Etiket arşivi: Çetin Kılıç

Türkiye Yeşilay Cemiyeti

Birinci Dünya Savaşı’ ndan sonra yurdumuzu işgal eden düşmanlar Müslüman kimliğini içten çökertmek için çareler aradılar. Gemilerle getirdikleri alkolü fazla içkileri bilhassa gençlere ulaşacak şekilde dağıttılar. Ülkemizde kısa bir zaman sonra içki ve uyuşturucu madde alışkanlığı bir salgın halini aldı. Bilhassa yurt müdafaasında faal unsuru olan gençlerimize ulaştırıyorlardı.

Bunun üzerine 1919 yılında Şeyhülislam İbrahim Efendi, Edirne Sofulu’da doğan ilk ve orta tahsilini Kırklareli’nde yapan Doktor Mazhar Osman ve arkadaşları önceleri gizli olarak “Alkol ve Uyuşturucu Maddelerle Mücadele” teşkilatını kurdular. Daha sonra bu kurucular, merkezi İstanbul olmak üzere 5 Mart 1920’de “Hilal-i Ahdar” (Yeşilay) adıyla cemiyeti resmen kurdular. Cemiyetin adı bir süre sonra Yeşil Hilal, son bir değişiklikle de Yeşilay oldu.

1934 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla “Kamu yararına” diğer deyimiyle “Amme menfaatine Hadim” dernek arasına katıldı. 1946’da Milli Eğitim Bakanlığı okullara bir genelge göndererek toplumla ilgili çalışmalar arasında Yeşilay Kolunun bulunmasını mecbur etti.

Yeşilay Cemiyeti;

Ahlaki ve kültürel bir kalkınma atmosferi içinde içki, uyuşturucu madde ve sigara tüketimini, devlet organlarıyla da işbirliği yaparak asgariye indirmeye çalışır.

Bu gayeyi gerçekleştirebilmek için, konferanslar, radyo-televizyon konuşmaları, geziler, sergiler, kurs ve seminerler tertipler.

Kitap, dergi ve makaleler neşreder.

Kültür ve sanat çalışmaları yapar.

Alkol ve uyuşturucu düşkünlerinin tedavisinde yardımcı olur.

Okul ve kurumlarda yapılacak çalışmaların doküman, video, kaset, afiş ve pankart ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır.

Alkollü içki ve uyuşturucu maddelerin zararlarına karşı mücadele yolunda gerekli tedbir ve kararların alınmasını temin için hükümet ve yetkili merciler nezdinde teşebbüslerde bulunur.

Kendi konularında bölgesel çalışmalar yapmak üzere şubeler açar.

Bu çalışmalarında özellikle  ülkemizin geleceği olan gençlerimizin uyarılması, korunması konusunu ön planda tutar.

Yeşilay Cemiyetinin çalışmaları neticesinde, 1920-1924 yıllarında alkollü içki kullanmaya karşı Men-i Müskirat Kanunu çıkarıldı.

Cumhuriyetin ilk yıllarında ve sonraki dönemlerde uyuşturucu imalat ve kulanımına karşı ciddi tedbirler alındı.

1982 Anayasası’na içki ve uyuşturucu kullanımına karşı alınacak tedbirlerle ilgili 58. madde konuldu.

Birayı alkollü içki sayan 3023 sayılı kanun kabul edildi.

Uyuşturucu karışımı ilaçlar konusunda yeşil ve kırmızı reçete uygulaması getirildi.

Trafikte alkollü araç kullanımını önleyici tedbirler artırıldı.

Sağlık dersleri programına Yeşilay konuları konuldu ve okullarda Yeşilay kolları kurulması mecburi hale getirildi.

Yeşilay Cemiyeti; kapalı yerlerde, nakil araçlarında sigara içimini ve sigara reklamlarının yasaklayacak kanunun çıkarılması, Anayasa’nın 58. maddesinden sorumlu Başbakanlığa bağlı bir müsteşarlık kurulması, Milli Eğitimde haftada 1-2 saatlik mecburi ders konulması, trafikte alkole kesin yasak getirilmesi, ithal içki ve sigaraya yasak getirilmesi, ülkede alkol ve sigara kullanımını azaltıcı kanuni ve eğitimle ilgili tedbirler alınması, uyuşturucu kültürünün önlenmesi için radyo ve TV’ ye ve Milli Eğitime mecburi tedbirlerin getirilmesi, kamu yararına çalışan Yeşilaya yeterli devlet desteğinin sağlanması için çalışmalarını sürdürmektedir.

Yeşilayın Genel Merkezi İstanbul’da olmak üzere yurt sathında şubeleri ve temsilcilikleri vardır. 1924’ten bu yana sürekli olarak aylık Yeşilay adında bir dergi çıkarmaktadır.

1953’ten beri her yılın 1-8 Mart günleri arası Yeşilay Haftası olarak değerlendirilip, alkolizm ve uyuşturucuların zararları bütün yayın organlarıyla halka anlatılmaktadır.

Cemiyetin bütün bu çalışmaları, bağışlar, üye aidatları ve Genel Merkez İşhanının gelirleriyle yürütülmektedir.

“İçki bütün kötülüklerin anasıdır. “Buyuran Peygemberimiz(sav)’in bu hadisi şerifini tüm dünyaya duyurmaya çalışan, tamamen gönül esaslı olan bu kuruluşumuzda  başta  Genel Başkan Prof. İhsan Karaman beyi  görev alan tüm gönüllüleri kutluyor, neslin bekasını ve milletin istikbalini derd edinmiş “ilim” ve “irfan” sahiplerinin el ele vererek kurduğu “Türkiye Yeşilay Cemiyeti”ne ;

“İyiliğin emredildiği kötülüğün men edildiği” bu sahaya tüm müslümların sahip çıkmasını umuyorum.

YEŞİLAY CEMİYETİ KURUCULARINDAN BEDİÜZZAMAN;

Ord. Prof. Fahrettin Kerim Gökay  YEŞİLAY CEMİYETİ’nin kuruluşu ile ilgili olarak Bediüzzaman Hazretlerinden şöyle bahsetmektedir:

Genel Kurul’da zamanın Şeyh-ül İslâmı Hayderîzade İbrahim Efendi ve Darül Hikmet-il İslâmiye azasından Said Nursi de vardı. Said Nursi Efendi, dikkati çeken üyelerden biri idi. İlk gün toplantıda fazla bir konuşma olmadı. Yeni seçilenler oldu… O günki buhranlar içinde memleketin çok seçkin şahsiyetleri vardı. Sonra Said Nursi Efendi genel merkeze seçildi. Orada kendisini daha yakından tanımakla bahtiyar oldum…

Yeşilay’da ise, eserleriyle uzaktan tanıdığım Said Nursi Efendi’yi yakînen tanıdım. Said Efendi’nin kendine mahsus bir kıyafeti vardı. Arkasında cepken gibi bir elbise, başında bir sarık, kenardan sarkıtırdı. Benim tanıdığım bu zat, gayet ağır başlı, çevresine etki yapan bir insandı… Âheste konuşur, ağır tonla konuşur ve konuştuğu zamanda, düşünen bir adamın konuşmasıdır.

Bakınız, elimdeki Yeşilay’ın elli beş yıl evvelki zabıt defterinde onun bazı sözlerini okuyayım: Said Efendi: “Şeriatta ahkâm var. Tabiblerin beyan ettiği, hikmettir. Hamr, kumar, bunlar nehy-i anil münkerdir ve bunlar kebairdendirler.”

O zaman ben yirmi yaşında bir genç idim. Kendisiyle fazla bir sohbetim olmadı. Yalnız hayata biraz erken atılmış bir kimse olarak ona karşı ayrı bir ilgi duyardım. Nitekim bir konuşmada, kendisinin bir nokta-i nazarını söyleyeyim:

Reis Mazhar Osman: “Biz kitap hazırlıyor, halka meccanî risaleler, kolleksiyonlar tevdi etmek istiyor, içtimaî, fennî, edebî makaleler, kolleksiyonlar tevdi etmek istiyoruz. Bundan şayan-ı şükran neticeler aldık, yazanlara teşekkür ederim. Bütün muharrirlerden mücadelemize iştirak etmelerini rica ederim.”

Said Efendi cevaben: “En ziyade matbuât meselesine ehemmiyet verelim” demişti.

Yeşilay’ın Güncel Faaliyetlerinden Haberdar Olmak İçin: http://www.yesilay.org.tr/tr

Derleyen: Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

kaynaklar:

  • yeşilaynedir
  • sorularlarisale

Ömer Bin Abdülaziz (R.A.) Kimdir? (679-720) Kısaca Hayatı

Emevî halifelerinin sekizincisi ve en mümtaz halifesidir. Muaviye’nin vefatı yılı olan 679 yılında Medine’de  doğdu (bazı kaynaklarda doğum yeri Mısır olarak geçer). Ömer bin Abdülaziz in İkinci Halife Ömer bin Hattab’ın torunudur.

Ömer bin Hattab halkın ne düşündüğünü öğrenmek için tebdili olarak gezmekte iken, süt satan bir genç kızın annesinin süte su karıştırması emrini dinlemediğini ve ona bundan dolayı serzenişlere geçtiğini görür. Ertesi gün kızın bu fikirde ısrar edip etmediğini kontrol etmek için bir memurunu göndererek sütçü kızdan süt satın aldırır ve sütün içine yine su karıştırmadığını görür. Ömer bin Hattab kızı ve annesini halifelik evine çağırır ve aralarındaki anlaşmazlığı duyduğunu söyler. Sütçü kızı ödüllendirmek için ona kendi oğlu Asım ile evlenmeyi kabul etmesini istediğini bildirir. Kız bunu kabul eder ve bu evlilikten çiftin Leyla adını verdikleri bir kızları olur. İşte Ömer bin Hattab’ın torunu Leyla Ömer bin Abdülaziz’in annesidir.  Ömer’in annesi, Ümmü Asim bint, yumuşak huylu, güzel ahlaklı, zühd ve takva sahibi bir hanımdı.

Babası Mısır valisi olunca, Mısır’a gittiler ve oğlunu Medine’ye tahsile gönderdi. Enes bin Mâlik, Abdullah bin Cafer Tayyar ve Saîd bin Müseyyib ve başka âlimlerden ders aldı. Ömer, halife olmadan önceki hayatta diğer şehzadeler ve halife çocukları gibi yaşamadı ve çok sağlam akideye bağlı olması itibariyle nefse hoş gelen yaşam tarzından uzak durdu.  Sahabenin, hadis ravilerinin meclislerine devam eder, ayrıca şiir ve edebiyat meclislerine katılırdı. Hatta onun meclisi, fakihler, alimler ve edipler meclisiydi.

Babası ölünce amcası olan halife Abdülmelik onu Şam’a getirdi. Kızı Fâtıma’yı ona verdi. Kayınbabası bundan çok geçmeden sonra öldü ve yerine Ömer’in kuzeni I. Velid halife oldu. I. Velid 706 yılında Ömer’i Medine’ye vali olarak atadı. Keyfî uygulamalarda bulunan diğer valilerin aksine Ömer, şehre gelir gelmez hadis bilen 10 dindar kimseden bir meclis kurdu. Bütün mühim işleri bunlarla görüşüp karara bağladıktan sonra uygulamaya koyulurdu.

Medine’deki adil idareden haberdar olanlar, özellikle Irak’ın valisi olan Haccac bin Yusuf’un şiddetli ve gayri adil idaresinden hoşnutsuz olanlar, Medine’ye göçe başladılar.

 712 yılında Medine valiliğinden geri alındı. Ama bu sırada Ömer’in ünü bütün Müslüman Emevi ülkesine yayılmıştı. . 717de halife olan amcası oğlu Süleymân bin Abdülmelik vefat edince,. Alim Reca b. Hayyan’in desteği sayesinde halife seçildi. Abdülmelik’in oğulları Yezid ve Hişam tarafından buna itiraz edilmişse de halkın teveccühüyle bu is tamamlandı.

Kendi adının anıldığı hilafet fermanı okunduğunda Ömer:

Vallahi, ben bu işi asla Allah’tan istememiştim.

Ne var ki salih iradeler, onu böylesine tehlikeli anlar için seçmisti. 

Ömer: Büyük hukukçu Salim’us-Sûddî’ye:

Hilafetim, seni sevindirdi mi, üzdü mü?” Sûddî:

İnsanların hesabına sevindim; ama senin payına da üzüldüm.” Ömer:

Nefsimin helakınden korkuyorum.” Sûddî:

Korkuyorsan çok iyi… Çünkü ben de korkmamandan endişeliydim.” Ömer:

Bana bir öğüt ver!” Sûddî:

Şunu unutma: Babamız Adem, bir tek günah için cennetten çıkarıldı” dedi.

İlk hutbesinde

“Ey Nas! Kuşkusuz Kur’an’dan sonra Kitap, Muhammed (sav)’den sonra Peygamber yoktur. Bilesiniz ki, ben hakim değil infaz ediciyim. Kanun koyucu değil tâbiyim. Ben sizin hiçbirinizden daha hayırlı değilim; üstelik içinizde yükü en ağır olan kişiyim. Zalim devlet reisinden kaçan adam zalim değildir. Şurasını iyi biliniz ki, Allah’a isyan hususunda kula itaat edilmez.”

Konstantinopolis’in ikinci Arap Kuşatmasında Araplar başarılı olmamış ve kuşatmanın uzun sürmesi dolayısıyla ordunun beraberlerinde iaşe ve hayvan yemi yetişmemiştir. Bu nedenle Arap ordusu hem açlıktan hem de yem bulamadıkları için atlarını kesip yemek zorunda kalmışlardı. O yıl halife olan Ömer, Ordu komutanı Mesleme’ye Konstantinopolis kuşatmasını kaldırıp bütün askerlerini Suriye’ye geri getirmesi emrini verdi. Savaştan ziyade barışı esas alan Ömer, bu tutumundan dolayı birçok kabilenin Müslüman olmasını sağladı.Halk tarafından sevilmeyen, halka zulmeden ve keyfî tasarrufta bulunan valileri değiştirip yerine yenilerini getirdi.

Tayinde en çok dikkate aldığı konu; ehliyet, ilim, takva ve Salih ameldi. O, devlete sadıkane hizmet verecek idarecilere görev verdi. Böylece hilafet müessesesi taze kanla takviye edilmiş ve dört halife devrindeki canlılığına kavuşmuştur.

Emevî ileri gelenleriyle Ömer arasında söyle bir tartışma geçer:

Ömer onların “Bize görev ver” tekliflerine, “İsterseniz her birinizi asker yapayım.” cevabını verir.

Emeviler:“Ne diye yapamayacağımız bir şeyi bize teklif ediyorsun?” diye söylenip, “Akraba değil miyiz? Bizim de bir hakkımız yok mu?” diye diretince Ömer:

“Benim için bu konuda, sizinle en uzak bir Müslüman arasında hiçbir fark yoktur.” diyerek bu konuda tavrını koydu.

Ömer halifeliği alır almaz Yezid bin Muhalleb ‘e bir mektup yazarak ondan sadakat yemini yapmasını istedi. Bunun için yerine maiyetinden uygun birini Horasan’a vali yardımcısı olarak bırakarak Şam’a gelmesini emretti. Yezid Horasan’ı kendi oğlu Mukhallad’ın idaresine bırakarak yola çıktı . Şam’a varınca tutuklandı. Tutuklu olarak Ömer’in huzuruna getirildi. Yezit, Gürgan’da askeri seferler yapmakta iken İslam hukukuna uymayan şekilde ganimet toplamakla suçlanmaktaydı. Makkalad babasının tutuklu olduğu haberini alınca hızla Şam’a gelip Ömer’in huzuruna çıktı ama bu görüşmeden birkaç gün sonra Mukhallad hastalandı ve öldü. Yezid bin Muhallab hapis tutulmaya devam edildi; ancak 720 de Ömer’in vefatından sonra hapis edildiği zindandan kaçmayı başardı.

Ömer çok dindar ve lüks yaşamadan hiç hoşlanmayan bir halife olarak ün aldı.  Sarayını Süleyman’ın ailesine bırakıp, mütevazi bir evde yaşamaya başladı. Giysileri o kadar basit keten ve pamuktandı ve o kadar süsten noksandı ki görenler kendini bir uşak sayabilirlerdi. Karısını haremde ziyarete gelen bir misafir kadının halife karısının yakınında bahçenin duvarını tamir eden yamalı elbiseli ve uşak kılıklı bir erkeğin bulunmasına sinirlenip halife karısını “Sen Allahtan utanmıyor musun? Nasıl olup da bu amele yanında örtünmeden durabiliyorsun?” diye azarlamış olduğunun; ama bu amele gibi çalışan kişinin Halifenin kendisi olduğunu öğrenince çok utandığının hikâyesini tarihler yazmıştır.

Dürüstlüğü ve cömertliği hakkında söylenen hikâyeler de zamanımıza kadar gelmiştir. Emevi idarecilerinin el koydukları arazileri fakir çiftçilere dağıtmış ve bu nedenle bu toprakları tapu almadan kullanan üst tabakanın kızmasına hedef olmuştur.

Bir rüşvet olarak kabul edilebilir diye nadiren hediye kabul ederdi. Bir halife kızı, diğer halifenin kız kardeşi ve son olarak kocası halife olan, karısının mücevherden takılarını devlet hazinesine bağışlamasını telkin etmiştir. Şeriat kurallarının daha katıca uygulanması için tedbir aldırmıştır.

Emevi idaresindeki ülkelerde Cuma hutbelerinde Dördüncü Halife Ali bin Ebu Talib’e la ’net okumak âdet olmuştu.  Ömer halife olunca, bu âdeti kaldırdı,ve yerine Kuran’dan Nahl 90. ayetin okunmasını sağladı.

Zira kendisinden rivayet edildiğine göre babası hutbede Hz. Ali (R.A)’nin adının zikredildiği yere gelince kekeler, dili tutulurdu. Oğlu Ömer, niçin öyle yaptığını sorduğunda söyle cevap verdi:

“Oğulcağızım! Bilesin ki, Ali b. Ebu Talip hakkında bizim bildiklerimizi halk bilse, bizden ayrılıp onun çocuklarına tâbi olurlar.”

Halife Ömer’in en büyük hizmetlerinden bir tanesi de hadislerin toplanması konusunda yaptırdığı çalışmadır. Halifeliği sırasında hadislerin derlenip toplanması emrini verdi. Dağınık bir şekilde bulunan hadislerin derlenip toplanmasını valilere emreden ve yazı gönderen ilk kişi odur. Peygamber Efendimizin (asm) hadislerine büyük ehemmiyet veren Halife bunların öğretilmesi konusunda da önemli çalışmalarda bulundu. Hatta çöllerde yaşayan insanlara bile hadis öğretmek maksadıyla görevliler tayin etti. Diğer taraftan Emeviler arasında mevcut olan Ehl-i Beyt’e karşı menfi tutumlara son vererek, bu mübarek silsileye hak ettikleri hürmetin gösterilmesini sağladı.

 Ehli–Beyt imamı İmam Muhammed Bakır’a Fatıma evlatlarına hakları olduğu için Fedek arazisini geri vermiştir.

Ömer İslam’ı kabul etmiş olan kimseden cizye vergisi alınmaması hakkında bir yasa çıkarttı.

Bu uygulamalarıdır ki, Ömer b. Abdülaziz’i müceddit, II. Ömer ve Beşinci Halife unvanına kavuşturmuştur.

Her şeyi Allah’ta gören bir insanın neler yapabileceğinin en güzel örneğini veren Ömer b. Abdülaziz, hadis ilminin tedvininde oynadığı rol de takdire şayandır.

Halkın her tabakasına karşı yakın tutumu ve özellikle fakirler ve alt tabakadaki halka yararlı reformlar uygulaması Emevi başkentindeki üst tabakayı çok kızdırmakta ve onların düşmanlığını çekmekte idi. Sonunda Ömer’in bir kölesini kandırarak onun yemeğine zehir koydurmayı ve onu ölümcül olarak zehirlemeyi başardılar. Ömer ölüm yatağında bu komployu öğrendi ve zehiri kendine veren köleyi affetti. Ama komployu hazırlayan diğer kişileri yakalatarak İslam hukukuna göre öldürmeye azmettirme suçundan dolayı ödemeleri gerekli olan yüksek ceza-î tazminatları toplattırdı ve bu meblağları devlet hazinesine verdi.

Ömer b. Abdülaziz büyük hizmetler ifa eden harikulade bir şahsiyettir. Emevilerin yanlış politikalarına son veren ve her şeye adaletle hükmeden örnek bir devlet adamıydı.

Hanımı Fatıma, onun kadar oruç tutan ve namaz kılan başka bir kimseyi görmediğini nakletmektedir.

Halifelik yaptığı 717-720 tarihleri arasınd yaklaşık iki buçuk yıl süren bu dönem Emevi tarihinde ayrı bir yere sahip olup, İslam Dünyasına büyük bir huzur ve sükunetin getirildiği bir dönemdir.

Ömer b. Abdülaziz  10 Şubat 720 Recep ayında  daha 40 yaşlarında iken Halep’te  Hakk’ın rahmetine kavuştu. Naaşı Halep yakınlarına defnedildi.

Allah kendisinden razı olsun. Amin..

Bediüzzaman, Ömer bin Abdülaziz’in halifeliğinden ve kişiliğinden övgüyle söz etmektedir. Sultan Abdülhamid’e ömrünün geri kalan kısmında Ömer-i Sanii’nin yolunda gitmesini tavsiye etmektedir. Kansız bir şekilde Meşrutiyetin ilanını kabul etmekle gösterdiği iyi niyeti, Yıldız’ı, insanların kalbinde yer edinmesi için bir üniversiteye dönüştürmesini tavsiye etmektedir. Yıldız’da oluşturulacak bir ulema meclisi ile İslam ilimleri ihya edilmeli, şeyhülislamlık ve halifelik hakiki mahiyetine kavuşturulmalıdır. “… milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti servet ve iktidarınla tedavi etmekle Yıldız’ı Süreyya kadar ala et. Ta hanedan-ı Osmanî ol burc-u Hilafette pertevnisar-ı adalet (adalet nuru saçan) olabilsin…

Bediüzzaman, dünya saltanatının aldatıcı olduğunu ve bunu hakkı ile ifa etmenin çok zor olduğunu belirtmektedir. Halifelerinin görevleri adaletle hükmedip Kur’an’ın hükümlerini muhafaza etmek, harfiyen yerine getirmektedir. Ancak, aldatıcı dünya saltanatı bu ulvi vazifeyi yerine getirmeyi güçleştirmektedir. Bu vazifeyi hakkıyla yerine getirebilmek için ya nebi kadar masum veya Hülefa-i Raşidin gibi olmak gerektiğini belirten Bediüzzaman, bu bağlamda, harikulade bir takva ve kalbe sahip olan iki halifeyi zikretmektedir. Bunlar, Emevilerde Ömer bin Abdülaziz ve Abbasilerde de Mehdi’dir.

Emirul Mü’minin Ömer b. Abdülaziz vefat edince, ondan sonra Yezid b. Abdülmelik halife oldu. Hanedandan biri gelerek:

“Ey Müminlerin Emiri Yezid! Ömer b. Abdülaziz Müminlere ihanet etti. Gücünün yettiği kadar cevher ve inciyi evinin iki odasına doldurup kilitledi.” dedi. Bunun üzerine Yezid, Ömer’in hanimi olan kız kardeşine haber göndererek çağırttı ve:

“Bana, Ömer’in kilitli iki odaya cevher ve incilerini doldurup bıraktığına dair haber geldi. Dedi. Bunun üzerine Fatima:

“Kardeşim, Ömer su bohçanın içindekinden başka ne bir tüy, ne de bir yele bıraktı.” dedi. Yezid bohçayı açtı. İçinde yamalı ve kalın bir entari, bir aba ve zayıf astarlı kalın bir cübbe buldu… Bana bunları değil, kilitli iki odanın anahtarını verin denmesi üzerine Fatima:

“Müminlerin Emirinin ölümüyle bana musibet veren Allah’a yemin ederim ki, o halife olalı onun istemediğini bildiğim için, o iki odaya hiç girmedim. Şunlar oranın anahtarıdır. Gel, aç ve içindekilerini Beytü’l Mal’e naklet.”

Yezid ve şikâyetçi Ömer b. Velid gidip eve girdiler; odalardan birini açtılar, baktılar ki deriden bir sandalye, yanında serilmiş dört çömlek ve bir de testi buldular. Bunun üzerine şikâyetçi “Estağfurullah” dedi. Sonra ikinci odayı açtılar. Baktılar ki çakıllarla serilmiş bir mescit ve tavanında da asılmış bir zincir vardı. O zincirde de boynuna geçecek kadar bir halka vardı… Orada kilitli bir sandık buldular, açtılar. Onda bir sepet vardı, sepette bir cübbe ile bir yün elbise vardı. Yezid ve yanındaki ağlayarak söyle dedi:

“Ey kardesim, Allah sana rahmet eylesin. Muhakkak senin hem gizlin ve hem de aşikârın temizmiş.” Şikâyetçi de:

“Estağfurullah, ben bana söylenen şeyi söyledim.”

 Ömer b. Abdülaziz vefat ettikten sonra ona olan hayranlığını gizlemeyen Roma İmparatoru;“Bir insanın, imkânsızlıkları dolayısıyla, ruhbanca bir yaşantıya sahip çıkması, dünyadan el-etek çekmesi çok kolaydır. Çünkü onun zaten terk edeceği herhangi bir dünya malına sahipliği yoktur. Fakat bu halife gibi, dünyanın en büyük devletinin yöneticisi için ayni şeyleri söylemek mümkün değil. Onun elindeki hazinelere rağmen, bunların hiçbirine aldırmayıp, sıradan bir fakirin yaşantısına sahip çıkmasına hayran olmamak doğrusu elden gelmiyor.” demiştir

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • Risale-i Nur
  • Büyük İslam tarihi
  • İslam Tarihi
  • Prof. I. Süreyya Sırma
  • ilkadım dergisi

Hilafet Nedir? Halifelik Neden Kaldırıldı?

Hz. Muhammed, hem İslâm dininin peygamberi hem de kurduğu ilk İslâm devletinin devlet başkanı idi. Onun vefatından  sonra yerine geçen devlet başkanlarına halife denmiştir.

İlk dört halife, seçimle iş başına geldiler. Emeviler zamanında halifelik babadan oğula geçen bir saltanat haline geldi. Bu durum Abbasîler zamanında da devam etti 1517’de Memlûk Devleti’ne son veren Osmanlı Padişahları bu tarihten sonra halife unvanını kullanmaya başladı. Osmanlı Devleti Halifelik sayesinde İslâm dünyasında büyük ölçüde birliği sağlamıştı. 

1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması ile Sultan-Halife gibi, çifte görevi olan Osmanlı hükümdarının elinden egemenlik hakları, devlet yetkileri alındı.Daha sonrada 3 Mart 1924 tarihli, Hilafetin ilgasına ve Hanedan-ı Osmaniye’nin Türkiye Cumhuriyeti memalik-i hariciyesine çıkarılmasına dair kanunla Osmanlı haneda­nının 407 yıldır elinde tuttuğu halifelik  kaldırılmıştır.

Hanedan üyelerinin, ileride saltanat ve halifelik iddiasında bulunmamaları için yurt dışına çıkarılmaları kabul edilir. Sıra kararın halifeye bildirilmesi ve halline gelmiştir.

Dolmabahçe etrafını polisler çevirir ve Vali Haydar Bey saraya girerek kararı Halifeye okur. Halife Abdülmecid kararı tanımadığını söyler. Zor durumda kalan vali durumu Ankara’ya bildirdiğini söyleyerek halifenin zorla çıkarılması yönünde “hayali” bir telgraf okur. Halife 20 dakika buhran geçirdikten sonra görevliler eşliğinde saraydan çıkarılır. Saraydan çıkarken bir gazeteciye “Ben vatan haini değilim. Yine bu millete dua edeceğim” der. Çatalca’dan trene bindirilen halifeye İsviçre vizesiyle birlikte bin 700 sterlin verilir. Görevinden azledi­len Sultan Mehmed Vahidüddin, 17 Kasım 1922 tarihinde, Malaya isimli bir İngiliz savaş gemisiyle ülkeyi terk etmesinin ardından 5 Mart 1924 sabahı Abdülmecit Efendi ailesiyle birlikte Türk topraklarından ayrılmıştır.

Hilafetin kaldırılmasının Türkiye’de ve dünyada geniş yankıları olmuştur.

Tarihçi Arnold Toynbee, hilafetin kaldırılmasını Türk milliyetçilerinin sabırsızlığından, Ankara’nın halifeliği Vatikanlaştırmayı başaramamasından kaynaklandığını söylerken The Daily Telegraph, Türkiye’nin İslam milletleri liderliğinden üçüncü sınıf Tatar cumhuriyetine dönüştüğünü iddia ediyor. Hilafetin kaldırılmasının arkasında Fransız-İtalyan-Selanik kaynaklı radikal localar olduğunu ileri sürüyordu.

The Observer, Türkiye’nin batılılaşma uğruna “Doğu itibarı“nı terk ettiğini söylüyordu. Paris merkezli Le Journal, İstanbul’un dini saygınlığını yıkmaya çalışan İngilizlerin bu şansı hayal bile edemediğini yazıyordu.

Hilafetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 günü, bir diğer kanunla da Şer’iye ve Evkaf Vekâleti (Bakanlığı) kaldırılmıştır, bu vekâlet tarafından yönetilen okullar ve medreseler de kaldırılmıştır, aynı gün, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekâleti de kaldırıldı Tevhid-i Tedrisat kanunu da o gün kabul edilmiştir.

Oysa Cumhuriyet 23 Nisan 1920’de dualarla açılmıştı. Mustafa Kemal, ve arkadaşları ilk başlarda halifelik makamını övüp, yere göğe koyamıyorlardı. Müslüman dünyaya işgale karşı hilafeti kurtarmak için savaştıklarını söylüyor ve yardım istiyordu. Birçok Müslüman ülkeden de Mustafa Kemal’in yürüttüğü Kurtuluş Savaşı’na destekler geliyordu.

Halifelik niçin kaldırıldı?

Halifelik evvela İngiltere istemediği için kaldırılmıştır. İngiltere çok sayıda İslam ülkesini sömürgesi altına almıştı. Fakat bütün İslam dünyası manen İstanbul’daki halifeye bağlı olduğu için o topraklarda hâkimiyetini tam manasıyla kuramıyordu. bu yüzden önündeki en büyük engel halifelikti. İngiltere hilafeti yok etmek İslam alemini çaresiz bırakmak ve hilafeti halkın eliyle kaldırmak istiyordu. Eğer kendileri kaldırmaya kalkışırsa sömürgelerinde çıkacak büyük ayaklanmalardan çekiniyordu. 

Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre önce imzalanan Lozan anlaşmasının asıl maddeleri dışında gizli maddeleri de bulunmaktaydı. Bu antlaşma başta hilafetin kaldırılmasıyla birlikte bütün inkılap hamlelerini de içine almaktaydı. İngiliz devlet adamı Lord Courson’ un mecliste yaptığı konuşması ile bunları tamamen doğrulamaktadır.

Lozan antlaşmasından sonra İngiltere avam kamarasında Türkler’ in istiklalini niçin tanıdınız? diye yükselen itirazlara verdiği cevap şuydu; “işte asıl bundan sonra Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz. ” demiştir. 

Yılmaz Altıparmak, İslamiyet açısından Atatürk ve inkılaplar, adlı kitabının  281, 282. Sayfalarında bunları söylemektedir.

Diğer bir kaynak; briton and turk, london 1941 de ise

Türk cumhuriyetçileri, Müslüman uyrukları olan herhangi bir gayrimüslim devlet için her zaman güçlükler çıkaracak bir kurumu (hilafeti) ortadan kaldırmakla Britanya İmparatorluğu’na olağanüstü bir iyilik yapmıştır. ” yazmaktadır.

Hasan Hüseyin Kemal olayları şöyle anlatır

Albay Rawlins, 1920’de Kazım Karabekir’e saltanatı ilga edip hilafeti hükümetten ayırma teklifinde bulunur. İnebolu’da Refet Paşa ile görüşen Binbaşı Henry’nin raporuna göre de Ankara hükümeti Mezopotamya’yı işgal ve Panislamizm politikası niyetinde değildir. Lozan Barış Konferansı öncesi Lord Curzon lordlar kamarasında İngilizlerin hedefini açıklar, Türklerin var olması için Batı ile ilişki kurmasını ister: “Ey Türkler geri dönünüz. Geleceği Moskova, İran ve Afganistan’da aramanızın sizin için iyi olmadığını görmüyor musunuz?” der.Lord Curzon’un bu tehdidine karşı İsmet İnönü’nün verdiği cevap bugün çoğumuz için oldukça şaşırtıcı gelebilecek bir niteliktedir. İsmet İnönü Lozan görüşmeleri öncesi 17 Kasım 1920’de Hindistan menşeli The Muslim Standart Gazetesi’ne verdiği demeçte “Hilafet hukuku masundur (korunan), onun müdafaası için bütün Türk milleti kanını dökmeye hazırdır” demektedir. Lozan görüşmeleri sırasında hilafet konusunun doğrudan görüşülmediği iddia edilir. Ancak 1917’de Fahrettin Paşa’nın Medine’den çekilirken yanına aldığı kutsal emanetlerin geri verilmesi istenir. İsmet Paşa bu isteği “Halife hazretlerinin Mekke ve Medine gibi kutsal kentlerle bağları ve ilişkileri daha çok din alanına girmektedir ve bunlar yabancı hükümetleri hiç ilgilendirmeyen konulardır” diyerek reddeder. Ancak Lozan görüşmelerine ara verildikten sonra işlerin hiç de söylendiği gibi olmadığını gösteren gelişmeler yaşanmaya başlanır. Başvekil Rauf Bey’e göre ülkeye dönen İnönü, Mustafa Kemal’e halifeliğin kaldırılması teklifini getirir. Karabekir Paşa’ya göre de Lozan’dan sonra rejim İslam aleyhine icraatlara başlamıştır. Türk tarafı Lozan’ı imzalamasına rağmen İngiltere imzayı hilafetin kaldırılmasından sonra atacaktır. İsmet İnönü, bu durumu “Reformların nasıl hazmedildiğinin bilinmesini istediler” diyerek açıklar

Mustafa Armağan bu konuyu şöyle açıklar;

Mustafa Kemal Paşa Lozan’ı, hilafetin kaldırılmasından 28 gün sonra onaylamıştı. Önce Yunanistan onaylasın, sonra hilafeti kaldıralım, ardından biz onaylayalım, sonra da itilaf devletleri… Nitekim Yunanlılar bizden daha atik davranmışlar ve 11 Şubat 1924’te meclislerinde onaylamışlardı Lozan’ı.

İtilaf devletleri başkanlarının ne zaman onayladıklarını biliyor musunuz? 6 Ağustos 1924 tarihinde. Peki, neyi beklemişlerdi bunca süre? Anlaşılan, önce Lozan’da verdiğimiz sözlerin yerine getirilip getirilmediği görülecek, sonra nihai onay verilecekti. O devrin Birleşmiş Milletleri demek olan Cemiyet-i Akvam ise bir ay sonra, 5 Eylül’de Lozan Antlaşması’nı resmen tescil edecek ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması uluslararası garanti altına alınacaktı. 

Yrd. Doç. Dr. Teyfur Erdoğdu;

“Türkiye Cumhuriyeti bir İslam şeriat devleti olarak kuruldu. Bu ilkeler anayasada 1928’e kadar muhafaza edilmiştir. Anayasadan bağımsız olarak ayrıca bizzat meclisin 17 Kasım 1922 tarihinde seçtiği Abdülmecid Efendi’nin hilafeti bir buçuk yıl sürer. Cumhuriyet ilan edilmeden önce meclisin seçmesiyle Abdülmecid Efendi halife oldu.” Demektedir.

“Türk ve İngiliz Belgelerinde Halifeliğin Kaldırılması” kitabında yazarı Tarihçi Doç. Dr. Ali Satan’da şunları söylüyor.

Cumhurbaşkanlığı Arşivleri’ndeki halifelik belgeleri şunu gösteriyor ki; cumhuriyet bu kuruma en üst düzeyde dikkat ve özen göstermiştir. Halifeliğin kaldırılışının karar süreci hakkında bir belge yok ancak kaldırılmasının dünyadaki etkileri, yansımaları da büyük bir dikkatle takip edilmiş.

Hilafetin ve Saltanatın kaldırılmasına Bediüzzaman Said Nursi  perspektifinden bakışımız.

Saltanat tasvip edilecek bir rejim değildir.Fakat her asrın, her dönemin mevsimler gibi farklılkları kendine has özel durumları olmuştur ve olmalıdırda.Geçmişte bu rejim İslam’a çok büyük hizmetler etmiştir. 

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde meşrutiyeti hararetle savunması, Üstad Hazretlerinin saltanata karşı olduğu anlamı taşımaktadır. Risale- i Nurlardaki  şu ifadeler görüşümüzü destekler mahiyettedir.

Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise, hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir; hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz Meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz…

“İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi, hamal ve gafil ve safdil olduklarından, bazı particiler onları iğfal ile vilâyât-ı şarkiyeyi lekedar etmelerinden korktum. Ve hamalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlayacakları suretle meşrutiyeti onlara telkin ettim.”

“Şu mealde: İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz.”

“1935’de Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde ‘Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?’sualine cevaben, ‘Eskişehir Mahkeme Reisinden başka, daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder.’ diyerek….”

“Hulefa-yı Raşidîn herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddık-ı Ekber, Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”

“Bir zaman, ihtiyarlığın başlangıcında, Eski Said’in gülmeleri Yeni Said’in ağlamalarına inkılâp ettiği hengâmda, Ankara’daki ehl-i dünya beni Eski Said zannedip oraya istediler, gittim. Güz mevsiminin âhirlerinde Ankara’nın benden çok ziyade ihtiyarlanmış, yıpranmış, eskimiş kalesinin başına çıktım. O kale, tahaccür etmiş hâdisât-ı tarihiye suretinde bana göründü. Senenin ihtiyarlık mevsimiyle benim ihtiyarlığım, kalenin ihtiyarlığı, beşerin ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı Devletinin ihtiyarlığı ve Hilâfet Saltanatının vefatı ve dünyanın ihtiyarlığı, bana gayet hazîn ve rikkatli ve firkatli bir hâlet içinde, o yüksek kalede geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın dağlarına baktırdı ve baktım.”

Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzerine Üstad Hazretleri Saltanata karşı  fakat Hilafete taraftardır.

Hilafetin önemi bütün Müslüman dünyayı birleştirmesi, askeri ve siyasi bir güç temin etmesinden dolayıdır. Halife yer yüzünde yaşayan bütün Müslümanların fıtri lideri ve itaat edilmesi gereken amiridir. Bu da İslam dünyasının birlik ve beraberliğinin bir sigortası oluyor. Böyle bir gücün karşısında  hiçbir ittifak duramaz. Bugün İslam aleminde çekilen bir çok sıkıntı ve acının temelinde böyle bir birliğin kurulamaması vardır.

Faraza Türkiye Cumhuriyeti şeri esaslara göre yönetilmiş olsa idi cumhuriyetin icracı reisi olan başbakan aynı zamanda halife olurdu. Padişahlık gibi şeriatın özüne uymayan bir rejimde hilafet olabiliyor ise şeriatın özüne uygun olan cumhuriyet rejiminde hilafet elbette tatbik edilebilir.

Halife mutlak bir egemenliğe sahip değildir. Hukukun sınırları içinde hareket etme zorunluğu vardır. Hâl böyle olunca bugünkü başkanlık sistemi ile hilafet sistemi arasında aşırı bir fark bulunmamaktadır. Faraza Amerika Müslüman onun başkanı da halife olmuş olsa idi yeryüzünde tek Müslümanın burnu kanamaz yeryüzü adalet ile dolardı. Birleşmiş Milletlerin ruhunu da buna tatbik edebiliriz.

Derleyen: Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • Osmanlı700
  • Yrd. Doç. Dr. Teyfur Erdoğdu
  • Doç. Dr. Ali Satan
  • Mustafa Armağan
  • Hasan Hüseyin Kemal
  • briton and turk
  • sorularlarisale

Selahaddin Eyyubi Kimdir? (1138-1193)

El-Melik el-Nasır Ebu’l Muẓaffer Selahaddin Yusuf bin Necmeddin Eyyub 1138 Tikrit’te doğmuştur. Haçlı Seferleri’ne karşı direnen büyük komutan olarak bilinir.Mısır ve Suriye sultanı, Ünlü kumandan ve siyâset adamı Selâhaddîn Eyyûbî  Sûriye, Filistin, Mısır ve Yemen’de kurulan  Eyyubi hanedanının kurucusudur.

Hıttin Muharebesi ile 2 Ekim 1187’de Kudüs’ü Haçlı kuvvetlerinden alarak kentte 88 yıl süren Hıristiyan egemenliğine son vermiş, ayrıca Hıristiyanların düzenledikleri III. Haçlı Seferi’ni etkisiz hale getirmiştir.

Baalbek ve Şam’da büyüyen Selahaddin, İyi bir tahsil aldı. Askeri eğitimden ziyade dini derslere meraklıydı. Sanatla ve ilimle uğraşırdı. Selahaddin’in biyografisinde Onun Öklid Geometrisi, Astronomi, Matematik ve Aritmatik konularında uzman olduğu yazmaktadır Mantık, felsefe, sosyoloji, fıkıh ve tarih öğrendi, Şam’daki Dar’ul-Hadis’den mezun oldu.

Selahaddin Eyyubi’ye tarih boyunca farklı etnik kökenler atfedilmiş, çeşitli milletler mirasını sahiplenmişlerdir. Fakat oluşan genel kanaat Kürt kökenli olduğudur.

Selahaddin tanınmış bir ailede dünyaya geldi. Doğduğu gece, babası Necmeddin Eyyub ailesini de alarak Halep’e göçtü. Burada Kuzey Suriye’nin güçlü Türk valisi İmadeddin Zengi’nin hizmetine girdi. Daha sonra Tikrit’in kumandanlığına atandı.

Selahaddin’in annesi Selçukluların Harim emiri Şihabeddin Mahmud ibn Tokuş el-Harim’un kızkardeşidir.

Yirmi altı yaşındayken amcası tarafından eğitilmek üzere kendi hizmetine alındı.Mısır’ın güçlü aşiretlerinden Banu Ruzzaiklerin ele geçirilmesinde Fatımi halifesinin yanında savaştı. Daha sonra Haçlı ordusunun elinde bulunan Mısır’daki Bilbeis şehrinin ele geçirilmesinde görev aldı.

Selahaddin’in askeri hayatı amcası Esedüddin Şirkuh’un hizmetine girmesiyle başladı. Mısır’a gönderilecek orduya Nureddin Mahmud komutan olarak Şirkuh’u atadı. Şirkuh Nureddin Zengi’nin emriyle, ilki 1164 yılında olmak üzere Mısır’a üç sefer düzenledi. Selahaddin bu seferlere Nuredddin Zengi’nin emriyle katılmıştır. Önceleri Selahaddin bir ilim adamı olmak istiyordu, yönetici olmak gibi bir niyeti yoktu.

Salaheddin Şirkuh’un ölümünden ve Şavar’ın öldürülmesinden sonra, henüz 31 yaşındayken 1169 yılında hem Suriye birliklerinin komutanlığına, hem de melik unvanıyla Mısır vezirliğine atandı. 

1171’de Mısır’da Şii Fatımi halifeliğini tamâmiyle ortadan kaldırdı .Onların eski toprakları üzerinde din ve eğitimde kuvvetli bir siyâsetin teşvik ve uygulayıcısı oldu. Şiîliğin yerine Sünnî mezhebini yaymaya başladı. Bunda başarılı olan Selâhaddîn, Mısır ve Suriye’de Fâtımîlerin yaydığı yanlış itikâdın önüne geçerek, Ehl-i sünnet itikâdının yayılmasında önder oldu.

Artık İslam dünyasında tek bir halife vardı. Bu olay Müslümanların haçlılara karşı birleşmesinde tarihi dönemeçlerden birisi olmuştur.

Bu yüzyılda Haçlılar iki defa Anadolu’dan Kudüs’e kadar gitmişler ve geçtikleri yerlerde kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmamışlardı. Hatta bu zalimler, kendi dindaşları ve ırkdaşlarının kalplerinde bile derin bir nefret uyandırmışlardı.

Selahaddin Nureddin Mahmud Zengi’ye hayatı boyunca bağlı kaldı, fakat Nureddin’in 1174 yılında vefat etmesiyle durum değişti. Selahaddin, Nureddin’in dul eşi İsmedüddin Hatun ile evlendi..

1186’ya değin Suriye, Kuzey Mezopotamya, Filistin ve Mısır’daki tüm Müslüman topraklarını kendi bayrağı altında birleştirmeye girişti ve İslam birliğini tekrar kurdu .

1187’de bütün gücüyle, Latin Haçlı krallıklarına yöneldi. Hıttin Muharebesi’nde Selahaddin, Kudus Kralı Lüzinyanlı Guy  komutasındaki Haçlı ordusunu yenmeyi başardı.

Haçlıların verdiği kayıpların büyüklüğü Müslümanların Kudüs Krallığı’nın neredeyse tümünü ele geçirmesini sağladı.

Haçlıların 90 sene önce Kudüs’ü işgal ederlerken 70 bin Müslümanı kılıçtan geçirmesine rağmen, muzaffer bir komutan olarak karşılarına geçen Sultan Selahaddin, intikam alma yerine onlara iyi muamelede bulunmuştur. Zaten İslam tarihinin çeşitli dönemlerinde de görülebileceği üzere, Müslümanlar kendilerine kan kusturan hasımları karşısında hep centilmence davranmışlardır.

Salaheddin Haçlılara en büyük darbesini ise 88 yıl Frankların elinde kalan Kudüs’ü 2 Ekim 1187’de teslim alarak indirdi.

Böylece bütün Müslümanların gönüllerinde taht kuran Selâhaddîn Eyyûbî, büyük bir üne kavuştu. Avrupa bu hezimet karşısında birbirine girdi ve üçüncü Haçlı seferi için çalışmalara başladılar. Ancak bu yeni Haçlı ordusu daha Akka’da iken hezimete uğratıldı ve yine onların aleyhine olarak bir antlaşma imzalandı.

Selahaddin Eyyübi’nin yirmi beş senelik vezirlik ve sultanlık hayatı, hep İslamiyet’e hizmetle geçmiştir. Tarihte pek nadir yetişen şahsiyetlerden biriydi.Sultan Selahaddin, ilme çok değer verir, âlimleri himaye ederdi. Yüksek insani meziyetlere sahip, iyi huylu, cömert, adil, kültürlü ve müsamahakar bir hükümdardı. Ülkesine her taraftan, ilim sahipleri gelir verdikleri derslerle insanlara hizmet ederlerdi. Onun zamanında Şam medreselerinde ders veren altı yüzden fazla fakih (fıkıh, din, şeriat ilminin üstadı) vardı. Tabipler, edebiyatçılar, şairler, matematikçiler, kimyagerler, mimarlar ve diğer ilim sahipleri memleketin gelişmesi için canla başla çalışırlardı.

Selahaddin Eyyubi, komutan ve memurlarıyla bir arkadaş gibi samimi olarak konuşur, yumuşaklıkla muamele ederdi. Bundan dolayı herkes, fikrini ve arzusunu çekinmeden söylerdi. Zamanında yetişen âlimlerden İmadüddin el-Katib onun hakkında şöyle demektedir: 

Sultan ile oturan bir kimse, onunla oturduğunun farkına varmaz, bir arkadaşıyla oturuyor zannederdi. Anlayışlı, dinine bağlı, temiz, hataları affeder, kusurları görmemezlikten gelir ve kızmazdı. Asık suratlı durmaz, daima tebessüm eder vaziyette olurdu. Bir şey isteyeni, boş çevirdiği görülmezdi. Herkese çok nazik davranır, kimseye kaba hareketlerde bulunmazdı. Söz verdiği zaman yerine getirirdi.” 

Abdüllatif el-Bağdadi’nin de onun hakkındaki sözleri şöyledir: “Selahaddin-i Eyyubi’yi heybetli bir kimse olarak gördüm. Sözleri, kalplere tesir ediciydi. Yanına ilk girdiğim gece, meclisini âlimlerle dolu gördüm. Her biri çeşitli ilimlerden konuşuyorlardı. Sultan’ın yakınları, onu kendilerine örnek alıyorlar, iyilikte yarış ediyorlardı. Müslüman olsun, kâfir olsun herkes Sultan’ı çok seviyordu. Onun ölümüyle, insanlar hakiki bir babayı kaybettiler, ölümüne üzülmeyen kimse kalmadı.” 

Selahaddin-i Eyyubi, düşmana karşı da, İslamiyet’in adalet ve ihsan kurallarından hiçbir zaman ayrılmazdı. Haçlılar esir Müslümanları kılıçtan geçirdiği zaman, elindeki Hıristiyan esirlere, İslamiyet’in emrettiği şekilde güzel muamelede bulundu. Hiçbir zaman onlar gibi yapmadı. 

Mısır ve Kudüs’ü fethedip, hazinelere sahip olduğu halde, ömrü boyunca bir asker gibi yaşadı. Lüzumsuz hiçbir şeye harcama yapmayıp, parayı zaruri ihtiyaçlara ve askeri malzemelere sarf etti. Öldüğü zaman cebinden bir altın ile birkaç gümüş para çıktı. Çok cömertti. Akka Muhasarası için geldiğinde, on binden ziyade atını askerlerine dağıttı ve binecek bir ata muhtaç kaldı. 

Çok cesurdu. Baştan başa çelik zırhlarla kaplı olan Haçlıları, göğsü açık, imanlı bir grup askeriyle perişan ederdi. Hatta bir defasında da; “Et iken demirle çarpışıyoruz, yüz olursak, karşımıza bin düşman çıkıyor, kaleler ateş saçıyor, denizler düşman kusuyor.” demekten kendini alamadı. Yaptığı bütün harplerde, askerlerinin sayısı, düşmandan daima azdı. Bütün muharebelerini, İslamiyet’i yüceltmek ve Müslümanları Haçlıların zulmünden korumak, devletini düşman çizmesinden muhafaza etmek için yaptı. 

İlme ve ilim sahiplerine çok ehemmiyet veren Selahaddin Eyyubi, Mısır Sultanı olunca, Şafii, Maliki, Hanefi ve Hanbeli mezheplerine göre tedrisat yapan medreseler yaptırdı. Kahire, Şam, İskenderiye gibi şehirler birer ilim merkezi oldu. Kendisinden önce yapılan pek çok camiyi tamir ettirdi. Haçlılar tarafından saray haline getirilen Mescid-i Aksa’yı yeniden cami haline getirdi. Mihrabını ve birçok kısımlarını mermer ve mozaiklerle kaplattı. Sultan Nureddin’in Halep’te inşa ettirdiği meşhur Âgah Minberini de getirtip, camiye yerleştirdi.

Zengi’nin yıllarca önce yaptırmış olduğu minberi Halep’ten getirterek Mescid-i Aksa’ya yerleştirdi. 

Selahaddin Eyyubi’nin bir komutan olarak kazanmış olduğu harplerden elde edilen ganimetlerden kendi hissesine hiçbir pay almadığını ve kan dökücü bir insan olmadığını yabancılar da doğrulamaktadır.

Sobernheim şöyle diyor: “Zekası ve dindarlığı üzerinde kurulmuş bulunan iktidarı, sarsılmaz halde idi. Her türlü hırs ve tamah ona yabancıydı. Biri, Fatimi halifesi el-Azid’in ve diğeri Atabey Nureddin’in ölümünde olmak üzere, iki defa büyük servetler elde etmek fırsatını buldu. Halifenin hazinelerini askerlerine dağıttı; Nurettin’in servetine dokunmadı; onu oğlunun emrine bıraktı.

Şahsi olarak, haçlılara ve idaresine tabi Hristiyanlara kötü davranmayan Sultan Selahaddin’in haçlılara karşı askeri başarılarından sonra bölgedeki Müslümanlar ile Hristiyanlar arasındaki münasebetler iyileşmiştir.

Selahaddin, hakikaten asla boş yere kan dökmemiş ve çok defa esirleri serbest bırakırken veya verdiği hediyelerinde alicenap bir şahsiyet olduğunu göstermiştir.” 

Hemen hemen bütün günleri harp meydanlarında geçen, Ortadoğu’daki Haçlı varlığının belini kıran ve onu aslâ eski gücüne kavuşamayacağı bir hâle getiren, böylece Ortadoğu-İslâm dünyâsının kudretini bütün Avrupa’ya gösteren Mücâhid Sultan Selahaddin Eyyubi’nin 17 oğlu ve bir kızı olmuştur.

Selahaddin Eyyubi, 1193 kışı Şubatında hastalandı. On dört gün hasta yattı. 4 Mart 1193 çarşama günü 56 yaşında- Şam’da vefat etti. Kabri Şam’da   Aynı şehirde bulunan Emeviye Camii haziresindedir. 

 Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

kaynak:

  • S.E.Ü
  • Türkçe bilgi
  • sızıntı
  • biyografi

Emir Sultan Hz. Kimdir? (1368-1430) Özet Hayatı

Bizim tarihimizde İslam’ın yayılması konusunda yaşayış ve sohbetleri ile, kılıçtan daha ziyade etkili olmuş, insanların gönülden İslam’a bağlanmasına, guruplar halinde İslam’a girmesine, çağ açıp çağ kapayan sultanların yetişmesine, tarihin akışının değiştirilmesine ve asırlarca insanlara Ruhaniyetleriyle yön verdiğine inanılan büyük insanlar ve veliler vardır. 

İşte bu büyük insanlardan birisi de Emir Sultan Hazretleri’dir.

On dördüncü yüzyılın sonlarına doğru Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa’da yaşayan, tefsir, hadis, kelam alimi ve mutasavvıf büyük veli. Emir Sultan Buharalı bir Türk bilginiydi.

İsmi, Muhammed bin Ali el-Hüseyni el-Buhari olup, lakabı Şemseddin’dir. 1368 (H.770) 1368 yılında, Orta Asya’da Buhara’da doğdu. Babasının adı Ali’dir. Soyu, Peygamber efendimize dayanır.

Ona, Buhara’da doğduğu için Muhammed Buhari, Seyyid olduğu için Emir Buhari, Yıldırım Bayezit Hanın damadı olduktan sonra da Emir Sultan denilmiştir.

Emir Külâl ismiyle tanınan babası geçimini çömlekçilikle sağlayan bir veli idi. Buhara’da sevilir ve duasını almak için kendisine sık sık başvurulurdu. Nakşibendi’ye tarikatına mensuptu. Emir Külâl oğlunu yetiştirmek için büyük gayret gösterdi. Onu sağlam bilgi ve ahlâk temelleri üzerinde yetiştirmeye çalışan Emir Külâl, oğluna, bir mesleğe sahip olması için, çömlekçiliği de öğretti.

Emir Sultan küçük yaşta annesini kaybetti ve öksüz kaldı. Babası onun annesizliğini aratmayacak ölçüde ona yaklaştı ve sevgi bağı kurdu. Babasının ona sık sık verdiği nasihatlerden biri şöyle idi:

“Ey oğlum! Peygamber efendimizi, babandan, anandan daha fazla sevmelisin.

Soyunla öğünmemelisin, ağzından hiç yalan çıkmamalı.

Her günü ömrünün son günüymüş gibi tamamlamaya çalışmalısın.

İlim öğrenmekte asla erinip üşenmemelisin.

Aksakallı da olsan, düşmanla cihadı bırakmamalısın.

Selâm vermeden hiç bir topluluğa girmemelisin.

Nikahsız bir kadınla oturmamalısın.

Kur’ân-ı kerîm rehberin, hadîs-i şerîfler ise yol göstericin olacaktır.

Ey oğlum! Hayat her yönü ile senin için bir mekteptir.

Hayır’a koş, kötülükten kaç.

En büyük silahın, Allah Teâlâ’ya ettiğin duandır. Bunu asla unutma!”

Babasının bu şekildeki nasihatleri ile yetişen Emir Sultan ayrıca, birçok tasavvuf ehlinin sohbetlerine de devam etti.

Muhterem pederleri ile bir gün tenha bir yerde sohbet ediyor ve bir ayet-i kerimenin tefsiri hakkında konuşuyorlardı. O sırada kalbi mahzun, çok çocuk sahibi, borçlu, sıkıntılar içinde bir kişi gelip, perişan halini;

“Buhara’da bir bahçem vardı. Onun mahsulü ile geçiniyordum. Bir gün bir fırtına esti,ağaçları ve sebzelerin çoğunu kuruttu.  Ey Resûlullah’ın evladı! , bana yardımcı ol.” diye anlattı,  Emir Sultan’ın babası “Cenâb-ı Hak inşallah seni arzuna kavuşturacaktır.” diyerek onu teselli etti.

 O gece Emir Sultan, ihtiyarın bahçesine gizlice varıp,  Allah Teâlâ’ya dua ederek yalvardı.

“Ey nimetler veren ve rızkları taksim eden Allah’ım! Bu fakirin ağaçlarını ve ekip diktiği sebze ve meyvelerini eski canlılığına kavuştur.” Diye dua etti. Bahçede ağaçlar çiçeklenmiş,  sebzeler de canlanmıştı.

İhtiyar, Allah telanın kudretine hayran kalıp, başından geçenleri Buhara halkına anlattı. Bu kerameti görünce insanlar, Emir Sultan hazretlerinden dua talebinde bulundular.

Emir Sultan 17-18 yaşlarına geldiğinde babası vefat etti. Babasının vefatından sonra bir müddet Buhara’da kaldı. Sonra aldığı ilahi emir üzerine Mekke’ye gitti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra Medine’ye geçti. Niyeti, ceddi Resulullah efendimizin mübarek kabirlerine yakın bir yere yerleşmek ve ömrünün sonuna kadar orada kalmaktı.

Medine’ye geldiği zaman, kalacak bir yer bulamadı. Seyitler için ayrılmış bir oda olduğunu duydu ve oraya gitti. Orada bulunanlar, seyit olduklarını ve odanın kendilerine tahsis edildiğini söyleyerek, Emir Sultan’ı yanlarına almak istemediler. Emir Sultan onlara; “Ben de Seyyidim.” dedi ise de dinlemediler. Emir Sultan onlara;” Gelin beraber kainatın efendisi Resulullah efendimizin türbesine gidelim. Selam verelim. Hangimizin selamına cevap verirse, onun nesebinin sahih olduğu belli olsun.” dedi.

Bu teklif üzerine, onlar Peygamber efendimizin türbesine dönerek; “Esselamü aleyke ya ceddi!” dediler. Fakat hiçbirine cevap gelmedi. Emir Sultan; “Essela mü aleyke, ya ceddi!” dedi. Resul-i Ekrem mübarek sesiyle “Ve aileyken selam, ya veledi!” diye cevap verdi. Bunun üzerine orada bulunanlar, Emir Sultan karşısında büyük bir mahcubiyet duydular ve af dilediler.

Emir Sultan hazretleri bir rüya gördü. Rüyasında Peygamber efendimiz ve hazret-i Ali yanana oturmuş halde idiler. Hazret-i Ali ona; “Ey Oğlum! Sana cenap-ı Hak tarafından ceddin Muhammed’in sünnetini, takva yoluyla öğretmen için Rum iline gitmen işaret olundu. Senin önünde, ilerleyen nurdan üç kandil belirecek, o kandiller nerede gözünden kaybolursa orada kalacaksın. Mezarın da orada olacak.” dedi. Emir Sultan uykudan uyanınca; “Demek ki takdir-i ilahi böyle.” diyerek yola çıktı. Hazret-i Ali’nin dediği gibi, üç kandil ona kılavuzluk etti.

Emir Sultan, Medine’den yola çıkıp Bursa’ya doğru gelirken, yolda bir beyin oğlu, Emir Sultan’ı gördü ondan kendisini talebeliğe kabul etmesini  istedi. Emir Sultan onu talebeliğe kabul etti. Bir süre sonra bir yol kavşağına vardılar. Oranın yerlisi  bir kişi, yolda, geçit vermeyen bir ejderha olduğunu söyledi  o yoldan gitmemelerini tembih etti.

Emir Sultan’ın önünde giden kandil o yolu gösterdiği için, o yoldan ilerlediler. Bir süre sonra yol kenarında bir ejderhanın uzandığını gördüler. Ejderha, şerefli bir misafiri bekler bir haldeydi ejderha Emir Sultan’ın devesinin ayaklarına kapanarak; “Hoş geldiniz Şeyhim! Emrinizdeyim!” dedi.

Emir Sultan’ın kafilesi, Sakarya Nehri kenarında bir bahçede konaklamıştıTtalebelerden birinin canı hurma istedi. O sırada talebenin önünde bir hurma ağacı yükseldi. Üzerinde olgun meyveleri vardı,talebe “Acaba eskiden burada mıydı? Yoksa ben bunu görmedim mi?” soruları zihnini kurcaladı. Emir sultanın bir kerametiydi.

Emir Sultan hazretleri Bursa’ya geldiği zaman, önündeki nurdan üç kandil gözünden kayboldu.

Böylece Emir Sultan Bursa’ya yerleşti.

Bu sırada Yıldırım Bayezit Han Macarlarla savaşıyordu. Düşman kuvvetleri, Osmanlı ordusuna büyük zayiat verdiriyordu. Bu esnada bir genç, yaralıların yaralarını sarıyor, bazan da ellerini açıp dua ediyordu. Kolundan yaralanan Yıldırım Bayezit, bu genç askerin gayret ve maharetle yaraları sardığını görünce, o gence karşı kalbinde bir yakınlık hasıl oldu. Yanına kadar giderek; “Benim de kolumda yara var, yaramı sar!” deyince, Emir Sultan cebinden bir mendil çıkarıp; “Buyurun Padişahım, sizin yaranızı da bu mendil ile sarayım.” dedi. Sabah olunca, sarılan bütün yaraların iyi olduğunu, askerlerin ayağa kalktıklarını Yıldırım Bayezid Hana haber verdiler. Yıldırım Bayezid de merak edip kendi yarasını açarken, kolundaki mendilin, hanımının nişanlı iken kendisine hediye ettiği mendilin yarısı olduğunu fark etti. Akşam yaraları saran askerin, yanına getirilmesini emretti. Fakat o kimseyi bulamadılar.

Osmanlı ordusu daha sonra Niğbolu Kalesi önlerine geçti. Niğbolu Kalesinin fethi için günlerce kanlı çarpışmalar oldu. Kale bir türlü feth edilemedi. Hücumların en şiddetli anında, daha önceki muharebede askerlerin yaralarını saran genç, kale kapısını ardına kadar açtı. Yıldırım Bayezit ve askerleri kaleye girdiler. Kaledekiler teslim olmak mecburiyetinde kaldılar. Zaferden sonra bu genci aradılar, bulamadılar. Yıldırım Bayezit Han, Rumeli fethinden sonra Bursa’ya gelmeyip Edirne’de konakladı.

Bu sırada Yıldırım Bayezid’in kızı, rüyasında Peygamber efendimizi gördü. Resul-i Ekrem ona; 

Oğlum Muhammed Buhari ile evlen, sakın beni kırma ve sözümü dinle!” buyurdu. Hunda Fâtıma Sultan, rüyasını kimseye söyleyemedi. Ertesi gün yine Resul-i Ekrem’i rüyada gördü. Server-i âlem, ona; 

“Eğer ahirette benden şefaat etmemi istiyorsan, Muhammed Buhari ile evlen.” buyurdu. Hâlbuki Hunda Fâtıma Sultanın, Rumeli Beylerbeyi Süleyman Paşa ile evleneceği söylenmekte idi. “Acaba Emir Buhari’nin bundan haberi var mı?” dedi. Hizmetçisine rüyasını anlattı durumu Emir Sultan’a bildirmesini söyledi. Hizmetçisi durumu Emir Sultan’a anlatınca, o; 

“Bizim de malumumuzdur. Nikâhımız, Allah Teâlâ tarafından kıyıldı. Dinimiz üzere burada da kıyılması gerekir. Durumu Hunda Fâtıma Sultan’a iletin.” dedi. Bunun üzerine Emir Sultan, dünürler gönderip sultanın kızını istedi. Fakat Valide Sultan kızını vermek istemeyip, işi zora sürerek, dünürlere; 

“Emir Sultan’a söyleyin, kırk deve yükü altın getirirse kızımı veririm.” dedi. 

Emir Sultan hazretleri de; 

Sultan validemiz develeri göndersinler, İstediği altınları gönderelim.” Saraydan kırk deve gelince Emir Sultan, develerle Nilüfer Çayının kenarına gitti. Develeri getirenlere; “Heybeleri bu kumlarla doldurun, sizler de istediğiniz kadar alın. Aldığınız altın olsun.” buyurdu. Kimisi şüphe ederek bir şey almadı. Kimisi de heybeleri ve keselerini doldurdular. Kırk deveden meydana gelen kervan saraya girince, 

Emir Sultan; 

“Boşaltın, istediğiniz altın olsun.” dedi. Heybeler boşaltılınca, hepsi altın çıktı.

Emir Sultan ile Hunda Fâtıma Sultan’ın evlenmelerine karar verilince, Fâtıma Sultan, kendi el işlemesi gömlek ve çamaşırları Harem ağası ile Emir Sultan’a gönderdi. Emir Sultan, bohça geldiği zaman bir odada mangal yakmış, talebeleri ile sohbet etmekte idi.

Harem Ağası “Valide Sultan’dan.” diyerek, bohçayı Emir Sultan’a verdi.  Emir Sultan, bohçayı açıp içinden bir mendil aldı. mendilin içine birkaç köz parçası koyup, mendili kapadı, Harem Ağası’na; 

“Valide Sultan’a selâm söyleyiniz. Kabul etmelerini arz ederim.” dedi. Harem Ağası, hediyeyi Valide Sultan’a teslim etti,mendilin içinden elmas parçaları çıkmıştı.

Nikâh haberi Edirne’ye ulaşınca, Yıldırım Bayezid, Süleyman Paşayı, Emir Sultan’ın ve Hunda Hatun’un başlarını getirmesi için Bursa’ya gönderdi. Süleyman Paşa Bursa’ya gelince, Valide Sultandan onları istedi. Valide Sultan vermeyince, kırk asker, Valide Sultan’ın sarayına saldırdıysada Emir sultanın kerametiyle başarılı olamadılar.

Padişahın, Emir Sultan’ın ve kızı Hunda Sultan’ın öldürülmesi için Bursa’ya asker gönderdiğini duyan Molla Fenari, Yıldırım Bayezit şu mektubu yazdı:

Sultanımızdan bir ricamız vardır. Dün öldürülmesini emrettiğiniz Emir Sultan, Resul-i Ekrem’in neslinden hürmete değer bir insandır. Bu zât gibi temiz kalpli, Peygamber neslinden bir kişi, zamanımıza kadar Anadolu’ya ayak basmamıştır. Buna benzer aslı temiz bir kimseyi elleri hediyeler dolu davetçiler göndererek Buhara’dan Anadolu’ya getirmeye çalışsaydınız, sizin için ebedî bir şeref olurdu. Böyle yapmadığınız hâlde, manevi irade üzerine yurdumuza gelen bu zât dolayısıyla Peygamber efendimize yakınlık kazandığınız takdirde, dünya ve ahiret saadetiniz artacaktır.

Şunu da bildireyim ki, bu damadınız, Peygamber Efendimizin; “Ümmetimin âlimleri, İsrailoğlularının peygamberleri gibidir.” buyurduğu kimselerdendir. Eğer bir daha onun başını kestirmek için asker gönderirseniz, bütün yurdumuzun felâketi olacağından şüphemiz yoktur. Son ferman sultanımızındır.”

Aradan günler geçtikten sonra Bursa’ya dönen Osmanlı ordusunu ve sultanı karşılayanlar arasında Emir Sultan da vardı. Yıldırım Bayezid, onunla selamlaşınca, harp meydanında askerlerle kendi yarasını saranın bu genç olduğunu anladı. 

Emir sultan “bendeniz damadınız Muhammed Şemseddin.” dedi. Yıldırım Bayezid Han atından inerek onunla kucaklaştı ve gözyaşlarını tutamayarak ikisi de ağladılar.

Sultan Yıldırım Bayezid Han, Niğbolu zaferinden sonra kazanılan ganimetler ile Müslümanların ibadet etmeleri için, Bursa’nın güzide bir yerinde câmi yaptırmak istedi. Bugünkü Ulu Câminin yeri uygun görüldü ve arsa sahiplerine mülklerinin bedelleri verildi. İçlerinden bir hanım; “Ben evimi satmam.” diye inat etti.  Sultan Bayezid, Emir Sultan’ın huzuruna giderek durumu anlattı.

Emir Sultan; “Her işin gerçekleşeceği bir vakit vardır.” diyerek Sultanı teselli ve teskin etti. O gece kadın bir rüya gördü  Herkes Cennet tarafına gidiyordu. İhtiyar kadın da onlar gibi Cennet’e gitmek istedi. Fakat yürümeye gücü olmadığı için, Arafat meydanında yapayalnız kaldı. Bunun üzerine  kadın feryat etmeye başladı. O sırada gaipten bir ses; “Eğer sen de Cennet’e gitmek istersen, Yıldırım Bayezid Hana evini sat, inat etme,bu rüya üzerine kadında evini sattı ve câminin yapılmasına vesile oldu.

Emir Sultan çok gayret göstermesine rağmen, Timur-Yıldırım çarpışmasının önüne geçemedi, Sultan Bayezid Han ile görüşmesine rağmen, kararından dönmeye niyetli olmayan Padişahı, savaştan vazgeçiremedi. Savaş Yıldırım Bayezid’in aleyhine sonuçlandı.

Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı mağlubiyetinden sonra, Amasya’da bulunan Şehzâde Çelebi Mehmet, Bursa’ya hareket etti ve Osmanlı tahtına geçti.

Bir gün sohbet esnasında bir zât, Emir Sultan’a, Peygamber efendimizin miraca çıkmasının cismani mi, yoksa ruhani mi olduğunu sordu. Emir Sultan hazretleri buyurdu ki: 

“Ceddim Resul-i Ekrem, miraca bedeniyle çıktı. Mekânsız, zamansız, cihetiz, sıfatsız olarak Allah telayı gördü. Gözsüz, kulaksız, vasıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuştu. Bu hususta kimsenin şek ve şüphesi olmasın. Bunun doğruluğu, Necm süresinde bildirilmiştir. Resul-i Ekrem için cümle melâike ve bütün mahlûkat salavat getirirler. Böyle yüksek bir zatın miracında, bedenen veya ruhen olmasında şüpheye gerek yok. Bu beden, göz ve kulaklar, günde bir defa değil, dört yüz kere miraç yapabilir. Buna şüphe etmemek gerekir. Allah Teâlâ bir hadis-i kudside; “Ey Habibim, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım.” buyuruyor. Bu hadis-i kutsi, bunun doğru olduğunu gösterir.”

Emir Sultan hazretleri buyurdu ki: “Allah telanın yolunda olan bir kimsenin kalbinde, Allah telaya kavuşmaktan başka bir arzu bulunmaz.”

Talebelerinden birisi anlatır: Bir gece rüyamda şöyle gördüm: Bursa’nın uzak kasabalarından birkaç kişi: 

“Bursa’da bir evliya var. Allah telanın izniyle ne hacetin varsa verirmiş.” diye yola çıktılar. Ben de yatakta yatıyordum. Onların dediklerini duyunca, aralarına katılarak, biz de duasını alalım diye birlikte Bursa’ya gittik. Dergâha girip Emir Sultan’ı görünce bayılmışım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkacak takati bulamadım. Emekliye emekliye Sultan hazretlerinin yanına vardım. 

“Sultanım, beni talebeliğe kabul edin!” dedim. “Kabul eyledik!” diyerek mübarek elleri ile sırtımı sıvazladılar. Heyecanla uyandım. Rüyamı anneme anlattım ve tabir etmesini istedim. Annem; “Sen hemen o büyük velinin yanına koş, himmetine kavuşarak duasını al.” dedi. Hemen yola çıktım. Bir grup insanın, rüyamdaki gibi; “Gidip Emir Sultan’ı ziyaret edelim. Onun duasını alalım.” diye yürüdüklerini gördüm. Aralarına katılarak, rüyamdaki gibi, sırayla dergâha girip huzurlarına çıktık. Emir Sultan’ın mübarek nazarlarına kavuşunca, aklım başımdan gitti. Düşüp bayıldım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkamayıp, emekleyerek ayakuçlarına kadar gittim. “Bizi talebeliğe kabul buyurun Sultanım.” deyince; “Biz seni talebeliğe kabul edeli kırk yıl oldu.” buyurdular.

Hacı Bayram-ı Velî, talebelerinden bir kısmı ile Bursa’ya gitti. O sırada Emir Sultan’ın Bursa kalesi kenarındaki evleri harabeye döndüğü için, ustalar tarafından tamir ediliyordu. O esnada marangozlar ellerinden büyük bir ağacı düşürdüler. Emir Sultan’ın mübarek bakışları düşen ağaca ilişince, ağaç boşlukta kaldı. Hacı Bayram-ı Velî bu olaya şahit oldu ve içinden;

“Herhâlde Emir Sultan, bana kerametlerinden birini göstermek istedi.” diye geçirdi. Emir Buhari ona; “Biz, bununla size keramet göstererek evliyadan biri olduğumuzu ispatlamak istemedik. Kale kenarında çocuklar oynuyorlardı. Ağaç onların başına düşüp ezilmesinler diye böyle yaptık. Gayemiz, çocukları büyük felâketten kurtarmaktı.” dedi. Çocuklar oradan kaçtıktan sonra ağaç yere düştü.

Bursa tüccarlarından Hoca Kasım, Emir Sultan’a bir sarık hediye etti. O da, tüccara bir miktar para verdi. Hoca Kasım, o parayı alarak kesesine koydu ve çarşıda gezerken, otuz bin dirheme satılan büyük bir elmas gördü. Onu almak istedi, fakat kesesinde o kadar çok para olmadığını bildiği için üzüldü. Sonra aklına, kesesindeki paraları saymak geldi. Paraları sayınca, otuz bin dirhemden fazla olduğunu hayretle gördü. Hemen o elması aldı. Aynı gün elmastan anlayan bir Yahudi, o elmasa yüz otuz bin dirhem verince, Hoca Kasım Yahudi’ye elması sattı. Bunun Emir Sultan’ın bir kerameti olduğunu anlayan Hoca Kasım, Emir Sultan için bir dergâh yaptırdı.

Sarı Yusuf şöyle anlatır: “Bir gün Bursa’da, Emir Sultan’ın huzurunda oturuyorduk. Emir Sultan sohbet ediyordu. O ânda hiç başıma gelmeyen bir şey oldu. Aniden uykum geldi. Öyle ki, göz kapaklarımı kaldıramıyordum. Durumu fark eden Emir Sultan; “Biraz uyu!” diyerek bana izin verdi. Ben de uyudum. Bir süre sonra korkulu bir rüya görerek uyandım. Emir Sultan’ın elinde bir kalkan vardı. Tekrar uyuya kaldım. Yine korkulu bir rüya görerek uyandım. Emir Sultan’ın elinde aynı kalkan duruyordu. Uykum kaçtı ve merakla Emir Sultan’a kalkanı neden tuttuklarını sordum. Emir Sultan şöyle cevap verdi: “Kırım’da bizi seven bir zat var. Şu anda gönlümüze yönelmişti. Bu mecliste uyumundan hatırı incindi. Sana doğru ok attı. Ben de kalkanla engel oldum. Yine attı, tekrar oka mani oldum. Sonra o, senin bizim müsaademizle uyuduğunu anlayınca, pişman olup, okun sana değmediğine şükretti.”

Emir Sultan, bir gün öğle namazını kılmak için evinden dışarı çıktı. Talebeleri de onu takip etti. İçlerinden Mûsâ Baba; “Sultanım! Ne olaydı, şurada bir su aksaydı da Müslümanlar namaz için abdest alsaydı.” dedi. Bu sıra Emir Sultan, asasına dayanmış tefekkür ediyordu.  Besmele çekerek, asasını yerinden oynattı. Oradan bir su kaynayıp coştu. 

Şeyh Sinan şöyle anlatır: Henüz küçük idim. Babamla bahçemize kavun, karpuz ektik. Ne kadar çabaladık ise, ektiğimiz kavun ve karpuzlar bir türlü istediğimiz gibi yetişmedi. Bir gün bostanda, üzüntülü bir şekilde oturuyordum. Babam ise köye dönmüştü. O sıra aniden, at üstünde, yeşil kaftanlı bir zat Peyda oldu. Benden çekirdek istedi. Ben de verdim. Çekirdeği alıp tarlaya saçtı. Bir anda tarla çimlendi ve kavun, karpuz yetişti. Benden bir karpuz istedi. Ben de koparıp verdim. Karpuzu ikiye böldü. Yarısını kendisi aldı, diğer yarısını da babama vermemi tembih etti ve “Bana Emir Sultan derler. Söyle babana, seni Bursa’ya, benim yanıma getirsin.” dedi. Ben de; ” emrinizi yerine getiririm.” dedim. Yeşil kaftanlı zat, bir anda kayboldu. Bir müddet sonra babam geldi. Ben babama, Emir Sultan’ın dileklerini ve tembihini aktardım. Babam da; “Başım, gözüm üstüne!” diyerek, beni Bursa’ya Emir Sultan hazretlerinin huzuruna götürdü.

Uzun müddet Emir Sultan’ın hizmetinde bulundum. Sonunda; “Fesat ehlini ıslah eyle. Himmet ve inayetle Müslümanlara nasihat et. Ta ki, senin Kur’an-ı kerime dayalı doğru yolunu duyanlar da, yaptıkları hatalarından dönsünler.” diyerek bana hilâfet verdi.”

Emir Sultan hazretleri, bir gün Ali Efendi isimli talebesini Balıkesir’e göndermek istediler. O talebe kalbinden şöyle geçirdi: “Acaba Balıkesir’e varıp gelinceye kadar vaktimi nasıl geçireyim?” Hemen kalkıp tesbihlerini getirip eline verdiler ve “Gidip gelinceye kadar bu tesbihle meşgul ol.” buyurdular. Talebe tesbihi alıp yola düştü. Balıkesir’e Cuma vakti vardı. Emir Sultan’ın ikaz için gönderdiği hoca efendinin hutbesine yetişti. Sonra ona bozuk düşüncelerini ve doğrusunu anlattı. Fakat o, Emir Sultan’ın talebesini dinlemedi ve kendi düşüncesinde ısrar etti. Talebe geri dönerken, akşam karanlığında bir köye girdi. Köye girdiği sırada, dere kenarındaki kumluk bir yere bastı ve kayarak düştü. O esnada tesbih elinden kayboldu. Ne kadar aradı ise bulamadı. Yolculuk bittiğinde, ağlayarak Emir Sultan hazretlerinin huzuruna girdi. “Ya oğlum! Yolculuğun nasıl geçti, hâlin nasıldır?” buyurdular. O da; “Sultanım içim yanıyor. Karanlıkta ayağım kaydı, tesbihi suya düşürdüm.” dedi. Bunun üzerine Emir Sultan; “Ya oğlum! Onun için niye üzülürsün? Biz onu suya düşürmedik.” dedi ve cebinden tesbihi çıkarıp verdi.

Bir gün bir köylü, Emir Sultan’ın huzuruna gelip; “Sultanım, bir sıkıntım var. Başım dertte, bana bir dua yazın ve himmet edin.” dedi. Ali Hoca isimli talebesine işaret edip; “Yazıyoruz.” dedi. O da duayı yazdı. Emir Sultan ve yanında bulunan talebeleri kime dua yazsa, Allah telanın izni ile şifa bulurdu. 

Emir Sultan hazretlerinin yayı ve bir de oku vardı. Bunlar, gazada kullanılmak üzere asılı dururdu. O yaya ok koydukları zaman, kırk ok çıkar, kırk kişiye isabet ederdi. Her nereye atmak isterse, bir talebesinin eline verir, o tarafa atmasını emre ederdi. Şeyhülislamın da hazır bulunduğu bir gün, Emir Sultan okunun ve yayının getirilmesini istedi. Getirilen ok ve yayın, Şeyhülislama  verilmesini emre buyurdu. Emir Sultan ona; “Oku doğuya doğru at. Ok nereye düşerse, mezarımız orası olsun.” buyurdu. Şeyhüİslâm, emirleri üzerine oku attı. Ok, şimdiki türbenin olduğu yere düştü.

Emir Sultan 1430 (H.833) senesinde Bursa’da veba hastalığından vefat etti. Vefat ettiğinde 63 yaşındaydı. Emir Sultan vefat ederken, Hacı Bayram-ı Velî’nin yıkayıp, cenaze namazını kıldırmasını vasiyet etti. Hacı Bayram-ı Velî gasil ve tekfin işlerini yaptı ve cenaze namazını kıldırdı. Okun düştüğü yer olan Bursa’nın doğu kısmında yüksekçe bir yere günümüzde kendi ismiyle anılan semte defnedildi.

Emir Sultan hazretlerinin türbesi yapılırken türbeyi yapan zat, rüyasında Emir Sultan’ı gördü. O zata; şurayı şöyle yap, burayı böyle yap diye, türbesi bitinceye kadar, her gece rüyada emir verdiler. O zat, türbe yapımını bitirdikten sonra, bir daha Emir Sultan’ı rüyasında görmedi.

Yavuz Sultan Selim, Mısır seferine çıktığında Yenişehir’de bulunduğu sırada Bursa’ya gelerek, atalarının kabirlerini ziyaret etti. Emir Sultan hazretlerinin türbesine gelip, onun ruhaniyetinden yardım dilerken, Emir Sultan hazretlerinin kabrinden; “Ya Selim! Duhulü Mısra İnşallah amin! (Ey Selim! İnşallah Mısır’a emniyet içinde giresiniz!)” diye bir nida işitildi. Duyanlar; “Müjdeler olsun padişahım! Size Mısır’ın fethi müjdelendi!” dediler.

Emir Sultan’ın vefatından yaklaşık iki asır sonra, yanında Arslan ile dolaşan bir zat Bursa’ya geldi. Emir Sultan’ın türbesini ziyaret etti. Bu sırada aslanını bir ağaca zincir ile bağladı. Biraz sonra zincirini koparan Arslan, aşık gibi türbenin kapısına geldi ve gözlerinden yaş aka aka Emir Sultan’ı ziyaret etti. Sonra olduğu yere dönerek sahibini bekledi.

Duy Halife adıyla meşhur bir zat vardı. Ona; “İlmi kimden tahsil ettin?” diye sorulduğunda; “Üstadım Emir Sultan hazretleridir. Bir gün, babam ve birçok kişi ile Emir Sultan hazretlerini ziyarete gitmiştik. Mübarek nazarlarına kavuşup, elini öptük. Babama bakıp; “Oku.” buyurdular. Babam Kur’an-ı kerim okumaya başladığında, oradakilerin birçoğu kendinden geçip ağladı. Ondan sonra babamın bütün çocukları çok güzel Kur’an-ı kerim okurlardı. Hatta kız kardeşlerim bile bizim gibi okurdu.” dedi.

İznik’te metfun bulunan velilerden Eşrefoğlu Abdullah, sağlığında bir iş için Bursa’ya gitmişti. Fakat fırsatı olmadığı için, Emir Sultan’ın kabrini ziyaret edememişti. İznik’e geri dönerken, yolda Halil Paşanın oğlu İbrahim Paşayı gördü ve ona; “Siz her halde Bursa’ya gidiyorsunuz. Emir Sultan hazretlerinin kabrini ziyaret ettiğinizde, selamımı  iletmenizi sizden rica ediyorum.” dedi. İbrahim Paşa, Bursa’ya girer girmez Emir Sultan’ın türbesinin bulunduğu yere gitti. İki rekat namaz kılıp, Kur’an-ı kerim okuduktan sonra Emir Sultan’ın türbesine girdi ve “Sultanım! Eşrefoğlu Abdullah, size selam söyledi.” dedi. O anda türbeden “Ve aleykümselam.” sesi geldi.

Mücahit Bahadır şöyle anlatır: “Fâtih Sultan Mehmet Han zamanında bir sefere katılmıştım. Bir kale muhasara edilmişti. İslam askerleri düşman kalesine tırmanıyorlardı. Ben de bir yerden burçlara doğru tırmanmaya başladım. Kale burcuna yaklaştığım sırada, önüme bir kaya parçası çıktı. Bu kaya parçası yüzünden yerimden oynayamıyordum. O sırada aklıma Emir Sultan geldi ve çan gönülden; “Ey Emir Sultan! Bana yardım eyle! Beni bu belâdan kurtar!” diye yalvardım. Birdenbire karşımda bir nur şelâlesi gördüm. İçinden yeşil elbiseler giyinmiş bir zât belirdi. Bana engel olan taşın üstüne geldi. Üstündeki elbisesini sarkıtıp; “Ey Gazi! Elbiseye tutun! Sakın korkma!” dedi. Ben de; “Ya Allah!” deyip, tutundum ve engeli aşmış olarak kendimi kalenin içinde buldum. Emir Sultan hazretlerinin elini öpüp, ayağının tozuna yüzümü sürmek istediğimde, gözümden kayboldu. Nereye gittiğini de anlayamadım.”

Başkasına Niçin Gidilmez?

Şeyhülislâm Molla Fenari, Emir Sultan’dan icazet, diploma aldıktan sonra, Ulu Câmide vaz verirdi. Bir gün vaz vermek için yine kürsüye çıkmıştı. Emir Sultan hazretleri bir talebesini, bir şeyler almak için çarşıya göndermişti. Bu talebe, Şeyhülislâmın vaz vereceğini duyunca, kendi kendine; “Gidip vaazı dinleyeyim, Şeyhülislâmın hayır duasını alayım.” diye düşünerek Ulu Câmiye gitti. O ânda câmide zelzele olmaya başladı. Cemaatin bir kısmı dışarıya kaçtı. Fakat dışarıda zelzele olmadığı görüldü. Bu durumdan haberi olan Şeyhülislâm, murakabeye daldı. Sonra cemaate dönüp; 

“İçinizde Emir Sultan’ın hizmeti ile emre olunan kim ise, çabuk câmiden dışarı çıksın. Yoksa bizi helâk ettirecek.” dedi. 

Talebe hemen dışarı çıktı. Câminin sallanması durdu. Bu talebe işini görüp dergâha gitti. Emir Sultan’ın huzuruna girdi. Talebe selam verdi. Emir Sultan başını kaldırıp, sadece talebeye baktı. Talebe, hocasının heybetinden düşüp bayıldı. Ayılınca, Emir Sultan ona; 

“Ey oğlum! Dünyevi ve uhrevî ihtiyaçlarınız karşılanmadı mı ki, başkalarından yardım beklersiniz. Bir kimse hocasından çeşit çeşit nimetlere kavuşurken, gidip başkasından yardım istemesi, ona sual sorması, ilim öğrenmesi, hem ayıp, hem gevşeklik tir.” buyurdu 

Derleyen: Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

kaynaklar:

  • ehlisünnetbüyükleri
  • evliyalar
  • altınsilsile