Etiket arşivi: Bediüzzaman Said Nursi

1. Dünya Savaşı (Risale-i Nur’da tarih yorumları)

Dünyayı, İslâm âlemini ve Osmanlı Devletini etkisi altına alan son yüzyılın en büyük olayı şüphesiz Birinci Dünya Savaşı’dır. Bu savaş 20. yüzyılda dünya çapında yapılan iki savaştan birincisidir. 28 Temmuz 1914 tarihinde Avrupa’da başlamış ve dünyanın dört bir yanındaki ülkelerin katılması ve diğer kıt’alardaki sömürgelere de yayılması dolayısıyla “Dünya Savaşı” olarak adlandırılmıştır.

Dört yıl süren savaş, 1918 yılında sona ermiştir. I. Dünya Savaşı, Avrupa’da dört merkezi devlete karşı, Avrupa ve diğer kıt’alarda bulunan yirmi beş devletin bulunduğu, o tarihe kadar görülmemiş ilk dünya savaşıdır. I. Dünya Savaşı, Avrupa’da İttifak Devletleri diye adlandırılan Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Devleti ve Bulgaristan Krallığı ile İtilâf Devletleri diye adlandırılan Britanya İmparatorluğu, Fransa ve Rusya İmparatorluğu önderliğindeki Sırbistan, Karadağ ve Belçika devletleri arasında gerçekleşmiştir. Savaşa sonradan İtilâf Devletleri tarafında İtalya, ABD, Japonya, Yunanistan, Portekiz ve Romanya da katılmıştır.

Bu savaşın etkilerini anlatan yorumları Risâle-i Nur’un yüzlerce yerinden okumak mümkün. Bediüzzaman, bizzat Birinci Dünya Savaşı’nın etkisinde kalmış ve savaşın dehşetli anlarını yaşamıştır. Kendi ifadesiyle, yaşadıklarının bir kısmını “Harb-i Umumîde Van şehrinin, Rus’un istilâ etmesi ve ihrak etmesiyle harâbezâr olması; ve ekser ahâlisinin şehâdet ve muhâceretle kaybolması” (Lem’alar, Fihrist, s. 403) şeklinde ifade eder. Başka bir ifadesinde ”Nev-î beşer’e gelen en büyük bir musîbet, Harb-i Umumî hengâmında, çok tehlikelere mâruz kaldım” (Lem’alar, Sekizinci Lem’a, s. 57) demesiyle, Ruslara esir düşmesi neticesinde yaklaşık üç yıla yakın vatanından çok uzaklarda zor şartlar altında hayatiyetini sürdürebildiğini hatırlıyoruz.

Bediüzzaman, Birinci Dünya Savaşı’nın zahirî çıkış sebebini tarihçilerin ortak ifadesiyle şu sözleriyle belirtir: “Öyle zaman olur ki, bir kelime bir orduyu batırır, bir gülle otuz milyonun mahvına sebep olur. Hâşiye: Sırp bir neferin Avusturya Veliahtına attığı bir tek gülle, eski Harb-i Umumîyi patlattırdı, otuz milyon nüfusun mahvına sebep oldu.” (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, s. 457) Bu tesbitlerini aşağıda aktaracağımız ansiklopedik bilgiler de teyit etmektedir:

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Franz Ferdinand, 28 Haziran 1914 günü Saraybosna’yı ziyaretinde bir Sırp Milliyetçisi olan ‘Princip’ tarafından öldürüldü. İki devleti bir arada tutan tek unsur olan Habsbourg Hanedanı’nın tek veliahtı öldürülmüştü. Avusturya Hükümeti’nin tepkisi çok sert oldu. Fakat Rusya’yı tek başına karşısına almaya çekinen Avusturya, öncelikle Almanya’ya danıştı. Almanya’nın verdiği üstü kapalı desteğin ardından, Avusturya Sırbistan’a 48 saat süreli ve bağımsız bir devletin kabul edemeyeceği ağır bir nota verdi.

Sırbistan bu notaya—Rusya’nın desteğiyle— kaçamak cevaplar verdi. Bunun üzerine Avusturya, 28 Temmuz 1914’te Belgrad’ı bombalamaya başlayarak, Sırbistan’a savaş ilân etti. Bunun üzerine Rusya 31 Temmuz’da genel seferberlik ilân etti. Daha önceden Rus Seferberliği’ni savaş ilânı kabul edeceğini açıklamış bulunan Almanya, 1 Ağustos’ta Rusya’ya, 3 Ağustos’ta da Fransa’ya savaş ilân etti. Almanya, barış zamanında hazırlamış olduğu ‘Schlieffen Planı’na uygun olarak, Fransa’yı hemen ezip seferberliğini tamamlama çabası içinde bulunan Rusya’ya sonra dönmek istediğinden, Fransa’ya saldırıda en kolay yol olan ‘Flander Düzlükleri’nden ordusunu geçirmek istedi ve bunun için Belçika’ya ‘Zararsız Geçiş Hakkı’ için başvurdu. Tarafsız bir ülke olan Belçika, İngiltere’ye danıştıktan sonra Almanya’nın teklifini reddedince, Almanya 4 Ağustos 1914 tarihinde Belçika’ya saldırdı ve İngiltere de Almanya’ya savaş açtı. Böylece, 4 Ağustos 1914 tarihine gelindiğinde üç cephede savaş başlamıştı: Alman-Fransız Cephesi, Alman-Rus Cephesi ve Avusturya-Sırbistan Cephesi.

Risâle-i Nur’un değişik yerlerinde Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına ilişkin yorumlara da rastlamak mümkün. İşte o yorumlardan bazı örnekler:

* Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Alman’ın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfî milliyetin nev-î beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi. (Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, s. 311)

* Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermâyedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir bîçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz mâdenlerde çalışıp, kût-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa îlân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip, geçer Harb-i Umûmi’den istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizm perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fıkrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref herşeyi kırmak için bir cesâret vermiş. (Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, s. 353)

* Harb-i Umumî neticelerinden hem âlem-i insaniyet, hem âlem-i İslâmiyet çok zarar gördüler. Nev-î insanın, hususan Avrupa’nın mağrur ve cebbarları, bilhassa birisi, kuvvet ve gınâya ve paraya istinad ederek firavunâne bir tuğyana girdiklerinden, o hususî insanlar nev-î beşeri mesul ediyor, diye “insan” ism-i umumîsiyle tabir edilmiş. (Şuâlar, Birinci Şuâ, s. 596)

Bediüzzaman’ın iktibas ettiğimiz bu ifadeleri ile tarihçilerin tesbitleri birebir örtüşmektedir. Ancak Bediüzzaman, işin özünü ifade etmiş olup, ayrıntılara girmemiştir. İşte tarihçilerinde Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları ile ilgili tesbitlerinden bazıları.

* Avrupa’daki mevcut dengeler değişti.

* Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu parçalanmış; Çarlık Rusya’sı yıkılmıştır.

* Barış Antlaşmalarında milliyetçilik prensibine dikkat edilmemesi azınlık sorununun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

* Komünizm, Faşizm, Nazizm gibi, demokratik olmayan, totaliter rejimler ortaya çıkmıştır.

* Milliyetçilik güçlendi ve ulusal devletlerin kuruluşu hızlandı.

Bediüzzaman’ın “insanlığın en büyük musîbeti” diye nitelediği Birinci Cihan Harbi’nden, Risâle-i Nur perspektifinden çıkarılacak derslerin ayrıntılı bir şekilde incelenmesi gerekir. Bu konuda uzman kalemlere büyük görevler düşmektedir. Bu gerçekleştirildiği takdirde, Risâle-i Nur’un müsbet ilimlere bakış açısı gözler önüne serilmiş olacaktır.

Kaynak : MEHMET SELİM MARDİN / www.saidnursi.de

Efendimiz’e Üstadımızın Bakışının Bir Nebzesi

Bediüzzaman’ın eserlerinde peygamberimiz, farklı perspektiflerden anlatılır. Kitap piyasasında belki yüzü aşkın Peygamberimizin hayatı isimli eser vardır. Bütün bu eserlerde kronolojik bir seyirde Peygamberimizin kutlu doğumundan ölümüne olaylar anlatılır. Bediüzzaman O’nu eserlerine yansıtırken, yine yapılmayanı yapmış, yeni bir sentez getirmiştir orta yere.

Bediüzzaman evvel emirde peygamberlik kurumunun insanın ve evrenin anlamını ortaya çıkarmakta lüzumunu, mantıki ve akli gerekçelerini anlatır. Bu isbatlar Haşir Risalesinde ve 19. Mektub’un başında verilmiştir. Orada genel anlamda peygamberlik ve özelde peygamberimizin gönderilmesinin akli gerekçelerini anlatır.

Bundan sonra onun hayatına mucizeleri gibi olağan üstü bir pencereden bakmış, mucizeler adı altında onun, arkadaşlarının, savaşlarının, mücadelesinin karakter özelliklerini verir. Eser terkibi ile mucizeler gibi görünse de Peygamberimizi anlatmada kimsenin aklının ucundan geçmediği bir kanevada Resullullah’ı (ASM) anlatmıştır. Peygamber hayatı ile ilgili eserlerde olmayan ve az olan bir şey var, bunu Üstad-ı muhteremimiz düşünmüştür. Peygamberin hayatını okurken duygulanır ve ağlarız. Ama, “Onu nasıl sevmeliyiz, ona nasıl benzemeliyiz?” konusu biraz havada kalır. Bediüzzaman olayın ana noktasını bulmuştur. Onun sünnetine uymak, bu da yine kapalı bir cümle; nasıl uymak. Bediüzzaman “Peygamberimiz nasıl sevilir?” konusunda bütün eserlerinde mesajlar verir. Onun Sözler isimli eseri Peygamberin varlığa, insana bakış açısının muhassalıdır.

YA RESULALLAH ! NEDEN BÖYLE OLDU?

Birinci Söz’de Bismillah’ı anlatır.

Peygamberimiz bir gün bir kaç kişi ile yemeğe oturur, yemeğe daha sonra bir kişi oturur, bir süre sonra yemek biter. Bu bereketin kesilmesi sahabeden birinin dikkatini çeker, o Cenab-ı Nebi’ye derki; “Ya Resullallah bu neden böyle oldu?” o ise fem-i mübarekinden söyle konuşur: “Sonradan oturan, Bismillah demediği için yemeğe şeytan da katıldı ve yemek kısa sürede bitti.

CENNET GARANTİSİ

Dördüncü Söz’de namazı anlatır:

Namaz ne kadar kıymettar ve muhim ve hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır.” Bu cümle Resulullahın namaz öğretisinin bel kemiğidir. Namaz’ını vaktinde cemaatle kılan kişiler cennet garantisini almıştır, ama vaktinde kılınmayan namazlar ve cemaatle kılınmayan namazlar için böyle bir sigorta yok. Ölürken bile son sözlerini namaz ile bitiren bir Nebi’nin namaz konusundaki tutumu Bediüzzaman’ın diğer eserlerin de anlatılmıştır.

Haşre inanmak ve öyle yaşamak

O’nun hayatının en önemli bir misyonu ve Kur’an’ın üzerine özellikle vurgu yaptığı bir konudur. Şimdi onun Haşri anlatırken takındığı tutum hasta aklı tedavidir, dolayısı ile Peygamber’in evren yorumu konusundaki sünnet fikrinin yansımasıdır. O eseri okuyan Peygamberin örgütlediği sünnete uyan kişidir. Yoksa sünnet, “Suyu nasıl içelim?“, gibi muamelata taalluk eden şeyler demek değil, asıl büyük sünnet imanın altı rüknü ile kainatı ve insanı ve Allah’ı yorumlamaktır.

ALLAH’IN DİNİ VE DAVET

Sonra sevginin ölçüsünü verir, Onuncu Söz’ün İkinci Hakikatında, kainatı bu kadar güzelliklerle yaratan Allah’ın tanınması gerekir, yaratmak tanımayı gerektirir. Sonra bu güzel kainatı ve güzel nimetleri süsleyen, insana kendini sevdirmek istiyor demektir, bu sevdirmeye verilecek cevap ibadetle sevmektir. Yani sevginin yolu peygamberin dikkat ettiği ibadeti yerine getirmekle olur. Bir zat Ona(ASM) gelir müslüman olmak istediğini söyler. Resulullah ona yapması gereken şeyleri anlatır, o da; “Efendim, ben varlıklı bir adamım, zekat veremem çok olur, sonra ben korkak bir adamım savaşa gidemem” der. Resulullah celallenir: “Be adam zekat vermeden, cihat yapmadan nasıl cennete gideceksin?” Ve yüzüne bakar, gözleri ile karşı karşıya gelen adam; “Bir anda içimdeki bütün tereddüdler gitti. Kabul ettim” der.

İşte en büyük sünnet her devrin şartlarında cihat, herkes Allah’ın dininin kendisine gelmesinde getirenlerin meşakkatini hiç düşündü mü?

SOSYAL HAYATIN İLACI VE TEDAVİSİ: SÜNNETLER

Kur’an’ın her harfi için binlerce insan öldü, o zaman biz de her gün bir veya yarım saatimizi hizmete verelim. O zaman sünneti anlarız. Risale-i Nur’a sünnetin yansımaları sünnet adı altındaki bölümler ile sınırlı değil, bütün eserler onun sünnetinin bütün vecheleridir. Onun sünneti aklın ve kalbin, toplumun marazlarına ilaçtır, bu onun ifadesinin bir başka şekilde ifadesi.

Şimdi Bediüzzaman bu akli, kalbi ve ictimai marazların hepsine çareler düşünür.

Felsefi sekamete, gençlik çılgınlıklarına, ihtiyarların umarsızlıklarına, hanımların yanlış tutumlarına daha nice bahislerde sünnetin telkinini yapar. Mirkatü’s-Sünne isimli risalesinde Resulullah’ın sünnet anlayışını çok yönlü olarak ifade eder ve sünnete uymanın ne kadar mutlak bir zorunluk olduğunu anlatır. Bu devirde sünnete uyanın yüz şehidin sevabını kazanacağını söyler. Kapı açılsa çeşitli savaşlarda ölmüş kefenli yüz ölünün odamıza girip bize; “Niye sünnete uymuyorsun, bak biz yüz şehit Allah için öldük, sen sünnete uy bizim kadar şehidin sevabını kazanacaksın” dese, biz ne deriz, ölmesek sünnete uyarız.

DÜNYA FİKİR VE DİN TARİHİ VE RİSALE-İ NUR

19. Söz Bediüzzaman’ın Peygamberimizin bütün mücadelesini, kişiliğini, olaylara bakış açısını anlatan bir büyük kitap olacak kadar büyük çekirdek fikirlerden oluşan bir eser. O kısa bölüm onun icmal gücünün dehasal bir görüntüsüdür. On Dört Reşha’nın her birini oluşturan cümlelere on örnek versen koca bir kitap olur. Sadece bir cümle alalım:

Hem o nur ile kainattaki harekat, tenevvüat, tebeddülat, tagayyürat manasızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp birer Mektubat-ı Rabbaniye birer sahife-i ayat-ı tekviniye birer meraya yı Esma-i İlahiye ve hem alem dahi bir kitab-ı hikmet-i samedaniye mertebesine çıktılar.” Bu cümle bütün Risale-i Nur’un kozmik bahislerinin özetidir. Bütün Risale-i Nur bunun açılımıdır. Dünya fikir ve din tarihinin en önemli sorunu alemdeki değişimlerin, başkalaşmaların, nevilerin ne manaya geldiği konusudur, bu bin yıllık bir kozmik bocalamadır. İşte Bediüzzaman’ın Peygamber-i Zişanımıza bakış açısına bir cümle ile baktık.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer  / www.risaleakademi.com

“Calm Personality”, Leadership Lessons from the Life of Imam Bediuzzaman

Leadership Lessons from the Life of Imam Bediuzzaman

“Calm Personality”

Maintaining calmness in tense situations has been identified as an important trait of a leader.  Calmness is an important trait in decision making.  A leader’s charisma is not found in firing inflammatory orations and mobilizing followers through provocative actions.  A responsible leader is always moderately cautious in driving his followers in the desired direction.   

Our beloved Prophet (PBUH) had accomplished marvellous tasks by leading a great revolution.  He led many successful battles and conquered Makka in a bloodless encounter.  Notwithstanding all these he was a calm personality.  The following Hadeeth depicts this clearly:

‘..Narrated ‘Aisha: (the wife of the Prophet) A group of Jews entered upon the Prophet and said, “As-Samu-Alaikum.” (i.e. death be upon you). I understood it and said, “Wa-Alaikum As-Samu wal-la’n. (death and the curse of Allah be Upon you).” Allah’s Apostle said “Be calm, O ‘Aisha! Allah loves that one should be kind and lenient in all matters.” I said, “O Allah’s Apostle! Haven’t you heard what they (the Jews) have said?” Allah’s Apostle said “I have (already) said (to them) “And upon you!(W Alaikum)[1].    

This calmness should not be misunderstood as pessimism at all.  Pessimism is equal to laziness not calmness.  A leader’s true calmness comes to light when he responds to tense and volatile situations. A truly brave leader displays the quality of calmness whereas an emotional leader displays the quality of frantic desperation.  One should not misconstrue that a calm person would not get angry or get into quick actions.  He certainly possesses the ability to manage emotions and judge different situations, but what he does not is rash action.

In all provocative and tense situations, Imam Bediuzzaman had behaved with utmost calmness.  Even during his court cases, he took it to handle with calmness.  In later years, a chief judge who used to hear one of his cases said:

He was an intelligent person.  He foresaw the result of the trial from the way it was going.  He did not display the slightest trace of anxiety or excitement, and was relaxed and at ease as though speaking with his friends in his house…..[2]

The following is only one out of many incidents on how he used to handle tense situations with complete calmness.  This is related with the famous ‘Sheikh Said Revolt’.  It was a popular revolt against the radical anti-Islamic moves orchestrated by Kemalist secular republic of Turkey around the year 1925.  It was led by Sheikh Said Isyani, a popular figure in the Eastern Turkey.  The rebellion failed to achieve what it desired and eventually Sheikh Said was captured and ruthlessly executed by the authorities.

‘……Although the government of the time knew very well, he (Imam Bediuzzaman) did not have any role in the (Sheikh Said) revolt, he was arrested along with other tribal leaders and prominent figures in the eastern province and exiled together to Western Anatolia….. an army detachment raided the cave which Imam Bediuzzaman used as a place for prayers and contemplation.  Leader of the detachment behaved in a very rude manner with Imam Bediuzzaman.  However, his reaction to this rude behaviour was somewhat courageous and similar to electrifying the entire area all of a sudden.  When they began marching with him and walked a few yards, some of his disciples and the village folks approached him and talked in Kurdish language (which the officers did not understand).  They pleaded with him not to go with the army assuring him to sacrifice everything in their disposal to save him and take him to any unknown place or any other Muslim country.  But he did not agree with them and said, he is going with the army with complete willingness; further, he advised them to return to their homes quietly, saying there is no need for anxiety….[3]

Imam Bediuzzaman believed that ultimately it’s the Truth that’s going to win, hence he didn’t find any need for haste or revolt. One beauty of his personality was his ability to maintain calmness of mind even amidst the chaos of war.  One can imagine the degree of calmness and peace of mind he was endowed with for writing a marvellous Tafsir of the Qur’an as Isharatul I’jaz inside the bunker and on horseback while fighting was raging on with great intensity!

Calmness of mind is a very important contributory factor for sound decision making.  

(Excerpt from the author’s book, ‘The Positive Warrior’

Thrilling Leadership Lessons from the Life of Imam Bediuzzaman Said Nursi – Asım Alavi)

www.NurNet.Org



[1] Bukhari – No:73-53

[2] Sukran Vahide – ibid, p 339

[3] Ihsan Qasim Assalihi – p 208

Cüneyt Arcayürek ve Dahi

Olağanüstü zihnî güç. Yüksek zihinsel yetenek.

 Deha, zihnî yetenek yanında esrarlı bir gücü temsil eder. Gerçekleşmiş başarılarla kendini gösteren olağanüstü yüksek kabiliyet anlamına gelir. Veraset gibi doğuştan gelen birşey değildir. Nicelik ve nitelik açısından istidattan farklıdır. Deha, özgünlük ve yaratıcılık, daha önce araştırılmamış alanlarda düşünüp çalışarak dünyaya ancak bu yolla kazanabileceği bir değer katmak gibi öğeleri de içine alır.

Dâhilerin eşsiz katkıları genellikle belli bir alanda ortaya çıkar, ama bu kişilerin daha önceki gelişmelerini konu alan araştırmalar genel zekâ düzeylerinin de olağanüstü yüksek olduğunu göstermiştir.

AKIL ÇABA ÇALIŞMA

Deha, farklılığından dolayı sıradan toplumla çatışma içindedir. Anlaşılmaz; anlaşılması, onun bağımsızlığının onaylanmasıyla ona mesafeli durmaktır. Dehanın sistematik biçimde incelemesine öncülük eden Galton, dehayı her insanda değişik ölçülerde bulunan üç birleşik özelliğin; ‘akıl, çaba, çalışma’nın aşırı boyutlara ulaşmasıyla tanımlayan bir teori geliştirmiştir.

Deha hem irsî, hem de çevre etmenlerinin mahsulüdür. Olağanüstü başarılarındaki gizli esrarlı güç irsîdir, ama bu esrarlı gizli gücün sonuç vermesi, meyve vermesi imkânlara, eğitime, çalışmaya bağlıdır.

BÜYÜK SANAT ESERLERİNİN DOĞMASI

Dâhice bir kabiliyetin olgunlaşma sürecinin, bu kabiliyete sahip kişilerin bir insan olarak sürdürdükleri yaşamlardan az çok yalıtılmış olarak gerçekleşen bir iç süreç olduğu inancı hayli yaygındır. Bu düşünce büyük sanat eserlerinin doğmasının sanatçıların sosyal varoluşlarının, yani bir insan olarak insanlar arasındaki gelişimleri ve yaşantılarından bağımsız olduğu düşüncesiyle bağlantılıdır.

Bediüzzaman üretirken başka bir insan, yaşarken başka bir insandır. Buna bağlı olarak Bediüzzaman’ın sanatçı kişiliği ile insan Bediüzzaman’ın ayrılığı vurgulanır. Bunu kendi de vurgular. “Ben çekirdek gibi çürüdüm ve kurudum. Bütün kıymet ve hayat ve şeref, o çekirdekten çıkan şecere-i Risale-i Nur ve mucize-i maneviye-yi Kur’âniyeye geçmiş biliyorum.” (Külliyat, s. 941)

Bediüzzaman’ın hayatı gözden geçirilirse onun sıradan insandan çok yüksek niteliklere sahip olduğu görülür. Dehalar birkaç yüzyılda yeryüzüne çok sınırlı sayıda gönderilirler. Peygamberler, büyük filozoflar, büyük sanat adamlarının hayatında erken inkişaf, bir deha belirtisidir.

KRALLIK AKADEMİSİ YARIŞMASI

Bütün dehalar çocukluğunda şaşırtıcıdır. Picasso henüz 14 yaşındadır. Güzel Sanatlar Okulu’nun sınavlarına girer. Pablo hünerini gösterdiği zaman jüri büyük bir şaşkınlığa uğrar. Ufaklık bir gün içinde öğrencilerin yaklaşık bir ay içinde bitirmeleri gereken tüm sınav aşamalarını tamamlamıştır. Ve bunu öylesine büyük bir ustalıkla, doğrulukla yapmıştır ki, jüri üyelerinin tekinin bile kafasında tereddüde yer kalmamıştır. Bu çocuk bir mucizedir.

Pablo, sadece altı yaşında iken Krallık Akademisinin yarışmasına katılır. En az Barcelona’daki kadar baş döndürücü bir başarı La jonda’da olduğu gibi tek bir günde olağanüstü desenlerin hepsini tamamlamıştır (Marie Laure Bernedac, Picasso: Deli Dahi, s. 23).

Schelling, on yaşını doldurduktan sonra Nürtingen’deki Latince okuluna gitti. Orada bir yıl bile geçmeden öğretmenleri onun bu okulun sınırlarını çoktan aştığını söylediler. (Ömer Naci Soykan, Schelling Felsefesinde Bir Araştırma, s. 202)

Bediüzzaman, daha çocukluktan, farklı olduğunu fark eder.

 “Küçükten beri halkların mallarını hediyelerini kabul edemiyordum, ihtiyacımı izhara tenezzül edemiyordum. Beni bilenler gibi ben de çok hayret ederdim. Şimdi hâssaten birkaç sene zarfında anlaşıldı ki, Risale-i Nur’un dehşetli bir mücahedesinde tamah ve mal yüzünden mağlub olmamak ve itiraz gelmemek için o halet-i ruhiye bize ihsan edilmişti. Yoksa düşmanlarım o cihetten büyük bir darbe indirecektiler (Külliyat, Emirdağ Lahikası, s. 1699).

Mozart’ın, Hugo’nun, Picasso’nun çocukluklarında da böyle kimseye ihtiyaç arz etmeme ve müstağni durma özellikleri görülür.

Bediüzzaman’ın çocukluğu bir dâhide olan bütün özelliklere sahipti ve bunlar hayatı boyunca devam edecek özelliklerdi.

İKİŞER İKİŞER GELSİNLER

Cesareti: Hizan şeyhinin yaylasında tahakküme tahammülsüzlüğü, dört talebe ile geçinmemesine sebeb oldu. Bu dört talebe birleşip kendisini daima taciz ettiklerinden bir gün Şeyh Seyyid Nur Muhammed Hazretlerinin huzuruna çıkıp izhar-ı acz etmeden, arkadaşlarını şikâyet etmeyerek şöyle dedi. “Şeyh efendi, bunlara söyleyiniz, benimle dövüştükleri vakit dördü birden olmasınlar, ikişer ikişer gelsinler.” Seyyid Nur Muhammed, küçük Said’in bu mertliğinden hoşlanarak: “Sen benim talebemsin, kimse sana ilişemez!” buyurdu.” (bkz. Tarihçe,s.31)

Enver Paşa’nın emri ile Şarkta milis alayları kurulması teklif edilir. Bediüzzaman Anadolu’dan topladığı beş bin kadar gönüllü genç kişiyi harp sanatında eğitir ve bu gençler ‘Keçe külahlılar’ diye meşhur olurlar. Eşref Edip Fergan, “İngiliz işgali yıllarında Zeyrek’te bir evde toplanarak Bediüzzaman’dan komitecilik dersleri aldığını anlatır.” (bkz. Son Şahitler, c. 1, s. 170)

ZEKÂ İLE HAFIZA BİRLİKTE

 Hâfızası: “Herhangi bir kitabı eline alırsa, anlardı. Yirmi dört saat zarfında Cem’u’l-Cevâmi, Şerhü’l-Mevâkıf, İbni Hacer gibi kitapların iki yüz sahifesini kendi kendine anlamak şartıyla mütalaa ederdi” (Tarihçe, s. 34).

Molla Fethullah ‘Hıfzınız nasıldır? Makamat-ı Haririye’den birkaç satırını iki defa okumakla hıfzedebilir misiniz?’ diyerek kitabı uzatır. Molla Said alarak, bir yaprağını bir defa okumakla hıfzetti ve okudu. Molla Fethullah: ‘Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu (toplanması) nadirdir’ diyerek hayrette kaldı. Bediüzzaman orada iken, Cem’u’l-Cevâmi kitabını günde bir-iki saat iştigal etmek üzere bir haftada hıfzetti.” (Tarihçe, s. 37)

Bediüzzaman’ın hâfıza gücüne bir delil de Kâmus-ı Okyanus’u Bâbü’s-Sin’e kadar ezberlemesidir. Ne fikre binaen kamusu hıfzettiği sorulduğunda: “Kâmus her kelimenin kaç mânâya geldiğini yazıyor; ben de bunun aksine olarak her mânâya kaç kelime kullanıldığını gösterir bir kâmus vücuda getirmek merakına düştüm’ cevabında bulundu” (Tarihçe, s. 39).

EŞ ANLAMLI KELİMELER

 Bu tutumunu eserlerinde kullandığı dil ortaya koyar. Aralarında az da olsa anlam farklılıkları olan eş-anlamlı kelimeleri çokça kullanır. Edebiyatımızda bu kadar eş-anlamlı kelimeyi bir arada kullanan bir yazar yoktur.

Bir örnek verelim: “Mevt adem, idam, fena, hiçlik, failsiz bir inkıraz değil; belki bir Fail-i Hakîm tarafından, hizmetten terhis ve tahvil-i mekân ve tebdil-i beden ve vazifeden paydos ve haps-i bedenden azad etmek ve muntazam bir eser-i hikmet olduğu…” (Külliyat, s. 310).

 Burada, ölümü anlatırken onu tasvir ve belirleme için on iki kelime kullanır. Bunların altısı eş-anlamlı, diğer altısı da zıt-anlamlıdır.

Korkusuzluğu

 “Molla Ahmed-i Hani Hazretlerinin gündüzleyin bile havf (korku) ile girilen kubbe-i saadetine kapanır, bazen geceleyin de orada kalırdı. Bundan dolayı ahali Bediüzzaman’a ‘Ahmed-i Hani Hazretlerinin feyzine mahzar olmuştur’ diyordu.” (Tarihçe, s. 34)

İlminin derinliği ve yüksekliği:

Kardeşi ile karşılaşması sırasında konuşmaları onun ilimde vardığı noktayı anlatır: “Büyük kardeşiyle ilk görüşmede aralarında şöylece kısa bir muhavere (konuşma) cereyan etti:

Molla Abdullah: ‘Sizden sonra ben Şerh-i Şemsî kitabını bitirdim, siz ne okuyorsunuz?’

Bediüzzaman: ‘Ben seksen kitab okudum.’

Molla Abdullah: ‘Ne demek?’

Bediüzzaman: ‘İkmal-i nüsah ettim ve sıranıza dâhil olmayan birçok kitapları da okudum.’

Molla Abdullah: ‘Öyle ise seni imtihan edeyim?’

Bediüzzaman: ‘Hazırım, ne sorarsanız sorunuz!’

Molla Abdullah, biraderini imtihan eder. Kifâyet-i ilmiyesini (ilmi yeterliliğini) takdir ile sekiz ay evvel talebesi bulunan Molla Said’i kendisine üstad kabul etti ve talebelerinden gizli olarak küçük biraderinden ders almaya başladı. Ve bittabiî, daha evvel okuttuğu kardeşini kendisine üstad yaptığını sezdirmiyordu” (Tarihçe, s. 35).

Aynı konuda şöyle bir olay daha vardır:

Molla Fethullah, ulemaya: ‘Bizim medreseye gayet genç bir talebe geldi. Her ne sual ettimse bilâtevakkuf (durmaksızın) cevap verdi. Bu yaşta zekâsına ve ilmine ve fazlına hayran kaldım’ diyerek pek çok metheder. Bunun üzerine ulema bir yerde toplanarak Bediüzzaman’ı davet ederler. Bediüzzaman intihab ettikleri (seçtikleri) bütün suallerine bilâtereddüt(tereddütsüz) cevap verirken, Molla Fethullah’ın yüzüne bakıyordu. Sanki kitaba bakıyor gibi kendilerinden okuyarak cevap veriyordu. Bunu gören ulema, Bediüzzaman’ın harikulade bir genç olduğuna hükmedip faziletini takdir ve sena ettiler. Bu hal etrafta işitilir. Ahali kendisine veliyullah derecesinde ihtiram eder (saygı duyar) ve o nazarla bakarlar.” (Tarihçe, s. 37)

Necmettin Şahiner’in Son Şahitler isimli eserinde anlattığı, Bediüzzaman’ın bilgi, cesaret ve mahareti ile her konuda derinliğine dair örnekler sayısızdır. 1907 yılı başlarında gittiği İstanbul’da henüz otuz yaşlarındadır. İstanbul ulemasından çokları onu mağlup etmek için en olmadık yerlerden sorular seçer ve cevap isterler. Hiçbirinde duraklamaz, ani şekilde cevap verir.

Bir gün Fatih Camii avlusunda büyük âlimler bir ilmî meseleyi aralarında çözmeye çalışırken, Bediüzzaman oradan geçerken meselenin ne olduğunu sorar. Ona “Sen işine yürü, bu senin işin değil” derler. O ise konuya etraflı bir şekilde cevap verir. Etrafındakiler hayret içinde susar ve hayretlerini gizlemezler. İstanbul’da zaman zaman Şeyhülislam’ın fetvalarındaki yanlışlıkları bizzat yanına giderek düzeltir.

Bilgeliği: Hakikat uğruna hayatını, çıkarlarını feda etmektir bilgelik.

Sokrat bir hakikat uğruna hayatını vermiştir.

Diyojen yaşadığı fıçının kapısına gelen İskender’den hiçbir şey talep etmemiş; “Gölge etme, başka ihsan istemem” demiştir.

Meselâ şu olay onun daha küçük yaşta bilgelik uğruna nasıl hayatı tahkir ettiğini gösterir: “Genç, tecrübesiz talebelerden bir kısmı, ilmen mağlup edemedikleri Bediüzzaman’ı kavga yoliyle ıskat etmek teşebbüsünde bulunmuşlarsa da, meseleden haberdar olan Siirt ahalisi kendisini kurtarmak için gelmişler.

  Ahali nazarında büyük mevki sahibi olduğu için, derhal muarızların ellerinden kurtarılmış ve bir odaya bırakılmış ise de,

 Bediüzzaman mesleklerine olan fevkalade muhabbetinden, muarızları bulunan talebe ve ehl-i ilmin cahillere hedef olmamasını temin için kendisi odadan çıkıp muarızları tarafından telef edilse bile ehl-i ilmin işine cahillerin karışmamasını müdafaa eder.

 Bu ihtilafı kaldırmak maksadıyla herhangi bir talebeye: ‘Beni öldürünüz, ilmin haysiyetini muhafaza ediniz!’ diyerek yüzünü çevirmiş ise de hiçbir talebe kendisine hücum etmemiş ve nihayet ihtilaf bertaraf edilmiştir.(Tarihçe, s. 37)

KENDİSİNİ SIRADAN BİR İNSAN GİBİ GÖRÜR

Hiçbir zaman, hangi olağanüstü şartlar olursa olsun prensiplerinden vazgeçmez, onları feda etmez. Kimsenin yardımını kabul etmez, para almaz, yediğinin parasını verir, minnet almaz. Kendisini sıradan bir insan gibi görür.

Bediüzzaman elli yaşından sonra bir gün pencereden yağmur yağışını seyrederken, Nurs’ta iki yaşında annesinin kucağında da yağmuru seyrederken bugün hissettiklerini hissettiğini söyler.

Bir dâhideki sırların tespiti ve yüceltilmesi zor bir iştir, çünkü deha kuşatılan bir görünüm değildir, bu homojen olmayan yapısı yüzünden deha ortaya çıkmıştır. Sanatçıların hepsi bir imgedir; daha karmaşık olanları, özellikle dahiler, daha karmaşık sembolik imgedirler. Bediüzzaman imgesi bir şablon kişilik olarak yorumlanamayacak kadar girift bir yapıdır. Onun dehası sosyal kaderinin belirleyici ögesidir. Bütün dehalar gibi derin, duygu dolu, yüce ve esrarlıdır. Dâhilere atfedilen gizlilik ve esrarlı oluş onda fazlasıyla mevcuttur. Hapishanedeyken, dua ederken, eserlerini doğuş halinde yazdırırken çok farklı görünümlerde görülür. Hem kendi, hem etrafındakiler olağanüstü görüntülerle karşılaşırlar.

ONUN BAŞARISI KAZANILMIŞ BİR YETENEKTİR GERİSİ ÇALIŞMAKTIR

Bediüzzaman hakkında konuşurken doğuştan dahi, doğuştan getirdiği yetenekleri gibi sözler kolayca kullanılır, ancak bu düşünce ihtiva etmeyen bir ifade tarzıdır. Bir insanın kendine özgü niteliklerinin doğuştan olduğu söylendiğinde, bunların tıpkı saç ve göz rengi gibi genetik koşullu ve kalıtımsal olduğu varsayılır. Bununla beraber bir insanın doğal olarak, Bediüzzaman’ın eseri ve dehası gibi birşey için genlerine işlenmiş bir yatkınlığının olması kesinlikle mümkün değildir. Onun başarısı kazanılmış bir yetenektir, doğuştan gelen kısmı ise sadece bir çekirdektir. İrsiyetin kalıtımın başarıdaki rolü yüzde onlara kadar varır; gerisi çalışmaktır. Onun dehası, bir gelişme sürecinden sonra varılmış noktadır. Üstelik onun çalışması ve başarısı fizyoloji ve biyoloji yasalarını aşan bir keyfiyettir. Gücü tabiat güçlerini anımsatan bir kendiliğindenlik gibidir.

Bediüzzaman bir dahi olarak tanımlandığında gözümüzde canlanan kendine özgü yeteneğini biraz daha açıkça tanımlamak sanırım yararlı olacaktır. Dahi kavramının taşıdığı anlamı belirlemek hiç de kolay değildir. Çünkü dehanın bir kısmı esrarlı ve gizli bir bölgedir. Bununla Bediüzzaman’ın insanların büyük çoğunluğunun yapamayacağı şeyi yaptığı ve onların imgelem güçlerinin ötesinde birşeye sahip olduğu anlatılmıştır. İşte keyfiyeti anlaşılamayan bu yön sayesinde bunlar gerçekleşmiştir.

Bediüzzaman bütün dahiler gibi birşeyi anlık bir şekilde yazmaya karar verince, eserin bütün teknik ve muhtevası ortaya doğuş şeklinde çıkmaktadır. Bu durum diğer dahiler için de geçerlidir.

 Mozart için anlatılır: “Diğer insanlarla birlikteyken zaman zaman içinde oluşmaya başlayan bir müzik parçasına gizlice kulak kabartırdı. Ardından, bir anda özür dileyerek dışarı çıkar, bir süre sonra da keyfi yerinde geri dönerdi; bu süre içinde bizim deyimimizle eserlerinden birini bestelemiş olurdu.” (Norbert Elias, Mozart, s. 81)

Bediüzzaman dehadır, bir kere kural koyucudur.

 Hiç kimsenin kuralları ile hareket etmez. Hayatının her döneminde onun kendi kurallarını kendi koyan biri olduğu görülür. Bu uzun bir örnekler zincirine neden olur. Çocukluğunda, hapishanede, mahkeme önünde, Çarın amcası Grandük Nikola karşısında, Mustafa Kemal karşısında. Daha küçüklüğünde büyük istidatları ile çevresini büyülemiştir. Deha taklide karşıdır. O hiçbir kimseyi taklit etmemiş, tamamen orijinal bir yaratılış ve telif sahibidir. Bediüzzaman hür ve özgürdür. Hiçbir zaman hürriyetini kısıtlamamıştır, kısıtlamalara da kayıtsız kalmıştır. Büyük bir öğrenme kapasitesine gerek yoktur. Okuduğu süre normal insan açısından çok kısıtlı bir süredir. O özgündür, yani orijinaldir.

Deha yalnız sanatta olanaklıdır. Üstadın dehası belli temalara ve konulara getirdiği yeni ifade ve biçimlerdir. Ruhun bekası, ölüm, haşir ve daha birçok konuda söyledikleri âdeta sanatçı tasarımlarıdır ve özgün imajlardır. Kendisine gelinceye kadarki kuru ve matematik düzendeki ifadeleri kullanmaz.

Mutlak özdeşliğin ifadesi olarak bir sanat eseri ya özgün, orijinal bir sanat eseridir veya hiçbir şey. Onun eseri de özgün ve orijinaldir. Dehanın orta kırat sanat eseri olmaz. Orta kırat eser sahibi deha değildir.

BİR BEN VARDIR BENDE BENDEN İÇERİ

Sanatçının ortaya koyma gücü Tanrı’dan ödünç alınmış bir güçtür.

Sanatçı eserini meydana getirdiği anda olağanüstü bir güce sahiptir. Doğuş bittiğinde güç geri gider. O gücü daimi olarak kendisinde bulundurmaz. Doğuş sırasında sanatçı farklı ve esrarlı gücü elinde bulundurmakla, kendisi de sıradan beşeriyeti aşar. İnsanın yaptıklarının dolaysız nedeni olarak onun Allah’taki bu ebedi kavramı deha denilen şeydir.

 Deha içinde kendi beninin dışındaki bir ikinci benin denetimine girer. Sanki deha insanın içindeki ben dışındaki ben olan şey diye adlandırılır.

 “Beni bende demen bende değilem,  bir ben vardır bende benden içeri” derken,

Yunus bu ikiliği hissetmiştir. O benin kendi denetiminde olmadığını bu ifade gösterir. İlâhî olanı içinde taşıyan dahi kendi yasasından başka hiçbir yasa tanımaz. Deha autonomik kendi yasasını kendi koyandır. Yalnız başkasının yasa koymasından kendini uzak tutar, kendi yasasından değil, çünkü en yüksek yasalılığın olması durumunda ancak dahi vardır. Dahi sanatçı bu kendi autonomisini bilmez. Aslında bunu bilmek onun işi değildir. Çünkü o bilmek için değil üretmek için vardır. Ama bu yasa koyumunu yalnız kendisi autonomik olmakla kalmayıp, aynı zamanda tüm otonominin ilkesine nüfuz eden felsefe onda bilinir. Bundan dolayı gerçek sanatçıların kendi tarzlarında doğa gibi sessiz, yalın, büyük ve zorunlu oldukları her dönemde görülmüştür.

KURALINI KENDİ KOYAR

Bediüzzaman da, anlatılmaz durumlarda kuralını kendi koyar. Otuz yaşında İstanbul’da bütün ulemayla kendi kuralı ile tartışır.

Bekir Ağa Bölüğünden mahkemeye gider, yine kuralını kendi koyar, mahkemeden elini kolunu sallayarak ayrılır.

İşgal İstanbul’unda herkes şehirden ayrılır, Mehmed Akif, Halide Edib ve daha birçoğu şehri terkederken, o çok zor şartlarda kendi kuralları ile mücadele eder ve hesapları değiştirir.

Birinci Meclis’e gelir, şartlar yine zorun zorudur, kendi kuralları ile olmayınca ayrılır, Van’a gider.

Hayatında herkes onun kurallarına boyun eğmiştir: sadece sıradan insanlar değil,

Meşrutiyet,

Mütareke,

Birinci Dünya Savaşı,

Millî Hükümet yılları,

Cumhuriyet yılları, sürgün ve hapishane yılları…

Günlük hayatın içindeyken de kural koyar; mazlumken de, herkesin parmakla gösterdiği dönemde de.

DEHA ALLAHA CİDDİ BAĞLILIKTIR

Dehanın kurucu unsurları hayal gücü ve zihindir; akıl, çaba ve çalışmadır. Dahi deyim yerindeyse Allah’ın mutlaklığı ile bir ilişkidir. Fişi kayıtsıza bağlıdır. Bundan ötürü her sanatçı kendisinin kendine özgü varlığının ebedî kavramı Allah’a ne denli bağlı ise, ancak o kadar çok yaratabilir. Deha Allah’a ciddi bir bağlılıktır. Allah’a o kadar ciddi bir bağlılığı vardır ki, bu samimi bağlılık Allah’tan da samimi karşılık görür. Ayaklarını üstüste atmayı, Allah’ın azameti karşısında kendisi için aykırı bulur. Dizüstü oturur, aksini rahat etmek olarak yorumlar, Allah’tan utandığını belirtir.

Bu çerçevede, evrensellik artık ne denli kendi başına idrak edilirse, deha ne denli sonluluğu sonsuzluğa bağlıyorsa, o derece özgün ve üretkendir. Allah ile kurulan böylesi bir bağ olarak deha, kuşkusuz artık yetenek, kabiliyet veya benzeri bir adla adlandırılacak olan şeyden tamamen ayrıdır.

Bediüzzaman’ın çalışması beşeriyet üstü telakki edilebilir. Barla hayatını görenler anlatır: “Barla’da sekiz sene kadar kalmıştır. Ekser zamanlarını kırlarda, bağ ve bahçelerde geçiriyordu. İki-üç saat kadar uzaklıktaki tenha dağlara ve bağlara çekilir. Nur risalelerini telif eder, bir taraftan da telif ettiği risaleler Isparta ve havalisindeki el yazısıyla çoğaltılıp kendisine gönderildiğinde, bunları tashih ederdi. Bir gün içinde hem tashihat yapar, hem gidip gelme dört-beş saat süren yerlere yaya olarak gider, hem aynı günün üç-dört saatini telifata (eser yazmaya) hasreder ve hem de çok zaman yemeğini kendisi hazırlardı. Üstad kitapları sırtına yüklenir, dağ, bağ ve kırlara kadar gider, orada tashihini yapar, evine gelirdi.” (Tarihçe-i Hayat, s. 148)

Dehanın eseri farklıdır. Ustalık uzun bir zaman alan ve yoğun bir çalışma gerektiren meslekî bir öğrenim, dünya sanat kültüründe elde edilmiş başarıların bir özümlenişi, sanatçının kendi yaratıcı tecrübelerini sürekli derleyip olgun bir hale getirmesi sürecidir. Yoğun çalışma olmaksızın kabiliyet tıpkı çöldeki bir gül gibi kavrulup gider.

Deha ise araştırmacıdır,

yenilikçidir,

sentezcidir,

gözlemcidir,

yorumcudur.

Bediüzzaman’ın eserlerinin kendisine kadar gelen gelenekten farklı tasarımlar ve telifler olduğu konusunu başka yerlerde onun ifadelerinden aldığımız alıntılarla izah ettiğimiz için burada tekrarını gereksiz buluyoruz.

UMUT VE MANEVİ NEŞE, ŞEVK VE ENERJİ

Onun dehası tabiat okumaları ile ilâhî sanatı ortaya koyar. Eserleri modern çağın huzursuzluk ve çözülmelerinden uzak mutluluk metinleridir. Mutsuz bir çağda en büyük ızdırab ve zulümlere maruz kalan Bediüzzaman, eserlerinde mutluluktan başka birşey telaffuz etmez. Çektiği olanca zulüm ve hastalıklara rağmen etrafına umut ve manevî neşe, şevk ve enerji saçar.

Dehalar menfaat ve para gibi konulara ilgisizdirler.

Bediüzzaman da kimseden hediye ve para almaz. Bunu çok olağanüstü şartlarda bile uygular.

Yüzyılın filozof dâhilerinden olan Wittgenstein için şu olay anlatılır: “Savaşta eve döndüğünde Avrupa’nın en zenginlerinden biriydi. Bunu da babasının savaştan önce aile servetini Amerikan tahvillerine yatırmış olmasına borçluydu. Ama döndükten sonraki bir ay içinde bütün mallarını elden çıkarmıştı. Ailesini kaygılandıran ve aile muhasebecisini hayrete düşüren şey, kendisine kalan bütün mirasın iki kız kardeşi üzerine geçirilmesini istemesiydi. Herhangi bir biçimde kendisine ait bir para kalması ihtimalini tamamen ortadan kaldırdığından yüzlerce kez emin olmak istedi. Sonunda noter Wittgenstein’ın isteklerini harfiyen uygulamaya ikna edildi. Eylül 1919’da bütün varlığından kurtulup bir öğretmen okuluna kaydolduktan sonra kendini ayrıcalıklı geçmişinden kurtarmak için bir adam daha attı, aile evinden taşındı ve üniversiteye kolayca yürüyebileceği bir mesafede, bir caddede bir oda kiraladı.” (Ray Monk, Dehanın Görevi, s. 256)

Wittgenstein, Allah’a sıcak bir inançla bağlıdır.

Russell’ın çırağı olmasına rağmen ondan etkilenmemiştir, öbür yanında da Schopenhauer vardır; ama o görüşlerini değiştirmez: “Tanrı’ya inanmak yaşamın anlamını anlamak anlamına gelir.

Tanrı’ya inanmak dünyanın olguların işin sonu olmadığını görmek demektir.

Tanrı’ya inanmak yaşamın bir anlamı olduğunu görmek demektir.

 Dünya benim için verilidir, demek ki istencim, dünyanın içine zaten orada olan birşeymişcesine tamamen dışarıdan girdi. Bu nasıl olursa olsun, her koşulda en azından belli açılardan bağımlıyız ve bağımlı olduğumuz şey de Tanrı’dır.

 Vicdanım dengemi bozduğunda o zaman birşeye ters düşmüşüm demektir, bu nedir?

Dünya mıdır?

Şunu söylemek kesinlikle doğrudur. Vicdan Tanrı’nın sesidir.” (aynı eser, s. 214)

Bir tarife göre, deha uzun bir sabır demektir.

Cezanne’in ellibeş yaşını aştığı halde resimden para kazanmadığını ve otuzbeş yıllık çetin bir çalışma döneminden sonra eline ancak fırça ve boya alacak kadar para geçtiğini hatırlayalım.

SABIRLI OLMAK GEREKTİĞİNİ BİLMEK

Sabrı: İlim ve sanat sahasında olsun, aksiyon sahasında olsun, insanlık tarihinde büyük adamlar serisinde Bediüzzaman’ın sabrı özel bir yer işgal eder. Gerek Türkiye tarihinde gerek dünya tarihinde, onun kadar sabırlı olmasını bilen bir adam az gelmiştir.

Dostoyevski on yılın beş yılı kürek mahkûmu olarak yaşamıştır.

Victor Hugo, Thomas Mann, Namık Kemal’in gördükleri, Bediüzzaman’ın yanında çok küçük kalır.

Bediüzzaman’ın yirmisekiz yılı sürgünlerde, mahkemelerde, hapishanelerde, tecrid-i mutlaklarda bin türlü taciz edici tarassutlarla geçmiştir. Ölümü, hatta mezarı bile zulme maruz kalmıştır.

 Nice sahte dehalar zulme maruz kalmış, güçlenince gördükleri zulmün en katmerlisini insanlara yapmışlardır. Böyle sahte dehalara, tarih sahte elbiseler dikmiş ve tarihe deha diye kaydedilmiştir.

HAŞİRDEKİ MAZLUMLAR KERVANI

 Bediüzzaman hiçbir zaman mazlum olmaktan çıkmamış, ölene kadar, öldükten sonra da mazlum olarak kalmıştır. Öldükten sonra da davası otuz yıl zulme maruz kalmaktan kurtulamamıştır. Bediüzzaman ve talebeleri tarihin en büyük mazlumlar kervanını oluştururlar. Haşrin resm-i geçidinde de en haşmetli geçişi onlar yapacaklardır.

Deha yalnızca sanatçılar veya bilim kahramanları için değil, büyük krallar ve askerî komutanlar için de kullanılan bütünüyle genel bir ifadedir. Düş gücünün en belirgin sanatsal yetenek olduğu söylenir. Yine de bu durumda düş gücünün tamamen edilgin hayal gücüyle karıştırılmamasına özen göstermek zorundayız. Düş gücü yaratıcıdır. Bediüzzaman’ın ona yakın eserinin biçim tasarımı tamamen fantastik ve orijinal bir hayal gücünün belirlemeleridir.

Deha olgun, çok değerli ve kendisinde herhangi birşeyi varlığa getirmeden önce, ruh ve yürek, hayatî tecrübe ve düşünce tarafından zengin ve bir biçimde eğitilmek zorundadır. Âlemin ruhundaki faaliyetle özdeş olan artistik dehanın faaliyeti tabiatı taklit etmez.

İlk elde bu yaratıcı etkinlik gerçekliği ve onun şekillerini kavrama yeteneğini ve duyusunu içerir. Bediüzzaman görünen nesnel tabiatı sanat dehasının sınırları içine aldığı gibi, binlerce milyonlarca tabiat görünüşlerini ayrıntılı olarak gözlemlemiştir. Coğrafya, astronomi, kimya, zooloji, botanik, estetik, sanat felsefesi, felsefe, jeoloji daha birçok ilmin eşya, tabiat ve nesnelere bakış açılarını da bilen bir geniş perspektife sahiptir. Bunlara onlarca örnek verilebilir. Üstelik o, bilgileri yalnız o sahanın uzmanlarına göre aktarmaz, sıradan insanların da anlayabileceği düzeyde dile getirir.

BEDİÜZZAMAN BÜYÜK BİR HAFIZAYA MALİKTİR

Bu kavrama yeteneği ve hissi dikkatli bir işitme ve görme aracılığıyla var olanın bütün çok çeşitli izlenimlerini ruha verir. Bu etkinlik aynı zamanda bu çok çeşitli görüntülerin değişiklik dolu dünyasını kendisinde muhafaza eden bir hâfızayı da gerektirir. Bu görüntüleri hâfızaya depo edip onları gerektiğinde kullanmak konusunda da Bediüzzaman büyük bir hâfızaya maliktir. Unutmak bilmediğini söyler.

Dolayısıyla bu bakımdan sanatçı kendi hayal gücünün işleyip üretmiş olduğu şeye indirgenemez, ama o deyim yerindeyse sathî ideali terkedip bizzat gerçekliğin kendisine girmek durumundadır. Sanatta ve şiir sanatında bir idealle işe başlamak daima çok kuşkuludur, çünkü sanatçı soyut genellemelerin zenginliğinden değil, hayatın zenginliğinden çıkıp üretimde bulunmalıdır. Nitekim felsefenin üretim ortamı olmasına karşın, sanatınki edinilen haricî şekillenmelerdir.

Bediüzzaman tabiata sanatçı gibi bakar. Dolayısıyla sanatçı bu ortam içerisinde yaşamak ve bu ortam içerisinde kendi yurdunda olmak zorundadır. O çok şey görmüş, çok şey işitmiş ve çok şeyi hafızasında depolamış olmalıdır.

Bediüzzaman Barla’nın kuş uçmaz kervan geçmez bölgelerine âdeta ölmesi için itildiğinde, doğuş ve üretim denen sanatın en zor döneminde, en uygun ortama kader tarafından gönderilmiş; ama dinî-sanatsal üretim için gerekli olan  bütün bilgi, malumat, gözlem, vak’alar,  insanlar, olaylar, problemler, çelişkiler,  inkâr, kabul,  şeytan,  red ve daha onlarca gerekli malzemeyi kafasında depolamıştı. Çünkü bütün hayatı âdeta o eserleri meydana çıkarmak için onu koşturmuş, artık büyük eserinin doğması için kader onu sessiz ve sakin ortamlara itmişti. İnziva, yalnızlık ve düşünme ortamları bütün düşünürlerin hayatında önemli bir ögedir.

Dünya kitabını incelemek amacıyla askere giden Descartes, bu görevi dolayısıyla Avrupa’nın çeşitli yerlerini dolaşmıştır. Askerlik sırasında kamp yaşamı, bir yandan da Descartes’a aradığı münzevi hayatı ve derin düşünme ortamını sağlamıştır.” (Ahmet Cevizci, Onyedinci Yüzyıl Felsefesi Tarihi, s. 57)

Genelde büyük insanların hemen her zaman büyük bir hâfızayla ayırdedilmesi gibi, Bediüzzaman’ın da büyük bir hâfızası vardır. Çünkü sanatçı insanı ilgilendiren şeyi belleğine nakşeder ve derin bir ruh da ilgilerinin alanını sayısız konulara yayar. O bütün hayatı boyunca gözlemlerinin alanını gittikçe genişletti. Gerçek şekli içerisinde üreten, hareketli, faal dünyanın özgül bir kavranışına yönelik bu yetenek ve bu ilgi, bunun yanısıra görülmüş olan şeyin bellekte sımsıkı korunması, bu yüzden bir sanatçının gerek duyduğu ilk şeydir.

HAKİKATIN DERİNLİĞİNDE DÜŞÜNME

Öte yandan haricî biçimin tam bilgisine bağlı olarak insanın iç hayatı, yüreğinin tutkuları ve insan ruhunun tüm amaçlarıyla aynı ölçüde bir tanışıklık var olmalıdır. Bu iki yönlü bilgiye benliğin iç hayatının kendisini gerçek dünyada ifade etme ve bu dünyanın haricîliği yoluyla parıldama tarzıyla bir tanışıklık da eklenmelidir.

İdeal sanat eserinin asıl sağladığı şey, yalnızca derunî ruhun haricî biçimlerin gerçekliği içerisindeki görünüşü değildir; bunun tersine, dış görünüşe ulaşması gereken, eylem dünyasının mutlak hakikati ve aklîliğidir. Sanatçının bilincinde varolan ve onu harekete geçiren yalnızca seçmiş olduğu özgül, orijinal konunun bu aklîliği olmamalıdır; bunun tersine, sanatçının bu konunun özselliğini ve hakikatini bütün alanı ve bütün derinliği içerisinde düşünüp taşıması gerekir. Çünkü düşünme olmadan insan kendi içinde varolanı zihnine getiremez ve bu nedenle, her büyük sanat eserinde malzemenin tüm yönleriyle uzun uzadıya ve derin biçimde ölçülüp biçilmiş ve düşünülüp taşınılmış olduğunu farkederiz.

Düş gücünün akıcı çabukluğundan sağlam bir eser çıkmaz. Yine de bu sanatçının dinin, felsefenin ve sanatın genel temelini, herşeyin hakikî özünü felsefî bir biçim içinde kavramak zorunda olduğu anlamına gelmez. Sanatçı için felsefe zorunlu değildir ve felsefî bir tarzda düşünüyorsa eğer, bu durumda bilgi biçimi bakımından sanatın tam karşıtı olan bir girişimde bulunuyordur. Çünkü düş gücünün görevi bize bu iç akılsallığın bir bilincini genel önermeler ve ideler biçimi içinde değil ama somut şekillenme ve bu ferdi gerçeklik içerisinde vermekten oluşur. Şimdi düş gücünün bu üretici etkinliği deha, yetenek diye adlandırılan şeydir; sanatçı bu etkinlik sayesinde kendinde mutlak olarak akılsal olan şeyi alır ve ona haricî bir biçim vermek suretiyle onu kendi öz yaratımı olarak işleyip ortaya koyar.

Dolayısıyla sanatçı kendisinde yaşayan ve mayalanan şeyi, suretini ve şeklini benimsemiş olduğu biçimler ve görüntüler içerisinde kendisine tasvir etmek zorundadır, çünkü sanatçı bu biçim ve görünüşleri kendi amacına o şekilde tabi kılabilir ki, onlar kendileri adına özünde hakiki olan şeyi benimseyebilecek bu eksiksiz biçimde ifade edebilecek hale gelirler. Akli içerik ve harici şeklin içiçe geçip birbirine nüfuz etmesini sağlamak için sanatçı aklın ihtiyatlı basiretini yüreğin ve onun canlandırıcı duygularının derinliğini yardıma çağırmak durumundadır. Basiret, ayırdetme ve eleştiri olmaksızın sanatçı şekillendirmek durumunda olduğu herhangi bir konuya hakim olamaz ve halis sanatçının yaptığı şeyi bilmediğini sanmak ahmaklıktır. Sanatçının kendi coşkusal hayatının yoğunlaşması da onun için aynı ölçüde zorunludur.

ÇOK ŞEYLERİ RUHUNA NAKŞEDENLER

Bütüne nüfuz eden ve onu canlandıran bu duygu aracılığıyla sanatçı malzemesini ve bunun şekillenmesini kendi öz beni olarak bulur, öznel bir varlık olarak kendisinin iç mülkiyeti olarak görür. Çünkü tasviri gösterim her konuyu ona harici bir biçim vermek suretiyle yabancılaştırır ve yalnızca duygu onu iç benle orijinal birliğe sokar.

Bu bakış açısına göre, sanatçının yalnızca dünyadaki pek çok şeyi gözden geçirmiş ve dünyanın dış ve iç görünümleriyle tanışmış olması yetmez; ama o pek çok şeyi ruhuna nakşetmiş olmalıdır; onun yüreği işte bu şekilde derin biçimde etkilenmiş ve harekete geçirilmiş olmak zorundadır. Sanatçı hayatın hakiki derinliklerini somut, elle tutulur görünümler içerisinde açıklamadan önce pek çok şeyi yapmış ve başından pek çok şey geçmiş olmalıdır.

Deha Goethe, Schiller’in durumunda olduğu gibi gençlik çağında patlama yapar ama yalnızca orta veya yaşlılıkta sanat eserinin halis olgunluğunu mükemmelliğe ulaştırabilir.

Bediüzzaman için de böyledir. Van ve çevresinde bilgisi şahsiyeti, karakteri ve ile patlama yapmış ve daha sonra İstanbul’a gitmiş orada da aynı patlama devam etmiş Bediüzzaman unvanını ona layık görmüşler Darül Hikmet’te, Teşkilat-ı Mahsusa’da çalışmış, Osmanlı Hükümetlerinde büyük iltifatlara mazhar olmuş, İstanbul’un işgalinde büyük görevler üstlenmiş, Ankara Hükümeti’nin çağrısı üzerine Ankara’ya gelmiş, daha sonra tekrar Van’a gitmiştir. Oradan sürgün yılları başlamış, asıl olgun ve olgunluk yılları eserlerini bu ihtiyarlık yıllarında vermiştir.

Böylece dehanın ögelerini az önce irdeledik. Deha bir sanat eserini ince ince işleme ve tamamlama gücü olduğu kadar, onun hakiki üretimi için genel yeterliliktir de. Dehasız yetenek dışsal harici becerinin ötesine geçemez.

Yetenek ile dehanın doğuştan olması gerektiği çoğu zaman söylenir. Çünkü insan olarak insan aynı zamanda örneğin din, düşünme, bilim için de doğmuştur, yani insan olarak o bir ilahi bilinci kazanma ve entelektüel düşünceye ulaşma yeterliliğine de sahiptir. Bunun için yalnızca doğmuş olmaktan ve eğitimden, öğretimden, gayretten başka hiçbir şeye gerek yoktur. Sanat için ise durum farklıdır, sanat içerisinde doğal ögenin de öze ait bir rol oynadığı orijinal bir yetenek gerektirir.

Deha ögelerinden biri olarak doğal bir vergi içermekle birlikte, onun üçüncü bir karakteristiği de kendi içinden tasarımlar üretmede ve çeşitli sanatlarda gerek duyulan dışsal harici teknik beceriklilikte gösterilen maharettir. Kuşkusuz her sanat uzun uzadıya inceleme, aralıksız bir çaba, pek çok biçimde geliştirilmiş bir beceri gerektirir, ama yetenek ve deha ne kadar büyük ve zengin olursa, üretim için zorunlu olan becerileri kazanmadaki çabadan o kadar az haberdar olur. Çünkü halis sanatçı duyumsadığı ve imgelediği her şeye derhal biçim verme yönünde doğal bir içtepiye, iç iticiliğe ve dolayımsız bir gereksinime sahiptir. Bu biçimlendirme süreci sanatçının hissetme ve görme tarzıdır ve sanatçı kendisine özgü ve kendisine uygun araç olarak, onu zahmetsizce kendisinde bulur. Biçimlendirme vergisini de sanatçı sırf teorik tasarımlama hayal gücü ve hissetme olarak değil, ama aynı zamanda dolayımsız biçimde pratik duygu olarak yani bir edimsel uygulama yeteneği olarak sahip olur.

Dolayısıyla sanatçının düşgücünde yaşayan şey ona âdeta parmak uçlarındaymış gibi ulaşır, tam da düşüncelerimizin tasarımlarımızın, duygularımızın duruşumuzda ve jestlerimizde görünmesi gibi. Çok eski zamandan beri hakiki deha, harici teknik uygulama yanına kolaylıkla hâkim olmuştur ve en yoksul ve görünüşe göre en ele avuca sığmaz malzemeye bile o ölçüde hâkim olmuştur ki bu malzeme düşgücü tarafından tasarlanan deruni şekilleri özümseme ve sergilemeye zorlanmıştır. Sanatçı kendi içinde bu şekilde dolayımsız olarak bulunan şey üzerinde eksiksiz yeterliğe ulaşıncaya dek çalışmak zorundadır, ama yine de dolayımsız uygulama olanağı sanatçıda doğal bir vergi olarak bulunmalıdır; yoksa tamamen öğrenilmiş bir yeterlik, asla canlı bir sanat eseri üretmez. Her iki yan yani hem iç üretim, hem de bunun harici gerçekleşimi sanatın özsel doğasına göre el ele yürür.

Sanatçının temel koşulu olarak düşünülen düşgücü ve teknik uygulama etkinliği üçüncü olarak genelde esinlenme veya ilham diye adlandırılan şeydir.

Deha ruhî olan ile doğal olan arasındaki en sıkı bağlantıyı içine aldığı için, ilhamın esas olarak hissî uyarım aracılığıyla kazanıldığına inanılır. Ama kanın kızışması kendi başına hiçbir şey başarmaya yetmez. Önceden kendisinde canlı bir uyarıcı olan bir teması olmayan deha birşey üretemez. Hakikî bir ilgiye tutunması gerekir. Sanatsal dürtü doğru türden ise, bu ilgi zaten önceden özgül bir nesnede ve temada yoğunlaşmış ve ona sımsıkı yapışmıştır.

BAZEN İÇ VE DIŞ TESİR BERABER OLUR

Bediüzzaman hem iç etkilerle, hem de haricî etkilerle eserlerini yazmıştır. Kendisi anlatır: “Hem yazılan eserler, risaleler, ekseriyet-i mutlakası, hariçten hiçbir sebeb gelmeyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hâcete binaen, ani ve def’î olarak ihsan edilmiş” (Külliyat, s. 526). Ancak, bu ani ve def’î ilhamı dış gözlemler beslemiştir.

Hakiki ilham düşgücünün sanatsal olarak ifade etmek maksadıyla kavradığı bir özgül malzeme üzerinde ateş alır, bundan başka esinlenme, ilham sanatçının hem öznel iç kavrayışını, hem de sanat eserine ilişkin kendi nesnel uygulamasını etkin olarak biçimlendirme sürecindeki durumudur. Nitekim bu iki yönlü etkinlik için esinlenme, ilham zorunludur. Bazen de, iç ve dış tesir bir arada olur:

Bir bahar mevsiminde, garibane, mütefekkirane seyahate gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken, parlak bir sarıçiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sair memleketlerde gördüğüm o cins sarıçiçekleri der hatır ettirdi. Şöyle bir mânâ kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler onun mühürleridirler, sikkeleridir.” (Külliyat, Sözler, s. 313)

Böyle bir malzeme sanatçıya hangi tarzda gelmelidir? Bu bağlamda da pek çok görüş bulunmaktadır. Sanatçının kendi malzemesini yalnızca kendi öz beninden yaratması talebini ne kadar da sık işitiriz. En büyük sanat eserleri çoğu kez ortaya çıkarılmalarını tamamen dışsal harici bir uyarıma borçlu olmuşlardır. Esinlenme eksiksiz bir biçimde temayla doldurulmaktan bütünüyle temada mevcut olmaktan başka bir şey değildir ve tema sanatsal şekilde damgalanıp ince ince işleninceye kadar esinlenme durdurak bilmez.

Haşir Bediüzzaman’ın muhayyilesinde, dimağında, fikrinde yirmi yıl dolaşmıştır. Sanatçı konusunu tamamıyla kendisine ait bir şey haline dönüştürürken, öte yandan da kendi kişiliğini, karakteristiklerini unutabilmeli ve kendi payına tamamıyla malzemesine dalmalıdır, öyle ki özne olarak kendisini sımsıkı yakalayan temanın biçimlendirmesi için uygun olan tek biçim âdeta sanatçının kendisi olsun. Bediüzzaman’nın bazı eserleri bu tür doğuşlarla ortaya çıkmıştır. O zaman yazar tamamen kendisiyle ilintisini kesmiş, konuya ve doğmakta olan esere kilitlenmiştir.

Deha kavramı böylece sanatın hem sahip oluş, hem yoksun kalış, ya da daha doğrusu hem meslek, hem doğal yetenek olan çifte yanını değerlendirmeyi sağlar. Bu Schelling’in sanatın şiiri adını verdiği şeydir: “Dolayısıyla sanat birbirinden bütünüyle farklı iki etkinlik sonucu bitmişlik kazanıyorsa deha bunlardan ne ilki ne de ikincisidir; her ikisinden de fazla olan şeydir.” (Sanat Yapıtı. S. 20)

Dâhilere genellikle sezgi, Tanrı ilhamı, gönül gözüyle görme mal edilir; bu kişiler dünyayı dolaysız biçimde kavrama yetisiyle donatılmış insanlar olarak betimlenir; başkalarının kavramların aracılığına gerek duyduğu yerde onlar bu gereği duymaz. Peki, bu Nietzche’nin dediği gibi bir yanılsama mı? “onlarda genellikle dünyanın özünü dolaysız biçimde görünüşlerin örtüsünde açılmış bir delikten bakar gibi görme yeteneği olduğu kabul edilir ve bilimin katlanma gerektiren zorluklarına ve çabalarına katlanmadan görkemli ve ilahi bakışları sayesinde insan ve dünya hakkında kesin bazı şeylere ulaşabildikleri düşünülür.” (Sanat Yapıtı. S. 20)

Duyarlılık anlama kabiliyetine mi bağımlıdır?

Yoksa tersine özerk midir? Şu halde anlama kabiliyetinin niteliliği de işin içine karışmış oluyor: Duyarlılık özerk bir bilgi yeteneği ise bu onun anlama istidadıyla, aynı şeyi aynı ölçüde tanıyıp algıladığı ya da anlama yetisinin duyarlılığa özgü alanlardan bazılarına ulaşamadığı anlamına mı gelir?” (Sanat Yapıtı.s. 21) Platon’un düşüncesine göre yukarıdaki kavramların tam tersine aklın doyumu gerçeği öğrenmek ile duyarlılığın doyumunu birbirinden ayırt etmek gerekir. (Sanat Yapıtı. S. 22) Duyarlı bilgi ona göre özerk olan kavramlar yoluyla edinilen bilgiye karşıt bilgidir.

Bediüzzaman aklını ve kalbini duyarlı ortamlarda harekete geçirir. Birçok eseri hislerini harekete geçiren tabiat harikası ortamlarda kaleme alınmıştır. Sadece akıl olsaydı, kapalı bir mekân da kâfi gelirdi. Hâlbuki tabiatı Bediüzzaman’ın dünyasından alın, belki de o eserler ortaya çıkmaz. Birçok eser tabiat içinde, onun kucağında kaleme alınmıştır. Akıl incelediği nesneyi çözümleme yoluyla ayrıştırırken, duyarlılık bu nesnenin bütünlüğünü ve benzersizliğini korur. Baumgarten’in gözünde duyarlılık kavramsal bilginin altında yer alan bir bilgi olarak kalmakla birlikte, bu hiyerarşi onun tasarladığı kuramdan sonra tersine dönebilir. Gerçekten de bu kuram duyarlılığın varlığın özel bir alanıyla ilişkili olduğu düşüncesini ileri sürer. Doğası gereği aklın da dışında kalan bu alan bizim için varoluşu bir yana çözümleme yoluyla elde ettiğimiz verilerden belki de daha önemlidir.

Nesnellik ve hariçte vücut verme kavramları burada temel kavramlardır, bu kavramlar eserlerin içinde yalnızca o anda dünya hakkında sahip oldukları en yüksek kavrayışı temsil ettikleri için insanlar kendilerini onda tanıyabilir, sonra gereksizliğin farkına varıp onu aşabilirler.

Deha, Kant’a göre, ruh halimizi belirli bir temsil biçimine bağlı olarak ifade edilemez biçimde ortaya çıkan şeyi ifade etmeyi ve bunu evrensel olarak iletişim kurabilir kılmayı sağlayabilen şeydir. İfade edilemeyen şeylerin iletişim kurabilir kılınması toplumda gerçekten önemli bir rol oynar. Bediüzzaman kendine gelinceye kadar ifade edilmeyen şeyleri ifade etmiştir. Bu başarı deha özelliğinde olabilir.

Düşünce çalışma ilerledikçe gelir, hatta düşüncenin izleyici için sözkonusu olduğu gibi daha sonra geldiğini sanatçının ortaya çıkmakta olan kendi eserinin izleyicisi olduğunu söylemek daha doğru olur. Sanatçıya özgü olan şey işte budur. Dehanın doğanın inceliğine sahip olması ve kendi kendini şaşırtması gerekir.

Bediüzzaman kendi eserlerini hayretle okur, hem de defalarca.

Deha resmedilmiş, yazılmış ya da şarkı olarak söylenmiş eserde kendini belli eder, böylece güzelliğin kuralı yalnızca eserde ortaya çıkar ve orada yakalanmış olarak kalır, öyle ki bir başka eserin ortaya konmasında hiçbir zaman hiçbir biçimde kullanılamaz.

Dehayı güzel sanatlara karşı yetenek olarak kabul edersek terimin özgün anlamı da budur ve böyle bir yeteneği oluşturmak için bir araya gelmesi gereken güçleri bu açıdan çözümlemek istersek, öncelikle belirlememiz gereken şey, değerlendirilmesi yalnızca beğenme gerektiren doğal güzellik ile ortaya çıkma olasılığı dehayı gerektiren sanatsal güzellik arasındaki farkı ortaya koymaktır. Doğal bir güzellik güzel bir şeydir; sanatsal güzelliğe gelince bir şeyin güzel canlandırılmasıdır.

Deha ile Allah arasındaki münasebet konusu felsefecilerin uğraştığı meselelerdendir. Allah nasıl her yaptığı orjinalse, dehanın eserinin fevkaladeliliği de Allah’ın ona verdiği bu orjinal eser meydana getirme yeteneğinden dolayıdır. Deha mutluluğunu kendi içinde yaşayabilen, kendinde yoğunlaşabilendir. Allah kendi kendine yetme vasfını karınca kararınca dehaya da verir. Dehaların yalnızlığı da buradan gelir. Bu deha özellikleri Bediüzzaman’da vardır. Bediüzzaman büyük bir karakterdir. Hakiki karakter bir yandan özünde değerli amaçları ve öte yandan bu tür amaçların sıkı bir kavranışını gerektirir; öyle ki, eğer bu amaçlardan vazgeçilirse, karakterin tüm ferdî kişiliği kaybolur. O büyük amaçları olan ve onlara bütün ömrü boyunca sıkı sıkıya bağlı olan biridir. Hatta uçurumdan düştüğünde bile “!Eyvah, davam!” diye feryad eder. Onun dava telakkisi hayatını kendisine iade eder.

HEYECAN ŞEVK, ÇALIŞMA VE HAYRET

Bediüzzaman kamusal olandan uzaktır. Sıradanlık, cansızlık, ülfet, heyecansızlık kamunun akışının ifadesidir. O her yenilikçi gibi bunların yerine heyecan, şevk, çalışma, hayret gibi duyguları ikame eder. Bediüzzaman her zaman üretici, duygusal, ama mesafeli ve özeleştireldir. Bediüzzaman eserini çok çeşitli hislerin yoğurmasıyla ortaya koyar.

Eserlerinin dokusunda yoğun bir hissiyatın sıcaklığı görülür. Onun düşüncelerine yerine göre heyecan, yerine göre mantık sentaksı hâkimdir.

 Haşir Risalesi’nde heyecan ile mantık sentaksı birlikte giderler.

Yirmidokuzuncu Söz’de heyecan yoktur denemez, ama Haşir Risalesi’ndeki akıcılık görülmez. Konu daha yoğun bir mantık düzeni içinde gider.

 Âyetü’l-Kübrâ’nın birinci kısmında bu heyecanı ve sıra üstülüğü ve tırmanan bir heyecan sentaksını görürüz. Muhteva ve fikir birinci kısımda sanatsal bir tasarım, bir biçim haline gelmiştir. Ayrıca muhteva sanatsal bir tasarıma bürünecek niteliktedir. Ama heyecan ile mantık birlikte hareket ederler. Konuya sıcaklığı heyecan temin eder.

Âyetü’l-Kübrâ’nın ikinci kısmında ise mantık sentaksı yoğunlaşır, ama temsilî hikâye özelliği birinci kısma göre azalır

Bunu kendisi de belirtir. Bazı engeller sebebiyle ikinci kısmı birinci kısım gibi ele alamadığını söyler.

Bütün dehalar gibi, Bediüzzaman’ın dehası da tartışılmaz.

 “Sanatkâr kendiliğinden bir orijinal kabiliyete sahiptir, eserini belli bir biçime, hükme ve yoruma uydurmaktan ziyade tamamen yeni bir şekilde meydana getirir. Doğrudan doğruya zevkten ayrı olan bu orijinallik kudreti sanatkârın dehasını oluşturur. Bundan dolayı deha olağanüstü, harikulade bir kudrettir ki tarif edilemez. Zevk, idrak ve hayal gücü dehada öyle bir oranda birleşir ki tenkid bu oranı belirleyemez.

Dehanın en önemli vasfı bekâret ve orijinalliktir ki hiçbir üretim hiçbir amel insana bu kudreti kazandırmaz, öğretim ve alışkanlıkla elde edilen maharete mahiyet olarak hiç benzemez. Bundan dolayı dahi ve onun eseri hiçbir yasaya tabi değildir, bilakis bu eserlerden estetik için yasalar çıkartılabilir. Gerçek sanatkârın eseri örnek olur, başkalarının eserlerini ölçme ve muhakeme, mukayese esas olarak kabul edilir. Sanat dehası bu vasıflarıyla tamamen zıddı olan taklid ve maharet kabiliyetinden ayrıldığı gibi, bizzat ilmi keşfetmek kudretinden de ayrılır. Çünkü ilmi keşfetmek izaha müsaittir, yani kâşif nasıl keşfettiğini anlatabilir. Bu keşiflerin usulü vardır. Böyle olduğu için diğerleri tarafından kâşifin kabul ettiği tarz takib edilebilir, başkaları aynı usulle aynı neticeye varabilirler. O şekilde ki fizikte az çok keşiflerde ve incelemelerde bulunan âlimlerle Meselâ büyük kâşif Newton arasında ancak derece farkı vardır. Sanatta ise dehanın anahtarı, usulü gösterilemez; dehanın eserinin nasıl meydana geldiği anlatılamaz. Kısacası sanat dehası diğer ruhi insanların hepsinden ayrıdır.” (Mehmet Emin Erişirgil, Kant ve Felsefesi, s. 326)

Kant’a özgü dehanın bir başka özelliği de klasik kurama karşı çıkmasıdır:

Sanat eseri kavramlaştırılamaz canlandırmaların paylaşılmasının bir aracı haline gelir. Deha belirli bir canlandırmaya ilişkin bir ruh hali içinde yer alan ifade edilemez bir şeyi ifade eder, onu evrensel olarak iletilebilir kılar. Bunun sonucu olarak dehanın ortaya koyduğu şey hiçbir gelen kuralın buyruğuna girmez.

Bediüzzaman’ın eserleri hiçbir kuralın buyruğu ile yazılmamış, orijinal eserlerdir. Bu kavram böylelikle sanat eserinin bundan böyle doğaya öykünme, taklid olarak değil, doğayı üretme olarak anlaşılmasına izin verir. Deha ruhun yapısında var olan bir yetenektir, doğa bu yetenek aracılığıyla sanata kurallarını verir. Deha görülmeyeni, görülmemiş şekilde ifade eder, Bediüzzaman gibi.

Schiller ve Schelling gerçekten de Kant’a karşı olarak aşırı duyarlı olana işkin bir bilginin var olabileceğini ileri sürer ve dehada duyarlı olanın sınırlarının fiili olarak aşılmasının ayrıcalıklı bir örneğini görür. Dâhiyi insanlığın doruğuna yerleştiren hiyerarşik şema gerçek olarak ancak bu kavrayışla ortaya çıkar. Dahi bu arada insanlığın geriye kalan bölümü için bir yetkinlik örneği olmaktan çok üstün bir insandır. Böylece dâhinin önde gelen nitelikleri ahlâkî ve ruhi niteliklerdir. Cesaret, kararlılık, geniş görüşlülük onun bilinen dünyanın tüm duyarlı olduğu kadar kavramsal sınırlarını aşarak çok duyarlı bir düzenin sezgisine ulaşmasını sağlayan niteliklerdir.

Prof. Dr. Himmet Uç –  RİNYAY Makaleler

Peşinde daima 3 polis vardı..

Mehmet Nuri Güleç ya da Nur Cemaati içinde bilinen adıyla Fırıncı Abi, Bediüzzaman Said Nursi ile geçirdiği günleri anlatırken duygulanıyor.

Bizim sadece manevi katkımız var

Mehmet Nuri Güleç ya da Nur Cemaati içinde bilinen adıyla Fırıncı Abi, yaşı seksenin üzerinde olmasına karşın hâlâ dinç, hâlâ hizmet aşkıyla dolu. Bediüzzaman Said Nursi ile geçirdiği günleri anlatırken duygulanıyor ama soyadı gibi gülümsemesi yüzünden hiç eksik olmuyor. Cemaatin abilerinden biri olarak İstanbul İlim Kültür Vakfı’nın Başkanlığı’nı yürütüyor ama asıl işi gençlerin yaptığını abilerin sadece manevi olarak önder olduklarını ifade ediyor ve ‘Zaten olması gereken de bu’ diyor.

Biz sizi Fırıncı Abi ya da Mehmet Fırıncı olarak biliyoruz. Asıl adınız?

Mehmet Nuri Güleç. Bediüzzaman Hazretleri’ne gittiğimizde, ne iş yapıyorsun diye sordu. Fırıncılık deyince, Fırıncı Muhammed dedi bana, öyle kaldı.

Bediüzzaman’la tanışmadan önce nasıl bir hayatınız vardı?

Bursa İnegöl’ün Yenice-i Müslim köyünde doğdum. İlkokulu orada okudum. 1945’te İstanbul’a geldik. Pederimin mesleği fırıncılıkla iştigal ediyorduk. Babam tahsilli bir insandı. Yeni Sabah Gazetesi’ni bilhassa Cemalettin Saraçoğlu’nun yazılarını çok takdir ederdi. Gazete 2- 3 ayda bir kapatılırdı valinin emriyle. Biz de bu çevrede yetişmiş olduk. 1946’da Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’suyla tanıştık. Orada dindar mukaddesatçı düşüncenin farkında olduk.

Bediüzzaman’dan nasıl haberdar oldunuz?

Büyük Doğu’da hakkında bir yazı yayınlanmıştı. Denizli Mahkemesi’nden sonra Emirdağ’dayken, hayatını anlatan 6- 7 sayı çıktı. Babam da mütareke yıllarında İstanbul’da bulunmuş. Oradan tanıyor kendisini. 1949’da caminin müezzinine bir soru sormuştum. O beni Muhsin Alev ve Ziya Arun’la tanıştırdı. O zaman İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde okuyan 2 talebe. Böylece Nurları da tanımış oldum. O zaman babamın fırınında çalışıyordum.

3 AY EVİNDE KALDI

Bizzat tanışmanız?

1952 yılı Ocak ayı sonunda Gençlik Rehberi mahkemesi oldu. Muhsin Alev ve Ziya Arun tab ettiler. Hemen mahkemeye intikal etti. O zaman yasak kitap gözüyle bakılıyor. Naşir olarak Muhsin Alev’e, müellif olarak Said Nursi Hazretleri’ne dava açıldı. Sonra beraat ettiler. Bu vesileyle İstanbul’a gelmişti, ziyaret ettik Akşehir Palas Oteli’nde. Gençlere çok şefkatle muamele ediyordu.

Kaç yaşlarındaydınız?

Tam 20 yaşındaydım ve bir sabah namazından sonra 2.5 saat sohbetinde kaldık. Hem ders yaptık, hem şahsi hayatından müdafaa sahnelerinden bahsetti. Böyle bir ziyaretimiz oldu ve bizi talebeliğe kabul etti (gülüyor).

Vefatına kadar sık sık görüştünüz değil mi?

1953’te İstanbul’u yeniden teşrif etti. Otelde rahatsız olmuştu. Gidip bizim evde kalmasını arz ettik. Gittik baktık, uygun gördüler. Biz evden çok zaruri birkaç eşyayı alıp, evi ona bıraktık. 3 ay kadar kaldı. O esnada daha yakından tanıma imkanımız oldu. Daha önceden de kitaplar Isparta’dan geliyordu. Burada gizlice ciltletiyordum. Sonra el altından Anadolu’ya dağıtıyorduk. Hizmetle iç içeydik. Üstad hazretleri gelince çok yakın bir ilişkimiz oldu. Emirdağ’da, Isparta’da yanında kalmayı çok arzu ettik ama bizi İstanbul’da neşriyat hizmetleriyle tavzif etti.

PEŞİNDE DAİMA 3 POLİS VARDI

O zaman 20 yaşında bir delikanlı olarak korkmadınız mı? Devlet tarafından sürekli baskı altında tutulan biri, polis takipleri, mahkemeler, kovuşturmalar…

Hakikaten ben de şimdi bile şaşırıyorum. Yeğenim Saide Hanım “Sen bu cinneti nasıl yaptın” diye soruyor. Bilhassa babam ve amcam sayesinde dini konularda yapılan baskılar bakımından gayet bilgili bir şekilde yetişmişiz. Böyle büyük bir din alimine hizmet etmek en büyük hayır ve güzellik olarak görülüyor. Nitekim babam da üstadın gelmesini kabul etti. Üstadı bekleyen 3 polis vardı ve her gün rapor yazarlardı. “Biz hocaefendiyi korumak için buradayız” derlerdi. Üstada söyledim, “Doğru, bana bir şey olursa devlet mesul olur” dedi.

Kişilik olarak nasıl biriydi Said Nursi?

Benim gördüğümde 77 yaşlarında, çok çevik, atik, hizmet meseleleriyle hep bizzat alakadar olan biriydi. Bir gün Edirnekapı Camii’nden dönerken arka sokaklardan geldik. 4- 5 sokakta çocuklar gelip gelip ayaklarına sarılıyordu. Onları okşayıp sevdi. “Benim hastalıklarım var, siz masumsunuz, bana dua edin” dedi. İnsanlara karşı fevkalade şefkatli ve merhametliydi. Biz de genciz. Böyle büyük bir zatın şefkatli davranışlarından çok istifade ettik

Peki ya gençliğinde?

Gençliğinde çok hiddetli çok şiddetli fakat Yeni Said devresinde farklı. Bu risalelerde de geçiyor, “Bu kadar hiddetli bir adamın böyle bir tavrın içine girmesinde bir sebep var. Siz bunu anlayın” der. Ondan sonra daima müsbet hareketi tavsiye eder. “Müsbet hareket en birinci tarzımız. Bize zulmedenler sonra Risale-i Nur’la imanlarını kurtarsalar hakkımızı helal etmekle mükellefiz” derdi. Son İstanbul’a geldiğinde 1960 yılbaşı gecesiydi. Geldiği duyulunca çok kalabalık oldu otelin önü. O gün divanın üzerinde ayağa kalkarak “katiyen menfi hareket istemiyorum. Siz miting tertip ettiniz, bu menfi harekettir. Benim hareket tarzım müsbet harekettir” diye bize çok hiddet etti. Ama sonradan affetti.

Mahkemeler baskılar nasıl etkiliyordu onu? Kişisel olarak sıkıntı oluşturuyor muydu?

Sungur Abi’nin 1.5 seneye mahkum edildiğini görünce çok hiddet etti. 1.5 saat kadar kıpkırmızı olmuştu yüzü. “Edepsiz, edepsiz” diye sanki karşısında biri varmış gibi kızdı. Sonradan öğrendik ki mahkeme reisi talebesiymiş. Bu hiddetin ardından durgunlaştı, böyle durgunlaşması gerçekten insan çok hüzün veren bir şeydi. Sonra dedi ki “ama sonu çok güzel olacak merak etmeyin.” Hakikaten kısa bir zaman sonra temyiz davayı bozdu Mustafa Sungur Abi tahliye oldu, beraat etti. Sonra Sungur Abi ziyarete gidiyor mahkeme reisini. “Hocaefendi bizi Sultanahmet’te okuttu fakat bugünkü şartlar içinde öyle yapmaya mecbur kaldık” diye özür dilemiş.

GECE İBADET EDERDİ

Üstad sık sık latifeler de yaparmış talebelerine değil mi?

Evet. Bilhassa Ceylan Abi’ye. Emirdağ’da hizmetine girmiş, çalışkan biri. Sanki bir samimi arkadaş gibi yaklaşırdı. Ama hizmete ait meselelerde çok ciddiydi. Talebeler risaleleri yazardı o da günde 200 sayfa tashihat yapardı.

Son dönemde yazım şekli yine aynı mıydı? Söyleyip başkasının yazması şeklinde?

Evet öyleydi. Benim tanıdığım dönemde risaleler bitmişti. Tabiatla ilgili birkaç mektubun yazılması İstanbul’da olmuştu.

Üstadın bir günü nasıl geçiyordu?

Akşam namazından sonra kimseyi kabul etmezdi. Yatsıyı kılıp hemen istirahata çekilir. 1- 2 gibi ayaktadır. Her gece 4- 5 saat evrad-ı ezkar’la meşguldür. Hayatının tamamında böyledir. En son gittiğimde Emirdağ’a Şualar yeni basılmıştı. Yanımda götürmüştüm. Gece 2’de kabul etmişti. Sabaha kadar ders yaptık. Çok neşeli bir geceydi. Sabah namazından sonra bir ders yapar, ondan sonra kıra çıkar. Kırda bir iki saat teneffüs eder gelir.

İkindide de bir ders yapar bazen. Günü köylerde yazılan nüshaları, teksirlerin mumlu kağıtlarını tashihle geçerdi. Bazen misafirler gelir, onları kabul ederdi. Herkesi kabul etmezdi. Görüşemeyenlere de “Risale-i Nur’u okumak benimle görüşmekten on kere daha kârlıdır” derdi. Hatta bunu kapının arkasına yazmıştı gelip göremeyenleri teselli etmek sadedinde.

GÜNDE BİR EKMEK PARASINA GEÇİNİRDİ

Üstad’ın hediye kabul etmediğini biliyoruz. Nasıl geçiniyordu?

Darül hikmet-i islamiye’de parasının çoğuyla telif ettiği kitapları bedava dağıttırmış. Bir kısmını ayırmış. Bunların parasıyla. Fakat çok iktisatlı. “Günde 40 parayla geçinen bir adama neyle geçiniyorsun diye sorulmaz” derdi. 70 yamalı hatta yüz yamalı bir şeyi senelerce giyiyor. Isparta’da duruyor bu kıyafeti. Risale-i Nurlar basılmaya başlayınca da 100 kitaptan 10 kitabı tayinat olarak alır bize de günlük bir ekmek parası 30 kuruş verirdi. Ben halen alıyorum Risale-i Nur neşrinin hasılatından.

Şimdiki tayinatınız da bir ekmek parasına mı karşılık geliyor?

(Gülüyor) Otuz kuruş 108 lira mı tutuyordu o zaman? Şimdi 250 lira falan veriyorlar Sungur Abimize.

Mezarının yerini bilen abiler var

Risale-i Nurların yazdırıldığından bahseder üstad. Burada kastettiği Allah’ın iradesi mi, vahyin farklı bir çeşidi mi?

İlham diyor, istihraç diyor. Vahiy değil.

Bir roman yazarının da ilhamı vardır…

Vahyin hizmetini gören büyük ilhamlar” diye bahsediyor. Yani Abdülkadir Geylani, İmam-ı Rabbani, Gazali, Mevlana Hazretleri’nin ilhamı gibi. Biri anlattı. Bismil’de bir alim zat kabul etmiyormuş ama Risale-i Nur’u görünce demiş ki “Bu peygamber değil ama mehdi de değil, başka bir şey, ama ne olduğunu söyleyemiyorum” demiş. Ben de hakikaten o hususta tereddüt etmiştim fakat Mahkeme-i Kübra’da “Vahyin hizmetini gören büyük ilhamlar” tabirini görünce farklı bir ilham olduğuna kanaat getirdim.

Üstad ibadeti mi önceliyordu, risaleleri mi? Yani saatlerce namaz kılmak mı, risale okumak mı?

İbadet yerinde evrad ve ezkar yerinde, ilme çalışmak tarzını Emirdağ lahikasında daha evla görüyor. Aynı zamanda kendisi evrad ezkarı yapıyor. Yasin, Fetih, Rahman sureleri, Cevşen-i Kebir, Nakşibent hazretlerinin evradı olan Evrad-ı Kutsiye, Salavat, Dalailin Nur, Hz. Osman’ın tertip ettiği Münacat-il Kur’an, Abdülkadir Geylani Hazretlerinin dualarını her gece zaten okur. Talebelerine bunları okumayı tavsiye eder fakat “Risale-i Nur okuyarak ibadet yerinde ilim içinde hakikate yol açmıştır” der. Risale-i Nur’un okunup anlaşılmasını, evradla birlikte, tavsiye ederdi. Yalnız namazda çok şiddetli. Mahkemede dahi namaza duruyor.

Bediüzzaman Atatürk ilişkisi çok tartışıldı. Sizin bizzat tanık olduğunuz ya da kendisinden dinlediğiniz bir şey var mı?

Ben bizzat dinledim Üstad’dan. Ankara’da Meclis’teki münakaşada “Biz seni güzel fikirlerinden istifade etmek için çağırdık ama sen geldin namaza dair bir şeyler yazdın ve aramıza ihtilaf verdin” demesine karşın, “Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur” şeklinde mukabele etmiş. Atatürk sonra tarziye vermiş hocam beni yanlış anladı diye Meclis’e. Bilmiyorum söylemek doğru mu bunları. Sonra kıyamet kopuyor.

Meclis’le ilişkisi nasıl oldu sonra?

Epey devam ediyor görüşmeleri. Divan-ı riyasette uzun konuşmaları var O’nu istikamete çekmek için. Sungur Abi’ye anlatmış ders yaparken. Konuşurlarken Maarif Vekili Mustafa Necati girmiş içeri, onu kovmuş “Ne giriyorsun çık dışarıya” diye. “Hocam devam et” demiş sonra. Fakat Batı’yla Lozan Anlaşması yapılmasından sonra tamamen uzaklaşıp Van’da bir mağaraya çekiliyor.

Üstadın mezarının yeri bilinmiyor denir. Gerçekten bilinmiyor mu?

Var, bilenler var. Ben gerçekten öğrenmek istemiyorum. Bilirsem bana sorduklarında mutlaka cevap veririm.

Kimler biliyor peki?

Tahmin ettiğim isimler var. Mustafa Sungur abi, hasta şimdi. Abdullah Abi’nin de bildiğini zannediyorum. Ona sorunca “Bilen söylemez ama ben işte falan” diye karıştırıyor.

Söylenmeme sebebi bir türbe haline dönmesini engellemek mi?

Kendisinin vasiyeti var benim mezarım bilinmeyecek diye. Urfa’da 50 bin kişiyle defnedilince ne hikmet var acaba diye şaşırmıştık. Sonra bildiğiniz gibi alıp götürdüler. Geçen İran’a gitti arkadaşlar. İnsanlar İmam Rıza’nın bulunduğu yeri aynen Kâbe’deki gibi tavaf ediyorlar. Bunu da yapabilirlerdi önüne geçemezdik. İyi ki Üstad öyle yaptı.

Gerilla gibi çalışıp risaleleri dağıttık

Said Nursi’nin Doğu’da dini ve fenni derslerin bir arada verildiği bir üniversite hayali vardı. Bu gerçekleşseydi Kürt sorunu yaşanır mıydı?

1954’te de Celal Bayar ve Adnan Menderes’e yazdığı mektupta bundan bahsediyor. Bu beladan bu şekilde kurtulabiliriz diye. Benim de kanaatim bu sıkıntı olmazdı. Şu anda Anadolu’da risale okuyan kesim var. Diyarbakır’a, Kızıltepe’ye, Mardin’e, Batman’a, Bismil’e, Ceylanpınar’a gittik. Oradaki insanlar katiyen bu ırkçı harekete karşı. Geniş topluluklar halindeler ve katiyen kabul etmiyorlar.

O topluluğun fazla sesi çıkmıyor?

Onlar ilmi olarak çalışıyorlar. Bazı yerlerde sıkıntılar yok değil. Kızıltepe’de önceden ateşe tutmuşlar. Nasıl bir stratejileri var bilmiyorum ama şimdi dokunmuyorlar, dersler devam ediyor. Dicle Üniversitesi’ndeki kaç tane profesörle görüştük, hepsi gayet müsbet çalışıyor. Hiç sorun yok sanki!

Bazı kesimlerin Cuma namazını ayırma teşebbüsleri?

Tamamen yanlış. İslam’da ırkçılık yok. Bediüzzaman eserlerini Türkçe yazmış. Abdülkadir Badıllı, hayatta daha, üstadla Kürtçe konuşmak istediğinde “ben Kürtçe’yi unutmuşum kardeşim” diye Türkçe konuşuyor. Ama Malazgirt’ten gelen ve hiç Türkçe bilmeyen bir gençle Kürtçe konuşmuş.

Neden böyle davranıyor?

O zaman da bu mesele ortaya atılmış. Üstad o zaman da buna şiddetle karşı çıkıyor. Boghos Nubar Paşa ile Şerif Paşa Paris’te birleşip beraber bir Ermeni ve Kürt Devleti kurma planları var. Üstadın o zaman Sebülürreşad’da ve İkdam’da cevapları var. Mevlanzade Rıfat Kürt Teali Cemiyeti Başkanı, Üstad’a bu hususta çağrıda bulunuyor. Üstad da “bir kuvvetiniz varsa devleti kurtaralım bu gibi fikirlerden vazgeçin” diyor.

Üstadın zamanındakiyle günümüzdeki Nurcuları karşılaştırsanız?

O zaman çok yakınında olanlar Risale-i Nur’un bütün şeylerini bilenler. Geniş halkada olanlar tarikatlardan aldıkları terbiyelerle Risale-i Nur’a da sahip çıkıyorlar ama kendi anlayışlarında hareket halindeler. Fakat şimdi daha ziyade ilmi bakımdan yaklaşıyorlar.

Üstadın vefatından sonra siz neler yaptınız?

Neşriyatla uğraştık yine. Üstad vefat ettikten bir süre sonra ihtilal oldu biz Uhuvvet Risalesi’ni neşrettik. Onun için bizi içeri aldılar. 25 gün 1. Şube hücrelerinde kaldık. Çıktığımız gün “Risale-i Nur sönmez” diye bir teksir kitap hazırladık. İhtilalden sonra matbaaları bizim aleyhimizde kışkırttılar, teksirle bastık. Anadolu’yu hareketlendirmek için ziyaretler yaptık. Gizlice basmaya başladık. El altından Anadolu’ya sevkettik. Yani bir nevi gerilla gibi çalıştık (gülüşmeler) Ta 1975’e kadar.

Emeti SARUHAN / Yenisafak.com.tr