Etiket arşivi: Cennet

Duyguların Gelişiminde Aile Ve Annenin Önemi

aileİnsanın yaşadığı aile onun için çok önemlidir. Günümüzde anne, baba ve çocuktan oluşan çekirdek aileler büyük ailelerin yerini aldılar. Ailenin sağlıklı olması için ilk baştan doğru kurulmalıdır. Karşılıklı sevgi, şefkat, fedakârlık ve merhamet duyguları ailenin temelini oluşturur. Güzellik, zenginlik veya ekonomik bağımsızlık gibi ölçütlerin ön planda olması sağlıklı aile kurulması için olmazsa olmaz şartlar değildir. Günümüzde yapılan evliliklerde boşanma oranları eskiye göre çoktur. Sürdürülen mutsuz aile sayılarını ise kimse tam bilemiyor.

Ailenin yaşadığı ev ne bir otel ne de bir lokantadır. Orası aile bireylerin sığanığıdır, dünyadaki cennetidir. Sağlıklı bireylerin yetişmesi aile ilişkilerinin düzgün yürütülmesine bağlıdır. Sağlıklı toplumun şifreleri de orada yazılır. Bir çocuğun hayatla ilişkileri anne- babasıyla başlar. Onun izleri ise yaşam boyu devam eder.

Aile içinde en büyük görev anneye düşer. Erkeğini vezir de eden rezil de eden kadındır sözü doğrudur ama eksiktir. Çocuklarını da diye bu söze eklemek gerek. Çünkü çocuk ailede ilk eğitimi anneden alır. Karşılıksız sevgi ve fedakârlığı çocuklarına veren odur.

Yapılan araştırmalar göstermiştir ki 0-6 yaş arasında çocukların öğrendikleri 6 yaştan sonra öğrendiklerinden daha fazladır. İnsanın alt yapısı bu dönemde kurulur. Beyindeki “sevgi, öfke ve güven” gibi duyguların temelleri bu yaşlarda atılır. Diğer alanlar ise 6 yaştan sonra şekşllenir.(*) Nevzat Tarhan. Prof.Dr. Sen Ben ve Çocuklarımız s.30

Dünyada hiçbir canlının yavrusu insanın yavrusu kadar korunmaya ve bakıma muhtaç olarak doğmaz. Annenin çocuğuna karşı olumlu veya olumsuz davranışları onun ileriki hayatında unutulmayan izler bırakır.

Bazı anneler çocuklarını kucağına almazlar, emzirmezler, ona sarılıp okşamazlar, onunla ilgilenmezler. Böyle ailelerde yetişen çocuklar duygusal açlık çekerler. Doğuştan gelen duygular gelişemez, terbiye edilmesi gereken duygular kontrol altına girmeyi öğrenemez. Onlar da bu yanlışlıkları kendi çocuklarına naklederler. Böylece olumsuz bir kısır döngü kurulur. (**) Engin Geçtan, Prof.Dr. İnsan Olmak, s.33-34

*Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle, ben kendi şahsımda katî ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan ediyorum:

Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum (LEMALAR,24.Lema)

Yaşamın birinci yılında bebeklerde çevreye karşı güven veya güvensizlik duygularının temeli atılır. Onun için 1.yıl çok önemlidir. Bebekler kendilerine annelerinin yaklaşımlarının samimi veya zorlama olup olmadıklarını algılar. Biyolojik gelişme ile beraber duygusal ve zihinsel gelişim ve olgunlaşma da başlar. Aile içinde birbirine karşı saygı, şefkat, fedakârlık ve merhametli davranışlar olmalıdır. Eşler birbirine karşı gösterdikleri duyguların ebediyen ve ölümsüz olmasını istemeli ve ona göre davranmalıdır. Yeri geldiğinde aile reisi gibi yeri geldiğinde arkadaş ve kardeş gibi davranılmalıdır. Aile içinde başta anne ön planda iken zaman içinde babanın sorumluluğu da başlar.(*) Engin Geçtan, Prof.Dr. İnsan Olmak, s.31-38

* Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce’, bir tahassüngâh ise, âile hayatıdır. Ve herkesin hânesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hâne ve âile hayatının hayatı ve saadeti ise, samimi ve ciddî ve vefâdarâne hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedâkârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakiki hürmet ve samimi merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve dâimî bir refâkat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardeşâne, arkadaşâne münâsebetlerin bulunmak fikriyle, akîdesiyle olabilir. (SÖZLER,10.Söz)

Yeryüzündeki bütün anneler, insan olsun hayvan olsun yavrularına karşı karşılıksız, menfaatsiz sevgi beslerler. Ayaklarının altında Cennet olan o eli öpülesi anneler tam bir fedakârlık anıtıdırlar.

İnsandaki sevgi dugusu onun en kıymetli duygusudur. Kişiyi mutlu kılar. Evrenin tek ve bir Yaratcısı olduğu sırrını çözse, bu küçücük insanın içindeki sevgi onu öylesine büyütür ki evreni kaplar. Bütün varlıkların nazlıbir sultanı olur. Eğer o, tek Yaratıcı fikrinden uzaklaşsa, içindeki sevgi başına bela olur. Tüm sevdiği şeyleri kaybetmenin acılarını taşır. Kendini bu acılardan kurtarmak için eğlenceyle, uyuşturucu şeylerle geçici olarak düşünmeyi iptal eder.

*İnsanın en lezzetli ve tatlı ve kıymetli hissi olan muhabbet, eğer sırr-ı tevhid yardım etse, bu küçücük insanı,kâinat kadar büyüttürür ve genişlik verir ve mahlûkata nazenin bir sultan yapar. Eğer şirk ve küfre düşse -el’iyâzû billah! -öyle bir musibet olur ki, mütemadiyen zeval ve fenâda mahvolan hadsiz mahbuplarının ebedî firaklarıyla biçare kalb-i insanîyi her dakika parça parça eder. Fakat, gaflet veren lehviyatlar, muvakkaten iptal-i his nev’inden zahiren hissettirmiyor. (ŞUALAR,2.Şua)

İnsanı insan yapan en önemli özelliği içinde taşıdığı sevgidir. Evrenin sahibinin Allah olduğu inancı onun yardımına koşmazsa hayattaki tek evladını kaybeden annenin acılarını içindeki bu sevgi onu dünyanın en bedbaht insanıyapar.

*İnsanın en lâtif ve şirin bir seciyesi olan şefkat, eğer sırr-ı tevhid onun yardımına yetişmezse, öyle müthiş bir hırkat, bir firkat, bir rikkat, bir musibet olur ki, insanı en bedbaht bir dereceye indirir. Tek bir güzel yavrusunu ebedî kaybeden bir gafil valide, bu hırkati tam hisseder. (ŞUALAR,2.Şua)

Sevgilerin en güzeli insanın doğasına, özellikli olarak da insan olsun hayvan olsun bütün annelerin içine konmuştur. Sevgi en güzel ve gerçek karşılığını annelerin kalbinde bulur. Onlar yavrularına karşı gösterdikleri sevgiye karşılık hiçbir ödül ve rüşvet istemezler. Gerektiğinde evlatları için bedenini, ruhunu hatta ebedi mutluluğunu bile feda ederler. Bu duygu daha sınırlı da olsa hayvanlarda bile vardır. Yavrusunu kapmak için köpeğe karşı koyan tavuk, onu korumak uğruna başını kaptırır, hayatını feda eder.

*hâlis muhabbet, fıtrat-ı insaniyede ve umum validelerde derc edilmiştir. İşte bu hâlis muhabbete tam mânâsıyla validelerin şefkatleri mazhardır. Valideler, o sırr-ı şefkatle, evlâtlarına karşı muhabbetlerine bir mükâfat, bir rüşvet istemediklerine ve talep etmediklerine delil; ruhunu, belki saadet-i uhreviyesini de onlar için feda etmeleridir. Tavuğun bütün sermayesi kendi hayatı iken, yavrusunu itin ağzından kurtarmak için-Hüsrev’in müşahedesiyle-kafasını ite kaptırır. (LEMALAR,17.Lema)

Her insan insan olma özelliği nedeniyle çevresindeki bir çok şeyle ilgilenir. Onların mutluluklarıyla mutlu olur, acılarından o da acı çeker. Özellikle canlı varlıklarla hayvanlara, bitkilere, insanlara ilgi duyar. Öncelikle de çok sevip görüştüğü dostlarının elemlerinden etkilenir o da onlarla birlikte acı çeker. Mutluluklarını paylaşır, onlarla birlikte mutlu olur. İyi günde de kötü gündede onlardan hiç ayrılmaz. İşte gerçek sevgi budur.

*insan,insaniyet cihetiyle, ekser mevcudatla alâkadardır. Onların saadetleriyle mütelezziz ve helâketleriyle müteellimdir. Hususan zîhayat ile, ve bilhassa nev-i beşerle, ve bilhassa sevdiği ve istihsan ettiği ehl-i kemâlin âlâmıyla daha ziyade müteellim ve saadetleriyle daha ziyade mesut olur. Hattâ, şefkatli bir valide gibi, kendi saadetini ve rahatını onların saadeti için feda eder.(MEKTUBAT,24.mektup)

Dr.Selçuk Eskiçubuk

İmtihanımız Devam Ediyor

İmtihanımız devam ediyor… Hem de ara vermeden, şiddetlenerek…

Belki de farkında olmadan her gün sırat köprüsünden geçiyoruz. Bu köprüyü geçip geçmediğimizi de çoğu zaman bilemiyoruz. Ama şurası değişmez bir gerçek ki, her gün sıratı ya salimen geçiyoruz veya tökezliyoruz, ayağımız kayıyor, düşecek gibi oluyoruz; hatta düşüyoruz, ama haberimiz olmuyor.

Dehşetli, korkunç, tehlikeli bir asrın insanlarıyız. Günahlar, haramlar bizi ablukaya almış. Acımasız, öldürücü taarruzlara maruzuz. Sert fırtınaların, haşin kasırgaların saldırılarına karşı dayanmaya, ayakta durmaya çalışıyoruz. Bir yerlere savrulmadan, kaybolmamak için bir yerlere tutunmaya çalışıyoruz. İşimiz hiç de kolay değil. İnce, uzun bir yoldayız. Hedefimize varmak için, seçtiğimiz yol da dik yamaçlardan, sarp kayalıklardan geçiyor. Daha da ötesi, yolun bazı bilemediğimiz yerlerine mayın döşemişler; eşkıyalar da her an yolumuzu kesebilirler.

Bir asır önceden Bediüzzaman; “insafsızca eleklerden geçiriliyorsunuz” ikazında bulunmuş. Tehlikenin ciddiyetine ve önemine dikkatlerimizi çekmiş. “Bir yerde kırk vefiyattan, ancak birkaç kişinin imanla kabre girdiğini; diğerlerinin bu imtihanı kaybettiklerini” haber veren Bediüzzaman’ın bu acı ve ürpertici haberi de şimdiye kadar bize bu imtihanın ciddiyetini ve zorluğunu anlamamıza yetmeliydi.

Zübeyir Ağabeyin “Diğer ehl-i dinin bir imtihanı varsa, bizim iki imtihanımız var. Sâir Müslümanların imtihanına ilâveten, bizim bir de Risale-i Nur’daki hak ve hakikatları öğrenme ve yaşama mükellefiyeti gibi önemli bir imtihanımız var” sözünü hatırlayalım. Evet Nur’un Talebeleri olarak bu noktada hiçbir mazeretimiz olamaz, olmamalı. Bediüzzaman’ın mesleğini, meşrebini önce öğrenme, sonra nefsimizde hayata geçirme, daha sonra da olduğu gibi yansıtma ile sorumlu olan insanların elbette imtihanları çetin, sorumlulukları çok, omuzlarındaki yük ağırdır. Ahir ömre kadar bu ağır yükü, bu önemli sorumluluğu yerine getirmekle vazifeli olan hadimler her türlü zahmeti peşinen kabullenmeyi göze almalılar.

İmtihanımız devam ediyor. Ara vermeden, şiddetlenerek… “Su uyur, düşman uyumaz” misâli ifsat komiteleri, karanlık güçler hiç ara vermeden iş başındalar. Onlar tatil yapmazlar. Meslekleri ifsattır, bozmaktır. Onlar bizi bilir, biz de onları çok iyi tanırız. Onların işi ifsat edip, bozmak ise; bizim vazifemiz de tamir ve tahkim etmektir. Onların mesleği bozgunculuk, ifsat etmek ise, bizim şiârımız ve mesleğimiz kardeşliği ve tesanüdü canlı tutarak karşı durmaktır. Onların işi suret-i haktan görünüp, senaryolar üretip, tuzak kurmak ise, bizim mesleğimiz ve işimiz sebat edip, basiret gösterip, tesanüdü sağlayıp, onların şeytânî planlarını ve tuzaklarını boşa çıkarmaktır.

Geçmişte bize olan düşmanlıklarını, ihanetlerini gizlemeden, açıktan yapıyorlardı. Hücum ve saldırıları aleniydi, aşikâre idi. Hiçbir gizliliğe gerek görmeden tahkirlerini, tazyiklerini, işkencelerini açıktan, pervasızca yapıyorlardı. Dolayısıyla Bediüzzaman’a talebe olmak, peşinen, gönüllü olarak sürgünleri, hapisleri, zindanları kabullenmek anlamına geliyordu. Ama bütün bu riskleri, bu tehlikeleri göze almakta tereddüt etmeyen başta Bediüzzaman ve talebeleri şantajlara, tehditlere, hapislere, zindanlara aldırmadan, cesaretle, metanetle yollarına devam ettiler ve iman ve Kur’ân hizmetinde tarihlere geçecek destanlar yazdılar. Tek parti döneminin bütün dayatmalarının, despotluklarının hükümferma olduğu bir dönemde altı bin sayfalık Nur Külliyatının vücuda getirilmesi tek başına Bediüzzaman ve talebelerinin o karanlık devirde ortaya koydukları hizmetlerin azametini herhalde göstermeye kâfidir.

Şimdi uzunca bir zamandır Nur Talebelerine yönelik, doğrudan Nur Talebelerini hedef alan tehditler, şantajlar yok elhamdülillah. Şikâyetler, mahkemeler, hapisler kalmadı. Artık isteyen herkes serbestçe Risâleleri alıp okuyabiliyor. Bizler de lüks denebilecek mekânlarda derslerimizi yapabiliyoruz. Özel hayatımız da deyim yerinde ise gayet rahat ve lüks sayılabilir. Zahiren hayırlı gibi görünen bu tabloya, bir de ‘dindar’ diye bilinen siyasîlerin milleti idare ediyor olmaları da eklenince Müslümanlar olarak bundan iyisi can sağlığı demekten kendimizi alamıyoruz!

Peki bu manzaraya bakıp da “cennet âsâ bir bahara” kavuştuğumuza hükmedebilir miyiz? Ferec ve fütuhatın gerçekleştiğini, fecr-i sadıkın artık doğduğunu söyleyebilir miyiz? Kısaca artık zafere kavuştuk, vazifemiz bitti, imtihanımızı başarıyla tamamladık diyebilir miyiz?

Bu ve benzeri suallerin cevabı “evet” ise, toplumun yaşamakta olduğu ahlâkî aşınmaya ne diyeceğiz? Bilhassa gençlerimizi, çucuklarımızı ablukaya alan içki, uyuşturucu, kumar illetlerini ne ile izah edeceğiz? Artarak devam eden aile kavgaları ve boşanmalar neyin işareti? Sınır tanımayan müstehcenliklerin beraberinde getirdiği gayr-ı meşrû ilişkiler nelerden haber veriyor dersiniz?

Bence zahirî manzaralara, yalancı baharlara aldanmaya gerek yok. İmtihanımız bütün şiddetiyle devam ediyor. Bütün gayretimizle, ciddiyetimizle, himmetimizle ara vermeden hizmetlerimize devam edelim diyorum.

Hüseyin Gültekin / Nur Postası

Münacat -2 (şiir)

Ya İlâhi!

Af ve mağfiret sahibi

Sınırsız kuvvet sahibi

Mutlak adalet sahibi

 

Sahipsizlerin sahibi

Celal ve ikram sahibi

Ölümsüz hayat sahibi

Arşın ve yerin sahibi

 

Gerçek şefaat sahibi

Hesap gününün sahibi

İhsan ve ikram sahibi

Hayatın gerçek sahibi

 

Sonsuz büyüklük sahibi

Dertlerimizin tabibi

Mağfireti geniş olan

Keremi en yüce olan

 

Günahları bağışlayan

Eşi benzeri olmayan

Varlıkları çift yaratan

İlmi her şeyi kaplayan

 

Mahlûkatı gözetleyen

Hastalara şifa veren

Tedbiriyle hüküm veren

Sayısız nimetler veren

 

Ölülere hayat veren

Bilinmeyenleri bilen

Sıkıntıları gideren

İsteyene ikram eden

 

Tövbeleri kabul eden

Mahlûkatı hoşnut eden

İyilikleri emreden

Kötülükleri nehyeden

 

Her şeyi yoktan var eden

Eş ve evlat edinmeyen

Temizlenenleri seven

Her şeye boyun eğdiren

 

Her şeyi çekip çeviren

Şikâyetleri işiten

İlmi her şeyi kuşatan

Günahları bağışlayan

 

Mazlumların sığınağı

En büyük ümit kaynağı

Zayıfların yardımcısı

Fakirlerin hazinesi

 

Her şeyin yaratıcısı

Her şeyin terbiyecisi

Güçlülerin en güçlüsü

Yalnızlıklarımın dostu

 

Gurbetlerdeki sahibim

Cömertlerden daha cömert

Büyüklerden daha büyük

Âlimlerden daha Âlim

 

Ey Allah’ım! Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Sen’den medet umarız!

Bize uzun ömür, sağlam vücut ve gönül ferahlığı ver! Güzel neşe, bol rızık, emniyet ve huzur ver!

Kur’an-ı Azim’in bereketiyle bizim imanımızı, ölüm gelip çatıncaya kadar muhafaza eyle!

Cümle günahlardan, günaha yaklaşmaktan ve günahı kötü görememekten Sana sığınırız!

 

Allah’ım! Biz Sen’den razı, Sen de bizden razı olarak canımızı al!

Bize itaatinden öyle bir nasip ver ki, o bizi cennete ulaştırsın!

Cümle günahlardan, günaha yaklaşmaktan ve günahı kötü görememekten Sana sığınırız!

Allah’ım! Bize itaatinden öyle bir nasip ver ki, o bizi cennete ulaştırsın!

Amiiin!

 

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

Cennete Giren Fazilet Sahiplerine Melekler Sorarlar?

Peygamberimiz (a.s.v.) bir hadis-i şeriflerinden şöyle buyurmaktadır:
     
Cennete giren fazilet sahiplerine melekler sorarlar:

“Faziletiniz nedir?”

Onlar da: “zulme uğradığımız vakit sabrederdik; bize kötülük edilince de, rıfk  (şefkat) ile davranırdık” diye cevap verirler.

Bediüzzaman Hazretleri sabırla alakalı şöyle diyor: “Sen üç sabır ile mükellefsin. Birisi: Taat üstünde sabırdır. Birisi: Masiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdır.1

“Taat üstünde sabır”Bir müminin Cenab-i Allah’ın emrettiği şekilde sıkılmadan, nefsin gayri meşru isteklerine karşı gelerek ibadetlerini devamla kılınmasıdır. Samimi ve daimi kılınan bir ibadet elbette güzel ahlakı da beraberinde getirir. Düzgün ahlaka sahip birinin hem kendine, hem ailesine hem de topluma faydalı olur,

İbadeti devamla ifa eden biri, bunca zamandan beri ibadet ve iyilik yaptım biraz ara vereyim dememek lazım, Çünkü ecel gizlidir ne zaman geleceği belli değil, uhrevi hayat için ne kadar ibadet yapılırsa o kadar kardır. Taatta yorulma, iyilikte ara verme yok, devam var.

“Masiyyetten sabır”  Günah işlememeye sabretmektir. Nefis daima kötülükleri arzu eder.  Bugünkü ortamda ahlaksızlığın, hayâsızlığın, haram ve günahların çoğaldığı ve bu ahlaksızlığın zemini de hazır olmasına rağmen günahlardan korunarak “nahy-i anil münker” yani dinimizin yasakladığı, Allah’ın razı olmadığı işlerden uzak kalmak ancak sabırla mukabele etmekle olabilir. Böylesi güçlü sabrın kaynağı da ancak hakiki imanla olur.

“Musibete karşı sabır” Halık-ı Rahim bu dar-ı dünyada insanın terakkiyatı için birçok imtihanla tabi tutmaktadır. Uhrevi terakkiyenin en önemli sebepleri olan hastalık, açlık, fakirlik, kaza ve musibetlerdir, sabır ve şükür etme noktasında insanı tecrübe eder,  böylece Allah’a tevekkül etme,  O’nun verdiği musibet ve kaza takdirine razı olma metaneti öne çıkmaktadır; şeytan, musibetzedenin nefsiyle, kalbiyle meşgul olur,  kaderi tenkid ettirmeye çalışır. Şeytanın bu vartasından ve itirazından kurtulma çaresi ancak kadere teslim ve musibete karşı sabırlı olmaktır.

Vakti  zamanda köy komşularımızdan  biri rahmetlik olur. Adamın eşi hem  genç hem de  bir kaç çocukla ortada kalınca,  merhumun ağabeyi dul olan yengesiyle ikinci evliliği yapar. Bu evlilikten rahatsız olan eski hanımı Gülnaz teyze  inat olarak namazı bırakır,

Komşuları, “Gülnaz, neden namazı bıraktınız?”

Gülnaz, “inadına namazı bıraktım” der.

Aslında Gülnaz teyze namazlı, niyazlı, çocuklarına dini vecibelerini öğreten, itikatlı; misafirperver, köyde de çok sevilen biri, her nedense kumaya tahammülü olamayınca eşinin inadına bir kaç gün namazı askıya almakla tepkisini gösterir,

Gülnaz teyzenin kocası bir müddet sonra fani dünyadan baki dünyaya irtihali vaki olur, ruhunu Rahman’a teslim eder.  Gülnaz teyze hem kazaya bıraktığı namazlarından Allah’a karşı mahcubiyetten hem de kocasına yaptığı tepkiden duyduğu pişmanlığını akan gözyaşları gösteriyordu.

Gülnaz teyzenin hadisesinden önemli bir kıssa!

Teyzenin evvela, Allah’a sığınarak hem ibadetine devam hem de vaki olan hadiseye karşı sabırlı olmasıydı; lüzumsuz ve zararlı tepkiler sonradan üzüntüye neden oluyor, önemli olan dünyevi musibetleri büyütmeden şükürle mukabele ederek Cenab-ı Allah’ın rızasını kazanmaktır. Çünkü: “dünyevi musibetlerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı oluyor.” 2

Allah sabredenlerle beraberdir.”3 Ayet-i Kerimenin mealinde de anlaşıldığı üzere Allah (cc) insanları sabra davet etmektedir. Akıllı olan bu davete icabet edip kadere teslim olmaktır. Onun için taat üstünde sabır, masiyyetten sabır ve musibetlere karşı sabır etmek hem musibetzedeye bir teselli hem de Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olur.

Cenab-ı Allah(cc) tüm mü’minlere sabr-ı Cemil ve hüsnü hatime versin. Âmin…

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

Kamu Yöneticisi

 

Kaynaklar:

1- sözler, 21.ci söz

2- şualar, 13.cü şua

3- Bekara /153

Geleceğin Yıldızları

O, yerdeki yıldızlarla meşguldü. Göktekiler yüksekte olsalar da, önemli olan yerdekileri yüceltmek değil miydi?

Kırpılıp kırpılıp yere atılan, çöp yığınları haline getirilmeye çalışılan bu yıldızlara yazık oluyordu, yazık!..

Anne ve babalar adeta yalvarıyordu: “Hocam, ne olur kurtarın evlatlarımızı, onların ellerinden de, gönüllerinden de tutun. Kur’anla tanıştırın, İslâmla barıştırın. Biz başa çıkamıyoruz, bari siz eğitin…” Mânevî değerlerden yoksun bir gençliğin geleceğimiz adına ne felaketlerin habercisi olduklarını görmemesi mümkün müydü? Hey!.. Edipler, eğitimciler, öğretmenler!

Âciz kalan, çaresizliğini haykıran bu insanlara ne demeliydi acaba?

Hangi sistemin, hangi zor şartların boyunduruğu altında olduğunun farkındaydı. Çareler tükenmezdi asla…Doksan dokuz pencere kapalı olsa da, yüzüncü pencereden giren bir güneş gibi ısıtabilirdi gönülleri, okşayabilirdi yüzleri.

Herkes görevini yapıyordu. Onun misyonu çok başkaydı. Gönüller fethetmek, kıtalar fethetmekten zordu belki, ama olsun. Değil mi ki, İlâhî yansımanın akisleri orada kendini gösteriyordu. Rahmet esintileri, o kıyılardan eserek okşuyordu duygularını. Mevlânalar, Yunuslar, Bediüzzamanlar hep oraya talip olmuşlardı. Cisimlerden önce kalplerin fethi gerekiyordu. Öteden beri yaptığı iş bu değil miydi zaten? Öyle ise tasalanmaya ne gerek? Mülkün sahibi vardı işleyip süsleyen, gönülleri Esmanın nakşıyla evirip çeviren. Ve kendisine yönelen kalpleri hidayet üzere sabitleyip rotasını rızaya ve Cennet’e endeksleyen sonsuz kudret, nihayetsiz rahmet, engin bir şefkat sahibinin emir ve iradesiyle işler yürümüyor muydu?

Ruhları karartan, gönülleri bunaltan menhus zihniyetin çirkin yüzünü görememiş, Süfyanizmin kâbus gibi çöken kara bulutlarının farkına varamamış, iyi ile kötüyü, şer ile hayrı, tahrip ile tamiri, siyah ile beyazı birbirinden ayırt edememiş olabilirlerdi.

Bunlar yerdeki yıldızlardı. Geleceğin yıldızları… Hakk’ın hâkimiyetini kuracak, küfrün kalelerini bir bir yıkacak, gönüller ülkesinin fatihleriydiler. Ama Fatihler kolay yetişmiyordu. Önce akideleri, inançları sağlam olmalıydı. Peygamber ahlâkı öncülük etmeliydi onlara. Sünnetin hayatla, hayatın Sünnetle bağdaşması, kaynaşması ve anlaşması gerekiyordu. Ki; taze fidanlar savrulmasın kasırgalarla, zihinler bunalmasın Şeytan ruhluların üfürmesiyle, inançlar sarsılmasın şirk ve küfrün fısıltılarıyla…

Üzülmemek elde değildi. Baksanıza hâla, belli gün ve haftalarda aynı teraneler, ithamlar, uyduruk masallar, hayali uydurmalar, suçlamalar, ve de asılsız, boş, sıkıcı bir sürü laf ve bilgi kirliliği…Yok kara çarşaflar yırtıldı (!), örümcek kafalılar temizlendi (!) , şuralar kapatıldı, bunlar hayata geçirildi, bilmem daha ne herzeler!..

Milleti ve milletin inançlarını, kutsallarını, köklü mazisini, haşmetli tarihini, mânevî değerlerini yok sayarak nereye varılabildi ki, bundan sonra da varılabilsin.

“Havamızı kirletmeyin, tarihe iftira etmeyin, olayları saptırmayın, insanların haklarına saygılı olun, inançsızlıklarınızı inançlara hakaretle sergilemeyin, dürüst olun, hakperest olun, yanıltmayın, yalan söyleyip iftira etmeyin. Birilerini yüceltme adına birilerini karalamayın, tarihi doğru okuyun, doğru okutun. Allah aşkına; yağcılık, yaltakçılık yapmayın. Doğruları haykıramıyorsanız bile, bari susun. Susun ki; melekler sizi müfteri, yalancı, riyakâr ve ayrılıkçı olarak kayda geçmesin!” diye tam haykıracakken, birden bir ses: “Sen işine bak, onlar işini yapıyor… Zamanı gelince… Sen şimdi gönüller fethine dön, patlamaya ve tahribe hazır mayınları ayıkla, bilgi kirliliğini temizle ve görevine devam et!..”

Kulaklarında o ses yeniden yankılandı:”Allah için yavrularımızı kurtarın, onları manen ve ahlâken öldürmek isteyenlere fırsat vermeyin. Zamanın cazibedar fitnelerine karşı iman hakikatlarıyla onları korumaya alın. Alevleri göklere yükselen, evlatlarımızın da içinde bulunduğu yangını söndürün, lütfen söndürün, ne olur Allah rızası için, Peygamber aşkı için söndürün!”

Gözünü sonsuz ufka dikmiş, derin düşüncelere dalmıştı. Parmakların kalktığını gördü.

Hocam, anlattıklarınızı özetleyeyim mi?”

Elbtte evlâdım, buyur, dinliyorum

İman, bir çeşit Cennet Tûbâsının çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir Cehennem Zakkumunun tohumunu saklıyor, barındırıyor. Demek ki, selâmet ve emniyet/güven, sadece İslâmiyette ve imandadır. Öyle ise biz dâima, İslâm dinini ve mükemmel imanı ihsan ettiği için Allah’a hamd olsun, demeliyiz.”

“Teşekkür ederim. Çok güzel ifade ettin evlâdım. İnancım ve kanaatim odur ki; Yerdeki yıldızlar nurlanacak, yükselecek ve geleceğin yolunu aydınlatacak inşallah…”

Nurlu rehber ve şaşmaz önderimiz olan Peygamberimiz (s.a.v) için çek bir salavât:

“Allahümme Salli alâ Seyyidina Muhammadin ve alâ âli Seyyidina Muhammed.”

 İsmail Aksoy