words such as Rab (Lord), Qur’an and Rasul (Messenger) and in many other forms.

The miraculous nature of tawâfuq in the Qur’an was first revealed by Bediuzzaman Said Nursi one century ago. Now, in this era of materialistic and irreligious philosophy, at a time when people only believe in what they can see, that is to say whose minds have been limited by their sight, the fascinating tawâfuq miracle of the Quran is surely meaningful and is totally a blessing of Allah.

There is undeniable wisdom in the miracle of tawâfuq being discovered nearly 1350 years after the Qur’an was compiled. This being that if the tawâfuq of the Qur`an had been spotted earlier,  during the time of the life of Messenger Muhammad (Peace be upon Him) and His Companions (Sahabas), His enemies of that time and of later generations may have accused Him and His Companions, saying that they deliberately aligned the words. However the tawâfuq, being discovered at a time when people are saying, “I only believe in what I can see”, is enough to destroy such denial.

In this respect Bediuzzaman says, “All Praise be to Allah that a Qur’an has been inscribed which openly portrays one of the six miracles that can be spotted by the naked eye. This is the Qur’an that was inscribed by Hafiz Osman. Other than a few rare instances Allah’s names are repeated 2806 times with the tawâfuq miracle. The pages or sentences were never amended. We have only regulated it. From that regulation a marvelous tawâfuq has prevailed. Some “ahl-al kalb”figures (people who approach reality with their hearts) have seen the Qur’an that we inscribed; they have all agreed it was close to the Qur’an in Lawh-al Mahfûz (Preserved Tablet).

www.MalaysiaNur.com

İmanın Şartları (Şiir)

İmanın şartlarından ilki ALLAH’A İMAN
Allah vardır ve birdir O’dur Rahim ve Rahman

Her eşyayı yaratan O’dur Rabbül Alemin
O’na inanmak ile ancak olunur mü’min

İmanın diğer rüknü MELEKLERE İMAN’dır
Meleklerse masum ve latif varlıklardandır

Allah’a muti olup emrinden hiç çıkmazlar
Verilen emri asla yarıda bırakmazlar

Diğer bir şartı ise İNDİRİLEN KİTAPLAR
Tevrat, Zebur ve İncil Kuran-ı Kerim bunlar

Bir de Peygamberlere yüz Suhuf gönderilmiş
Bunlarla insanlara doğru yol gösterilmiş

PEYGAMBERLERE İMAN imanın şartındandır
Onlar da birer insan ve emin kullardandır

Uyarmışlar insanı olmuşlar birer rehber
İlahi emirlerden getirmişlerdi haber

İmanın mühim rüknü AHİRETE İNANMAK
Ölümden sonra tekrar dirilerek canlanmak

Dünyada ekilenler orada biçilecek
Cennet – Cehennemlikler orada seçilecek

KADERE İMAN ise insana huzur verir
Tevekkül eden kişi hayat ona hoş gelir

Kadere iman eden kederden emin olur
Her iki dünyada da mesut bahtiyar olur

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Gül Tutan Eller Gül Kokar

Gül Tutan Eller Gül Kokar Nur yüzlü anaların, ak pak olmuş dedelerin, o şirin yüzlü insanların elleri ne güzeldi. Yumuşacıktı, bembeyazdı. Gül gibi kokardı. Bir ömrün şahididir eller; nerede ve nasıl geçtiğini eller söyler. Ondan mıdır ki, çocuk ruhumuz o nur elleri öpmeye doyamazdı. Onlar da bizi, öpe koklaya severlerdi. Dualı dillerdi onlar, abdestli ellerdi. Neredesiniz şimdi? Neredesiniz, ey mübarek nineler, analar, dedeler? Dileğim o ki, cennetin en güzel yerindesinizdir inşaallah. Her mevsimin olduğu gibi, her yaşın da kendine özgü bir güzelliği var. İhtiyarlığa ulaşmak, o mevsimi yaşamak, herkese nasip değil. Gençken, ömrünün baharında giden de var, bebekken ölen de var.
Hayat nimetini takdir eden Rabbim. Başını ve sonunu belirleyen sadece O. Elimizden ne gelir ki? Güzel olan yaşadığımızdır, şükürle ve dopdolu bir imanla. Belki bir gün de öleceğimizdir dopdolu bu duyguyla. Yaşadığımız sürece bize düşen, her yaşın, her ânın hakkını vermek. Rabbimizin istediği tarzda bir ömür sürmek. Ve gün gelip çağırıldığımızda, bir misafir edasıyla, bir davetli ruhuyla çıkıp gitmek. Arkamıza bile bakmadan, bir yaprak olup esen rüzgârla gitmek… Geçmiş güzel günlerden ve o ıhlamur kokan evlerden hayalimde tek çizgi bir onlar kalmış. O mübarek ihtiyarlar. Adımı en güzel onlar söylerdi, bir annem, bir de babaannem. Eh ne de olsa dedemin adını taşıyordum. Ellerinde bir yük varsa koşardım yardımlarına, yolda görünce girerdim kollarına. Manava, kasaba, fırına ya da bakkala mı gidilecek, hazırdık. Ne lâzımsa bir nefeste alıp gelirdik hemencecik. Bekletmeye gelmez ihtiyarları, tez canlıdırlar. Bi koşuda hallederdik isteklerini, ikiletmezdik.
Ne güzel anlaşırdık, nur yüzlü dedelerle ve ninelerle. Doğduğumda kulağıma ilk ezan-ı Muhammedîyi onlar okudu. Onların dualarıyla okula başladık. Onların elinde yetiştik, büyüdük. Besmele çekmeyi, selâm vermeyi, zor günlerde sabretmeyi onlardan öğrendik. Okuldu bizim için, öğretmendi onlar. Şimdi yalnızlaştı evler ve sokaklar. Çekildi birer birer ihtiyarlar. Şimdi hasretle anıyoruz o güzel günleri. Açık bir pencereden, yolumuzu gözleyen gözleri. Bilmem ki nasıl anlatsam, nasıl söylesem bu derdimi. Bir bende değil yalnızlık hâli, şimdi herkeste. Siz soğuktan üşürsünüz, ben ise yalnızlıktan. Yalnızlık dediğim, dedelerin, ninelerin yoksunluğu. Oysa gökyüzünü genişletmek elimizdeydi, elimizden tutarken elleri. Ne ümitler, ne çılgın neşeler içindeydik. Ah güzel insanlar, nur yüzlü dedeler ve nineler, şimdi nerdesiniz? Dileğim o ki, cennetin en güzel yerindesinizdir inşaallah. YILLAR geçip, o mevsime doğru adım adım yaklaştıkça, onları daha iyi anlıyorum. ”Kışlar ihtiyarlıkta kolay geçmiyor evlâdım” derdi kimi. Kimi de, ”eskiden telgraf gelirdi, şimdi her gün telefon geliyor” diye hastalıklarından lâtife yollu bahsederdi.
Bazılarının evlâtları vardı ama bakmazlardı. Bizden gayrı arayan soranları pek olmazdı. Kandil geceleri ve bayram günleri, şenlenirdi evleri. ”Gül bahçesine döndürdünüz hanemi,” diye sevinçten ağlarlardı. Kimi ise daha sokak kapısının gıcırtısından bilirdi kimin geldiğini. Bir çocuk safiyetiyle, ”Hep böyle oluyor. Hele de akşam vakti. Kalbimi bir hüzün kapladığında, Rabbim dualarımı cevapsız bırakmaz, üzmez beni. Vefalı komşularımdan birini hemencecik gönderiverir,” derdi. Dikkat ederdim, yürürken sağa sola bakmazlardı. Hak dostu, peygamber aşığı insanlardı benim tanıdığım ihtiyarlar. Kimi de cebinde şeker taşırdı; kim bilir hangi masum çocuğu sevindirmek için. Bir şey verecekleri zaman, gözleri gülerdi, konuşurken seslerini yükseltmezlerdi. Ezan okunmadan önce çıkarlardı camiye.
Vakti onlarla bilirdik. ”Öğle mi, ikindi mi?” diye. İyiliğin adresi onlardı hep. Dedeyle torun bunun için iyi anlaşırlar. Dedeyle torunun birlikte yürüyüşlerinin seyrine doyum olmaz. Kim kimin elinden tuttuğu belli değildir. Ağır ağır yol alırlar. Sırdaş ve arkadaş gibi… Biri hayatın başında, diğeri yolun son ucunda. Çocuk, mirası yaşarken alır dededen ve nineden. Alacağını aldı mı da güvenli büyüyor, tertemiz serpilip gelişiyor. İnanın ruhu gibi, yüzü de güzelleşiyor. Sevdiklerinin güzelliği ve duası, o küçük ruhlara güneş gibi, hava gibi gıda oluyor. Besleyip büyütüyor… Şimdi nerdesiniz, ey güzel insanlar, nur yüzlü dedeler ve nineler, nerdesiniz? Dileğim o ki, cennetin en güzel yerindesinizdir inşaallah. DEDESİ, ninesi öldü mü bir yanı tutmaz çocuğun. O boşluğu doldurmak zordur. Ancak gittiği yeri bildi mi, cennete uçtuğunu öğrendi mi, onların dünyadaki görevini bitirip, daha güzel bir âlemde istirahate çekildi diye belledi mi çocuk rahatlar, ruhunun acıları diner.
”Sen öldün, ölüm güzel demektir” der. Onları cennette bilir. O zaman çocuk da cenneti arzu eder, o diyarı özlemeye, istemeye başlar. Ahiret inancı sağlamlaşır, ruhunda kuvvet bulur. Benim de öyle olmuştu. Sevdiklerimi kaybedince bu duyguyu ben de yaşamıştım. Önce biraz sarsılmış, sonra, gittikleri âlemin bu dünyadan daha güzel bir âlem olduğunu duyduğumda rahatlamıştım. Vefat eden ve bizi seven o insanların, şefkatli ve merhametli bir Rabbin emriyle, hayatlarının yine devam ettiğine inanmakla endişelerim kaybolmuştu. Gerçi o hayat, bu hayata pek benzemiyorsa da olsun, buranın da, oranın da maliki birdi. Rabbim Allah’tı. Onlardan geriye gül kokan eller kaldı.
Nedendir bilmem; tespihleri, seccadeleri, bastonları, abdest havluları ve ibrikleri demedim de, gül kokan elleri dedim. Bilmiyorum. Ama öptüğüm o eller, başımı sevgiyle, şefkatle okşayan, yaralı dizlerimi ovan, merhem süren o eller gül kokardı hep. Derileri buruş buruştu ama olsun, onlarda bile gönlüme bir eğlence bulurdum. Çekeleyip dururdum. O eller, o nineler, o dedeler şimdi nerdeler? Hangi diyardalar. İnanın özledim hepsini. Ey nur simalar, ey mübarek ihtiyarlar. Siz dünyamızdan hiç eksik olmayın emi. Rabbim sizi aramızdan hiç ayırmasın emi. Çocuklar, sizsiz büyümesin. Evlerinde yoksa da mahallede bir nine, bir dede bulunsun. Çocuklar en kıymetli vakitlerini onlarla geçirsinler dilerim.
Ömürleri ve ahlâkları güzelleşip bereketlensin. Rabbim, hiç kimseyi, ne evleri, ne de ülkeleri, dedesiz, ninesiz bırakmasın. RABBİM, sen, çocukları, anaları, babaları ve mübarek ihtiyarları boşuna yaratmadın. Bu sırrı görecek kalbi nasip ettiğin için, bu sırra yakın tuttuğun için, bu nimetten mahrum etmediğin için, milyon, milyar, sonsuz defalar şükürler ve hamdler olsun sana. Dillerinden dualar eksik olmazdı. O mübarek insanların her sözü hikmetle örülüydü. Hâlâ o nur yüzlerini, o şeker sözlerini, hele de tatlı sohbetlerini hatırladığımda ağlarım. Ey çocukluğum ellerinde geçen mübarek ihtiyarlar. Ne oyunlar oynardık sizinle. Hâlâ saklandığınız yerde misiniz? Nerdesiniz; kim bilir şimdi nerdesiniz?
Saydığım sayılar bitti gelmediniz… Çıkmadınız saklandığınız yerden. Anladım, gelmeyecek kadar güzel bir yerdesiniz demek. Dileğim o ki, cennetin en güzel yerindesinizdir inşaallah. Korkardım ateşten, korkardım adı geçince cehennemden. Sizin imanınız tamdı, ama yine ağlardınız. Ve yaşlı gözlerle masum yüzümüze bakıp, ”Evladım, merak etme, cehennem çocukların hiç uğramayacağı bir yerdir” derdiniz. Yüreğimize su serperdiniz. Nerede şimdi yüreğimize su serpecek o güzel insanlar. Yaşlanmaktan, ihtiyar olmaktan korkmayan yiğit insanlar, sizleri göresim geldi, gül kokan ellerinizi öpesim geldi, sohbetlerinizi dinleyesim geldi… Nerdesiniz? Dileğim o ki, cennetin en güzel yerindesinizdir inşaallah. Ümidimiz, Rabbimiz… Şükür ki, çocuklar var. Şükür ki, torunlarımız var. Şükür ki, bize dede diyen diller var. İki hece, o ne güzel bir kelime. Dede, dede, dede… Siz de deneyin bir, siz de söyleyin. Çocukların bu kelimeyi neden çok sevdiğini anlarsınız hemen. SİZLERLE şenlenip, sizlerle güzelleşiyor hayatımız.
Ey mübarek insanlar, sizden duyup, sizden öğrendiklerimizi, evlatlarımızın ve torunlarımızın ruhlarına titizlikle aktaracağız. Ve kabirde amel defterinize sevaplar yazdıracağız inşaallah. Sizi hediyesiz bırakmayacağız. Sizin bizi düşündüğünüz gibi, bizler de sizleri düşüneceğiz, sizi o âlemde duasız, fatihasız bırakmayacağız. Biz dedelerimizi ve ninelerimizi çok severdik. Onların ağzı dualıydı, her adımları abdestliydi. Ellerinden tutar, ellerinden öperdik, bastıkları yerler gibi bastonları bile nurdu. Ey mübarek ihtiyarlar nerdesiniz, arar oldum yerinizi… Yetişsin ruhunuza binler dualar ve fatihalar. Anlatın ne olur çocuklarınıza, anlatalım ne olur torunlarımıza, kahramanlıkları. Hz. Peygamber’in (s.a.v.), o muhteşem sahabe kadrosunu, saadet asrının mutlu tablolarını anlatalım.
Hz. Ali’nin fedakârlığını, Hz. Hamza’nın şehadetini ve yiğitliğini anlatalım. Hz. Hasan’ı, Hz. Hüseyin’i… Kerbelâ’daki o müthiş anları. Susuz günleri ve kâbus dolu geceleri anlatalım. Hz. Ömer’in adaletini, Hz. Ebubekir’in sıddıkiyetini, Hz. Osman’ın cömertliğini anlatalım. Oyunda oynaşta gözükseler de, elleri oyuncakta gönülleri bizimledir. Dinlemez sanırsınız belki ama aldanırsınız. Gönülleri ve ruhları bizimledir. Torunlarınızın kıymetini bilin. Ey güzel evlâtlar, ey güzel torunlar, siz de mübarek dedelerinizin ve ninelerinizin kıymetini biliniz. Daha yakın olunuz. Yakın durursanız o mübarek insanlara ki, acıdan, ateşten, dertten, kederden de uzak olursunuz inşaallah. Rabbim rahmetin en genişini onların eliyle sunuyor. Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi, ”Diken, güle yakın oldu da, ateşten kurtuldu.” Biz de o gül yüzlü, o gül kokulu dedelere ve ninelere yakın olalım. Gül tutan eller gül kokar. Bize de bulaşsın o güzel kokudan ve o ilâhi havadan.
Hz. Peygamberimizin (s.a.v.) müjdeli ve mübarek bir sözü:
”Kul kırk yaşına varınca, Allah (c.c.) ondan hesabı hafifletir. Altmış yaşına vardığında, rızkını önünde durdurur, altmıştan sonra rızkını arkasına alır. Yetmiş yaşına vardığında, sema ehli onu sever. Seksen yaşına vardığında, sevapları sabit kalır, günahları silinir. Doksan yaşına vardığında, kendisinden normal akıl gider, geçmiş günahları affa uğrar, ev halkına şefaat hakkı doğar. Sema ehli ona, ‘Allah’ın yeryüzündeki esiri’ adını verir. Yüz yaşına vardığında ise, Allah’ın yeryüzünde hapsi olur; Allah’ın şanı ise, hapsine aldığı kuluna azap etmemektir.”

Selim Gündüzalp
Fotograf: Flickr Floyd John