Etiket arşivi: Ayet

Kainat Kitabı’nın Harika Ayetleri..

Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın bizlere ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir.

Yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar, bir de üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, onların hepsi bir suyla sulanır; fakat Biz onlara birbirinden farklı tatlar veririz. Aklını kullanan bir topluluk için bunda âyetler vardır. (Ra’d Sûresi, 13:4)

İlk olarak yeryüzündeki komşu kıt’alara ibret nazarlarımızı yönelten âyet, bundan sonra yerin bitirdiklerine dikkatimizi çekiyor.

Birkaç kelime içinde özetleniveren bu geçiş, aslında, dünya tarihinin yüz milyonlarca yıllık bir kısmını ifade etmektedir. Nice depremleri, yanardağ patlamalarını ve daha pek çok jeolojik hadiseyi içine alan bu uzun sürecin başlangıcında cansız ve hayata düşman bir gezegen, sonunda ise, bitkilerle bezenmiş, üzerindeki canlılara her türden tadlarda meyveler sunan şirin bir dünya vardır.

Âyet, böylece, tefekkür edecek olanlara,

(1) bu âlemde olup bitenlerin sonucuna ve hikmetlerine bakmayı ders vermekte,

(2) belli başlı kilometre taşları arasında geçen, ancak âyette açıkça zikredilmeyen aşamaları da akla ve hayalgücüne havale ederek, herkesin önüne, kendi kabiliyeti nispetinde geniş bir tefekkür ufku açmaktadır.

Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir. Çünkü zamanımızın egemen anlayışları, herşeyi hikmetten soyutlayarak bir anlamsızlık ve amaçsızlık çukuruna atmak itiyadındadır. Hergün bizi medyanın tüm araçlarıyla propaganda sağanağına tutan bu inançsızlık akımları, yerde ve gökte olan hiçbir şeyin temelde bir anlamı ve amacı olmadığı düşüncesini zihinlerimize kazıyıp durmaktadır. Hayatın en göz kamaştırıcı mucizeleri bile, bu akımlarca bütün anlamından ve hedefinden soyutlanır ve tesadüfe, tabiata, bilinçsiz sebeplere havale edilir.

Bu inançsızlık zehrine karşı devâyı ve şifayı biz Kur’ân âyetlerinde buluyoruz.

Kur’ân, bir bakış açısı ayarlamasıyla bizim dünyamızı düzeltiveriyor. O, kâinata nereden bakacağımızı bize gösteriyor. Onun gösterdiği yerden baktığımızda, herşey yerli yerine oturuyor, her hadise bir anlam kazanıyor.

İşte Kur’ân’ın bize ders verdiği bakış açısı:

Herşeyi “hikmet” açısından incelemek. Birşeye bakarken, onun vardığı sonuca ve ortaya çıkardığı yararlara dikkat etmek. Varlıkların ve hadiselerin anlamlarını okumak.

Yeryüzüne bakarken, “Burası neden çorak bir gezegen olarak kalmamış da masmavi okyanuslar üzerine kurulu komşu kıt’alar halinde yaratılmış?” diye sormak.

Komşu kıt’alara, üzerlerinde bitirdikleriyle beraber bakmak. Kızgın manto tabakasının üzerine geçirilip ufalanmış o cansız kaya parçalarının nasıl hayata beşiklik edecek şekilde düzenlendiğini görmek.

Sonra, kıt’alar üzerindeki bağlarda ve bahçelerde yetişen rengârenk bitkilere, farklı tatlarda meyvelere, “Bunlar niçin böyle olmuş, nasıl böyle yaratılmış?” diye soran gözlerle bakmak.

Bu sorular bir kere sorulmaya başladı mı, cevaplar hemen arkadan geliverir. Yeter ki, gözler perdelenmesin, zihinler küllenmesin, herşeyi kuşatan ilim ve hikmetin eserleri kasıtlı bir şekilde gözardı edilmesin.

Bu, tohum ve çekirdekleri incelerken, “Şu elma çekirdeği, şu gelincik tohumu, bu şeftali çekirdeği” diyerek incelemeye benzer ki, bu bakış açısında, çekirdeğin dile getirdiği anlam ve varacağı sonuç dikkate alınmaktadır. Maddeci ve tesadüfçü bakış açısında ise, bunlar arasında bir ayırım yapılmaz; hepsi de cansız ve anlamsız birer odun parçasından ibarettir! Gerçi onlardan hiçbiri, bir avuç tohum ve çekirdek için “Bunlar birer odun parçası” deyip geçmez; ama tüm kâinat ve içindekiler için yaptıkları şey aynen bundan ibarettir!

Kur’ân, etrafımızdaki varlık ve olayları, sonuçlarıyla birlikte bizim gözlerimizin önüne sererken, Bediüzzaman’ın Yirmi Beşinci Sözde “İkinci Nükte-i Belâgat” başlığı altında dikkat çektiği bir yöntemle, gözlerimizin önüne, İlâhî sanat eserlerini serer, sonra da, onların dile getirdiği hakikatleri bize düşündürmek için, ayrıntılarını akla havale eder, “Bunda aklını kullananlar için âyetler vardır” der.

İşte, burada da, koca bir gezegenin kızgın kayalarını bir deniz yapıp onun üzerinde kıt’aları birer gemi gibi yüzdüren İlâhî kudretin muhteşem manevralarına dikkatlerimiz çekildikten sonra, bu manevraların sonucu olarak yeryüzünün bahçeleri ve o bahçelerde yetişen türlü türlü tadlarda meyveler gösteriliyor. Kıt’aların bu hareketleriyle bahçelerin bitirdikleri arasında geçen aşamalar ise, biz Kur’ân muhataplarının akıllarına, bilgilerine, hayalgüçlerine bırakılıyor.

Yani, yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar yaratıldıktan sonra buraları nasıl canlıların yaşayışına elverişli hal almıştır? Dağlar, volkanlar, kayalar nasıl bahçelere dönüşmüştür? Yerden çıkanlar, gökten inenler, gün ışığı, hava, su, nasıl ve nerelerden getirilmiş, nasıl hayata hizmet ettirilmiştir? Sonra bu kara parçaları nasıl olmuş, hangi aşamalardan geçmiş de rengârenk güzelliklere bürünmüş, üzerlerinde sayısız sofralar serilmiştir? Bütün bunlar hangi rahmet hazinelerinden gelir, hangi kerem sahibi tarafından gönderilir? Niçin yapılır bütün bunlar? Niçin herşey hayata hizmet edecek şekilde yürür bu gezegen üzerinde?

İşte bizden böyle sorulara cevap aramamız, bu konular üzerinde tefekkür etmemiz isteniyor. Kur’ân âyetlerini okuduğumuz gibi, kâinat kitabının bu gibi âyetlerini de okumamız ve onlardan gerekli ibretleri çıkarmamız isteniyor.

Ve bu istenenler, “aklını kullanan insanlardan” beklenen şey olarak bize ders veriliyor.

Ümit ŞİMŞEK

Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın bizlere ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir.

Yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar, bir de üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, onların hepsi bir suyla sulanır; fakat Biz onlara birbirinden farklı tatlar veririz. Aklını kullanan bir topluluk için bunda âyetler vardır. (Ra’d Sûresi, 13:4)
İlk olarak yeryüzündeki komşu kıt’alara ibret nazarlarımızı yönelten âyet, bundan sonra yerin bitirdiklerine dikkatimizi çekiyor.
Birkaç kelime içinde özetleniveren bu geçiş, aslında, dünya tarihinin yüz milyonlarca yıllık bir kısmını ifade etmektedir. Nice depremleri, yanardağ patlamalarını ve daha pek çok jeolojik hadiseyi içine alan bu uzun sürecin başlangıcında cansız ve hayata düşman bir gezegen, sonunda ise, bitkilerle bezenmiş, üzerindeki canlılara her türden tadlarda meyveler sunan şirin bir dünya vardır.
Âyet, böylece, tefekkür edecek olanlara,
(1) bu âlemde olup bitenlerin sonucuna ve hikmetlerine bakmayı ders vermekte,
(2) belli başlı kilometre taşları arasında geçen, ancak âyette açıkça zikredilmeyen aşamaları da akla ve hayalgücüne havale ederek, herkesin önüne, kendi kabiliyeti nispetinde geniş bir tefekkür ufku açmaktadır.
Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir. Çünkü zamanımızın egemen anlayışları, herşeyi hikmetten soyutlayarak bir anlamsızlık ve amaçsızlık çukuruna atmak itiyadındadır. Hergün bizi medyanın tüm araçlarıyla propaganda sağanağına tutan bu inançsızlık akımları, yerde ve gökte olan hiçbir şeyin temelde bir anlamı ve amacı olmadığı düşüncesini zihinlerimize kazıyıp durmaktadır. Hayatın en göz kamaştırıcı mucizeleri bile, bu akımlarca bütün anlamından ve hedefinden soyutlanır ve tesadüfe, tabiata, bilinçsiz sebeplere havale edilir.
Bu inançsızlık zehrine karşı devâyı ve şifayı biz Kur’ân âyetlerinde buluyoruz.
Kur’ân, bir bakış açısı ayarlamasıyla bizim dünyamızı düzeltiveriyor. O, kâinata nereden bakacağımızı bize gösteriyor. Onun gösterdiği yerden baktığımızda, herşey yerli yerine oturuyor, her hadise bir anlam kazanıyor.
İşte Kur’ân’ın bize ders verdiği bakış açısı:
Herşeyi “hikmet” açısından incelemek. Birşeye bakarken, onun vardığı sonuca ve ortaya çıkardığı yararlara dikkat etmek. Varlıkların ve hadiselerin anlamlarını okumak.
Yeryüzüne bakarken, “Burası neden çorak bir gezegen olarak kalmamış da masmavi okyanuslar üzerine kurulu komşu kıt’alar halinde yaratılmış?” diye sormak.
Komşu kıt’alara, üzerlerinde bitirdikleriyle beraber bakmak. Kızgın manto tabakasının üzerine geçirilip ufalanmış o cansız kaya parçalarının nasıl hayata beşiklik edecek şekilde düzenlendiğini görmek.
Sonra, kıt’alar üzerindeki bağlarda ve bahçelerde yetişen rengârenk bitkilere, farklı tatlarda meyvelere, “Bunlar niçin böyle olmuş, nasıl böyle yaratılmış?” diye soran gözlerle bakmak.
Bu sorular bir kere sorulmaya başladı mı, cevaplar hemen arkadan geliverir. Yeter ki, gözler perdelenmesin, zihinler küllenmesin, herşeyi kuşatan ilim ve hikmetin eserleri kasıtlı bir şekilde gözardı edilmesin.
Bu, tohum ve çekirdekleri incelerken, “Şu elma çekirdeği, şu gelincik tohumu, bu şeftali çekirdeği” diyerek incelemeye benzer ki, bu bakış açısında, çekirdeğin dile getirdiği anlam ve varacağı sonuç dikkate alınmaktadır. Maddeci ve tesadüfçü bakış açısında ise, bunlar arasında bir ayırım yapılmaz; hepsi de cansız ve anlamsız birer odun parçasından ibarettir! Gerçi onlardan hiçbiri, bir avuç tohum ve çekirdek için “Bunlar birer odun parçası” deyip geçmez; ama tüm kâinat ve içindekiler için yaptıkları şey aynen bundan ibarettir!
Kur’ân, etrafımızdaki varlık ve olayları, sonuçlarıyla birlikte bizim gözlerimizin önüne sererken, Bediüzzaman’ın Yirmi Beşinci Sözde “İkinci Nükte-i Belâgat” başlığı altında dikkat çektiği bir yöntemle, gözlerimizin önüne, İlâhî sanat eserlerini serer, sonra da, onların dile getirdiği hakikatleri bize düşündürmek için, ayrıntılarını akla havale eder, “Bunda aklını kullananlar için âyetler vardır” der.
İşte, burada da, koca bir gezegenin kızgın kayalarını bir deniz yapıp onun üzerinde kıt’aları birer gemi gibi yüzdüren İlâhî kudretin muhteşem manevralarına dikkatlerimiz çekildikten sonra, bu manevraların sonucu olarak yeryüzünün bahçeleri ve o bahçelerde yetişen türlü türlü tadlarda meyveler gösteriliyor. Kıt’aların bu hareketleriyle bahçelerin bitirdikleri arasında geçen aşamalar ise, biz Kur’ân muhataplarının akıllarına, bilgilerine, hayalgüçlerine bırakılıyor.
Yani, yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar yaratıldıktan sonra buraları nasıl canlıların yaşayışına elverişli hal almıştır? Dağlar, volkanlar, kayalar nasıl bahçelere dönüşmüştür? Yerden çıkanlar, gökten inenler, gün ışığı, hava, su, nasıl ve nerelerden getirilmiş, nasıl hayata hizmet ettirilmiştir? Sonra bu kara parçaları nasıl olmuş, hangi aşamalardan geçmiş de rengârenk güzelliklere bürünmüş, üzerlerinde sayısız sofralar serilmiştir? Bütün bunlar hangi rahmet hazinelerinden gelir, hangi kerem sahibi tarafından gönderilir? Niçin yapılır bütün bunlar? Niçin herşey hayata hizmet edecek şekilde yürür bu gezegen üzerinde?
İşte bizden böyle sorulara cevap aramamız, bu konular üzerinde tefekkür etmemiz isteniyor. Kur’ân âyetlerini okuduğumuz gibi, kâinat kitabının bu gibi âyetlerini de okumamız ve onlardan gerekli ibretleri çıkarmamız isteniyor.
Ve bu istenenler, “aklını kullanan insanlardan” beklenen şey olarak bize ders veriliyor.

Ümit Şimşek

Bir Mutluluk Formülü

Onlardan bir kısmına, kendilerini sınamak için nasip ettiğimiz dünya hayatının gösterişine gözünü dikme. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir.Tâhâ Sûresi, 20:131

Bu dünya hayatında huzur isteyen insanlar, en ziyade muhtaç oldukları öğütlerden birini bu âyette bulacaklardır. Özellikle zamanımız insanının, bu öğütü hergün tekrar tekrar hatırlamasında yarar bulunduğunu söylemek herhalde mübalâğa olmaz.

Özellikle zamanımız insanı” diyoruz. Zira modern hayatın işleyişi, tamamen bu âyete ters düşecek şekilde programlanmıştır. Bu hayatı yaşayan insanlar, “Gözünü sadece dünya hayatının gösterişine dik” şeklindeki telkinlere hergün tekrar tekrar maruz kalmaktadır.

İsterseniz, sıradan bir günün sıradan bir saatinde sizi dünyanın gösterişine çağıran telkinlerin sayısını bir hesaplamaya çalışın. Belki de bu çok sağlıklı bir hesaplama olmayacaktır; çünkü o tür telkinler öylesine yaygınlaşmış ve hayatımızın bir parçası haline gelmiştir ki, onları bu hayatın içinden bulup çıkarmak, neredeyse çayın içinden şekeri ayırmak kadar imkânsızlaşmıştır.

Meselâ, tutkun olduğunuz bir dizinin mekânları, sizin hiçbir zaman sahip olamayacağınız mekânlardır. Oralarda, sizin hiçbir zaman erişemeyeceğiniz imkânlara sahip olan insanlar yaşar. Siz bir yandan ipe sapa gelmez maceraların peşine takılmış diziyi izliyorken, bir yandan da, önünüze hedef olarak konmuş bir hayat modelini yavaş yavaş benliğinize sindirirsiniz.

Medyanın putlaştırdığı ve özel hayatının en saçma ayrıntıları hakkında kamuoyunu sürekli olarak bilgilendirmeyi görev edindiği starların yaşam düzeyleri de herkesin iştahını kabartan hedefler olarak ortadadır. İnsanlar onların nerede yaşadıklarını, nerelerde dolaştıklarını, ne yiyip ne giydiklerini tatmin olmaz bir merakla izledikçe, “Nerede bizde o talih!” diye iç geçirirler.

Oysa onlara o imkânları sağlayan kendilerinden başkası değildir. Onların yaptıkları programları izlemek, onların sundukları ürünlere müşteri olmak gibi otomatik davranışlarıyla onlara dünyanın parasını kazandırırlar; sonra da başkalarına kazandırdıkları şey karşısında parmak ısırırlar.

Bu arada dikkatlerden kaçan iki önemli nokta vardır.

Birincisi: Dünya hayatının göz dikecek gösterişleri hiçbir zaman tükenmez. İnsan bu kısacık ömür içinde dünyanın hangi lüksüne erişecek olsa, önünde daima imrenilecek hedefler bulur.

İkincisi: Yaşanan sayısız deneyimler göstermiştir ki, bu hayatın huzur ve mutluluğu böyle şeylerle ele geçmez. Çünkü insan hangi hayat seviyesine erişecek olsa, gözü daima daha yukarılardadır. Gözünü başkasının elindeki imkânlara dikmiş bir kimsenin ise tatmin, huzur, sükûn, mutluluk gibi kavramlarla arasındaki mesafe asla küçülmez.

İşte, âyet, dünyanın süsüyle başı dönmüş modern insana, hasret kaldığı huzurun reçetesini bir cümle ile sunuyor:

“Dünyanın gösterişine gözünü dikme!”

Çünkü bu onlara bir ödül olarak değil, imtihan için verilmiştir. Belki de o imrenilecek imkânlar, sahipleri için bir pişmanlık sebebi olacaktır.

Bu âyetten, din ehlinin alması gereken pay, dünya ehlinin payından hiç de az değildir. Zira, dine hizmet ediyorum zannıyla dünyaya hizmet edildiğini gösteren nice örnekler vardır. Dünya hayatının sevgisi her taraftan maruz kaldığımız telkinler yüzünden iliklerimize öylesine işlemiştir ki, dünyanın gösterişi olmadan dine hizmet edilemeyeceği, yahut içinde dünyanın gösterişi olmayan bir hizmetin Allah katında da bir değerinin bulunmayacağı sanılmaktadır. Oysa Allah rızasının dünya gösterişiyle kazanılmayacağını herkesten iyi bilmesi gerekenler, dindar ve hizmet ehli olanlardır. Onun için, bu âyetin öğütünü hergün tekrar tekrar hatırlamaya, herkesten ziyade onların ihtiyacı vardır.

Hangi açıdan bakılacak olursa olsun, bu âyetin içerdiği öğütte, bir mutluluk formülü bulunacaktır.

Bu formülün uygulandığı yerde insanlar, erişemedikleri şeyin kıskançlığını değil, eriştikleri şeyin mutluluğunu yaşarlar.

Orada insanlar birbirlerinin elindekine göz dikmez, birbirlerine karşı haset ve düşmanlık beslemezler.

Ve orada insanlar, bir kısa dünya hayatından ibaret sermayelerini, ele geçmeyen şeyler için dövünerek tüketmek yerine, Rablerinin daha hayırlı ve daha sürekli olan ödülüne hak kazanmak için en verimli bir şekilde kullanma imkânını bulurlar.

 Ümit Şimşek

Henüz kalplerinize girmiş değildir..

Günün Ayet-i Kerime meali…

Bismillahirrahmanirrahim

Bedeviler “iman ettik” dediler. De ki: “Siz iman etmediniz, lâkin “İslâm olduk, size inkıyad ettik” deyiniz. Zira iman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve resulüne itaat ederseniz, sizin emeklerinizden hiçbir şeyin mükâfatını eksiltmez. Yaptığınızı zayi etmez.

Gerçekten Allah gafûr ve rahîmdir (mağfireti, merhamet ve ihsanı boldur).

[Hucurat 49,14]

……….

Günün Hadis-i Şerif’i…

(Allah Rasûlü) “Din nasihattır/samimiyettir” buyurdu.

“Kime Yâ Rasûlallah?” diye sorduk.

O da; “Allah’a, Kitabına, Peygamberine, Müslümanların yöneticilerine ve bütün müslümanlara” diye cevap verdi.

Müslim, İmân, 95

.…….

Risale-i Nur’dan;

Cenâb-ı Hak, hadsiz envâ-ı nimetini(hesapsız çeşitte nimetini) nev-i beşere(insanlar için) zemin yüzünde neşretmiş, ona mukàbil, o nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor.

 (Mektubat’tan)

.…….

Cevşen’den ;

85-
1-Ey kendisini tanımak isteyenlerin marufu,
2-Ey kendisine ibadet edenlerin mabudu,
3-Ey kendisine şükredenlerin meskuru,
4-Ey Kendisini zikredenlerin mezkuru,
5-Ey Kendisini övenlerin mahmudu,
6-Ey Kendisini arayanlar için mevcut olan,
7-Ey Kendisini bir tanıyanların mevsufu,
8-Ey Kendisini sevenlerin sevgilisi,
9-Ey Kendisini arzulayanların mergubu,
10-Ey dergahına dönenlerin maksudu,

 Bütün kusurlardan uzaksın. Senden başka ilâh yok! Affet bizi. Bizi Cehennemden kurtar.  

www.NurNet.Org

 

Artık yeryüzüne dağılın..

Günün Ayet-i Kerime meali…

Bismillahirrahmanirrahim

Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah’ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.

Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın.

Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.

“Enbiyâ Sûresi 19. Ayet Meali”

……….

Günün Hadis-i Şerif’i…

Cuma gününde Öyle bir an vardır ki, Müslüman bir kul namaz kılarken o anda Allah’tan hayırlı birşey dilerse, Allah onu mutlaka kendisine verir.

Hadis-i Şerif Meali – Camiü’s-sağir – 2311

……….

Risale-i Nur’dan;

Allah’ı tanımayanın, dünya dolusu belâ başında vardır. Allah’ı tanıyanın dünyası nurla ve mânevî sürurla doludur; derecesine göre, iman kuvvetiyle hisseder.

 (Lem’alar’dan)

.…….

Cevşen’den ;

Ey her şeye kâfi,
Ey her şeyi idare eden kaim,
Ey hiçbir şey kendisine benzemeyen,
Ey mülkünde, irâdesi dışında hiçbir şey artmayan,
Ey hazînelerinden hiçbir şey eksik olmayan,
Ey hiçbir şey kendisine gizli bulunmayan,
Ey misli ve benzeri hiçbir şey bulunmayan,
Ey her şeyin anahtarı elinde olan,
Ey rahmeti her şeyi kuşatan,
Ey her şey fâni olduğu halde kendisi bâkî kalan,

Bütün kusurlardan uzaksın. Senden başka ilâh yok! Affet bizi. Bizi Cehennemden kurtar.

.…….

Esma-ül Hüsna’dan ;

El-Kuddûs: Bütün noksanlıklardan uzak ve temiz; dalâlet ehlinin Kendisi hakkındaki her türlü asılsız düşüncelerinden uzak; kâinattaki bütün eksiklik ve kusurlardan münezzeh olan; kâinatı bütün varlıklarıyla temizleyen, güzelleştiren ve bütün yaratıkların tesbihatlan kudsi isimlerine bakan.

Es-Selâm:
Her türlü kusur, acizlik, noksanlık ve başkalarının kendisine kusur, noksan ve zarar vermesinden sonsuz derecede uzak ve emin bulunan. Yaratıklarına huzur ve emniyet bahşeden.

www.NurNet.Org

İslam’ının güzelliği..

Günün Ayet-i Kerime meali…

Bismillahirrahmanirrahim

Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle vuruşursa, onların aralarını bulun.

Buna rağmen biri öbürüne saldırırsa, bu saldıran tarafla, Allah’ın emrine dönünceye kadar siz de vuruşun.

Döndüğü takdirde aralarını hakkaniyetle düzeltin ve hep âdil olun, çünkü Allah âdil davrananları sever.

 [Hucurat 49,9]

……….

Günün Hadis-i Şerif’i…

Kişinin malayani (boş) şeyleri terki İslam’ının güzelliğinden ileri gelir.

(Tirmizi, Zühd 11)

……….

Risale-i Nur’dan;

Cesed-i insan(insan bedeni); havaya, suya, gıdaya muhtaç olduğu gibi, ruh-u insan da namaza  muhtaçtır.

 (Sözler’den)

.…….

Cevşen’den ;

86-
1-Ey saltanatından başka gerçek saltanat olmayan,
2-Ey kulların senasını saymakla bitiremediği,
3-Ey mahlukatın celalini vasfedemediği,
4-Ey gözlerin kemalini idrak ve ihata edemediği,
5-Ey zekaların, sıfatlarına ulaşmaktan aciz kaldığı,
6-Ey fikirlerin kibriyasının hakikatine ulaşamadığı,
7-Ey insanların, sıfatlarını güzelce tavsif edemediği,
8-Ey kulların, hükmünü geri çeviremediği,
9-Ey her şeyde kendisini tanıtan deliller açıkça görülen,

 Bütün kusurlardan uzaksın. Senden başka ilâh yok! Affet bizi. Bizi Cehennemden kurtar.

www.NurNet.Org