Etiket arşivi: hekimoğlu ismail

Nasıl bir sevgi, kalbi doyurur?

kabeNakşibendi şeyhlerinden biri, müritleriyle birlikte hacca gitmiş. Kâbe’deyken bir müridine dönerek, “Eline bir çekiç al ve Kâbe’nin duvarını kırmaya başla!” demiş.

Mürit, şaşkın bir halde şeyhine bakarken şeyh efendi, “Mü’min kardeşinin kalbini kırmak, Kâbe’nin duvarını yıkmaktan daha kötüdür. Çünkü Kâbe, Hz. İbrahim’in yaptığı bir binadır, gönül ise evidir. Bu iki ev bir olabilir mi?” demiş.

Bu örnekten de anlaşıldığı üzere mutasavvıflar, “Kalp, Allah’ın evidir.” derler. Bunun için Yunus Emre,

Ararsan Hakk’ı içinde ara. Kudüs’te, Kâbe’de, hacda değildir…” demiştir.

Benim için kalp, zikirden hoşlanan makamdır. Kur’an-ı Kerim’de, “İyi bilin ki, kalpler Allah’ı anmakla mutmain olur.” buyrulmuş. (Rad/28)

Bir şahıs çok güzel bir beldeye tatile gitse, belki orada en güzel yemekleri yer, en güzel yerlerde dolaşır, yüksek mevkiden insanlarla sohbet eder, yer, içer, dolaşır. Amma gece yatağına yattığında bir şeylerin eksikliğini duyar. Çünkü aradığı, bağda bahçede değildir; içinde bir yerlerdedir… Çünkü nefsin doyması ayrı, kalbin mutmain olması apayrıdır… Bunları birbirine karıştırmanın sıkıntısını yaşıyordur…

Fakir, perişan, aç bir insan görsek, “iskelet gibi” deriz. Maddî açlık insanı nasıl perişan ederse, manevî açlık da insanı öyle perişan eder; manen aç olan insanların kalbi de iskeletleşmiştir… Mesela bir ağacı seyrederken, “Aman bana ne, ağaç işte!” diyen adamın durumuyla, o ağacın yapraklarının birbirine benzediğini, bunun bir tesadüf olamayacağını düşünen adamın durumu aynı değildir. Birinin kalbi aç, diğerinin kalbi mutmaindir. Bir portakalı yiyip yutanla, o portakalı yerken, kabuğunu, tadını, kokusu, içindeki vitamini düşünen kişinin kalbi aynı değildir. Dünyayı eğlence yeri gibi görenle, dünyanın yaratılışını düşünüp, göklere bu gözle bakanın kalbi aynı değildir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatına bakıyorum… Bir tarafta ömrünün büyük bölümünü sürgün ve hapislerde geçirmiş; tecrit, aleyhte propaganda, yakınlarıyla görüştürülmeme, defalarca zehirlenme gibi her türlü sıkıntıya maruz kalan bir Bediüzzaman var. Diğer tarafta “Bu sayede hakikat-ı imaniye her tarafta yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce talebesi yetişti.” diyen mutmain bir Bediüzzaman var…

Mutmain kalp, İslam’dan başka memnun olunacak bir alan aramayanın, “Allah’ın çizdiği sınırlar bana yeter!” diyenin kalbidir. Üstad’ın hayatında bunu açıkça görüyoruz…

Barla Lahikası’nda, Hulusi ve Sabri Ağabey’den bahsedilirken, “Dünya hayatının netice-i hakikiyesinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimmi, hakaik-i imaniyeye hizmet olduğunu telakkileridir.” diyerek tarif ediliyor o mübarek ağabeylerimiz… En büyük hizmet, İslamiyet’i yaşamak olduğuna göre düşündüm ki, ben de İslamiyet’e uyduğum anlar kadar Allah’ı seviyorum… Sevgi, lafla olmaz. Mutlaka uygulama gerektirir. Öyleyse ben Allah’a itaat ettiğim kadar Allah’ı seviyorum.

Bebekler, ağlamakla bir şeyler ister. Annesini bulunca rahatlar, susar… Ruhun da aradığı tek şey, kendi sahibidir… Onu bulmadan, kalp doymaz…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Toplanamayanlar hep dağılıyor…

Yıllar önceydi… Bir camide ikindi namazını kıldık. İmam efendi, “Muhterem cemaat, her gün her zaman Allah’a yalvarıyoruz; “Ya Rabb! Bizleri düşmandan, kıtlıktan, felaketlerden koru!” diye… Fakat dualarımız kabul olmuyor. Neden Türkiye’de anarşi var? Neden içten ve dıştan pek çok düşman ve dert bize musallat oluyor? Neden dualarımız bu felaketleri önlemiyor?

Biraz nefes aldı. Kederli olduğu her halinden belliydi… Devam etti:

Muhterem cemaat; dualarımızın kabul olması için bir şeyler yapmalıyız. Mesela sabah namazına gelirken ağlamalıyız! Ağlayarak dua etmeliyiz ki, dualarımız kabul olsun; Müslüman ülkelere güneş doğsun. Türkiye anarşiden kurtulsun…

Sonra dua etti, cemaat amin, dedi. Fatiha okuyup dağıldık…

Camiden çıkınca cemaatten biri diğerine anlatıyordu: “İmam efendi, ağlayın diyor… Müslümanların derdine ağlamak lazım. Amma hepimiz oturup ağlasak, dertlerimize deva bulmuş olur muyuz?” Oturup düşünmeliyiz, İslamiyet’in hangi kısmını yaşamıyoruz ki, bu dertler başımızdan eksik olmuyor? Ey cemaat, şimdiye kadar dilimizle dua ettik. Bunun yanına fiilî duayı da koyalım. Alimler, dua, hem dil ile hem hal ile yapılır derler. Bizler, dil ile yapılan duayı epeyce beceriyoruz. Şimdi hal ile yapılan duaya biraz hız verelim. Oturalım, konuşalım. Acaba Allah’ın emredip de bizim yapamadığımız nedir? Acaba Asr-ı Saadet’in hangi kısımlarını taklit edebiliyoruz, hangi kısımlarını taklit edemiyoruz, yani yaşayamıyoruz? İşte bu hususları araştırıp noksanlarımızı tamamlayalım. Asırlarca Müslümanlara hayat dini olan İslamiyet, bizi de kurtaracaktır. Yeter ki bu dini yaşamasını bilelim.

Tek bir misal verelim…

Neden Müslümanlar birbirine itimat etmiyor? Bu derdin dermanını birer eczane olan Kur’an’da hadislerde arayalım, bulalım. Çalışmalarımızı İslam’a uydurup, hareketlerimizi ibadete tahvil edelim. Bir yanda da parayı esir alıp İslam’ın emrine sokalım. Parçalanmış motor parçaları gibi, hurda şeklinde durmayalım.” İmam efendi bunları demeliydi. Diyemedi. Belki meseleleri gereği gibi anlayamamış. Biz de imamlık yapamıyoruz. İşte bu “yarımlıklar” bizi perişan ediyor.

Yine dağıldık…

Kimisi işine, kimisi evine…

Hekimoğlu İsmail / Zaman

Yılbaşında kendi vebalimizi görmek…

Batılılaşma hareketiyle birlikte yılbaşı da örf ve âdetlerimiz arasına girdi.

Mantık bir yana atıldı, taklitte ileri gidildi. Çünkü yılbaşında İsa aleyhisselamın doğumu kutlanıyordu. Öyleyse bir peygamberin doğum yıldönümünü dansla, içkiyle, kumarla kutlamak hangi dinde, hangi mantıkta var?

Demek ki yılbaşı aynı zamanda mantığın, ilmin, İslamiyet’in bir yana bırakıldığı, sathi taklitçiliğin başladığı devrin yıldönümüdür ki böylesine bir tarih ancak bu şekilde kutlanır…

Batılı olmanın gerçek manasını anlamak isteyen, yılbaşında Müslümanları seyretsin. Elbiseler çeşit çeşit… Mezeler o biçim… Erkek tebessümüyle kadın kahkahalarının Eyfel’leştiği ortam… Kumara millilik vasfını kazandıran anlayış… Çamlar, hindiler… Mideler dolu, cepler dolu, kafalar ve kalpler boş… İşte modern insan, işte yılbaşı…

Onu bunu suçluyoruz amma belki de çoğumuz yılbaşı atmosferinin içinde kalıyoruz. Televizyon, radyo, evleri neşeye boğuyor; pek çok dindar aile bile gece yarısına kadar televizyondaki yılbaşı eğlencelerini seyrediyor. Batılılaşma öyle bir seldir ki, pek çok şeyi sürükleyip götürüyor. Geriye okunmayan kitaplar, kalitesiz insanlar, çalışmayan tezgahlar, ekilmeyen topraklar kalıyor.

Basın yayında öyle korkunç erozyonlar yapılıyor ki, tarihe, millete, dine ait ne varsa alıp götürüyor, geriye körü körüne taklitçilik kalıyor. Üç yüz senedir Avrupalı olmaya çalışanlara Avrupalılar halen gülüyor. Her şey olmaya çalışanlar, “kendileri” olamayınca komik duruma düşüyor.

Nasıl ki bir kısım cilt hastalıkları karaciğeri tedavi ederek giderilirse, aynı şekilde sosyal hayattaki felaketleri gidermek için de, işe tahkiki imandan başlamak lazım. Aslında hastalık zaaf-ı imanda… İman zayıflayınca ahlaksızlık yayılıyor. Nasıl ki karaciğeri tedavi ettik, cilt hastalığı geçti, taklidi imanı tahkiki imana çıkarırsak, pek çok dertler çözüme kavuşur.

Yeteri kadar İslami öğretim ve eğitim yapılmadığı gibi, her şey insanımızı din dışına çekiyor. Meyhaneler, kahveler, kılık kıyafetler, basın yayın gibi acı gerçekler, İslam’a hücum ediyor. Bu gerçekler karşısında Bediüzzaman Hazretleri buyurmuş ki: “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor.

Yılbaşında iğrenerek, tiksinerek gezmeyiniz. Çıkınız, dolaşınız. Bir milletin nereden nereye geldiğini görünüz. Bir zamanlar burnunu göstermekten utanan ninelerimizin torunları ne hale düşmüş görünüz. Bu gidişat içinde kendi vebalimizi görmek zorundayız.

Fertler uyanırsa millet uyanır. Sefahat beşiğinde dalalet rüyaları gören insanımızı hakkın, hakikatin sabahında uyandırmak iradeli, imanlı insanların yapacağı iştir. Işığın olduğu yerde karanlık barınamaz.

Eğer karanlık varsa, biz neyiz?

İnşallah bu yılbaşı, Müslümanların Avrupa medeniyetinden İslam medeniyetine geçmelerinin yılbaşı olsun. İnşallah bu yılbaşı Mekke’nin fethi yüzü suyu hürmetine haramlara tövbe edip helallere tabi olmamızın yılbaşı olsun.

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Hekimoğlu İsmail, Mustafa Sungur Ağabeyi anlattı!

Kendi ifadesiyle “Derdini Seven” biri o. Öyle de yaşıyor. İyi güne, kötü güne, hastalığa-sağlığa şükreden tam bir teslim, tevekkül ve tefekkür abidesi. Ömer Okçu. Nam-ı diğer Hekimoğlu İsmail. Geçen hafta Rahmet-i Rahman’a kavuşan Mustafa Sungur Ağabeyi anlattı.

Türkiye’nin şükür ve tefekkür ufuklu mümtaz aydınlarından Hekimoğlu İsmail şimdi 90 yaşında. Hasta haliyle bile boş durmuyor. Hayatın dertlerinden ve hastalıklardan şikayet edenlere de sitem ediyor.

Hekimoğlu İsmail evlilikte eşler arasındaki anlaşmazlığın enaniyetten kaynaklandığını söylerken, Ümmeti Muhammed’in dağanık halinin de fotoğrafını çekiyor.

Kaynak: samanyoluhaber.com

Hekimoğlu İsmail (Ömer Okçu) İle “Said Nursi”den “Necip Fazıl”a…

TAKDİM

Hekimoğlu İsmail (Ömer Okçu), 1932 yılında Erzincan’da, okuma yazma bilmeyen bir anne babanın çocuğu olarak, kitab bulunmayan bir evde dünyaya gelir. Yıllar sonra dedesinin ismi olan Hekimoğlu İsmail mahlasıyla yazdığı “Minyeli Abdullah” adlı eseri satış rekorları kıracak, eserin sinema uyarlaması ise kapalı gişe oynayacaktır.

İlkokulu bitirdiğinde, ileride geçim sıkıntısı çekmemek arzusuyla memur olmak ister ve bunun için, maddî sıkıntılar içinde ortaokula gider; bir yandan okurken, diğer yandan da fizikî güç gerektiren işlerde çalışmaktadır. Ortaokulu bitirdiği dönemde, gördüğü bir ilân üzerine astsubay olmaya karar verir. Olur da.

Yıl 1950. Bir ikindi vakti Süleymaniye Camii’ne girer. Cemaat iki kişidir. Biri o, diğeri imam. Hoca efendi “haydi kametle” der. Peki kamet nasıl getirilir? Hayatının işte bu safhasında, okumaya ve her şeyi araştırmaya başlar. “Serdengeçti“, derken “Büyük Doğu” ile tanışır. İlk yazılarını Babaeski’de tek odalı bir evde yazar ve mesleğinin nezaketine nazaran, büyük bir cesaretle Üstad Necib Fazıl’a yollar. Görev yaptığı dönemde füze eğitimi için Amerika’ya gönderilir. Türk Hava Kuvvetleri’nden 1972 yılında emekli olur.

1967 yılında yazdığı “Minyeli Abdullah” adlı romanı sebebiyle defalarca gözaltına alınır ve bir bölümü gönüldaşlarımızla birlikte aynı koğuşta olmak üzere bir müddet de hapis yatar. Pek çok gazete ve dergide yazılar yazmış, yurtiçi ve yurtdışında sayısız konferanslar vermiş, bu süreçte 40’dan fazla esere imzasını atmıştır. Hâlen Zaman gazetesindeki köşesinde yazmaktadır.

Ömer Okçu ağabey, beynine giden damarlarda yaşanan tıkanıklık sebebiyle geçtiğimiz yıllarda felç geçirmiş olup, uzunca bir süredir de tedavi görmekte. Bu kıymetli röportaj için teşekkür etmek, duyduğumuz şükran hissini ifade etmekte âciz kalacaktır. Kendilerine âcil şifalar ve hayırlı uzun ömürler diliyoruz.

Röportaj: Hayreddin Soykan

***

Ömer ağabey, geçirdiğiniz ve hâlen de süren ağır rahatsızlığınıza rağmen, dâvânın ve müminlerin istifadesi söz konusu olan yerde, üstelik son haddiyle mazur olduğunuz hâlde bile nefse bahane tanımayıcı bir vazife aşkıyla röportaj teklifimizi kabul etmeniz, bizleri ziyadesiyle mütehassis ve mahcub etti. Bu heyecanınız, “20’lik ihtiyarlar ve 70’lik delikanlılar” tesbitinin ne derece isabet arzettiğine dair canlı bir şahitlik kıymeti teşkil etti bizim için. Dilerseniz, sohbetimize bu noktadan başlayalım. Bir müslümanın sahib olması gereken “vazife aşkı” hasletiyle ilgili olarak bizlere neler söyleyebilirsiniz?

Bediüzzaman şöyle buyuruyor: “Der tarık-ı acz-i mendi lazım amed çar çiz; acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz!..”

Yani, “Ben aciz, siz acizlere yolumu şöyle çizerim; acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, Allah’a karşı aczinizi fakrınızı bilin. Şevk-i mutlak, her durumda çalışın. Şükr-ü mutlak, her halinize şükredin.”

Bediüzzaman 80 yaşındayken, dağın tepesinde ağacın üstüne çıkmış, oturmuş, Risale-i Nurları okuyor, tashih ediyordu. Yani “ihtiyarladım, hastalandım, çalışamam” yok!..

Ömer Nasuhi Bilmen Hazretleri hastalanmıştı. Onu ziyarete gittim. Yere serili bir yatağın üzerinde yorganı sırtına almış, hocam oturuyor… Klasik bir soru, “nasılsınız” diye sordum. Buyurdu ki, “Şu tefsiri bitirip ölmeyi diliyorum Allah’tan...” Gerçekten Allah onun duasını kabul etti. On ciltlik tefsirini tamamladı ve vefat etti.

Mehmet Zahit Kotku Hazretleri, Zeyrek’te otururdu, biz akın akın oraya giderdik. Onun huzurunda oturmak bize şevk verirdi. “Tövbe edin, ‘Allah’ deyin.” derdi. Acayip bir şeydi onun hayatı… Günahların sel gibi aktığı bir devirde o, büyük bir kaya gibi, günah selinin önüne geçti, gelen çöplükler o kayada yeşerdi… Gezmek yok, tozmak yok, maaş yok, para yok. Kapıdan çıkınca hemen öldürülebilirdi amma o onlarla alâkadar olmazdı. Teslim olmuştu, ne olursa olsun…

Rahmetli Hulusi Yahyagil ağabey… 1928 Dersim hareketinde bölük komutanıydı. Demek ki yaşı 91, 92’ydi ben gördüğümde. Yürüyemiyordu. Onu kucaklar derse götürürlerdi. Ders bitince yine kucaklar eve getirirlerdi. Sorulan sorulara cevap verir, ilmi konuları açıklardı. Hulusi ağabey, içimizde bir abide gibi dururdu.

Yaşar Tunagür hocam; Allah rahmet eylesin, ömrünün sonuna kadar aklını ve kültürünü İslam’a hizmette kullandı. Kısacası hayatını İslam’a vakfetti.

Necip Fazıl, benim şeyhimdi… “Geceler bizim!” diye haykırır, sabahlara kadar vazifesi uğruna çalışırdı.

Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı,

Aradım bir ömür, arkadaşımı.

Ölsem dikecek yok mezar taşımı;

Halime ben bile hayret ederim.

Yarış atı besleyecek kadar zenginken, öldüğünde mezar taşı diktirecekleri bir parası yoktu. Malını, mülkünü, canını Allah için harcadı…

Biz böyle mübarek insanların yaşayışına hayran olduk…

Onlardan öğrendiğimiz şuydu: Yılgınlık, ümitsizlik ve bahaneler, Müslüman’ın semtine uğrayamaz.

Genç bilebilse, ihtiyar yapabilse” hikmeti, malûmunuz. Bu bahiste sizlerin tecrübe ve değerlendirmeleri bizler için son derece kıymetli. Genel bir çerçeve dâhilinde, nelere dikkat etmemizi tavsiye edersiniz?

İsterseniz Asr-ı Saadet’e gidelim. Sahabenin az olduğu devirleri düşünelim. Her tarafı müşrikler doldurmuşken, bir avuç sahabenin durumunu hayal edelim. Bunlardan biri diyebilir ki: “Ben bir insanım. Benim cürmüm ne ki hükmüm ne olsun? Koskoca dünyada İslamiyet’i yayma dâvâsını nasıl güdebilirim?” Ama böyle dememişler. Onlar, “mademki ben Müslüman’ım, öyleyse İslamiyet’i öğrenmeliyim ve yaşamalıyım” diyerek, tek başlarına da kalsalar, İslamiyet’i öğrenmek ve anlamak gayesiyle yaşamışlar. Allah’ın rızasını bunda aramışlar, bu gaye onların hayatını doldurmuş.

Her genç ben ne olacağım demelidir. Ve bir hedef tayin etmelidir. Futbol oyununda gol kelimesinin mânâsı, hedeftir. Yani o oyunda hedef olduğu için oyuncular koşuyor. Hedef olmasa hiçbiri koşmaz. İşte insanın da hayatında hedefler olmalıdır. Mesela gençlik yıllarımda “ben sefil perişan olmayacağım” diye kendi kendime konuşurdum. Bu sebeple gençler kahveye giderken ben derse gittim. Amacım oraya gidenlerden farklı olmaktı. Kendi kendime İngilizce, Osmanlıca öğrendim. Kitaplar okudum, kitapları anlamaya çalıştım. Çünkü benim bir hedefim vardı.

Gençlere tavsiyem, gelecekteki hayatlarını daha iyi şartlarda yaşamak istiyorlarsa bugünden hazırlansınlar. Maddî güç olmadan, hizmet de olmaz. Önce eğitim veya sanat üzerinde durmalı ki ekonomik bir sıkıntı yaşamasın. Ayrıca ilim ve irfan için eğitim almalı…

80 Yıllık ömrümde neler gördüm, neler geçirdim… Bir gence ilk tavsiyem şu: Mutlaka alimlerin yanında, yakınında ol. Onların derslerine, sohbetlerine katıl. Bugünün gençleri alimlerin dizinin dibinde oturacak, başka türlü olmaz.

Mevlana Şemseddin Muhammed Rucî Hazretlerine atfen, hepimizin kulağına küpe bir hikmet şöyle: “Şu halk ne garip şeydir! Yarın olsa da bir iş işlesem diye bir lâf eder. Bilmez ki, bugün, dünün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki, yarın bir şey işleyebilsin“. Aynı şekilde, “Erteleyenler, yarıncılar helâk oldu” meâlindeki hadis-i şerîf de malûmumuz. Maddî-manevî kabiliyetlerimizi daha fazla ertelemeden geliştirmemiz ve vazifelerimizi tam vaktinde aşk ve şevkle yapabilmemiz noktasında bizlere neler söyleyebilirsiniz?

Mesela elimizde bir fidan var. “Ya hu yarın dikerim ben bunu.” diyor adam… Yarına kadar da fidanın kökleri hava alır, kurur. Adam “yarın” fidanı dikince de fidan yeşermiyor. Aynen öyle de, “yarın ben iyi insan olacağım diyen, bugün kötü adamdır.” Niye bugün değil de yarın? “Yarın iyi olacağım” diyoruz; bu emri veren benim! Hayatımızı Kur’an ölçüsünde yaşamaya bugünden başlayacağız. Tren zamanında kalkar, uçak zamanında havalanır, geç kalan yetişemez… Güneş mesaisine bir dakika bile gecikmiyor. Fırtınalar, takvimin söylediği zamanda kopuyor, çiçekler, vakti gelir gelmez açıyor… Bu ilahî nizamın dışına çıkıp, “ vazifeyi sonra yaparım” diyen, gemiyi kaçırır…

Hayat bir imtihan, malûmunuz. Türlü dertle, belâyla ve hastalıkla beraber, muhtelif imkânsızlıklarla da boğuşmak durumunda kalıyoruz. Bir günümüz bollukla geçerken diğer günümüz darlıkla, bir günümüz sıhhatle geçerken diğer günümüz rahatsızlıkla, bir günümüz izzetle geçerken diğer günümüz zilletle, bir günümüz gönül ferahlığıyla geçerken diğer günümüz üzüntüyle geçiyor. Böyle olunca, gönlümüzce bir şeyler yapabileceğimiz o saat bir türlü gelmiyor sanki. Peki, bu dert ve mazeretleri ileri sürmekte hakikaten mazur muyuz sizce?

1950 yılında bir rüya gördüm. Trende gidiyorum. Dediler ki: “Bediüzzaman Said Nursi de, bu trende seyahat ediyor.”

Hemen fırladım, Bediüzzaman’ın yanına gitmeye koyuldum. Üçüncü mevki bir kompartımanda sekiz kişi oturmuş, pencerenin dibinde de Bediüzzaman Hazretleri vardı. Ben içeri girip, Üstad’ın elini öpmek istedim. Fakat kapının önündeki adam hemen ayağa kalktı, beni göğüsleyerek dışarı çıkardı:

Sen kimsin?” dedi. Ben de,

Risale-i Nur dağıtıyorum” diye cevap verdim.

Bu sözümü duyan Bediüzzaman, dışarı çıktı. Koridorda onunla karşı karşıya geldik. Bediüzzaman’ın elini tuttum, öpmeye başladım. İki defa öptüm. Bu sırada Bediüzzaman gayet sinirli bir şekilde bağırdı:

Elimi öp, şekeri öpme!”

Dikkat ettim, Bediüzzaman’ın avucunun içi şeker doluydu. Ben de iki defa bu şekerleri öpmüşüm. Üçüncüsünde Bediüzzaman’ın elini öptüm ve uyandım…

Rüyayı kendim tabir ettim: Şimdi ben bu hizmetin şekerleme tarafındayım fakat çileli zamanlar da gelecek

Nitekim öyle oldu…

Mahkemelerde, hapishanelerde, karakollarda dolaştırıldım. Allah’ın lütfuyla tahkikî iman derslerinden geri kalmadım.

Şu anda hasta yatıyorum. Ameliyat oldum. Hastalık, Allah’ın gönderdiği bir hediyedir. Çünkü hastalığı veren Allah’tır. Allah’ın yarattıklarında kötülük yoktur.

Hastanede yatarken dedim ki, “hani insan Ankara’ya gider gelir ya, ben de ahirete gittim geldim. Ahirete gidip gelmenin yorgunluğunu hissediyorum…”

Türlü derde deva buldum ben elimle çok zaman,

Kimse bilmez bir tabibe ben de muhtacım şimdi.

Durgun sular, akıntı olmadığında bulanır, rüzgâr esmese hava kirlenir. Hayat bir bütündür. Sağlık hastalıkla, iyilikler musibetlerle çalkalanır. İnsan bazen dünya hayatına o kadar dalıyor ki, ölüm aklına bile gelmiyor. Çevresindeki insanlara ölümü yakıştırıyor fakat ölümün bir gün kendi kapısını çalacağını düşünmüyor. Hastalıklar, musibetler burada devreye giriyor, “Ey insan, ölüm var, ahiret var, aklını başına al” diyor. Geçen zaman geri gelmiyor. Ömrünün sınırlı olduğu gerçeğini unutuyor insan. Şimdi ben dönüp maziye bakıyorum, ömrüm bir kuş tüyü gibi uçup gitmiş. Sanki bir gün bile yaşamamışım…

Üstad Necip Fazıl diyor ki,

Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,

Bir fikir ki, beyin zarında sülük.

Selâm, selâm sana haşmetli azap;

Yandıkça gelişen tılsımlı kütük…

İnsan böyle… Yandıkça gelişir.

Bir sırrımı ifşa edeyim… Ne zaman ki Amerika’dan getirdiğim buzdolabını ve teybi hizmete verdim, ondan sonra bende inkişaf başladı… Yani müridi demiş “Şeyhim himmet.” Şeyh demiş “Evladım hizmet…”

Eskiler der ki, “Yok olmayan var olamaz.” Seksen yıllık ömrümde, çeşit çeşit dertler gördüm, sonuç: Minyeli Abdullah…

Koca bir ömrü İslam dâvâsını tebliğe vakfeden, her vesileyle yazan ve gerek sohbet gerek konferans dairesinde insanımızla fikir ve tecrübelerini paylaşan, hatta bu uğurda bir bölümünü gönüldaşlarımızla birlikte geçirmek üzere cezaevinde de yatan bir büyüğümüz olarak, bir dâvâ, bir ideal adamının tesirli olması bakımından en başta dikkat etmesi gereken husus, sizce söyledikleri veya yazdıkları mıdır, yoksa başka bazı hasletleri mi?

Osman Yüksel Serdengeçti, dâvâ adamını şöyle açıklamıştı:

Sofraya yürür gibi, sehpaya gitmeyenler dâvâ adamı değildir.” Hanımı, hapis yattığı yıllarda, çocuğunu tedavi ettirecek para bulamadığı için depresyona girip ayrıldı. Ankara’da Denizciler Caddesi’ndeki dükkânını şöyle tarif ediyor: “Kömürlüğü ömürlük yaptık, yeryüzünden iki buçuk metre aşağıdayız. Ölüm bile bizim için yükseliş olacaktır.” Küçücük bir dükkânda yaşıyordu. Tuvalet ihtiyacı için, caminin tuvaletine giderdi.

İnsan hayatına sığmayacak işler yapan insanlar var… Eski bir binanın taş duvarında, taşların arasından bir filiz çıkıyor ve çiçek açıyor. Bu çiçek, içinde bulunduğu şartları hiçe sayıyor. “Bu duvarda toprak yok, su yok, güneş, rüzgâr beni hırpalar” demiyor. Çiçek, şartlara meydan okuyarak yeşeriyor. Lisan-ı hâl ile diyor ki: “Allah bana ‘yeşer’ dedi, ben de yeşerdim. Sonuç ve şartlar ne olursa olsun…” İşte dâvâ adamı budur!

Yazı yazmak kolay, tesir etmek zordur.

İslamiyet, ölçü ve ahenk dinidir. Ölçü ve ahenk ise “güzel“i ortaya koyar. Güzel yaşanmış bir hayat, aynı zamanda bir eserdir. Hiçbir nazım ve nesir, güzel yaşanan bir hayat kadar güzel ve tesirli değildir.

Peygamber Efendimiz’in hayatı en üstün ve en tesirli bir eserdir. Öyle ki; O’nun biyografisi bile yaşadığı hayatın gölgesidir. Sahabe, “anam babam sana feda olsun” diyor, o kadar hayran bırakmış kendine…

Bir arkadaşım, Amerikalıya demişti ki; “Size İslamiyet’i anlatayım mı?” Amerikalı da dedi ki; “Ben senin hayatını beğenmiyorum ki dinini anlatasın! Bu konuda seni dinlemek istemiyorum. Sen, bira içmeyen Amerikalılara benziyorsun!” Gerçekten o arkadaşın ahlâkı çok bozuktu. Şaka yapacağım, milleti güldüreceğim diye kötü şeyler anlatırdı.

Sonuçta bir Hıristiyan, Müslüman’ı beğenmedi.

İnandığı gibi yaşamak, belagatin en tesirlisidir. Dikkat edin, İslam büyükleri, susabildikleri kadar susmuşlar, sadece İslamiyet’i yaşamışlar.

Harf inkılâbından sonra Kur’an yazısını okuyamaz olduk. Risale-i Nur’lar da eskimez yazıyla yazılıyordu. Kitapları aldım, okuyamadım. Okuyanları dinleyemedim. Anlayamıyordum Risale-i Nur’ları… Fakat Bediüzzaman’ı ziyarete gittim, onun fakir yaşayışını gördüm, çok hoşuma gitti. Hayatını anlatan ağabeyleri dinledim, kitaplar okudum, O’nu çok beğendim. Yani ben Risale-i Nur’ları okuyarak değil, Bediüzzaman’ın yaşayışının tesirinde kalarak Nur talebesi oldum. ALLAH demenin yasak olduğu devirlerde ALLAH deyişine, elinde zengin olma imkânları varken, fakirane yaşamasına hayran kalarak bağlandım ona…

Zübeyir ağabeyi, Bayram ağabeyi, Hüsrev ağabeyi, Tahir ağabeyi düşündükçe diyorum ki; “Bu hayatlara nasıl hayran olmazsın!”

Onlar, dünyaya önem vermedikleri için önemli oldular!

Allah razı olsun Ömer ağabey, size çok teşekkür ediyor, tekrar geçmiş olsun diyor, Allah’tan hayırlı, sıhhatli, bereketli uzun ömürler diliyoruz.