Etiket arşivi: başarı

Başarının sırrı mı varmış?

Einstein, dört yaşına kadar konuşamamış. Müzik hocası Beethoven’i kabiliyetsiz bulmuştu. Mimar Sinan sıradan bir acemioğlandı. Baltacı Mehmed Paşa oduncu çırağıydı. Ve Sokollu Mehmet Paşa…

Başarının bir sırrı var mı?..

Var…

Yakınmak yerine gerekeni yapmaktır, başarının sırrı.

Tarih gerekeni yapan insanların başarı öyküleriyle doludur.

Meselâ, meşhur fizikçi Albert Einstein, dört yaşına kadar konuşamamış, okumayı yedi yaşına gelene dek sökememişti…

O kadar ki hem öğretmenleri, hem de ailesi Einstein’in “zihinsel özürlü” olduğundan kuşkulanmışlardı…

Yani başarısızlığın tüm şartları hazırdı…

Ama çalıştı, çabaladı, inandı, umdu, tüm engelleri yendi ve sonunda çağının en büyük fizikçisi oldu.

Meşhur bestekâr Ludwig Van Beethoven de öyle…

Beethoven’in müzik öğretmeni, bir gün aileyi ziyaret etti ve oğullarının müziğe kabiliyetinin olmadığını, boşuna emek sarf etmemelerini söyledi…

Beethoven buna hiç aldırmadı: Çok çalıştı, çabaladı, inandı, umdu; karşısına çıkan güçlükleri bir bir yendi ve dünyanın “en iyi bestekâr”larından biri haline geldi.

Ya Walt Disney?..

Disney, “Gereksiz şeylerle uğraştığı, onlara fazla vakit harcadığı, bu yüzden işe yaramadığı” gerekçesiyle çalıştığı gazetelerden kovulmuştu…

Çalıştı, çabaladı, inandı, umdu ve dünyanın tartışmasız en tanınan ve en çok para kazanan ressamı oldu.

Şimdi “içimizden biri”ne, Koca Mimar Sinan’a bakalım…

Sinan sıradan bir “acemioğlanı” olarak Yeniçeri Ocağı’na girmişti…

Çalıştı, çabaladı, basamakları bir bir çıktı, önüne gelen fırsatları değerlendirdi ve binlerce “acemioğlanı” arasından sıyrılıp yükseldi…

Nihayet “Koca Mimar Sinan” oldu, Selimiye gibi eşsiz bir mâbede imza attı.

Bir “içimizden biri” daha: Sokollu Mehmed Paşa…

1519 yılında Devşirme Sistemi ile çocuk yaşta Edirne Sarayı’na getirilen küçük Mehmed, başlangıçta kimsesiz bir garibandı. Hiç kimseyi de tanımıyordu. Yani arkasında “dayı”sı filan yoktu…

Kendi emeği, kararlılığı, çabası ve gücü ile yükseldi. 1541’de Kapıcıbaşılığa, 1546’da saray hizmetlerinde başarılı olanların dış göreve atanmaları yolundaki gelenek uyarınca Kaptan-ı Deryalığa geldi.

Görevde iken Trablusgarp Seferi’ne katıldı, İstanbul Tersanesi’ni genişletti ve yeniledi. 1549’da vezirliğe gelerek Rumeli Beylerbeyliğine atandı.

Nihayet Kaptan-ı Derya ve Sadrazam oldu.

Osmanlı donanması İnebahtı’da (07 Ekim 1571) yanıp kül olduktan bir sene sonra dünyanın en büyük donanmalarından birini kuran Sokollu Mehmed Paşa’dır…

Buna başlangıçta inanamayan Kaptan-ı Derya Ali Paşa’ya şöyle demiştir:

Bak a Paşa!.. Kaptan-ı Deryası olduğun devlet öyle muazzam bir devlettir ki, isterse bütün donanmanın demirlerini gümüşten, halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapabilir. Hangi geminin malzemesi yetişmezse, gel onu benden al!

Ve “İnebahtı Deniz Savaşı’nda donanmanızı nasıl da mahvettik!..” diye böbürlenmeye kalkışan Venedik elçisine:

Biz, Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik, siz İnebahtı’da bizi yenmekle, sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kol yerine gelmez, fakat kesilen sakal daha gür çıkar!..” diyerek, dersini vermiştir.

Ve Baltacı Mehmed Paşa…

Baltacı Mehmed Paşa (Prut Savaşı’nda Rus Çarlığı ordularını dize getiren komutan) Osmanlı Sarayı’na “oduncu çırağı” olarak girmişti. Yani balta (baltacı unvanı buradan gelir) ile odun kırıyor, ocaklara taşıyordu…

İşini iyi yapması, odun kırmada pratik ve uygun yeni metotlar geliştirmesi sonucu dikkat çekti. Enderun’a alınıp eğitildi. İğnenin deliğinden geçirildi. Önce “Baltacı Halifeliği”ne terfi etti.

Sesinin güzelliği yüzünden musikiye teşvik edildi, “müezzin” oldu. Oradan yazıcılığa terfi etti. Basamakları hızla çıkarak 1703 Aralık ayında “Mirahurluk”a yükseldi.

Çok zeki ve son derece çalışkandı. İlme karşı müthiş bir merakı vardı. Durmadan okuyordu. Bu çabası onu 1704 yılı Kasımında “vezir”liğe, hemen ardından “Kaptan-ı Derya”lığa (Deniz Kuvvetleri Komutanlığı), 21 Aralık 1704’te de “Sadrazam”lığa (başbakanlık) taşıdı.

Prut Savaşı’nın kahramanı işte bu eski “saray oduncusu”dur.

Onlar başardıysa, biz neden başaramayalım?

Yavuz BAHADIROĞLU

Kaynak: www.NurDergi.com

‘Başarının Manevî Sebepleri!’

Prof. Dr. Faruk Beşer Hocaefendi, başarının maddi sebeplerinden başka manevî sebeplerini de sıraladığı “Başaranın Manevî Sebepleri” kitabında, kontrol altına alınmayan haset duygusunun da başarıyı önlediğine ait misaller vermiş, herkeste bulunan bu haset duygusunun kontrol altına alınması gereğine dikkatimizi çeken önemli tespitlerde bulunmuştur. Hemen hepimizi ilgilendiren bu teşhis ve tespitlerden kısa bir bölüm okuyoruz:

“Etrafımda nasıl kazandıklarını, ya da nasıl kaybettiklerini merak ettiğim insanlar vardır. Bazıları ortanın altında bir zekaya sahiptirler. Zengin olmayı gerektiren maddi bilgileri de yeterli değildir. Buna rağmen Allah (cc) onlara adeta “yürü ya kulum!” demiştir ve hiç ummadıkları yerlerden kazançlar elde ederler.. Sebebini araştırdığınızda bunların iki özellikleriyle karşılaşırsınız:

-Biri dürüstlükleri, biri de hasetten arındırılmış temiz duyguları!.

Elbette başarının sebebi sadece bu iki hasletten ibaret değildir. Başka maddi sebepler de gereklidir. Ama o maddi sebepler olmadan da başarının ulaşılabilecek bir limiti vardır ve o temiz düşünceli dürüst insanlar, sırf bu hasetten arındırılmış temiz duygularıyla o limite kadar çıkabilmekteler.

Gariptir ki, bunların karşısında zeki, gayretli, bilgili ve birikimli, hatta son derece dindar, helali haramı bilen, kimsenin hukukuna zarar vermeyen.. nice insanlar da görmüşümdür ki, zarardan zarara, iflastan iflasa gitmişlerdir.

Baştan bu tür insanlar beni çok düşündürmüştür. Nasıl olur, sermayeleri var, zekâ, akıl ve bilgi seviyeleri yeterli, ama buna rağmen tuttukları taş oluyor, bir türlü başarıya ulaşamıyorlar?

Nihayet bu durumun en büyük sebeplerinden birinin; “Duygulara hakim olamamak ya da duygu yönetimini becerememek olduğu kanaatine vardım.”

Unutmayın, birisinin kazanması sizi rahatsız ediyorsa, kaybetmenizin en büyük sebebini siz kendi nefsinizde oluşturuyorsunuz demektir..

Burada akla şu soru takılabilir:

– Haset etme duygusu öyle ya da böyle her insanın içinde vardır. Başkasındaki bir varlığı gördüğünde çoğu insanın yaşadığı ilk duygu, onu kıskanıp bundan rahatsız olmasıdır!.

Bu doğrudur. Ama bu duygu derhal bilgi ve akıl programlarıyla kontrol altına alınırsa haset olmaktan çıkar ve en nihayet ‘caiz olan’ gıptaya, beğenmeye dönüşür.

İşte bu noktada akıllı Müslüman adam şöyle düşünmelidir:

-Bu varlığı ona veren Allah’tır ve Allah hakimdir, yanlış iş yapmaz. Sonra benden alıp ona vermiş de değildir. Ona bu varlığı vermesinin mutlaka birtakım sebepleri vardır ve o sebepler işte bu sonucu doğurmuştur. Benim onu kıskanmam ve onun bu varlığının olmamasını istemem Allah’ın da hoşuna gitmez. Çünkü bu aynı zamanda Allah’ın seçimini isabetsiz bulmuş olmam anlamına gelir. Öyle ise bundan rahatsız olmamalıyım, hatta buna sevinmeliyim. Allah’ın hoşuna giden duygu ve tavır budur.

Bunları biliyor, düşünüyor, ama yine de bu duygudan bir türlü vazgeçemiyorsa, o zaman yapacağı şey, Allah’a sığınmak, çekemediği o başarılı adam için dua etmektir. Nefsi başkasının elde ettiği varlığı kıskanıyorsa, aklıyla: Allah’ım, ona helalinden daha fazlasını ver, diyebilmelidir, demelidir de..

Allah Resulü Efendimiz’in (sas) şu sözleri bu açıdan çok anlamalıdır:

– “Sizler kendiniz için istediğinizi kardeşiniz için de istemedikçe gerçek mümin olamazsınız!.”

Görebildiğim kadarıyla bu haset ve başkalarının zararına sevinme duygusu, nice kendisini akıllı sanan insanları iflasa, başarısızlığa, hatta hüsrana sürüklemiştir. Bundan kurtulmak kolay değildir. Ama mümkündür. Bundan kurtulmadıkça da başarılı olmak mümkün değildir.

Efendimiz’in sözlerini bir de böyle dünyaya bakan yönleriyle de anlamak gerekir:

-” Ateş odunu nasıl yiyip bitirirse, haset de insanın başarı çalışmalarını öyle yiyip bitirir!.”

Demek başarının manevî sebeplerinden biri, belki de en birincisi, duygularını kontrol altına alarak başkalarının başarısına haset duymamak, tam aksine memnun olup dua etmektir ki, benzeri bir başarıya kendisi de layık hale gelmiş olsun!.

” Başarının Manevî Sebepleri” -Nun Yayıncılık

Ahmed Şahin / Zaman

Ailenin desteği, başarı baskısına dönüşmemeli

Ailelerin küçük yaşlardan itibaren, çocuklarından yüksek başarı beklentisi ve bu beklentiyi karşılamak için de onları eleştirmesi, cezayla ders çalışmaya zorlaması kendilerine olan güveninin azalmasına, çocuklarda düşük benlik algısının gelişmesine sebep olur. Aileler, çocuklarını sınavlar için desteklemeli; ama bu bir tür baskıya dönüşmemeli.

Sınav gerçeği eğitim sisteminin kaçınılmaz bir unsuru. Bu durum sadece ülkemiz için değil, tüm dünya ülkeleri için geçerlidir. Ülkemizde sınava giren bir tek kişi olmasına rağmen, tüm aile fertleri bu süreçten etkilenmektedir. Ailenin ilgi, tutum ve davranışları sınav hazırlık sürecinde davranışları şüphesiz önem arz etmektedir.

Ailenin sınava hazırlanan bir öğrencide hassasiyetin artacağını, her şeye düşüncesizce ve aceleci bir halde tepki göstereceğini, ani duygusal tepkilerle karşılaşacağını bilmesi gerekir. SBS ve YGS-LYS hazırlık sürecindeki öğrencinin yaşı gereği ve sınavın da etkisiyle duygusal tutarsızlıklar, çelişkili davranışlar, bizler için normal olan düşünceleri mantıksız bulmaları gözlenecek durumlardandır. Bütün bunların yanında ailenin güvenini de kaybetmek istemezler.

Sınav başarısı zekâdan çok çalışmayı gerekli kılıyor. YGS veya LYS’de başarılı olmak, çok üstün zekâ ve yetenek gerektiren bir şey değildir. Olması gereken; gencin sorumluluk duygusuna sahip olması, zorluklarla baş edebilme gücü ve sınavın gerektirdiği çalışmalara ilgi duymasıdır. 2.800 öğrenci üzerinde yapılan bir araştırmada, üniversite sınavını kazanan öğrencilerin yüzde 86’sının normal zekâlı, yüzde 10,5’nun normalüstü ve diğer zekâya sahip kişiler olduğu tespit edilmiştir.

Eğer bir öğrenci; “çalışmak istiyorum ama çalışamıyorum“, “motivasyonum yok“, “çalışıyorum, ama başarılı olamıyorum” gibi konuşmalar yapıyorsa bu öğrencide ders çalışma sorunu var demektir. Bu tür öğrencilerde sık sık hayal kurma, ders programına uyamama, yalnız başına ders çalışamama, ders çalışmaya başlasa da sürdürememe gibi istenmeyen durumlar gözlenebilir. Bu durumda olan çocuklar için sürekli ders çalışmaya yönlendirme olumlu bir sonuç vermeyebilir.

Problemler nasıl çözülecek? Ailelerin ders çalışma sıkıntısı yaşayan öğrenciler için öncelikle yapabileceği, çocuklarını iyi tanımalarıdır. Ancak öğrenci iyi bilindiği takdirde gerçekçi hedefler verilebilir. Çocuklarda görülen ders çalışmama problemleri genelde algısal nedenlere bağlı, dikkat eksikliği, motivasyon azlığı ve kendine güvenememe olabilir. Motivasyon eksikliği; öğrencilerin ders çalışmayı bir amaca ulaşmak için bir basamak olarak algılamıyor olmasından kaynaklanmaktadır. Aileler, çocuklarına eğitimin, iyi bir mesleğe sahip olmanın yanında iyi bir insan olmanın gereği olduğunu fark ettirmelidirler.

Ailenin sınavlara hazırlık sürecinde gencin “ergenlik ve sınav gerçeği” gibi zorlu bir dönem yaşandığı gerçeğinden hareketle problemlerini konuşabileceği, sorunlarını paylaşabileceği uygun iletişim ortamı hazırlamalıdır. Paylaşımcı aile modeli, gencin karşılaştığı problemleri çözerken diğer yandan da başarısındaki etkisini mutlaka arttıracaktır. Unutulmamalıdır ki, sınav hayatın sadece bir basamağıdır. Sınav hiçbir zaman zekâyı ölçmez. Sınavların sadece sıralama işlevi vardır.

Sınav uğruna normal hayat düzeni bozulmamalı. Sınava hazırlanan öğrenciler için evdeki fiziksel ortam ders çalışmaya uygun hale getirilmelidir. Fakat bu düzenlemeler yaparken evi kamp alanına çevirmeden hoşgörülü bir ortam sağlanmalıdır. Günlük hayatta gereksiz sınırlamalar yapmak öğrencide “ailem sınavı kazanmamı çok istiyor, her isteğimi yerine getiriyor. Benim de mutlaka başarılı olmalıyım” gibi bir düşüncenin oluşmasına sebep olur. Bu tür düşünceler ise öğrencide sınav kaygısını tetikler.

Aile olarak “Her zaman yanındayız” mesajı önemlidir.

Faruk Ardıç / Fem Dershaneleri Rehberlik Koordinatörü / Zaman Gazetesi

Başarı Karşılığı Sevgi

Son dönem gözlemlerimde dindar anne-babaların dahi çocuklarına sevgilerini başarı karşılığında sunduklarını fark ettim. Çocuklarının ahlaklı, dini vazifelerini yerine getiren, hayatta başarılı olmalarını isteyen anne-babaların bu masum isteklerinde çocuğun “okul başarısını” en önemli mihenk kabul etmeleri herhalde ahir zamandaki manevi havanın bozulmasıyla nazarların tamamen dünyevi hayatın kazanılmasına hasredilmesinden kaynaklanan bir durum. Düşünce ve uygulama olarak sadece dünyaya hizmet eden bir hayat yaşamasa da anne-babalar, etraftan etkilenme veya kendi gençliklerinde başarılı olamadıkları alanlarda çocuklarına yol gösterme, başarılı yapma meyliyle, farkında olmadan, okul başarısını çocuklarını değerlendirmede çok belirleyici bir faktör zannediyorlar.

Halbuki İslami anlayışın esasında anne-babanın asıl vazifesi “Allah’ın rahmetine ayine olmak yani çocuğuna karşılıksız sevgi sunmak”tır, böylece çocuk anne-babasında gördüğü o “karşılıksız sevgi” kavramıyla tanışır, büyüdükçe bu sevginin asıl kaynağının Rabbi olduğunu anlar ve hayatı O’na bağlılık ile pek çok endişe ve korkulardan salim olarak yaşar. Maalesef günümüzde bu  anlayış epey perdelenmiş, kaybolmaya başlamış. Kapitalizmden gelen “her şey karşılıklı” felsefesine  mağlup olunup, karşılıksız rahmetini sunan rabbimizin rahmetini gösteren ayna olmak kavramı unutulmaya başlamış. Arkadaşlık dostluk kavramları kaybolduğu gibi karşılık beklentisi anne-evlad ilişkilerine kadar girebilmiş.

Hepimiz evladlarımızın maddi ve manevi sahada başarılı olmasını arzu ederiz ve bu neticeye götürecek donanımları kazanmasını isteriz. Bu sahalarda başarılı olmanın ölçüsü çocuğun sadece okul derslerindeki başarı durumu yada arkadaşları arasında ne kadar söz sahibi olduğu gibi iki zahiri kriter olmamalıdır. Bunlar kendi alanlarında birer belirleyicidir ve bize çocuğumuzun o alanda yapabilecekleri hakkında bir fikir verebilirler ama çocuğumuzu yani bir insanı, hele imanla ruhu 18 bin aleme açılabilen bir insanı, bütünüyle değerlendirmeye yetmezler.

Öncelikle bir adım geriye gidip resme bütünüyle bakmalıyız. Yani evladlarımıza “benim çocuğum” anlayışıyla değil de, “Allah’ın benim terbiyeme emanet ettiği bu ademoğlu, bu müstakil birey” nasıl hem dünya hem ahret hayatında başarılı olacak şekilde eğitilmelidir? Bunu ona kazandıracak hangi bilgiler ve nasıl bir uygulama olmalıdır? Gibi çocuğun bu hayatın başından en nihayetine yani ölümüne kadar ve ölümünden Rabbinin huzuruna çıkarılıncaya kadar seyredeceği bu “hayat yolculuğunda” nasıl başarılı olabileceğine dair modeller bulmalıyız. ( Bu modellerin tamamı Fahr-i Kainat Efendimiz(ASM)’ın çocuk ve gençlere olan muamelelerinde derc edilmiştir. Sünnet-i Seniyye kaynağından bizim durumumuza uygun olanı seçip uygulamalıyız. )

Cenab-ı Allah Ehadiyetinin tecellisiyle her kulunu ayrı bir fıtrat, ayrı hassasiyet ve ayrı istidadlarla yaratmıştır. Bu yüzden her çocuk da farklı bir fıtrat sahibidir, farklı meyilleri vardır ve bu meyilleri besleyecek ve kabiliyet haline dönüştürecek farklı faaliyet alanlarına ihtiyaç duyar. Örneğin bir çocukta insanlara yardım etme eğilimi fazladır, o tür faaliyetlerden, arkadaşlarıyla bir arada olmaktan lezzet alır. Diğer bir çocukta okumak, araştırmak meyli fazladır, arkadaşları yerine kitapları tercih edebilir. Bu iki çocuğu kıyaslayıp “Bizimki sabahtan akşama park bahçe şişe kapağı topluyor, tekerlekli sandalye alacakmış, eve girmiyor; komşunun çocuğu da almış kitabı evden dışarı bile çıkmıyor. Bizimki yaramaz, komşununki akıllı..” gibi bir değerlendirme fıtratı bilmeme cehaletinin bir ifadesidir. Bu iki çocuk kendi ölçüleri içinde müstakil değerlendirilmelidir.

 İslami terbiye içerisinde en önemli mesele çocuğun “kişilik sahibi” olmasıdır. Yani müstakil ama vazifesi bulunduğu her topluluğa karşı sorumluluklarını bilen ve kendini ifade edebilen bir insan olmasıdır. Çocuğun kişilik sahibi olması için belli eğri ve doğrularını tesbit edebilmesi ve bunlara göre yaşadıklarını değerlendirebilmesi gerekir. Öyle ise öncelikle çocuğumuza eğri-doğruyu hakiki bulabileceği bir kaynağı takdim etmemiz lazımdır. Çocuk bu sabit kaynağı öğrendikten sonra değer yargılarını ona göre oturtarak sağlam bir karaktere sahip olacaktır. Bu kaynak da 1400 yıldır hakkaniyeti isbatlanmış, toplumların teveccüh ve itimadını giderek artırdığı Kur’an-ı Kerim ve onun hayata uygulanmış hali olan Sünnet-i Seniyyedir. Çocuk kaynak olarak Kur’an’ı, rehber olarak Peygamberini(ASM) aldıktan sonra her yeni deneyimini bu eksenlerde iç alemine yerleştirecektir.

Çocuklarımızı kişilik sahibi bireyler olarak yetiştirirken önemli bir mihenk de “yanlışların içinden doğruyu ayırdedebiliyor mu, doğruyu bulunca bunu uygulayabiliyor mu, yanlış yaptığını fark edince hatasını nasıl düzeltiyor” gibi doğruları hayatına yerleştirmeye çalışan bir yaklaşımı kazanıp kazanmadığını ölçmektir. Yani çocuk “doğruyu öğrenmeyi öğrendikten” sonra bilmedikleri için fazla endişe etmeye gerek kalmaz; çünkü ihtiyacı oldukça öğrenecektir. İnsandaki akıl, kalp, vicdan mekanizmaları ve bunları eğiten Kur’an-Sünnet yolu bireyin her durum için doğruyu bulup uygulamasına zemin hazırlar. İşte çocuğumuzun bu dış kaynakları(Kur’an-Sünnetten gelen bilgileri) iç dinamikleriyle birleştirmeyi öğrenmesi ona bir ömür kılavuzluk edecek en mühim rehberdir.

Anne-babanın çocuğun eğitiminde yapacağı en mühim katkı çocuğun kendi fıtratına uygun bir kişiliği bulmasına yardım etmektir. Çocuğumuz sünnet-i seniyyeye göre uymamız gereken umumi ve şahsi hakları çiğnemiyorsa, yani kendi had ve sınırlarını ihlal etmiyor, başkalarına zarar vermiyorsa, diğer farklılıklar için çocuğa değişimi telkin etmemelidir. Aklına kapı açmalı, “şöyle yapsan daha iyi olabilir”  demeli ama iradesini elinden almamalıdır. Yukarıdaki örnekte kapak toplayan çocuk okul derslerini 3 ile geçiyorsa, “kapak toplama da otur çalış sınıfı 4 ile geç” gibi bir yaklaşım çocuğun üstünde baskı oluşturur, çocuk kendi başına verdiği kararlardan şüphe etmeye başlar, kişiliği örselenir, kendine güveni azalır. Çocuğa derslerini daha iyi öğrenmek istiyorsa, daha çok vaktini çalışmaya ayırması gerektiği anlatılmalı ama  buna kendisi karar vermesine çalışılmalıdır. Karar çocuğa mal olursa eğitici olur yoksa dökme su ile değirmen dönmeyeceğini bilmeliyiz. Anne-baba sevgisini notlara göre ayar ediyorsa yani 5 alınca sevgi ve iftihar dolu bir sesle “aferin benim aslan evladıma”; 2 alınca sevgisiz, ilgisiz bir tepki veriyor, çocuğu dışlıyorsa bu çocuğa: “Seni notun ve başarın kadar seviyorum!” mesajı vermek demektir. Bu mesajı alan çocuk da bir ömür anne babasını notla, ilerde kariyerle mutlu etmeye çalışır durur. Peki mutlu olabilir mi?  Elbette hayır.. Anne-babası kendisine gerekli değer yargıları ve eğri-doğruları öğretmediği için bir ömür kişilik problemi yaşar, her durumda eğri-doğrusu değişir, iş ve kariyerin dışında ne yapacağını bilmeyen, sürekli kendini birilerine isbatlamaya çalışan, başarılı olmazsa sevilmeyeceğine inanan, okul başarısının hayatın gayesi olduğunu sanan ve hayata karşı bir sürü sui zanlarla dolu bir birey olur, neticede MUTSUZ olur. 15-20 yıllık okul hayatında çok başarılı olmuş ama hayatın okuldan ibaret olduğu zannıyla yetiştirildiği için kişiliği, sosyal yapısı gelişmemiş ve ömrünün kalan 30-40 senesinde hayatın dışında kalmış  arkadaşlarımız mevcuddur. Bu arkadaşlarımız okulda başarılı ama hayatta başarısız birer insan olur! Elbette bu neticeyi hiçbir anne-baba istemez.

Öyleyse evladlarımıza yapacağımız yönlendirme ve ikazlar hangi eksende olmalı?

Bu çok önemli sorunun cevabını uzman pedagoglara bırakmakla beraber elzem birkaç noktaya değinelim.

Çocuk doğru ve yanlışı algılayabilecek yaşa geldiğinde(her yaşta bu seviye farklıdır, her yaşa göre çocuk sorumluluklarının artmasıyla bu doğru ve yanlışlara muhatap edilmelidir), çocuğun karar vermesine izin vermelidir, bu esnada çocuk yanlışlar yapacaktır, ama yanlış yapmasına bir kez izin verirsek ona kararlarını uygulama becerisi kazandırır hem de kendi kararını kendisi değerlendirmesine fırsat vermiş oluruz. Hiç hata yapmadan doğruyu bulması ise mümkün değildir. Çocuğa kendi karar ve davranışlarını değerlendirme anlayışını yerleştirmeliyiz, yani kendi kendini eleştirebilen, sorgulayabilen bir insan olmalı. İçimizdeki vicdan mekanizması zaten sürekli bizi mihenge vurur, bazen ikaz eder, bazen ferahlığıyla doğru yaptığımızı söyler. İşte vicdanın bu sesini açığa çıkarmak, yani kendini eleştirmek bizi hayatta dengeli tutan önemli bir ikaz mekanizmasıdır.

Çocuğumuz hata yaptığında ise kızmak yerine beraber kararını değerlendirmek ve bu kararı almasına sebep olan his ve fikrini konuşarak kendi kendisini düzeltmesine zemin hazırlamak en kalıcı eğitim metodudur. Örneğin çocuğumuz ödevini akşam hazırlamadı ve sabah erken kalkarım düşüncesiyle sabaha bıraktı. Ve neticede sabahleyin ödevini yetiştiremeden okula gitti. Bu çocuğa “Ben sana demiştim, şimdi öğretmenine rezil olacaksın, notun da düşecek, tembel çocuk” gibi negatif telkinler yerine hiçbir şey söylemeden ve kararının neticesini kendisi görmesini bekleyerek okula yollamak, okuldan gelince de “Okul nasıl geçti” gibi ilgilenip çocuğun kendisi anlatmasına fırsat vermek gerekir. Çocuklar kendilerine sıkıntı veren şeyi paylaşmak isterler, çocuk fıtri bir şekilde gelip “Anne/baba şöyle oldu, öğretmen kızdı” der ve üzüldüğünü ifade ederse , “Evet evladım, hakkaten üzücü bir şey yaşamışsın, galiba sabahları okul ödevi yetişmiyor, değil mi?” gibi çocuğun problemin kaynağını bulmasına yardımcı olabiliriz. Muhtemelen çocuktan da “Evet anne” gibi bir cevap gelecektir, “Bir daha sabaha bırakmayalım o zaman” gibi bir kararı beraber almış oluruz. Bu senaryoda çocuk hem karar verme yeteniğini korumuş hem de kendini değerlendirme ve sonuçlarıyla yüzleşme fırsatı bulmuş oldu, hem de anne-babasına güveni, yakınlığı sarsılmadı. Ama çocuk ödevini aksatmasın diye baskılama olsaydı, negatif telkinlerle çocuk uzaklaşacak, bu kazanımlar olmayacaktı.

Bunlar gibi binlerce örnek verilebilir. Mühim olan okul başarısı veya kariyer gibi zahiri mihenklerin çocuğumuzu değerlendirme tek kriter olmadığını bilerek, onlardan çok daha fazla insanı mutlu eden erdem, şahsiyet, fazilet gibi kavramlarla çocuğumuzu tanıştırarak iç alemi dengeli bir birey olmasını sağlamaktır. Çocuğumuza iki alemdeki mutluluğu, ancak oturmuş bir kişilik sahibi olması ve hakiki doğrulara göre yaptığı tercihleri kazandırır. Gayemiz yapıcı, onarıcı metodlarla evladlarımızı hayat yolculuğuna hazırlamaktır.

Rabbimizin emanetlerini en güzel şekilde muhafaza etmek duasıyla..

Nabi

Nurnet.org

Başarıda İman Faktörü

Maddî sebepler ve şartlar, Cenab-ı Hakkın başarı ihsan edeceği kulun önüne koyduğu engellerdir. Kişi, gerek bu engelleri aşarken, gerekse bütün sebep ve engellerin bittiği yerde Allah’ın yardımını dilemek durumundadır.

Zaman gelir, insan maddî sıkıntılar içinde boğulacak gibi olur. Sebepler sona erer, dostlardan yardım ve ümit kesilir ve direnç biter. İşte o sırada insan, sonsuz bir kudrete dayanma ihtiyacı hisseder.

Bu, onun için en büyük güç kaynağıdır. Bu tevekküldür, kadere teslimiyettir ki, imanın bir gereğidir. Onu gören, işiten; derdini, âhını dinleyen bir Yüce Kudrete dayanmak, kişiye hadiseler karşısında dayanma gücü verir.

Kâinatta, canlı cansız hiçbir fert, Yüce Kudrete dayanma ihtiyacından uzak değildir ki, insan uzak olabilsin. Binaenaleyh, başarı yolunda ilerlemek isteyen bir insan, bilhassa mümin, sık sık Cenab-ı Hakkın inayetini, yardımını istemek ve Onun sonsuz kudretine dayanmak mecburiyetindedir.

Üstünlük ve başarı, bir gayret, hareket ve çalışma neticesidir. O da inanca bağlıdır.

Gerçekten inançla, fiil ve hareket arasında çok yakın bir ilgi vardır. Kişinin imanı ile, ameli tam bir paralellik arz eder. İmanın parlaklığı ve kuvveti oranında, fiiller ve hareketler mükemmelleşir, olgunlaşır ve güzelleşir. Dr. Carrel, “İnanmış insan değilim. Çünkü inanmış olsaydım, harekete geçmem gerekirdi.” derken de kendisine göre bir iman sahibi idi. O, bu sözleriyle şunu demek istiyordu: “Eğer gerçekten mükemmel bir imânâ sahip olmuş olsaydım, o inancım istikametinde harekete geçmem gerekirdi. Geçmediğime göre, imanım henüz kemâle ermemiş, olgunlaşmamış demektir.

Ayet-i kerime de bu hakikati insanlığa haykırıyor: “İnanıyorsanız, mutlaka üstünsünüz.” hitabına mazhar olan Müslümanlar ve müminler üstün olmadıkları, mağlûp ve perişan oldukları zaman, hâşâ inançsız değillerdir. İmanları mükemmelliğe erişmemiş veya imanlarının gereği olan gayret ve faaliyeti gösterememiş ve netice itibariyle mağlûbiyete düşmüşler demektir.

Gerek şahsî ve gerekse sosyal hayatımızda, iyiliğine ve doğruluğuna inandığımız fiil ve hareketlere bir türlü yönelemiyorsak, Allah’a dayanmaya muhtacız demektir. Fâni hayatın geçici zevk ve lezzetlerini, aldatıcı heveslerini bir türlü terk edip de başarıya koşamıyorsak; dünya hayatının fâniliğine ve hakikî hayatın âhiret hayatı olduğuna inancımız zayıflamış, imanımızın güçlendirilmesine ihtiyaç ve zaruret var demektir.

İnandığımız dâvâda çalışma gayretini, bildiğimiz doğruları haykırma cesaretini kendimizde bulamıyorsak, inancımız zayıflamış demektir.

Öyle ise gerçek başarıyı istiyorsak, en başta Allah’a imanımızı güçlendirmeli ve Ona dayanmalıyız.

İnanan insanın, yaptığı işlerde başarılı olması beklenir. Eğer başarılı olamıyorsa, maddî ve manevî dünyasını çok ciddî olarak gözden geçirmelidir.

Dr. Halit Ertuğrul / Öğretmen Hattı